Bölüm 11: İzmir ve sen

170 28 9
                                    

Benden çok sever diyemem sana.
Ama benden çok söylemiştir mutlaka. Ona inandın tabi. Sessizliğe inanacak halin yok ya?

Kendime acımanın bana iyi gelmeyeceğini düşünerek, duşun altına girdim.

Elbiselerimi çıkartmamıştım, onlar da benim gibi kirliydi. Soğuk su, boynumdan aşağı doğru akarken kalbimin duraksız çarpışı beynimi zonklatıyordu. Gözlerimi kapattım ve soğuk suya alışıp, eski ritmine dönen kalbimin sesini dinledim.


Su sesi.. Su sesi, o kadar güzel ve anlamsızdı ki; bana hissetmek ve hissetmemek arası bir yer açıyordu. Su sesi, öyle mütevaziydi ki soğuktan titreyen bedenimi unutuyordum.

Kendime gelmem uzun sürmedi kulağımda çınlayan şarkı beni hayatın acısına döndürdü.
Yine o dizeler ve yine o ses...
Bir metre kare bile olmayan kabinin köşesinde dizlerimi karnıma çekmiş oturuyordum soğuk su saçlarımdan kulaklarıma, yüzüme, yüzümden göz yaşına karışarak akarken bu sesi duymamak için kulaklarımı bastırıyordum.

Zorluk yaşamadan ayağa kalktım, banyodan çıkmak için ilerlerken gözlerimin kararmasına rağmen yürüyordum. Buğulanmış aynanın başına geldiğimde kendime baktım. Kendimi görmek istemezcesine camın üzerine koyduğum ellerim içimi huzursuzlukla doldurmaya yetiyordu. Kararan gözlerimle bile görebiliyordum, dövmemi. Bir hediye gibi taşıdığım bu pena ve dövmem.

Anlamsız hayatıma anlam katıyordu.

Görüşümün kendine gelmesi on saniyeyi bulmuştu. Birçok an için kısa bir süre, anlık şeyler hatıraları acıtıyor. Islak kıyafetlerimle oturduğum yatağımın üzerinde gecelik vardı. Babaannesinin olsa gerek diye düşündüm. Ayaklarıma kadar iniyordu omuzlarında hafif vatka vardı ve kuş kadar hafifti. Saçma geceliği giyip aynaya bakmaya devam ettim.

Çalan kapı bana en azından beş dakika geçtiğini haber verdi.
Tanımadığım benden birkaç yaş büyük bir kızdı gelen.
Anlamsız bakışlarımı ona yönlendirdiğimde; 
"Buyurun hanımefendi," diyerek gümüş tepside tuttuğu ilaçları içene kadar bekledi.

Su bardağını yavaşça tepsiye bıraktığımda cevap vermeden kapıya kadar yürüdü.
Kapıdan çıktıktan sonra birkaç saniye içinde geri dönerek

"Kusura bakmayın efendim." Dedi.
"Sizi bekliyorlar.."

Merdivenlerden aheste-aheste indim, içimde bir huzursuzlukla dolu bir huzur vardı. Sanki iyi hissetsem başıma daha felaket şeyler gelecek. Sanki güldüğümde, ufak bir tebessümüm de bunun bedelini kötü ödeyecektim.

Egemen yoktu, babaannesi tekti. Üçlü koltuğun tam ortasına oturmuş kapalı televizyona karşı bir şeyler mırıldanıyordu. Koltuğun önündeki gösterişsiz fakat pahalı olduğu her yerden belli olan sehpanın üzerine ayaklarını uzatmıştı elindeki çiçekli yelpaze ile serinlemeye çalışıyordu.

Karşısına oturmak yerine sağına oturdum. Başımı deri koltuğun kollarına uzatmıştım. Uzun süredir burada kalmamıştım, yine de hiç yabancı gelmiyordu burası bana.

"Ah kızım" dedi. Öyle içten ah çekiyordu ki...
Tüm kabuk tutan yaralarım, tekrardan kanıyordu. Ve ekledi;
"Ya bir gün beni de hatırlamazsa?"
Kelimeler dilimin ucuna gelip, çıkamıyordu içimde büyüyordu ama çıkmıyordu. Bir damla suyu kaynatıp buharlaştırmak misaliydi bu. Elde var sıfır ve o bir damla suyun ilk ateş gördüğü anda yok olması içimdeki ateşi arttırıyordu, hiçbir şeyin geçmeyeceğini bilmek. Ne söyleyeceğimi bilemiyordum, hala birbirine ilk günkü gibi aşık olan insanlar olması beni şaşırtıyor ve imrendiriyordu.
Konuyu değiştirmek istercesine boş gözlerle ona baktım.

Boğazımı temizleyerek "Ege nerede?" dedim. "Onu seviyor musun" dediğinde cevap vermekte zorlandım boğazımda bir yumru oldu, biliyorum o benim en yakın arkadaşımdı. Ama evet diyemezdim.
Nokta kadar dürüst olamadım.
Yanımda hüzünle oturan kadının aksine içimde bir boş vermişlik hissi vardı.
Belki bir iki kelime bir şeyler konuştuk, ya da bana Ege hakkında bir şeyler söyledi.
Sabah uyandığımda hiç birini hatırlamıyordum. Çünkü bedenim, Egeyi reddediyordu. Onun bana iyi gelmesini istemiyordu. Sürekli Aytuğ'a gidiyordu aklım, sinir sistemim çökmüştü.

Güneşin kuvvetli ışıkları, beni zorlarken aklıma dün gece geliyordu, Dün gece Ege'nin babaannesi ile beraber uyuduğumuz belki de uyuya kaldığımız koltukta tektim. Mutfaktan sıcak kokular geliyordu, tam anlamıyla sıcak kokular. Özlediğim kahvaltı sofralarını andırıyordu..
Ege ile aramız hala bozuk muydu acaba? Annem ne yapıyordu şuan? Ya da Eylül? Peki Aytuğ?
Aytuğ'u sanki zorunluluktan unutamıyordu kalbim. Yoksa kalbim ona direnmekten çoktan vazgeçmişti. Yatakta doğruldum, bu sert koltukta uyumama rağmen güzel bir uyku çekmiştim. Kendimi öyle dinç ve güçlü hissediyorum ki. Doğruldum ve uykulu gözlerle etrafı izlemeye başladım, evin içinde hizmetçilerin olması beni rahatsız ediyordu. Sanki hiç özel bir şey söylemeyecekmişim gibi.

Ardından kapıda Ege gözüktü, gerçekten özlemiştim. Ona kızgınlığım geçmişti ihtiyacım olan tek şey iki güzel sözdü. Hatta ona bile gerek yoktu. Sarılsa yeter, sarılsa geçecek gibi. Yanıma oturdu ve sustu, saçlarımı dağıtmasını saymazsak susuyordu. Bende gülmüştüm, barıştığımızın en güzel simgesiydi. Gözlerinde bir yorgunluk vardı sanki tüm gece uyumamış gibi. Hızlıca koltuktan kalktı, elini gel anlamında uzattı. Elini tutmadan kalktım, çünkü eğer o trip atmıyorsa benim atmam gerekirdi. Gel demeden arkasını dönüp yürümeye başladı, bende peşinden gittim. Büyük bir yatak odasına girdik "burası," dedi. Devam etmedi.
"Neyse sonra anlatırım." Küçük bir balkona çıktık, karşısında büyük bir oyun parkı vardı. Birkaç çocuk salıncak sallanıyor, birkaç çocuk sıra bekliyor, birkaç çocuk ise kumda oynuyordu ve uzun bir kavak ağacının gölgesinde oturan yaşları en fazla on biri bulacak dört beş çocuk.

Burası dedi, çok huzursuz bir yer gibi gözükürdü, ama şu an çok huzurlu. Sigarasını dudaklarının arasına götürürken konuşması bitmişti ve ben anlatmaya başladım.

"Dün gece çok güzel bir rüya gördüm, sen ve ben vardık. Galata Kulesinin terasında.
Yüzünü göremedim senin, ama tırnaklarından tanıdım. Mavi tişörtünü giymiştin, hani "bu tişört nereden geldi" diye sorduğum tişört. Çünkü; ben senin kıyafetlerini bilirim onu bilmemem biraz zoruma gitmişti."

"Bana bir şey soracaktın, sahi neydi acaba o soru..."

Balkondaki hafif esen tatlı rüzgâr saçlarımı uçurmasa bile havalandırıyordu.
Sonra, sigarayı tuttuğu eliyle yüzümü işaret etti. Kelimeler dudaklarında yaşam bulmadan sönüyordu. Tekrar sigarasını dudaklarının arasına aldı ve son nefesini çekerek yere attı.

Konuşmamaya devam ediyordu, konuşmaya devam ettim.
"Ne güzel bir yer burası."
"Burası güzel değil Azelya, sen güzelsin."
Kelimeler, bazen dudaklarında sönüyordu, bazense gözlerinde parlıyordu. Yanlış zamanda ya da zamansız.
Sonra aşağı inip, birkaç akraba, babaannesi ve hizmetçi kızlarla beraber kalabalık bir kahvaltı yaptık.
Kahvaltı boyunca neredeyse hiç konuşulmadı, konuşulan konular sadece Egemenin dedesi hakkındaydı. Akrabaları bu yüzden sevmiyordum, öyle umutsuz konuşuyorlardı ki sanki ölmüştü. Konuyu dağıtmak istercesine sordum.
"Annem ile konuştun mu, benim aklımdan çıkmış da."
Yutkunduktan sonra kaşlarını hayır anlamında kaldırdı, pek umurumda olmadı. Çünkü; tek sorma sebebim, konuyu dağıtmak ve ortamı yumuşatmaktı. Sofrayı Egenin babaannesi, çalışanlar ile beraber topladık. Aslında bende ona babaanne diyorum, birkaç gündür. Bulaşıkları yıkama konusunda ne kadar ısrar etsem de, izin verilmedi.
Ve aldığım ilaçlar, çok düzenliydi. Biraz boş vermişlik , biraz sadelik.

Bir hafta kendini böyle tamamladı, sabah-akşam alınan ilaçlar, günün sıcağı ve yorgunluğundan aldığım bir-iki duş, Ege ile akşam yürüyüşleri, tatlı sabah kahvaltıları, hastane ziyaretleri ve en önemlisi iki üç kelime annem ile konuşmak. Hayatımı öyle güzel bir düzene sokmuştum ki, sanki burada sonsuza kadar kalsak mutlu yaşayacaktık...

Yine akşam serinliğinde yürümüştük o tozlu yolları, eve geldiğimizde bu akşam film izlemeye karar verdik. Çünkü yarın dönecektik. Hayatımın huzurla geçen ilk belki de son haftasıydı. Yer ve zaman kavramı yok oluyordu. Sevdiğim insanların çoğu burada yoktu, en önemlisi annem benden kilometrelerce uzaktaydı ama Ege vardı..

 İzleyecek film bulamayınca, doğrusu fikir ayrılığına düşünce tartışmamak için kitap okumaya karar verdik. Ben okuyacaktım ve o uyumayacaktı. O okuyacaktı ve ben uyuyacaktım. Anlaşmamız tam olarak böyleydi ama onun uykusuna güvenmiyordum daha yolun başında ilk sayfalarımı çevirmeden uyuya kaldı. Başı yavaş yavaş omuzuma düştü. Park çok sessizdi, hiç kimseler yoktu, bir kedi ve yavruları dışında. Sanki geceler onlar için biraz huzur, biraz özgürlüktü. Uykusu bölünmesin diye hareket edemiyordum, buydu işte; Ona verdiğim değerin aslı buydu. Ona inanmışlığım, güvenmiş ligim büyük bir olaydı. En yakın arkadaşımdı ve bunu kendi de biliyordu. İçimden geçirdim;

"Ben, seni sevdiğimi kendime söyleyemezken, sana nasıl söyleyeceğim.
Mırıldanarak konuşmaya çalıştı.
"Sen söylemezsen, şiirler vurur yüzüme."

Başı omuzumda yer edinmeye devam ederken, hareketsiz kalmakta kendimi zorluyordum. Onu uyurken izleyebilmek, nefsimi zorlamama karşın alacağım ödül gibiydi.
Bu kez sesimi duyacağını bilerek konuştum;
"Sen bana haram gibisin.
Sen bana günah gibisin.
Ben o kadar günaha batmışken, sen bana cennet gibisin."

Söylediklerimi hissederek mi söylüyordum, onu bile bilmiyordum. Şu an o kadar güzeldi ki, bozulmak zorundaydı. Eğer bu anın bedelini ödemek istemiyorsam, şu an kapıdan biri gelmeliydi, ya da yavaşça uyandırmalıydım. Ama yapmadım, yapamadım. Omuzumda ki başına başımı yasladım. Saçlarım sakallarına döküldüğünde yüzünü kaşır gibi yaptı. Rahatsız olduğunu hissetmeme rağmen çekmedim kendimi, kapattım gözlerimi huzursuzluğun içindeki huzura doğru...



Ve Zaman GeldiğindeHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin