Perili Ev

Par ClassicsTR

2.4K 137 34

Perili Ev, yazar Charles Dickens'ın Noel dönemlerinde yayınladığı hayalet hikayelerinden birisidir. İlk kez 1... Plus

1 - Evdeki Ölümlüler
Perili Ev Üzerine

2 - Efendi B'nin Odasındaki Hayalet

406 31 7
Par ClassicsTR

BÖLÜM II

EFENDİ B’NİN ODASINDAKİ HAYALET

Diğerlerinden daha seçkin bir üne sahip olan üçgen şeklindeki tavanarasına yerleştiğimde, düşüncelerim doğal olarak Efendi B’ye yöneldi. Onunla ilgili varsayımlarım türlü türlü ve rahatsız ediciydi. İlk adı Benjamin, Bissextile (artık yılda doğduğu için), Bartholomew ya da Bill olabilirdi. Bu B harfi soyadından geliyorsa Baxter, Black, Brown, Barker, Buggins, Baker ya da Bird olabilirdi. Sadece B. olarak vaftiz edilmiş terk edilmiş bir erkek olabilirdi. Aslan yürekli bir oğlansa eğer, B, Briton veya Bull’un kısaltılmışı da olabilirdi. Belki de çocukluğuma ışık saçan ünlü Bayan Bunch Anne’nin arkadaşı veya akrabasıydı.

Bir süre bu gereksiz düşüncelerle kendime eziyet ettim. Ayrıca bu gizemli harfi merhumun görünüşü ve uğraştığı işlerle ilişkilendirmeye de çalıştım: Beyaz kıyafetler giyiyor olabilirdi, ayağında Bot olabilirdi; Benmerkezci biri olduğunu sanmıyorum, Beynini iyi kullanan bir adam olabilirdi, yeni Bilgiler edinmekten hoşlanıyordu belki. İyi bir Bowling oyuncusu olabilirdi, Boksörlük yeteneği olabilirdi. Ayrıca Bognor, Bangor, Bournemouth, Brighton ve Broadstais’da türlü hobiler edinmiş, Becerilerini geliştirmiş ve Bilgisizliklerini Bilgeliğe dönüştürmüş olabilirdi.

Bu açıdan ben, perilerden önce B harfinin istilasına uğramıştım.

Rüyamda rastlantıyla bile olsa Efendi B’yi ya da ona ait herhangi bir şey görmediğimi fark etmem uzun sürmedi. Fakat gecenin hangi saatinde olursa olsun, uyanır uyanmaz aklıma hemen o geliyordu ve kalkıp, B harfini yatağın yanına iliştirip beni ondan kurtaracak bir şey arıyordum.
Altı gece boyunca, Efendi B’nin odasında bu şekilde kaygılandıktan sonra bir şeylerin kötüye gittiğini fark ettim.

Kendini belli eden ilk görüntü, sabahın erken saatlerinde hava henüz yeni aydınlanmışken ortaya çıktı. Aynanın karşısında tıraş olurken, 50 yaşındaki kendimi değil de bir oğlanı tıraş ettiğimi görünce şaşkınlık ve dehşet içinde kaldım. Görünüşe göre Efendi B’ydi.

Titreyerek omzumun üzerinden arkama baktım, ama arkamda hiçbir şey yoktu. Tekrar aynaya baktım ve sakallarından kurtulmak için değil de bir sakala sahip olmak için tıraş oluyora benzeyen açık seçik bir erkek çocuğunun yüzünü gördüm. Kafam oldukça karışmış bir halde odanın içinde birkaç tur attım ve ellerimin titremesini durdurup az önce yarıda kalan işimi bitirmek amacıyla aynanın yanına geri döndüm. Donup kaldığımda kapatmış olduğum gözlerimi tekrar açıp aynaya baktığımda, aynada doğrudan bana bakan yirmi dört ya da yirmi beş yaşlarında genç bir adam gördüm. Bu yeni hayaletten korkup gözlerimi yeniden kapatarak kendimi toparlamak için büyük çaba harcadım. Gözlerimi yeniden açtığımda, aynada uzun zaman önce ölmüş olan babamın tıraş olduğunu gördüm. Dahası, hayatımda hiç görmediğim büyükbabamı da aynada gördüm.

Bu olağanüstü ziyaretlerden doğal olarak çok etkilenmeme rağmen, kararlaştırılan toplantı gününe kadar bunu bir sır olarak saklamaya karar verdim. O gece, zihnimi bulandıran tuhaf düşünceler içinde odama çekildiğimde, kendimi yeni bir hayaletle karşılaşabilme düşüncesine hazırlamıştım. Sabahın ikisinde tedirgin bir uykudan uyanıp, yatağımı Efendi B’nin iskeletiyle paylaştığımı görünce, yaptığım hazırlıkların ne kadar gereksiz olduğunu anladım.

Yatağımdan dışarı fırladım, iskelet de fırladı. Sonra, ağlamaklı bir sesin, “Nerdeyim ben? Bana ne olmuş böyle?” dediğini duydum ve sesin geldiği yere dikkatle bakınca Efendi B’nin hayaletini gördüm.

Genç hayalet, modası geçmiş, eski püskü kıyafetler giymişti ya da daha doğrusu paçavralara bürünmüş olmanın ötesinde giyinmiş gibi durmuyor, üstündeki parlak düğmeler giydiklerinin daha korkunç görünmesine yol açıyordu. Bu düğmelerin çift sıra halinde genç hayaletin iki omzundan geçip sırtına doğru uzandığını fark ettim. Boynunda fırfırlı bir boyunluk vardı. Üzerinde mürekkep lekeleri olduğunu fark ettiğim sağ eli karnının üzerinde duruyordu. Yüzündeki belli belirsiz sivilceler ve midesinin bulandığını düşündüren duruşuyla bağdaştırdığımda, bunun aşırı dozda ilaç kullanan bir gencin hayaleti olduğunu düşündüm.

Küçük hayalet acıklı bir ses tonuyla, “Neredeyim ben?” diye sordu. “Neden kalomel[6] günlerinde doğdum ve neden bana o kadar çok kalomel verdiler?”

Büyük bir samimiyetle sorusunun cevabını bilmediğime yemin ettim.

“Kız kardeşim nerede?” diye sordu hayalet, “Peki ya küçük melek karım? Okula birlikte gittiğim çocuk nerede?”

Hayaletten rahatlamasını rica ettim ve her şey bir yana, okula birlikte gittiği çocuğun kaybı konusunda yürekli olmasını istedim. Ayrıca, o çocuk bulunsa bile –insan deneyimleri bunu gösteriyordu– kendisini görmekten pek hoşlanmayacağını belirttim. Okuldan sonraki yaşantımda, vaktinde aynı sıraları paylaştığımız çocukları arayıp sorduğumu, ama hiçbirinden karşılık alamadığımı ekledim. Bahsettiği çocuktan da karşılık alamayacağı yönündeki alçakgönüllü düşüncemi belirttim. O çocuğun hayali bir karakter, bir yanılsama, bir tuzak olduğunu belirttim. Onu en son bulduğumda, bir akşam yemeğinde, beyaz bir boyunbağı duvarının ardında her konuda inandırıcılıktan uzak görüşler belirttiğini, Titanic kadar devasa bir sıkıcılık gücüne sahip olduğunu anlattım. Yaşlı Doylance’ın okulunda birlikte okumuş olmamızdan güç alarak, kendini kahvaltı etmeye nasıl davet ettirdiğini (bu davranışı toplumsal açıdan çok büyük bir ayıptı) Doylance’ın öğrencilerine duyduğum güvenin sönmek üzere olan korlarını yeniden canlandırarak onu nasıl kabul ettiğimi, sonra da onun korkak bir serseri olduğunu nasıl ispatladığımı, para konusundaki anlaşılmaz fikirleriyle insanoğlunun yakasına yapıştığını, İngiltere Bankası’nın kapatılma ihtimaline karşı kimbilir kaç binlerce ya da milyonlarca on ve altı penilik banknotlar basılmasını önerdiğini anlattım.

Hayalet beni sessizlik içinde ve sabit bakışlarla dinledi. Konuşmamı bitirdiğimde, “Berber!” diye haykırdı.

Mesleğim bu olmadığından, “Berber mi?” diye tekrarladım.

“Mahkûm edildin,” dedi hayalet. “Sürekli değişen müşterileri, önce beni, sonra genç bir adamı, sonra da şu anki halinle kendini, sonra babanı, sonra büyükbabanı tıraş etmeye, ayrıca her gece bir iskeletle birlikte yatıp her sabah o iskeletle uyanmaya mahkûm edildin.”

(Bu dehşet verici sözleri duyunca ürperdim.)

“Berber! Beni izle!”

Daha bu sözleri duymadan hayaleti takip etmeme neden olacak bir sihrin etkisi altında olduğumu hissetmiştim. Söyleneni hemen yaptım ve Efendi B’nin odasını terk ettim.

Çoğu insan, suçlarını itiraf eden ve –özellikle sorgu ve işkencenin her daim hazırda bulunması nedeniyle– tamamen gerçeği söylediklerinden kuşku duyulmayan cadıların, ne kadar uzun ve yorucu gece yolculukları yapmaya zorlanmış olduklarını bilir. Ben de, Efendi B’nin odasında kaldığım süre boyunca, o odanın hayaleti tarafından alınıp, en az bunlar kadar uzun ve çılgın yolculuklara çıkarıldığımı söyleyebilirim. Elbette, keçi boynuzları ve kuyruğu olan, gerçek hayattakiler kadar aptalca, ama daha uygunsuz davetler veren, yaşlı ve kılıksız bir adamla (Pan’la yaşlı bir kumaşçı arası bir şeyle) tanıştırılmadım, ama bana daha anlamlı görünen başka şeylerle karşılaştım.

Doğruyu söylediğimden ve bana inanacaklarından emin olduğum için, önce bir süpürge sopasının, sonra da salıncaklı bir atın üzerinde bir hayaleti takip ettiğimi tereddüt etmeden açıklıyorum. Hayvanın özellikle onu dışarı çıkarıp ısıttığımda, boya koktuğuna yemin edebilirim. Daha sonra hayaleti, bir at arabasına binerek izledim. Bu eski at arabalarının, yeni kuşağın yabancı olduğu, kendilerine has tuhaf kokuları vardır. Fakat, bu bahsettiğim kokunun ahır, uyuz köpek ve eski körük kokularının karışımından oluşan tuhaf bir koku olduğuna yemin edebilirim. (Burada, beni doğrulamaları ya da yalanlamaları için eski kuşaklara çağrıda bulunuyorum.) Hayaleti başsız bir eşeğin üzerine binerek de takip ettim, daha doğrusu başsız değil de, midesiyle çok yakından ilgilendiği için, başı sürekli aşağıda, midesine bakan bir eşekti. Özellikle, arkalarına çifte atmak üzere doğmuş midillilere, fuarlardaki atlıkarıncalara ve salıncaklara, yine bir başka unutulmuş gelenek olan, yolcuların içinde yatabildiği ve sürücüyle birlikte sıkışabildiği tek beygirli arabalara bindim.

Efendi B’nin hayaletinin peşinden yaptığım, Denizci Sinbad’ınkilerden çok daha uzun ve muhteşem olan bu yolculukların ayrıntılarıyla sizi sıkmamak için, diğerleri hakkında fikir sahibi olabileceğiniz tek bir deneyimimi anlatacağım.

Olağanüstü değişmiştim. Hem kendim hem de başka biriydim. İçimde, bütün hayatım boyunca aynı kalmış ve hayatımın bütün değişik dönemlerinde bana tanıdık gelen bir duygu olduğunu hissediyordum ve uyumak için Efendi B’nin odasına giden sanki ben değildim. Hiç olmadığı kadar pürüzsüz bir yüze ve kısa bacaklara sahiptim artık ve oda kapımın arkasına benim gibi pürüzsüz bir yüzü ve kısa bacakları olan bir yaratık daha getirmiştim. Ona gizlice, çok şaşırtıcı bir öneride bulunuyordum.

Ona bir harem kurmamızı önerdim.

Öbür yaratık önerimi sıcak karşıladı. İkimizde de saygınlık denen şeyden eser yoktu. Harem bir Doğu geleneğiydi. Halife Harun Reşit’in de (bu ahlaksız adamın ismini telaffuz etmeme izin verin, çünkü bende güzel anılar canlandırıyor) çok beğenilen ve taklit edilmek istenilen bir haremi vardı. Öbür yaratık yerinden sıçrayarak, “Evet! Hadi!” dedi, “bir harem kuralım.”

Bu kararımızı Bayan Griffin’den saklamamızın nedeni, bu Doğu kurumunun saygıdeğer özelliklerinden kuşku duymamız değildi. Bunun nedeni, Bayan Griffin’in insan sevgisinden yoksun ve Büyük Harun’un yüceliğini takdir edemeyecek biri olduğunu bilmemizdi. Sırrımızdan Bayan Griffin’e bahsetmeyeceğimize göre, onu Bayan Bule’a emanet etmeliydik.

Bayan Griffin’in Hampstead Ponds’taki evinde, sekiz hanımefendi ve iki beyefendi olmak üzere, on kişiydik. Sekiz dokuz yaşlarının olgunluğuna eriştiğine kanaat getirdiğim Bayan Bule, ilk adımı atan kişi oldu. Gün içinde, ona konuyu açtım ve ona gözde olmasını önerdim.

Bayan Bule, kadınların o çok doğal ve çekici utangaçlığıyla bir süre mücadele ettikten sonra, bu fikrin onu gururlandırdığını belirtti, ama Bayan Pipson’ın konumunun ne olacağını merak ettiğini söyledi. O genç bayanla, birlikte ölene dek onunla her şeyi paylaşacaklarına ve sır saklamayacaklarına dair iki ciltlik, özel kilitli bir kutunun içinde saklanan Kilise Ayinleri ve Dersleri adlı kitap üzerine yemin etmişlerdi. Bayan Bule, Bayan Pipson’ın bir arkadaşı olarak, ondan ya da benden bir şey saklayamayacağını ve onun da bize katılması gerektiğini söyledi.

Dalgalı saçları ve mavi gözleri olan (güzel kabul edilen her şeyde ölümlü ve kadınsı olan bu özelliklerin bulunduğuna inanırım) Bayan Pipson’ın ismini duyunca, onu bir Çerkez güzeli olarak gördüğümü belirttim.

Bayan Bule düşünceli bir tavırla, “Peki daha sonra?” diye sordu.

Ona, Bayan Pipson’ın bir tüccar tarafından kaçırılıp, peçeli bir şekilde bana teslim edilmesi ve bir köle olarak satın alınması gerektiğini söyledim.

(Öbür yaratık da, en önemli ikinci adam haline gelmişti ve kendisine başvezirlik tahsis edilmişti. Sonradan olayların bu şekilde gelişmesine karşı çıksa da, vazgeçinceye kadar saçları çekildi.)

“Peki ben kıskanmayacak mıyım?” diye sordu Bayan Bule gözlerini aşağıya indirerek.

“Hayır Zübeyde,” diye cevap verdim. “Sen hep gözde sultan olacaksın, kalbimin ve tahtımın baş köşesi daima senin olacak.”

İkna olan Bayan Bule, bu fikri yedi güzel arkadaşıyla paylaşmayı kabul etti. Günün ilerleyen vaktinde, sürekli sırıtarak dolaşan evin iyi kalpli uşağı Tabby’ye güvenebileceğimiz aklıma geldi. Tabby, hayatta bir yataktan başka hiçbir şeyi olmayan, yüzünde daima kara lekelerle dolaşan biriydi. Akşam yemeğinden sonra Bayan Bule’un elini tutarak ona bu konudan bahsettim; bu kara lekeleri Tabby’ye sanki ilahi bir güç bahşetmişti ve bu, onun haremdeki zenci harem ağalarının ünlü efendisi Mesrour olabileceğinin işaretiydi.

Düşlediğimiz bu kurumun oluşumu sırasında, her birleşmede olduğu gibi, birtakım zorluklar meydana geldi. Tahtı ele geçirme çabaları sonuçsuz kalınca, Halife’nin önünde diz çökmeye vicdanının el vermediğini söyleyen öbür yaratığın karaktersiz olduğu anlaşıldı. Halife’yi, İnananların Lideri olarak selamlamadı ve onu sadece sıradan bir “arkadaş” olarak gördüğünü söyledi. Ayrıca daha da kabalaşarak, “Oynamayacağım işte!” diye haykırdı.

Bu adi davranışı, harem üyelerinin ortak kızgınlığıyla bastırıldı ve ben, haremdeki sekiz çekici bayanın gülümsemesiyle kendimi kutsanmış gibi hissettim.

Bu gülümsemeler sadece Bayan Griffin başka bir tarafa bakarken, büyük bir dikkatle sunuluyordu. Çünkü peygamberin yandaşları arasındaki inanışa göre, Bayan Griffin şalının arka kısmındaki bir desenin ortasında bulunan yuvarlak bir süs sayesinde arkasını da görebiliyordu. Yine de her gün, akşam yemeğinden sonra, bir saatliğine bir araya geliyorduk.

Haremin gözdesi ve geri kalan kısmı, devlet işlerinin yorgunluğunu üstünden atmak için uzanan Yüce Harun’u baştan çıkarmak için birbiriyle yarışıyordu. Harun’un ilgilendiği devlet işleri –birçok devlet işinde olduğu gibi– hesap işleri olduğu için, İnananların Lideri en ufak bir meblağın bile üzerinde uzun uzun düşünüyordu.

Bu gibi anlarda, harem ağalarının efendisi sadık Mesrur hizmete hep hazır bulunur (Bayan Griffin de sık sık büyük bir öfkeyle bu görevliyi çağırırdı), ama hiçbir zaman tarihsel ününe yakışacak şekilde davranmazdı. Birincisi, Harun’un omuzlarında o kırmızı öfke kaftanı (Bayan Pipson’ın mantosu) varken, Halife’nin Divan’ına süpürgeyle çıkmasının, o an görmezden gelinse bile, tatmin edici bir açıklaması yoktu. İkincisi, ortalıkta, “Şu güzellere bak!” diye sırıtarak dolaşması saygısız bir davranıştı ve Doğu kültürüne yakışmıyordu. Üçüncü olarak, kendisinden özellikle “Bismillah!” denmesi istendiğinde sürekli “Hallelujah!” diyordu. Bu görevli, kendi sınıfının mensuplarından farklı olarak fazlasıyla iyi kalpliydi, ama çenesini hiç tutamaz, beğenisini hep uygunsuz şekillerde ifade ederdi. Hatta bir keresinde, Çerkez güzeli iyi bir pazarlıkla beş yüz bin kese altın karşılığında satın alındığında, köleyi, gözdeyi ve Halife’yi ardarda kucaklamıştı. (Parantez içinde belirtmeme izin verin ki, Tanrı, Mesrur’u korusun, o şefkatli bağrına kızlar, oğullar bağışlasın ve zor günlerinde ondan yardımını esirgemesin!)

Bayan Griffin örnek gösterilebilecek görgülü bir kadındı ve bu erdemli kadın, bizi, halinden memnun, iki sıra halinde Hamp-stead Yolu’nda gezdirirken, çok eşliliği benimseyen ve Muhammed’in izinden giden bir toplulukla yan yana yürüdüğünü bilseydi, neler hissedebileceğini tahmin etmekte zorlanıyordum. Bayan Griffin’in bu bilinçsiz durumunu izledikçe, gizemli ve korkunç bir neşeye kapıldığımıza inanıyorum ve (kitaplardan öğrenilebilecek her şeyi bilen) Bayan Griffin’in bilmediği sırrımız bize, aynı zamanda bizi dehşete de düşüren, korkunç bir güç veriyordu. Sırrımızı çok iyi saklıyorduk, fakat bir keresinde neredeyse kendimizi ele veriyorduk. Bu tehlikeyi ucuz atlatmamız bir pazar gününe rastladı. Her pazar olduğu gibi, Bayan Griffin’in önderliğinde, kilisenin göze çarpan bir köşesinde, topluluğumuzun dini yönlerini gözler önüne sererek oturmuş, Süleyman’ın kendi ülkesindeki zaferlerini dinliyorduk. Bu hükümdarın adının geçtiği anda vicdanım bana, “Sen de Harun!” diye fısıldadı. Papazın önünde bir yığın insan vardı, ama vicdanım Papaz’ın vaazı sadece bana okuduğunu söylüyordu. Kızaran yüzüm ve korkudan terlemem, duygularımı ele veriyordu. Başvezirin yüzü ölü gibi sapsarı oldu ve haremin tamamı, sanki Bağdat’ın günbatımının rengi o tatlı yüzlerine vuruyormuşçasına kıpkırmızı oldu. Bu uğursuz anda, korkunç Griffin yerinden kalktı ve İslam’ın çocuklarını uğursuz gözlerle süzdü. Kilise’nin ve Devlet’in Bayan Griffin’le birlikte bizi ele geçirmek için bir komplo kurduğu ve beyaz örtülere sarılıp kilise meydanında sergileneceğimiz izlenimine kapıldım. Fakat Bayan Griffin’in dürüstlük anlayışı o kadar Batılıydı ki, (bu kelimeyi Doğulu sözcüğünün karşıtı olarak kullanıyorum), yalnızca Appels’ten şüphelendi ve böylece hepimiz kurtulmuş olduk.

Haremin birleşik bir yapıda olduğunu söylemiştim. Yine de, İnananların Lideri’nin, sarayın bu kutsal köşesinde hanımlarla öpüşme hakkı olup olmadığı konusunda, haremin eşsiz mensupları fikir ayrılığına düşmüştü. Zübeyde, gözde olarak kendisinde tırmalama hakkı bulmuş, Çerkez güzeli ise yüzünü, kitap saklamak için kullanılan, yeşil yünlü bir çantaya sokarak korumaya çalışmıştı. Öte yandan, Camden kentinin verimli ovalarından getirilmiş, olağanüstü bir güzellikteki genç bir Ceylan (tüccarlar tarafından, tatil bitiminde çölü geçen kervandan alınıp getirilmişti), daha açık fikirliydi; ama o da o köpeğe, o köpek başvezire ayrıcalık tanıyarak, bu açık fikirliliğin yararlarını kısıtlıyordu. Aslında, başvezirin hiçbir hakkı yoktu, böyle bir ayrıcalık söz konusu bile edilemezdi. Nihayet, bu sorunu oldukça genç bir cariyeyi vekil atayarak çözdük. Bir taburenin üzerine oturtulan cariyenin yanaklarına resmen yüce Harun’un hanım sultanlara göndereceği selamlar konduruldu ve köleye özel olarak, harem hanımlarına ait sandıklardan çıkan armağanlar sunuldu.

Sonunda, mutluluğumun doruk noktasındayken, birden umutsuzluğa kapıldım. Annemi düşünmeye başladım. Onun, yaz ortasında, eve beklenmedik bir şekilde sekiz güzel kız getirmeme ne diyeceğini merak ediyordum. Evimizdeki yatakların sayısını, babamın gelirini ve sayemizde fırıncının cebine girecekleri düşündükçe umutsuzluğum iki kat arttı. Harem ve kötü niyetli başvezir, Efendilerinin mutsuz olduğunu hissettiler ve mutsuzluğumu daha da artırmak için ellerinden geleni yaptılar. Efendilerine sonsuz bir bağlılık duyduklarını belirterek, onunla yaşayıp onunla öleceklerini bildirdiler. Bu bağlılık yeminleri karşısında çok perişan bir duruma düştüm ve korkunç kaderim hakkında derin derin düşünerek yatağımda saatlerce uyanık yattım. Umutsuzluğumun üst sınırındayken aklıma daha önce hiç düşünmediğim bir kurtuluş yolu gelmeseydi, Süleyman’a benzediğimi itiraf ederek Bayan Griffin’in önünde diz çökebilir ve ülkemin çiğnenmiş yasalarına boyun eğdiğimi söyleyebilirdim.

Bir gün, ikili gruplar halinde yürüyüşe çıkmıştık. Başvezir her zamanki gibi, geçiş parası alan çocuğa dikkat etmemiz gerektiğini söylemiş, eğer çocuklardan biri haremin güzellerine saygısızca bakarsa (her zaman yaptığı gibi), geceleyin iple boğdurulmasını önermişti. Oysa hepimizin yüreği hüzünle doluydu. Ceylanın garip bir davranışı devletin itibarını zedelemişti. Bu çekici yaratık, önceki günün doğumgünü olduğunu ve bunu kutlamak için kendisine bir sepet dolusu hazine gönderildiğini (ikisi de asılsız iddialardı) söylemişti. Ayrıca, gizli ama ısrarcı bir şekilde, komşu prens ve prenseslerden oluşan otuz beş kişilik bir grubu, bir balo ve akşam yemeğine davet etmiş, kimsenin “saat on ikiye kadar içeri alınmamasını” da şart koşmuştu. Ceylanın bu fantezisi yüzünden, atları, seyisleri ve çeşitli hizmetkârlarıyla, tam takım hazırlanmış gösterişli bir kalabalık büyük bir beklentiyle Bayan Griffin’in kapısına dayanmış, ama gözyaşları içinde geri çevrilmişti. İnsanlar kapımıza ikinci kez dayandığında, Ceylan arka taraftaki tavanarasına gidip kendisini oraya kilitlemişti. Her yeni konukla birlikte Bayan Griffin kendini iyice kaybetmiş ve sonunda dayanamayıp sinirinden üstündeki elbiseyi parçalamaya başlamıştı.

Suçlunun şartlı teslimini, çamaşır dolabında yalnız bırakılma, sadece ekmek ve suyla beslenme cezasını, hepimizi hedef alan kin dolu uzun bir söylev izlemişti. Bu söylevde, Bayan Griffin şöyle sözler kullanmıştı: Birincisi, “Hepinizin bunu bildiğine inanıyorum”; ikincisi, “Hepiniz birbirinizden kötüsünüz” ve üçüncüsü, “Küçük bir alçaklar sürüsüsünüz.”

Bu şartlar altında, üzgün bir halde yürüyorduk ve özellikle omzumdaki ağır Müslümanlık sorumluluklarının yüküyle kötü bir ruh hali içindeydim. O sırada Bayan Griffin’in yanına tuhaf bir adam yaklaştı. Bir süre onunla birlikte yürüyüp konuştuktan sonra, bana baktı. Adamın, yasaların yardakçılığını yapan bir işgüzar olduğuna ve zamanımın dolduğuna karar vererek, Mısır’a kaçma niyetiyle hemen oradan uzaklaştım.

Bacaklarımın elverdiği hızla kaçtığımı gören tüm harem üyeleri bir çığlık attılar (ilk sola sapan ve meyhanenin etrafından dolanan yolun beni piramitlere götürecek en kestirme yol olduğu izlenimine kapılmıştım). Bayan Griffin peşimden seslendi, inançsız başvezir peşimden koştu ve yol parası kesen çocuk beni bir koyun gibi köşeye sıkıştırarak yolumu kesti. Yakalanıp geri getirildiğimde kimse beni azarlamadı. Sadece Bayan Griffin, şaşırtıcı bir nezaketle, “Bu yaptığınız çok tuhaftı!” dedi. Bayan Griffin’in konuştuğu adam bana baktığında neden birden kaçıvermiştim?

Bu soruya cevap vermeye yetecek nefesim olsaydı bile kesinlikle cevap veremezdim; ama zaten nefesim kesilmişti ve hiçbir şey söyleyemedim. Bayan Griffin ve o tuhaf adam, beni aralarına alıp suçlu değilmişim gibi davranarak (buna şaşırmamak elimde değildi) saraya götürdüler.

Oraya vardığımızda hep birlikte bir odaya girdik ve Bayan Griffin, harem zencilerinin başında olan, yardımcısı Mesrur’u yardıma çağırdı. Mesrur da, kulağına bir şeyler fısıldandıktan sonra, gözyaşlarına hâkim olamadı.

“Tanrı sizi korusun efendimiz,” dedi Mesrur bana dönerek. “Babanızla ilgili kötü bir haber var!”

Kalbim çarparak, “Çok mu hasta?” diye sordum.

“Tanrı sabır versin efendimiz,” dedi iyi yürekli Mesrour ve başımı yaslayıp teselli olmam için omzunu uzatarak yere eğildi: “Babanız ölmüş!”

Harun El Reşid, bu sözleri duyar duymaz kaçıp gitti, harem ortadan yok oldu ve o andan sonra, dünyanın en güzel o sekiz kızından hiçbirini bir daha görmedim.

Eve götürüldüm. Evde, ölümün yanı sıra borç da vardı ve ayrıca, satış yapılıyordu. Adına bulanık bir biçimde “Ticaret” denen, tanımadığım bir güç, küçümseyen gözlerle küçük yatağıma bakıyordu. Yatağımla birlikte pirinç bir kömür kovası, ızgara ve bir kuş kafesi, neredeyse bedavaya, yok pahasına satıldı. Satılanlar hakkında konuşulanları dinlerken, ne kadara gitmiş olabileceklerini merak etmiştim ve yok pahasına satıldıklarını duyduğumda çok hüzünlenmiştim.

Bu olaydan sonra büyük çocukların gittiği, büyük, soğuk ve kasvetli, yenilecek ve giyilecek her şeyin sert, kaba ve yetersiz miktarda olduğu bir okula gönderildim; okuldaki büyük ya da küçük olsun hepsi de son derece zalim olan çocuklar, ben daha oraya gelmeden, evimizdeki satışla ilgili her şeyi öğrenmişlerdi; oradan ne getirdiğimi, beni kimin satın aldığını soruyor, yanımdan geçerken, “Satıyorum, satıyorum, saaaattım!” diye bağırıp benimle dalga geçiyorlardı. O sefil yerde, aslında Harun olduğumu ve bir zamanlar bir haremimin olduğunu hiç söylemedim; çünkü onlara bu başarısızlıktan söz edersem çok üzüleceğimi ve bu yüzden, okulun oyun alanının yakınındaki bir gölcüğün biraya benzeyen çamurlu suyunda kendimi boğmak zorunda kalacağımı biliyordum.

Ah ben! Ah ben! O odaya yerleştiğimden bu yana dostlarım, o çocuğun odasına, kendi çocukluğumun, kendi masumiyetimin ve kendi çocuksu hayallerimin dışında başka hiçbir hayalet gelmedi. Çoğu kez bu hayalin peşinden gittim; ama bu insan adımlarımla ona yetişemedim, bu insan ellerimle ona dokunamadım, bu insan yüreğimle onun saflığını koruyamadım. Ve şimdi beni, olabildiğince neşeli ve minnettar bir halde, aynamda sürekli değişen müşterileri sırayla tıraş ettiğim kötü kaderimle uğraşırken ve bana ölümlü bir hayat arkadaşı olarak bağışlanmış bir iskeletle uyuyup uyanırken görüyorsunuz.

SON

---

DİPNOTLAR:

[6] Kalomel: Müshil ilacı olarak kullanılan tatsız ve renksiz toz.

Continuer la Lecture

Vous Aimerez Aussi

51.3K 2.5K 21
Keşke tersi olabilseydi! Keşke her zaman genç kalacak olan ben olsaydım da portrem yaşlansaydı! Bunun için... bunun için her şeyi verirdim!" Özellikl...
407K 21.6K 33
"Ne bağırıp duruyorsun? Konağı ayağa kaldırdın!" Karşımda dikilen adama yumruğumu gerçirmemek için içimde verdiğim mücadeleden söz bile edemezdim. E...
1.6K 375 22
Penceremde sarı çiçekler vardı... txt's c.beomgyu a jenosjupi originally
6.2K 1.1K 27
"Gelme!" Omuzlarım sarsıla sarsıla ağlıyorum. Acıyan gözlerimi yüksekliğini bilmediğim yerden aşağıya çevirdim. Çok yüksek burası. Soğuk rüzgar canım...