2. Bölüm

147 18 2
                                    

*

Oops! This image does not follow our content guidelines. To continue publishing, please remove it or upload a different image.

*

Yarının neler getireceği meçhul, derlerdi. Bu manidar söz, insanlık tarihi boyunca belki de hiç bu kadar anlamlı olmamıştı. Yarın bir şey getirmemiş aksine beni pat diye alıp uzak bir zamana ve mekana yuvarlamıştı.

Yakutistan.

Geldiğim ülkeye verilen isim tam olarak buydu. Sibirya yakınlarındaki şu soğuk ülkeden bahsetmiyorum. Hayır, kesinlikle bildiğiniz gördüğünüz duyduğunuz bir yer değildi burası. Haritada bulunduğundan bile kuşkuluydum. Tabii bir teorim daha vardı: Yakutistan'daki insanlarla aynı zaman diliminde yaşamadığımızı düşünüyordum. Gözlemlerime bakarak söylemeliyim ki Yakutistan'da duyduğum hiçbir tarihi olay KPSS kitaplarında okuduğum kronolojik tarih sırasına uymuyordu.

Yakutistan.
Diğer bir deyişle mutsuzlar ülkesi...

Birkaç gün öncesine kadar şirin bir ilçeye sınıf öğretmeni olarak atanmış umutlu ve mutlu Çalıkuşu'ydum. Ne oldu da dengeler değişti ve ben kendimi bambaşka bir ülkede buldum? Hatta başka bir evrende! Sevgili Çalıkuşu; söyle bana kimin ahını aldın ha, kimin tavuğuna kış dedin?

Size her şeyi en başından anlatmalıyım. Hem ayrıca benim de durup düşüncelerimi bir düzene sokmaya ihtiyacım var. Yasemin'in hediyesinin meşgul ettiği zihnimin baskısı yüzünden o gece uyumam kolay olmamıştı. Kumral saçlı güzel kadının cam misali saydam yeşil gözlerini düşünerek uykuya dalmıştım. Rüyamda aynı kadını fakat bu kez hareket ederken kanlı canlı gördüm. Tam karşımdaydı. Saçlarına çiçekli sarı bir şalı gelişigüzel bağlamıştı. Öndeki kumral bukleleri yüzüne dökülüyordu. Üzerindeki çiçekli geleneksel kıyafetlerle kırsal bölgede yaşayan bir yayla kızına benziyordu. Bana usulca gülümsedi ve şalını omuzlarına kadar indirdi. Kafasından üç tane saç teli koparıp onları gözlerimin içine bakarak tek tek saydığında zamanın hızlandığını çok net algılıyordum. Üç deyişinde gittikçe büyüyen bir karadelik tarafından yutuldum. Girdabın içine düşmüştüm. Çevremde ışıklar çakıyor ve sonsuz denebilecek bir süre boyunca dönüp duruyordum. Mide bulantım korkunç bir seviyeye ulaşmışken film şeridi oracıkta koptu. Sonrasını anımsamıyordum.

Sabah dört yanımı saran dikdörtgen şeklinde ve ortası boş bir çiçek tarhında güneş ışığının yüzüme vurmasıyla uyanmıştım. Siyah beyaz mermer taşıyla süslenmiş zeminden kafamı kaldırırken burada ne işimin olduğunu sorguladım. Çıplak ayaklarım ve pijamalarım... Neyse ki üzerinde yattığım mermer soğuk değildi. Zira ne vakit ayaklarımı üşütsem karnım sancılanır, birkaç gün boyunca hasta gezerdim.

Metrelerce ötemdeki kocaman yapıya gözlerimi diktim. Beş tane yüksek kuleden müteşekkil gri ve kasvetli bir şatonun bahçesindeydim. Şato öylesine eski ve metruk görünüyordu ki bahçesinin bu denli bakımlı olması çelişki üzerine çelişkiydi. Nerede olduğuma dair tahminler yürütmeme gerek kalmadan uzaktan kambur yürüyen yaşlı bir kadın belirdi. O da çiçek desenli geleneksel bir kıyafet giymişti. Rüyamdaki genç kadının giyim tarzını andırıyordu biraz. Aynı yöreden olmalıydılar. Sanırım hala rüya aleminde dolanıyordum.

Asalak Bir SarmaşıkWhere stories live. Discover now