Tümörgü

66 1 0
                                    

Gecenin isteksiz ve hoyrat bir şekilde gündüze doğru çekildiğinin farkına varan karınca, pencerenin önünden ayrılıp evin en acımasız nesnesi olan çalar saate doğru hızla koşmaya başlayacak, “tıkır tıkır” uyuyan çalar saati dürterek uyandıracaktı. Çalar saat, homurdanarak yatağından kalkacak, akrep ile yelkovanı kuşanıp bana doğru yürüyecek, yatağımın içinde doğrulduğumu görene kadar kulağımın dibinde “Koğuş kalk!’” diye defalarca bağırdıktan sonra çalışma masasının üzerindeki yerine geri dönecek, akrep ile yelkovanı soyunacak ve “tıkır tıkır” uyumaya devam edecekti.

Kalkacaktım. İlk iş olarak sigara paketimi ve çakmağımı arayıp bulacaktım. Günün ilk sigarasını tuvalette içecek, ellerimi ve yüzümü yıkayacak, sonra da aynaya bakacaktım. Görüntümden ve yaşantımdan memnun olmayacaktım. Yine. Bu eskimiş surattan, cansız gözlerden, kalınlaşmış boynumdan, seyrelmiş saçlarımdan, kıllı suratımdan... Memnun olmayacaktım. Ama “Yapacak bir şey yok, yaşam beni buraya kadar getirdi.” diyerek kendimi bir kez daha kandıracaktım.

Mutfağa gidip çaydanlığın altını yakacak, dünden kalan çayın kaynamasını bekleyecek, “buzdolabındaki” beyaz peyniri “balkondaki” tozlu masanın üzerine çıkartıp, bayat ekmekleri ocakta kızartacak ve ardından kahvaltı edecektim.

Kendime işler icat etmeye çalışacaktım. Düşünecektim. Aklıma iş başvurularım gelecekti. Hemen salona koşturacak, telefonun yanında dikili duran boş içki şişelerini bir kenara çekip, sağa sola saçılmış ufak kağıtları, notları karıştırmaya başlayacaktım. Başvurularımdan birinin cevaplandığını hatırlayarak, görüşmeye davet edilmiş olduğuma sevinecektim. İnsan kaynakları uzmanı olan saygıdeğer bayanın ismini ve şirketin adresini bulacaktım. Henüz, görüşme için zamanım olduğunu, geç kalmadığımı fark edecektim. Bir kere daha sevinecektim. “Tabii ya!” diyecektim kendime, “Hazırlanmalıyım!”. Banyoya geri dönecek, tıraş olacak, kendime çeki düzen vermeye çalışacaktım. Olmayacaktı ama “Olduğu kadar…” diye avunacaktım. Temiz pak giyinecek, kapıyı kilitleyecek ve dairemden dışarı çıkacaktım. Kapının “önündeki” gazeteleri, apartmanın “dışındaki” çöp kutusuna atmak üzere yanıma alacaktım.

Asansördeki aynaya bakacak, kendi kendime “Hey maşallah be, çakı gibi oldun valla!” diyerek kandırmacayı sürdürecektim. Sonu gelmeyen yalanlar dağıma bir taş daha ekleyecek, bu karanlık örgüye bir ilmik daha atacaktım. Zemin kata gelip asansörden indiğimde kapıcıyla karşılaşacak, karşımdaki iriyarı insancığın zor anlaşılır bir şiveyle sorduğu ve üç yıl kadar önce benim için anlamını yitirmiş klasik bir “Nasılınız?” sorusuna  “Çakı gibiyim çok şükür!” diye cevap verecektim. Sonra, apartmandan “koşar” ya da “kaçar” adımlarla çıkacaktım, gazeteleri çöp kutusuna havale edip elime bulaşan bu boyalı pisliklerden kurtulacaktım.

Sokak insan kaynıyor olacaktı. Hemcinslerim, rüzgarı arkasına alarak yuvarlanan toz yumakları gibiydi. Koşturarak, düşünerek ve hesap yaparak makinelere özgü bir devinimle hayatlarına devam edeceklerdi. İnsanların acı eşiğini, bu ısınmaya ne kadar dayanılabileceğini, dişlilerden birinin ne zaman kırılacağını merak edecektim. Dumana, seslere, ticarete, pazarlamaya, can çekişmeye karşın… Daha ne kadar? Yürümeye başlayacaktım, ama diğerlerinden farklı, “yürüme”nin bilincine varmış ve bu bilincin ağırlığını sırtına yüklenmiş biri olarak yavaş adımlarla  yürüyecektim. Ana caddeye kadar… Bir sağ, bir sol, ağır ağır, hesaplayarak… Ağaçlar caddenin etrafında dikilmiş, üç ya da dört kuşaktır insanları soğukkanlılıkla izliyor olacaklardı. Kimlerin gelip geçtiğini, hangi sahtekârlıkların döndüğünü… Öfkeyle...

Dolmuş durağındaki uzun sırayı gördüğümde canım sıkılacaktı, bu sivil nizamiyenin huzursuzluğunu yaşayacaktım. Saatlerce beklemeyi değil de sıralar oluşturmayı, sıralanmayı hiç sevmediğimi bir kez daha düşünecektim. Sıkıldığımı, gerildiğimi… İnce hesaplarıma, bütçeme ve değerli paracıklarıma boş verip bir taksi çevirecektim. Çok kolay olacaktı… Taksiye bindiğimde  Hacı emmi şoför bey “Nereye?” diye soracaktı. Kadıköy’e, vapur iskelesine gitmek istediğimi söyleyecektim. “Allah’ın izniyle gideriz.” diyecekti, “Tabiî…” diyecektim “Gideriz, her yere gideriz.” Bir anda aklıma “Yeni yer yoktur.” sözü takılacaktı. “Kimindi bu söz, yeni bir yer var mıdır?” gibi sorular kafamın içinde dönmeye başlarken önemli bir yan-soru daha canlanacaktı: “Nereye gidiyorum?”. Arkasından zihnimde “Kadıköy’e, vapur iskelesine gidiyorum.” cevabı parlayacaktı. Ama sevinemeyecektim. “Neden vapur iskelesine gidiyorum, ne işim vardı benim?” diye düşündüğümde ise evden çıkış sebebimi unuttuğumun farkına varacaktım. Yine. Ah şu akıl karışıklığım, uydurmalarım, acizliğim ve zihnimin nedensizlik tutkusu... Silkelenip kendime gelmeye, Kadıköy’e ulaşana kadar evden çıkış sebebimin ne olduğunu hatırlamaya çalışacaktım.

Beceremeyecektim. Yine. İskelenin önündeki uzun sırayı gördükten sonra pes edecektim. Dönecektim. Yine.

21 Ekim 2004 - Zafer Yalçınpınar

TümörgüHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin