EHVENİŞER

De ebyide

600K 30.2K 32.5K

Damarlarında, kaderin acımasızlığı ilmek ilmek gezen Mehir Mirzan, yalnızlığın en zift tonunu yaşadığı bir dö... Mai multe

EHVENİŞER
1.ESKİDEN YENİ
2. İZİNİ BULMUŞ YABANCI
3.KALBİN KAPANIŞI
4.ÖLÜME YATKIN BEDENLER
5. KAR TANELERİ
6. EMARELER
7.DÜŞMÜŞ MELEK
8.SİLAHTAN ÇIKMAYAN KURŞUNLAR
9.KIRMIZI KADER İPLERİ
10.BİR DESTEK İKİ KÖSTEK
11.VURGUN
12.PUSULAM RÜZGÂR YÖNÜM SEN
13.KATİLİN AYAK SESLERİ
14.KADERİNE KÜSEN KALPLER
15.ANDROGYN
16.PANDORA'NIN KUTUSU
17.KUZEY YILDIZI
18.KÖR KALP ALDANIR
19.YAŞAMAK SANCISI
20.HATIRALARDA SAKLI ISTIRAP
21.KALBE GİDEN YOL
22.OYULMUŞ KALBE EKİLEN ÇİÇEKLER
23.SİYAHA SIĞINAN BEYAZ
24.YARADAN DERİN YARATAN
26.HAKİKATİN SARMALI
27.LÜZUMSUZ SAVAŞ
28.KISIR DÖNGÜ
29.SIFIR ETKİSİNDE AŞK
Leyla&Ulaş-Kazanan belli; Aşk.
30.EHVENİŞER
31.HARABEDEN ÇIKMIŞ SONE
32.ÇEHRESİZ
33.MASALLARA AYNA TUTULMUŞ HAYATLAR
34.KESKİN BIÇAK
35.SIR PERDESİNİN ARDINDAKİLER
36.KIZIL HARE
37.NALE
38.GÖĞSÜNÜ DELEN ACI
39.DÜŞ KAPANINDA KARA DELİK
40.BİRİSİNİ YARASINDAN TANIMAK
41.CAN KIRIKLARI
42.VUSLAT
43. BAŞLANGIÇLAR VE BİTİŞLER
44.MUCİZELERE İNANMAK

25.GÜL İLE BÜLBÜL

8.8K 502 846
De ebyide




Herkese iyi akşamlar bizim için uzun sayılabilecek bir sürenin ardından biz geldiik.

Sabırla beklediğiniz ve bu yoğun dönemimde bana destek olduğunuz için teşekkür ederim.

Şimdi sizi bölümle bırakıyorum. Oy vermeyi ve yorumlarda benimle buluşmayı unutmazsanız çok sevinirim. Yorumlarınızı keyifle okuyorum.


Anıl Emre Daldal-S.

Sezen Aksu-Yandı İçim

Semicenk-Kalbim Usandı

Nevzat Yılmaz-Hüsran (Mektup kısmında iyi bir yardımcı.)

Keyifli okumalar!

25.GÜL İLE BÜLBÜL

Bazı acılar öldürmüyordu. Aynı zamanda süründürmüyordu da. En kötüsü belki de buydu. Acıyı hissetmeden, bir yük gibi taşımak ve omuzlarında ağırlığa rağmen dik durmaya çalışmak... Eğilemezdi çünkü babası kızardı. Dik durmak da içindeki küçük kızı yoruyordu fakat zaten o babası yüzünden içindeki kızı hep ağlatıyordu. O kızın, gözyaşlarının içine kezzap olup düşerken, yanmaya alışmıştı. Belki de o yanmayı hissettiği için ağlatıyordu o kızı çünkü o da giderse, bir şey hissetmezse nasıl yaşardı? Vadesi dolmamıştı sonuçta, yaşarken ölmek de istemezdi.

Adım Mehir Mirzan yazmıştı zihninin tozlu sayfalarına. Annem bir ay olup, gökyüzüne kavuşurken, ben bir parçası olup yeryüzünde kaldım. O beni kendinden koparıp, yeryüzünde bırakacağını biliyormuşçasına adımı ay parçası koymuştu fakat ay geceye o kadar sadıktı ki güneşi ardında bırakırdı. Bir parçası gündüz nasıl nefes alırdı? Alamamıştı. Gündüzler; onun düşmanı, geceler; hüznüydü. Kimsesizliğini yanına alıp, izlediği boş tavanlarda gördüğü suretlerle sınanırken, hıçkıra hıçkıra ağlardı. Neden ağlıyorsun diye soracak kimse de yoktu, uyuyakalana kadar ağlardı. Şikâyet etmezdi de, çünkü Tekirdağ'da babası ile yaşadığı süre boyunca ağlamamak için kendisini sıkarken, boğazında bir tel varmış hissinden nefret ederdi. Ağlamak onun için özgürlüktü. Ağlamak nasıl özgürlük olabilirdi değil mi? Babasının sevmeyip, üstünde sadece otorite kurmak istediği kıza özgürlüktü.

Mart ayına girdiklerinden beri, annesini çok fazla düşünüyordu ve bu yüzden daha çok üşüyordu. Annesizlik, nasıl bu kadar ağır gelebilirdi insana? Hiç ısınmıyordu. İçi yanarken, dışı donuyordu. Her şey eksikti. Gözleri uzun uzun bir noktaya dalıyordu hep. Hüznü içini boğuyordu. Onu düşünmemek için, staj günlerini arttırmaya çalışmıştı ve sınıfından arkadaşça sinemaya gidecek kızlardan birinin yerine gelmişti.

Kızlar ona gelmek ister misin diye sorabilirdi mesela, fakat kimse onu bir yere dâhil etmezdi. Zaten kendisini ait hissetmediği yerde de duramazdı ya. Onlar arkadaşlarıyla eğlenebilirdi, o bolca çalışacaktı. Kafasını ancak böyle susturabiliyordu çünkü. Filmi de izlemek isterdi aslında ama sinemaya tek gidemezdi, utanırdı. Herkes ona bakardı kesin izleyemezdi. Evde açardı bilgisayarından duraklamadan izlerdi. Daha iyi değil miydi? Hiç sinemaya gitmemişti aslında, bir kere gitse o tuzsuz patlamış mısıra kendisi tuz attığında sadece bir kısmında yoğun tuz tadı gelirken, diğerinde yavan bir tat oluşunu tatsaydı ya da koltukta her yayıldığında içi geçecekmiş gibi kendisine gelseydi, arkadaşları ile fısıldaşsaydı belki alırdı hevesini ama olmazdı, herkes ona bakardı. Hayallerinden sıyrılıp, hastaneye doğru ilerledi. Dönen kapıdan girer girmez, yüzüne değen sıcak havayla biraz sızı hissetti. Dışarı o kadar soğuktu ki, sıcak biraz acıtmıştı.

Günlerden çarşambaydı, hastane en çok pazartesi ve cuma kalabalık olurdu fakat bugün ekstra bir sakindi. Hemşireler görünmüyor, hastalar da tek tük denecek kadar azdı. Kaşları çatılırken, sabahın erken saati olmasına verdi bu sessizliği. Hızla, bir üst kattaki hemşirelerin öğle arasında toplandığı dinlenme odasına adımlarını yönlendirdi. Stajyerler, hemşireler ile çok yakın değildi. Onun okuluna has bir şeydi belki de çünkü herkes birbiriyle tanışıktı. Onun arkadaşı olmadığı için genelde hemşirelerle takılır, onlardan taktikler alır kendisini geliştirmeye çalışırdı. Böyle böyle en azından onlara sevdirmişti kendisini. Odaya girdiğinde, gördüğü ikili ile hafif gülümsedi. Ferda ve Tuncay ikilisini seviyordu.

"Bizim atom karıncası yine hazır gelmiş," dedi Tuncay sırıtırken. Mehir, sadece omuz silkip, montunu askıya astı. Göğsüne uzanan siyah saçlarını geriye doğru atarken, aynanın karşısına geçti. Diğerleri burada giyinirken, o giyinip geliyordu çoğu zaman. Evi yakındı Allah'tan yoksa zor olurdu. Soyunma kabinleri onun için Tekirdağ'da zorbalık gördüğünden beri cehennem gibiydi. İçi rahat etmiyordu. "Bugün dersin yok mu senin?"

"Torpilliyim derslere katılmıyorum," dedi saçlarını örerken. Kolları ağrımaya başlamıştı şimdiden.

"Son yılın değil mi?"

"Son yılım." Başını salladı. "Sınava hazırlanmaya çalışıyorum ama hevesim yok. Yasa değişmez ve sağlık meslek çıkışlı olduğum için hemşireliği yapabilirsem, planım bu yönde olacak."

"Bakmışsın seneye stajyer hemşireden çok, meslektaş ilişkimiz olur," dedi Ferda neşeyle. "Harika bir hemşire olacaksın."

"Umarım," diye mırıldandı Mehir. "Tek istediğim artık düzenli bir hayat."

"Ailen hiç kızmıyor mu sana bu depresiflik ne diye kızım?" diye sitem etti Tuncay. Mehir bazen ona abi, bazen sadece Tuncay derdi.

"Fark etmiyorlar ki," diye mırıldandı. "Etseler de umursamıyorlar. Eserlerini, yargılamazlar." İkisi de genç kızın sözleri karşısında durgunlaşırken, sessiz kaldılar. Mehir şaşırmadı, kimse ailesi konusunda onu teselli etmemişti çünkü bu zamana kadar. Aile kaderdi, atsan atılmaz, satsan satılmazdı. O öyle düşünmüyordu da düşündürtmüştü zaman.

"Hastane neden bu kadar sakin?" diye sordu bu sefer Mehir.

Tuncay, hafif öksürüp kendini toparladıktan sonra, önündeki kupasıyla oynarken mırıldandı. Ferda'da bilmiyormuş gibi simidini kemirirken, Tuncay'ı izliyordu. "Heyet toplantısı varmış, doktorlar ve başhemşireler orada. İkiye kadar randevu verilmedi bugün zaten."

Mehir tek kaşını kaldırırken, tuhaf bakışlarla ikiliye baktı. O ikili de tuhaf bakışlarla Mehir'e bakıyordu ayrıca. "Bunun haberi verilmiş miydi?" diye sordu şüpheyle. Tuncay başını salladı. Anlaşılmıştı. Bugün onların sinemaya gitme nedeni belliydi. Onlar Mehir'i kandırıp, staj olmayan gün hastaneye göndermişlerdi. Tek amacı onlara iyilikti fakat kandırılmıştı.

"Bilmiyordum," dedi utançla. Tuncay ve Ferda anlamışlardı aslında. O okuldan öğrenciler geldiğinden beri bazı şeyler belliydi. Mehir hep tek başına olurdu. Yemek aralarında kulaklık ve bir kitapla en ücra köşede yemeğini yer daha sonra hemen işinin başına dönerdi. Diğerleri ise oyalanırken, onun dedikodusunu yaparlardı. Mesela onlar da öğrenmişti, annesinin onu doğururken vefat ettiğini, Tekirdağ'da zorbalık gördüğü için İstanbul'a nakil istediğini ve babasının onu hiç sevmediğini. Tek farkla, herkes bu durumu komik bulup onu küçümserken, onlar onun için üzülmüş aynı zamanda güçlü olduğu için hayran kalmışlardı.

"Boş versene, raporun için sana yardım etmiş olacağız sonra," dedi Ferda onun üzülmemesi adına. "Çok iş göz çıkarmaz değil mi?"

"Göt çıkarır ama," diye homurdandı Tuncay. "Açarlar götlerini elinde iğneyle kalırsın."

"Yakınma be!" dedi Ferda. "Hadi VIP kattaki hastanın ilaçlarını ver saati geçiyor."

Tuncay Ferda'nın söylediğiyle ciddileşti. Bir Mehir'e bir Ferda'ya bakarken. Ferda fark etmese de Mehir bu durumu fark etti. Gözlerini hafif kısmış Tuncay'a bakıyordu. Tuncay ise bakışlarını kaçırıyor, sanki ağzındaki baklayı çıkarmakta zorlanıyor gibiydi. Belki de roldü. Mehir artık ne gerçek ne hayal bilmiyordu gerçi. Üstünde durmadı. Onlar öylece bakarken, Tuncay nihayet konuştu.

"Mehir sen bakabilir misin ya?" diye sordu mahcubiyetle. "Sabahtan beri acildeyim. Hiç kafam almaz şu an."

"Saçmalama," dedi Ferda sahte bir öfkeyle. "Ne zamandan beri stajyerler VIP katına çıkıyor? Başhemşire haşlar hepimizi."

"Alt tarafı ilaçlarını verecek ve dikişlerini kontrol edecek," dedi Tuncay rahat bir tavırla. "Mehir hem diğerleri gibi aklı bir karış havada değil, eminim halleder. Başhemşire saatlerce çıkamaz toplantıdan zaten."

Mehir ikilinin kendisi hakkında konuşmalarını dinliyordu fakat kimsenin ona neden fikrini sormadığına kuruluyordu. Hep böyleydi. Kimse ona fikrini sormazdı. Onun yerine kararlar alınır, onun uyması beklenirdi. "Ben hallederim ya," dedi aniden. Bir kez daha kararını başkasının ellerine bırakmamak için. Belki de abartıyordu fakat bazen, radikal kararlar ufak bir damla olurdu. Damlaya damlaya göl olur diye boşa dememişlerdi sonuçta. "Ben hallederim. Sorun değil. Daha önce de çıktım o kata meraktan."

Meraktan dedi dışına, içine ise gerçeği haykırdı. Birini aramıştı o katta. Sadece o kat değil, hastanenin her köşesinde masasına kahve bırakıp, duvarın arkasından izleyen ama karşısına çıkmayan o kahverengi gözlerin sahibini aramıştı. Neden aradığını bilmeden aramıştı fakat onu yılbaşından sonra görmemişti. Mart ayına girmişlerdi şimdi. Aylar olmuştu. Hep kızmıştı kendine gözlerine bile bakmadığın adamı neden arıyorsun diye böyle böyle soğumuş ve o defteri kapatmıştı. Sadece teşekkür edecekti aslında. Kendisini kandırmıyorsa.

Mehir'in çıkışıyla Tuncay heyecanla yerinde doğruldu. Ferda'nın hiç içine sinmiyor olsa da Mehir bir kere kabul etmişti. Yapmalıydı. Tuncay çenesiyle masayı işaret etti. Masanın üstünde tepsi, tepsinin üstünde ilaçlar vardı. Mehir yavaş adımlarla masaya ilerleyip tepsiyi aldı.

"İlaçları ver dikişlerine bak ve gel tamam mı Mehir?" dedi Ferda endişeyle. "Başhemşireye seni öveceğim ama bu durumu anlatmadan."

"Övgüye gerek yok," dedi bıkkınca. "Ben bir gün bu işi yapacağım, insanların canı benim çıkar malzemem olmamalı."

"Stajyersin," diye homurdandı Ferda. "Stajyerler çoğu şeyi beklentiyle yapar."

Gözlerini devirdi Mehir bu durum karşısında. Bir şey demeden tepsiyi alır almaz odadan çıkıp asansöre yöneldi. Çalıştıkları hastane sınıf farkını deli gibi ortaya koyan bir yerdi. Örneğin, asansöründe VIP kat tuşu bile ayrı işlenmiş ben diğerlerine benzemem diye bağırıyordu. Derin bir nefes alıp kat arttıkça değişen rakamları takip etti. Bir ayağıyla yerde ritim tuttuğundan elindeki tepsi sallanıyor, hapların çıkardığı tıkırtılar asansörün sesine eşlik ediyordu. Bir nefes üfleyerek örük yaptığı saçlarında hafif çıkıp önüne gelen tutamları geriye doğru attı. Asansör kata geldiğinde, şükür der gibi nefes verip, kapının açılmasını bekledi.

Kapılar açıldı, açılan kapılar kalbine çekilen sürgünün açılışıymış gibi, uyanışın getirdiği o hızlı çarpışlarla varlığını hatırlamış gibi her uzvunda bir artçı deprem hissetmişti. Öylece kalakalmış önüne bakarken, aylardan sonra gördüğü, görmek istemediğinden emin olmuşken gördüğü anda kalbinin döndüğü o kişi karşısındaydı.

Onu inceleme fırsatını o zamanlar pek bulamamıştı fakat bir gün onu, hastaneden çıkarken otoparkta gördüğünde bir kolonun arkasından görebildiği kadar görmüştü. Şimdi siyaha çalınan saçları dağılmış, gözlerinin feri gitmiş gibiydi. Oturduğu koltukta, bacaklarını öne doğru uzatmış, kollarını göğsünde bağlamış sıkıntıyla bir yere dalmıştı. Sıktığı çenesinden öne içe doğru çöken yanakları onu daha da çökmüş gösteriyordu. Yanındaki kişinin de ondan pek farkı yoktu. Acaba hasta yakınları mıydı?

Gözlerini tepsiye doğru çevirip ona bakmadı Mehir. "Sakın gözlerine bakma," diyerek uyardı kendisini. "Gözlerine bakarsan anlar günlerce gözlerinin onu aradığını. Havalanır sonra kalkamazsın altından bakma," dediğinde yavaş yavaş koridora doğru ilerlemeye koyuldu. Onun başını kaldırıp ona bakıp bakmadığından emin değildi fakat ona daha fazla bakamazdı. Bir insana daha zayıflığını gösteremezdi.

Hiçbir şey olmamış gibi öylece giderken, yalancı bir öksürük duydu fakat aldırmadı saniyeler sonra kolunda baskı hissetti ve bir hışımla kolunu çekti. Tepsi tam düşecekken, o kişi tutmuştu.

"Teşekkür ederim," dedi Mehir ona bakmazken. "Müsaadenizle."

Adımları onun sesiyle durdu. "Beni tanımadın mı?" diye sordu durgun bir sesle. Onu tutan sorusundan çok sesiydi. Sesi daha canlıydı, şimdi ise durgundu. "Aylar önce konuşmuştuk. Rahatsızdım."

"Neden hatırlayayım sizi?" diye sordu soğuk bir sesle. Sesi titremiş olabilirdi ama mecburdu. Ondan uzak durması lazımdı. Hem kendisi için hem onun için. "Her hastayı hatırlayamam sonuçta değil mi?"

"O yüzden mi o gün otoparkta bir kolonun arkasında beni izliyordun?" diye sordu meydan okur gibi. Duyduğuyla gözlerini sımsıkı yumdu Mehir. Onu görmediğinden o kadar emindi ki, hiç şüpheye düşmeden geçirmişti günlerini ve şimdi gördüğünü öğrenmişti. Yine rezil etmişti kendisini. "İtiraz etmeyecek misin?"

"Neden itiraz edeyim?" diye sordu soğuk bir sesle. "Gözünün gördüğüne itiraz etmem hoşuna mı giderdi?"

"Hayır ama," dediğinde Mehir'in heyecandan yanakları ısınıyordu. "İtiraz edersen, konuşma uzayıp gider ve seninle daha fazla konuşma fırsatım olur."

Mehir'in duyduğuyla dudakları şaşkınlıkla aralandı. Onunla konuşmak mı istiyordu? Karşılık beklemeden, istediği için konuşmak istiyordu. Ne anlatsa dinler miydi mesela? Sus demez miydi? Mehir istemsizce ona doğru döndü. Gözleri, ilk kez gözlerine değdi. Az önce feri gitmiş dediği gözleri sanki ay ışığında kalmış gibi parlıyordu. Kahverengi gözlerinde kendisini görecek kadar bakmıştı ona ilk kez.

"Gözlerin," diyebildi. Sustu devamı gelmiyordu sanki yutkundu. "Masmavi, çok güzel," dediğinde dudağı hafif kıvrıldı. "Gözlerini geçen sefer göremediğimde dert olmuştu içime şimdi ise derdim olacak gibi."

"Anlamadım," diye mırıldandı. "Ben seni anlamıyorum. Bu çok rahatsız edici."

"Seni rahatsız mı ediyorum?" diye sordu endişeyle. "Amacım o değildi."

"Hayır, o anlamda değil," diyerek karşı çıktı. "Sadece garip birisin. Bana acıyorsan, acıma. Yalnız olduğum için değil bu çekingen hallerim. Böyle olmak istediğim için."

Hemen onu susturdu. "Bana açıklamak zorunda değilsin," dedi samimi bir sesle. "Kendini kötü hissettiğin için açıklamalar yapmana gerek yok."

"Sana açıklama yapmıyorum neden yapayım?" Ne ara sen ben olduğunu anlamamıştı. "Yanlış anlaşılmak istemiyorum."

"Anladım," dedi başını sallarken. "Yani seni anladım. Yanlış anlamadım," dedi telaşla. Bu haline Mehir'in içten içe gülesi gelmişti ama kendisini tutmuştu.

"İyi günler o halde," dedi ardından. Onun cevabını beklemeden tekrar sırtını dönmüş gidecekti ki, tekrar sesini duydu. "Esat ben," diye bağırdı. Demek adı Esat'tı. Güzel bir ismi vardı. Gözleri gibi. "Tekrar görüşür müyüz?"

"Sanmıyorum," dedi dürüst olmayı tercih ederek. "Görüşmek için bir nedenimiz yok," dediğinde adımlarını hızlandırdı.

"Görüşürüz ya," dedi Esat arkasından. "Görüşürüz illa ki, neden görüşmeyelim?" Varlığını unuttuğu Doğan ona doğru gelmişti. "Hatta o kadar görüşürüz ki, bazı sabahlar seninle başlar, bazı geceler seninle biter." Doğan'a doğru baktı. "Değil mi?"

"Sen ciddisin," dedi Doğan kınar gibi. "O kızın kim olduğunu bile bile."

"Kim olduğunu bilmiyoruz," diyerek lafını böldü Esat. "Senin aklın alıyor mu o kızın Çağlar gibi biriyle kendi isteğiyle evleneceğini? Öyle biri değil eminim. O şerefsizle olmak istemiyordur. Belki de yardımımıza ihtiyacı vardır."

"Ya da sen kafanda kuruyorsundur," dedi kuzenine bakarken. Onun bu kıza kapıldığının farkındaydı ama bu yanlıştı. "Hatırlatırım o kızın gelini olacağı aile vurdu babamı. Onlar yüzünden buradayız. O kız onlardan olabilir."

"Olamaz,"

"Aşk denen siktiğimin duygusu şimdiden mantığını söküp almış!" diye isyan etti Doğan. "Onu adam akıllı tanımadan, nasıl bu kadar emin oluyorsun Allah aşkına?"

"Mantıklı gelmiyor Doğan," dedi çaresizce. "Küçük bir çocuğun tek gözyaşı akmasın diye şebeklikler yapan, hastanın parası çıkmadı diye cebinden ödeyen, hastalarla bu kadar ilgilenen birinin insan zehirleyen birilerinin yanında kendi rızasıyla duracağı mantıklı gelmiyor." Doğan'a baktı. "Hem ona baktığımda, bütün kötülüklerin canı cehenneme, bu dünya yaşamaya değer derken buluyorum kendimi. Mantıklı gelmiyor."

Doğan da çaresiz kalmıştı artık. "Peki," diyebildi. "Ama ne yap ne et, gitmeden açıl kıza bir şey yap. Ağlamanı çekemem sonra."

"Siktir git," diye homurdandı Esat. Ona güveniyordu nedenini bilmiyordu ama güveniyordu. Hatta bu hafta dayısının odasına giren her hemşirenin üstü aranmıştı fakat ona bunu teklif bile etmemişti. Çünkü güveniyordu.

O öylece bakarken, Mehir hiç arkasına bile dönmeden odaya girmişti. Dışarıda az önce gördüğü sarışın adamın kopyası olan biri vardı şimdi karşısında. Belki de babasıydı. Adam keskin bakışlarıyla ona dönmüştü şimdi. Onun bakışları biraz ürkütücüydü. Üşütmüştü aniden.

Zar zor yutkundu. "Geçmiş olsun, ilaçlarınızı getirdim," dediğinde adam yattığı yerden yavaşça doğrulmaya çalışıyordu. Hızla tepsiyi başucuna bırakıp adama yardımcı oldu. "Teşekkür ederim kızım," dedi şefkatle. Kızım demişti. Yüzünü buruşturmasına neden oldu.

"Ne demek efendim," dedi kibar olmaya çalışarak işleri batırmak istemiyordu. "Bir bardak su ile ilaçları alıp tekrar adama döndü. "Buyurun."

Adam ilaçlarını içerken, kızı süzüyordu. Fırsat bulduğu ilk an. "Seni ilk kez görüyorum yeni misin?" diye sordu. Ne diyeceğini bilemeyen Mehir, endişeyle. "Sayılır," diyebildi. "Dikişlerinize bakıp, sizi rahat bırakayım."

"Mirzanlardan mısın?" diye sordu adam Mehir'in dediklerini duymamazlıktan gelerek. Mehir anlık bir şaşkınlıkla durakladı. Bu adam onun soyadını nereden biliyor olabilirdi?

"Neden sordunuz?" Mesafeli bir tavır takındı. "Beni tanıyor musunuz?"

"Babanı tanıyorum," dedi adam gizemli bir ses tonuyla. "Anneni de tanırdım. Ona benziyorsun. Kaderin benzemesin tabii."

"Ne demek istiyorsunuz?" diye sordu rahatsız olduğunu belli eden bir tavırla. Annesi ne alakaydı şimdi? "Kimsiniz siz?"

"Kusura bakmayın kendimi tanıtmamam benim ayıbımdı," dedi sahte bir samimiyetle. "Maksim Petroviç."

"Tanıdık gelmedi," dedi başını iki yana sallarken, çıkmak için hazırlanıyor ve geri geri gidiyordu ki, onu durduran adamın sert sesi oldu. "Babanıza sorsanız tanırdı," dedi alayla. "Babanıza sorsanız, kaçardı aynı zamanda."

"Siz ne saçmalıyorsunuz?" diye sordu hiddetle. Bu nasıl bir tesadüftü, cidden tesadüf müydü? Ailesinden her ne kadar uzak dursa da onların yaktığı ateşte her zaman yanan o oluyordu ve kimse üstüne bir damla su bile atmıyordu fakat hastane onlardan kaçtığı tek yerken burada da mı onların gazabına kalmıştı?

"Sen zeki bir kızsın," dedi adam fakat cümlesinin altında takdir etme değil gözdağı verme vardı. "Babanın kızı olmadığını umarak konuşuyorum seninle. Aynı zamanda yeğenimden hoşlandığının farkında olarak da."

"Bir saniye," dedi Mehir devamına izin vermeden. "Siz kafayı yemiş olabilir misiniz? Bu saçmalıklara anlam veremiyorum çünkü," dediğinde içten içe korkunun esiri olmuştu. Bu adamın o gizemli havasının altında bir tehlike yattığına emindi ve bu ona fazla ürkütücü geliyordu. Geri geri adımladı. Yiyeceği azar, sorulacak soruları umursamadan bu odadan çıkıp gitmek istiyordu sadece. Tam elini kapının koluna atmıştı ki, adam onu tekrar durdurmayı başardı.

"Esat'ın hayallerini çalan baban," dedi sanki Esat'ın onu durduracağından emindi. "Senin baban yüzünden yıllardır hayalini kurduğu askeri okuldan atıldı o."

Aldığı nefes cam kırıkları olup içinde bir acının kaosunu doğururken, nefesi bir zehirdi. Nereye düştüğünü bilmiyordu. Neden bahsedildiğini de öyle. "Bakın beni manipüle etmek gözünüze kolay gelmiş olabilir."

"Bir kız çocuğunu manipüle etmek benim işime yaramaz," dediğinde Mehir ona döndü ama yaklaşmadı. "Aksine o kız çocuğu tüm gücüyle lazım bana."

"Ne istiyorsunuz benden? Neden bana bunları anlatma gereği duyuyorsunuz?"

"Çünkü yardımına ihtiyacım var," dediğinde ilk kez üstten bakmıyordu.

"Ben size nasıl yardım edebilirim Allah aşkına? Basit bir stajyer sizin için ne yapabilir?"

"Basit gördüğüm her şeyin enseme bir namlu olduğunu gördüğümden beri hiçbir şeyi basite almıyorum," dedi açık açık. "Babanı basite almıştım mesela. Göz göre göre, denetilen sınırdan uyuşturucu teslimatı yapmaya çalıştı. Yetmedi, Esat'ın babası peşinde sürükledi. Ne uğruna? Paralı köpek olma uğruna. O ikisi yüzünden Esat, hayallerini tek gecede bırakıp, hırsın gölgesinde nefretin esiri oldu."

Mehir duyduğuyla başını iki yana salladı. Babası inşaat şirketiyle ilgilenen bir adamdı. Bunu yapamazdı, bu kadar kötü biri olamazdı. Üstelik ona bunu yapmış olamazdı. Bir gencin hayallerini yakamazdı. Üstelik o genç... Nefesinin kesildiğini hissetti.

"Esat babasını ve babanı gammazladı," dedi daha öncekinin şoku geçmezken. "Baban ondan intikam almak isteyecektir. İşte tam şu an yardımın lazım."

"Ben ne yapabilirim ki?" diye sordu titrek bir sesle. "Ben her şeyi şimdi öğreniyorum! Siz bana sanki basit bir şey duymuşum gibi saçmalıkları sıralıyorsunuz. Ben ne yapabilirim?"

"Babanın, kim için çalıştığını ve bu işe dair dosyalarını bul bize," dedi hiç uzatmadan. "Bul hem bu işin önünü kapatalım, hem Esat'ı kurtaralım."

"Bulamazsam—"

"Devam eder," dedi acımasızca. "İnsanları zehirlemeye belki de dahasına devam eder. Eğer üstleri onu kimin ifşaladığını öğrenip ona söylerse, üstün olduğunu düşünür. Esat'ı düşünmeden öl—"

"Hayır!" diye karşı çıktı. "Bunu yapmaz. O birini öldürmez. Babam hakkında böyle—"

"Özgürlüğünü iki kuruşa birinin ayakları altına bırakan biri, sorgusuz sualsiz her şeyi yapmakla hükümlüdür!" diye hiddetle bağırdı. "Baban piyon olmayı seçti. Bir gün seni bile öldürebilir."

"Hayır!" diye bağırdı avazının çıktığı kadar. "Haddinizi aşıyorsunuz."

"Hayır, sadece gerçekleri gösteriyorum." Bir bıçağı kalbine saplasa bu kadar acımasız gelmezdi.

"Gerçekleri bir yabancıdan mı öğreneceğim?"

"Bazen bir yabancı, en yakınından daha dürüsttür çünkü sana karşı kaygıları yoktur. Bir yabancı her şey olur ama kolay kolay yalancı olmaz. İnsanlar bazen en çok sevdiklerine söyler yalanı. Çünkü yalan zaaf gerektirir ancak öyle kalbi kandırabilir."

"Babam beni sevmez," dedi çaresizce. "Söylemezdi yalan."

"Söylerdi, zaafını biliyordu."

Mehir kelimelerin doğruluğu altında kalırken, anlık bir gerçeklik algısını sorguladı. İyi bir babası yoktu. Onunla iki yabancı gibi yaşamıştı çoğu zaman. Babasının ona tek katkısı maddi açıdan olmuştu ama bugünden sonra onun da olacağını sanmıyordu. Tek bir konuşmayla hayatı alt üst olmuştu. Belki de olacaktı. O odada yarım saati geçti. Düşündü.

"Yapacağım," dedi çaresizlikle. "Ne yapmam gerekiyorsa, yapacağım."

25 Şubat 2022

Esat ile bir yarada buluştuğumu hep biliyordum. Her zaman, yandığım yerde onun da yandığını görüyordum. Ortak yaralarda iki hayat derdim bizim için ama bunun fiziksel olduğundan habersizdim. Omuzumuza yakın yara ama acısı kalpte baki. Onunkini ben sarmışım, benimki onun yüzünden açılmış. Ama benim kalbim onu hiç suçlamamış. Biliyordum çünkü ben unuttuğum hatıralarıma rağmen halama ya da babama kızgındım. Kalbim ona kızmış olsaydı, ona da kızgın olur bu kadar çekilmezdim.

"Ben," dedim kesik kesik. "Ben size yardım ettim mi?"

Başını salladı ağır ağır, acıyla yüzü kasılırken. "Ettin," dedi sanki canından bir parça, yıllar önceki yara gibi uyuşturulmadan sökülüyormuş gibi. "Sen, ben yapmazsın sanırken, yaptın."

"Nasıl?" diyebildim. Kollarımı birbirine bağladım. Esat üşüdüğümü anlamış olacak ki köşeye bıraktığım kazağımı alıp, ucundan tutup kıvırarak, başıma doğru getirdi. Onun elinden alacakken, o benden önce davranıp bana giydirdi. Sonra kendi tişörtüne uzandı. Onu da başından geçirip giydi. "Sana bir soru sordum."

"Bilmiyorum," dedi sitemle. "Ben de bilmiyorum. Ben yapmazsın uzak durursan seni böyle korurum sanıyorken, sen bir gün bir dosya getirdin çat diye bıraktın önümüze. Sana sordum neden yaptığını, nasıl yaptığını bir şey söylemedin. Gittin sadece. Dayım sonra sana ulaşmaya çalışmış borçlu kalmamak için, ben ulaşamadım çünkü o dönem, Zeynep ile ilgili sorunlar vardı. Dayım senin ısrarlar sonucu, teyzenin adresini istediğin söyledi. Sana aylardan sonra göndermiş fakat—"

"Nasıl göndermiş?" diye sordum merakla. Ben teyzemin adresine ulaştıysam neden ona gitmemiştim üstelik ben istemiştim. Bu mantıklı değildi. Ayrıca hatırlamıyordum da.

"Postayla," dedi Esat düşünceli bir sesle. "Aradan bir yıl geçtikten sonra atmıştı sanırım. Anca bulmuştu. Ben ise o dönem, burada değildim ve gelemezdim de."

Dizlerimin beni daha fazla taşıyamadığını hissederken, koltuğa çöktüm. Esat önümde çömelmiş bana bakıyordu. Bir elini çeneme atıp başımı kaldırdı. "Zorlama kendini," dedi endişeyle. "Sıkma, zihnini serbest bırak."

"Esat," titrek bir nefes alırken, içimde feryat eden şüphenin tilkilerini duymamazlıktan gelmeye çalıştım. "Ben, senin için—"

"Ne olur devamını getirme," diyerek böldü lafımı. "Ben bu gerçeği kaldıramıyorum zaten. Sen de yapma." Başı dizime düşerken, bana bakmaktan kaçma yönteminin bu olduğunu biliyordum. Dizimde yatan adama acıyla bakarken, bir elim saçına gitti. İstemsizce, saçlarıyla oynarken dudaklarımı büktüm. Ona bakınca içimden gelen ağlama isteğini neden bastıramıyordum? "Zoruma gitmişti. Seni bu olaylardan uzak tutmak isterken, senin merkezi haline gelmen ve dayımın senin için yaptı demesi. O an yıllar önce hayallerinden vazgeçmiş o çocuk kadar çaresiz, o çocuk kadar öfke doluydum."

"Ben yaptım." Pişman mıydım? Değildim. Esat için demişti. Babam Esat'ı öldürecek kadar acımasız olabilirdi. Bu durum yıllar önceki Mehir için büyük bir sorundu. Bugün olduğu gibi. Bugün aynı teklif önüme konulsa yine düşünmeden onu korumak için yapardım. "Nasıl yaptım hatırlamıyorum ama ben yaptım. Peki, bu yaralar?"

"Çatışma çıktı," dediğinde bu sefer yanıma oturdu. Yan dönüp, ona baktım. "Dayımı öldürmek istediler. O gün sen dayımı sakladın. Ben vuruldum, beni de sakladın. Her şey bir kaos ortamında oldu."

"Bıçağı çakmakla ısıtıp, tenime bastıran Çağlar'dı," dedim tek tük hatırlayabilmişken. "Ama bana hep hain dedi o. Bunun için miydi?"

"Bunun içindi," dediğinde hırsla dişlerini sıktı. "Mehir hiç mi hatırlamıyorsun?" diye sorduğunda sesi zayıf çıkmıştı. "O gün, sana âşık olduğumu söylemiştim. Hiç mi hatırlamıyorsun?"

Başımı iki yana salladım gözyaşlarımı bırakırken, "Özür dilerim," dedim o gün koluma bastırılan bıçak kadar canım yanıyordu. "Ben unuttuğum için özür dilerim, Esat. Böyle özel bir anı unutmamalıydım ben, çok özür dilerim Esat." Bir elini saçıma atarken başımı omuzuna düşürdü. Saçlarıma öpücük kondururken mırıldandı.

"Hatırlamasan da olur," dedi fısıltıyla. "Sana bugün ve bundan sonra ki her gün âşık olduğumu söylerim. Tüm kalbimle, hiç yorulmadan."

"Bu sefer unutmam," dedim ağladığım için boğuk çıkan sesimle. "Her yere not alacağım seni, herkesi unutsam bile seni unutmayacağım."

"Bu sefer yemin ederim izin vermeyeceğim Mehir," dedi kendinden emin bir sesle. "Kimsenin sana zarar vermesine, senin aynı acıları yaşamana izin vermeyeceğim. Yıllar önce bizi sen kurtardın, şimdi ise ben kurtaracağım."

Omuzundan başımı kaldırıp ona bakarken, bir elim yanağını buldu. Elimi koyduğum yanağının tarafına doğru hafif başı eğildi, gözleri kızarmıştı. Bıraksam ağlayacak gibiydi. Ağlasın istemiyordum. Yıllar önce bile parlayan gözlerine takılmıştı aklım, şimdi onları yaşlar esir almamalıydı. Alacaksa bile güldüğünden olmalıydı. Güldürebilir miydim, emin değildim ama denerdim.

"Bana sen her zaman doğru tercihtin benim aksime dedin ya," dudağım hafif kıvrıldı. "O gün içimi şüphenin getirdiği hüzün kaplarken, sadece isyan ettim ama bugün şunu tüm kalbimle söylüyorum ki, benim için sen her zaman doğru kişiydin Zemheri," dediğimde ona biraz daha yaklaştım. "Tercih olmadın hiçbir zaman," dediğimde, yaklaştığım dudaklarına, dudaklarımı bastırdım. Sağ gözümden bir yaş akıp, sonu birbirine bastırılmış dudaklarımız olurken, başımı hafif yana doğru eğdim, üst dudağım onun dudakları arasında ezilirken, ruhum aksine yükseliyordu. Bir elini belime atıp, sıkıca kavrarken beni kendisine doğru çekti. İtiraz etmeden, onun kucağına yerleşirken, dudaklarımız saniyelik ayrılsa da, mıknatısın iki parçası gibi tekrar birbirini buldu.

Kazağımın yukarı çekilmesiyle, çıplak kalan belimde, narince gezinen elleri, dudaklarımla savaşa giren dudaklarında hissettiğim o tatlı meltemleri. İlk dudaklarını hissettiğimde felaketim olacağını düşünürken, şimdi ilacım olduğunun farkındaydım. Onun yanındayken, kulaklarımı kapatıyordum her şeye. Onu hissettiğimde unutuyordum her şeyi. Bir ışık yakıyordu, sadece bize tutuyordu. Herkes karanlıkta kalıyordu. Ne kadar öpsem de, yetmiyordu. Yılların acısı, nasıl geçerdi şimdi? Ne kadar öpsem, sarılsam, tutunsam dinerdi? Hiç dinmezse de sorun değildi. Dur durak bilmeden sarardı kollarım onu. Bulurdu dudaklarım dudaklarını, hissederdi tenim tenini. Bir gençlik daha kaybetmeye mecalim yoktu.

Nefes nefese ondan ayrılırken, kolları belime iyice sardı. Bir elim omuzunda dengesini bulurken, diğeri yanağındaydı. Kucağında olduğum için, üstten ona bakarken, gülümsedim. "Esat," dedim. Adı şarkının eksik, bulunduğunda ritmini yakalayan o ezgisi gibiydi dudaklarımdan çıkarken. "Söylemiyor olsam da—"

"Hissediyorum," dediğinde, dudaklarıma hızlı ve yumuşak bir öpücük bırakıp geri çekildi. "Ben duymak değil, hissetmek istiyorum ve hissediyorum," bu sefer ben dudaklarımızı bastırıp, geri çekildim. "Seni seviyorum," dediğinde, kollarımı boynuna sardım. Başı boyun girintimde, solukları oraya çarparken, dudaklarını boynumda hissettim.

"Leyla'nın yanına gitmem gerekiyor," dedim mırıldanarak.  Leyla'yı aklımdan çıkarmamıştım ama anlık kendimi Esat'a da çok kaptırmıştım. "Zaten baştan oraya gitmeliydim ama merakıma yenik düştüm," dediğimde Esat, sadece başını salladı. Belimi sıkıca kavrarken, aniden ayaklandı. Bu hareketini beklemediğim için hafif bir çığlık atıp, bacaklarımı beline doladım. "Esat! Ne yapıyorsun?"

"Sevgilimi taşıyorum," dedi serseri gibi sırıtırken.

"Sevgilinin bacakları yok mu?"

"Var," dedi omuzlarını oynatıp. "Ama yormuyorum, bana koşarken sekteye uğramasın diye."

"Sana koşarken yorulmazmış ki," dedim burnu havada bir tavırla. Bu dediğime gülerken, "Benim sevgilim öyle burnu yere düşmez biri ki, bacağı kopsa yine söylemez," dedi alayla. Gözlerimi kısıp ona baktığımda, bu halime küçük bir kahkaha attı. Dudaklarım kıvrılırken, bu sefer dudaklarımı şakağına bastırıp, geri çekildim. Kucağından inip üstümü düzelttim. Kapıya doğru yönelmeden önce ona baktım.

"Yarın DNA testi için hastaneye gelir misin benimle? Gerçi hastane senin ama," hafif saçını kaşıdım. "Yani yanımda olur musun?"

"Her zaman," dedi hiç düşünmeden. "Babanla da konuşurum senden sonra gelir denk gelmezsiniz olur mu?"

"Teşekkür ederim," başımı sallayıp, gülümsedim. "Gideyim ben o zaman."

Bu fikir hoşuna gitmemiş gibi yüzünü astı. Küçük bir çocuk gibi duran yüz ifadesi karşısında onu tekrar öpme isteğim gelmişti. Onun da gelmiş olmalı ki, "Bir kez daha öpseydim ya," dedi huysuzca. Bu sefer dişlerimi gösterecek kadar gülümsedim.

"Olmaz Zemheri!" dedim azarlar gibi. "Gittim ben hadi," dediğimde, hızla kapıya koştum. Doğan Bey duvara yaslanmış duruyordu. Benim çıkmamı bekliyor olacağını düşündüğümde, utanmadan edemedim. O bize baktıktan sonra içeri geçti ve kapıyı kapattı. Konuşması gerekenler varmış gibi gergin ve aceleciydi. Arkalarında, kapıya bakakalmıştım şimdi.

Esat'ın yanında her şey güzeldi. Yapmam herhalde dediğim şeyleri yaparken ne kadar mutlu olduğumu hissediyordum. Onunlayken kalbimi hissediyordum aslında. Birini sevebileceğimi, sarıldığımda geçeceğini, öptüğümde yaşayacağımı. Mutluluğu insanlardan uzakta arayan kalbim Esat'ın yanında geçmişi ve geleceği bir kâğıt gibi buruşturup çöpe atıyor ve sadece onu hissediyordu fakat şimdi yüzüme kapanan kapılara bakarken, geçmişin kör kurşunları beni gafil avlamıştı.

Kimdim ben? Bir piyon muydum yoksa bir yardakçı mı? Yardakçı olduğu için piyon haline gelen bir kundakçı mı? Yakmıştım çünkü geçmişi ve geleceği. En çok da kendimi. Hem de yıllar önce, kimsenin beni görmediği yerde beni gören bir yabancının hayatı için yakmıştım. O cesarete nasıl erişmiştim mesela ya da nasıl yakalanmıştım. Sorularım acılarım kadardı fakat acılarım, arkadaşlarıma olan sevgim kadar değildi. Şimdi tek düşünmem gereken Leyla ve Defne olmalıydı.

Kapının şifresini girdikten sonra kararan havanın karanlığa yenik düşen salonumuzda kimseyi göremedim. "Leyla, Defne!" diye seslendim yeni bir ev terliği çıkarırken.

"Mutfaktayız!" diye seslenen Leyla'nın sesi gayet canlı geliyordu. Adımlarım mutfağa doğru gitti. Işığı yanmıyordu. Tek aydınlatan ankastrenin sarı loş ışığıydı. Gördüğüm kadarıyla, Leyla tezgâhta sebze soymakla uğraşırken, Defne masada oturmuş bir elini çenesinin altında almış dalgınca oturuyordu. Şu an, Defne için üzüldüğüm kadar kendim için üzülmüyordum. Tek ailem dediği ablasının ihanetine uğramış olabilirdi. Her ne kadar soğuk ve öfkeli dursa da içten içe aile kavramına verdiği önemden dolayı içinde oluşan cam kırıklarının farkındaydım. Kalp değildi onunki, camdı. Narin ve şeffaf. Gözleri içini ele verirdi ya da ben onu o kadar incelemiştim ki, farkındaydım.

"Leyla ne yapıyorsun?" diye sordum tek kaşım havada. Leyla'nın kendisini mutfağa atması da acılarından kaçma biçimiydi. Emindim canı yanıyordu anlattıkları hafif şeyler değildi ama o hafifmiş gibi gösteriyordu. Bu zamana kadar dile getirmemesi bile o güne dönmekten korktuğundandı ya zaten.

"Salata," dedi rahat bir halde. "Aç değil misiniz? Ton balıklı salata yapacağım. Yemek yapamadım bugün."

"Yapmak zorunda değilsin," dedim sitemle. Bize yetmeye çalışmamalıydı. "Dışardan söylerdik canımın içi."

"Yapabiliyorsam neden masraf edelim ki," dedi dudaklarını büzerken. Göz ucuyla Defne'ye baktığımda hiç burada değil gibiydi. "Mehir bak ben iyiyim bana hastaymışım gibi davranma sakın."

Şaşkınlıkla Leyla'ya baktım. Büyük ihtimal bana acıma demeye çalışıyordu ama üstten ima ediyordu. Başımı iki yana salladım. "Saçmalama Leyla!" dedim öfkeyle. Sahici bir öfke değildi tabi ki. "Hepimiz berbat bir gün yaşıyoruz zaten. Bunları düşünmeyelim dedim sadece."

"Benim için diğer günlerden farkı yok," diyerek savunma haline geçti. "Rica ediyorum sen de beni düşünme şimdi. Lütfen Mehir."

"İyi sen de beni düşünme o zaman," Defne'ye baktım. "Defne'yi de düşünme. Alman usulü herkes kendisini düşünsün. Ne de olsa biz bir aile değiliz aynı evde yabancılarız değil mi?"

"Ben öyle mi dedim şimdi?" diye sitem etti. "Neden anlamıyorsun? Bu konuyu rafa kaldırmak istiyorum. Şu an önemli bir konu değil. Geçti gitti—"

"Tamam" diyerek böldüm onu. Omuzlarından tutup masaya doğru yaklaştım ve onun için bir sandalye çekip oturmasını sağladım. "Sen ne dersen o tamam," dediğimde Defne'ye baktım. Onun omuzuna dokunduğumda irkilip geri çekildi. Bir iç çektim. "Ben papatya çayı yapayım mı bize? İyi gelir." Dolaplara doğru yöneldim. Bulduğum ilk şey sallama poşet çay oldu. Isıtıcıda su olduğunu görünce sadece tuşuna basıp, kupaları çıkarmam gerekti. O çalışırken Leyla'nın geçen hafta bayılarak aldığı powerpuff girls kupalarını aldım. Onun için her biri bizdik. Lisede sınıftaki kızların konuşup gülüştüğü konuları ben şimdi yaşıyordum ama o gün yaşasam bugünki mutluluğum olur muydu emin değildim. Hiçbir şeyin yaşı yoktu ama zamanı vardı. Ne zaman olduğu önemliydi.

Isıtıcının sesiyle ona doğru döndüm ve sallama çayı bıraktığım kupalara su ilave ettim. İlk ikisini alıp, onların önüne bırakırken, diğerini de kendim için aldım ve Defne'nin karşısına oturdum. Defne sadece sallama çayla oynuyordu. Bana bakmadı, Leyla'ya bakmadı. Bu durum canımı sıkıyordu.

"Gözlerin gözlerimin gözlediği gözleri gözleseydi gözlerinle gözlerim göz göze gelirdi," dedim Defne'nin ilgisini çekmek için. Tek nefeste söylediğim için ben derin nefesler alırken, Leyla şaşkınlıkla bana baktı. Defne'de dik bir konuma gelip bana bakıyordu. "Gözlerin gözlerimi gördü şükür."

"Ne diyorsun be!" dedi Leyla yüzünü buruştururken. "Manyak mısın?"

"Çokta akıllı değil," dedi Defne soğuk bir sesle. "Ben de değilim. Belki de aklımız bizim olmadığı için yarımdır."

"Defne!" dedi Leyla uyaran bir ses tonuyla. Sonra bana döndü. "Esat ile ne konuştunuz?"

"Karışık mevzular," sesim fazlasıyla ruhsuz çıkmıştı. Bu Defne'nin ilgisini çekmişti. Tek kaşını kaldırıp bana doğru baktı. Bir şey diyesi vardı belli ki. "Söyle Defne dinliyorum."

"Ayrılmadı senden değil mi?" diye sordu şüpheyle.  Sorduğu soruyla bu sefer benim bir kaşım havaya kalktı. Beklediği bu muydu? İnsanlara olan güvenini nasıl toplayacaktım ben bu kızın?

"Neden ayrılsın benden?"

"Duydukları yenilir yutulur şeyler değildi," sona doğru sesi kısılmıştı. "Ben bile korkuyorum bizden artık. Belki o da..."

"Korkmuş mudur?" diyerek böldüm onu. "Defne, Esat ve Doğan Bey çoğu şeyi bizden daha iyi biliyor güzelim. Ona rağmen bize yardım ediyorlarken sen neden bizi yerin dibine sokuyorsun?"

"Çünkü artık aynada gördüğüm kızdan korkacak durumdayım!" Dudakları titrerken, zorlukla sarf ettiği sözlerden sonra derin bir nefes verdi. Nefesi titriyordu sanki. "En çok ona güvenmiştim. Ablam beni o berbat evden kurtardı sanmıştım meğerse daha berbat bir yere göndermek içinmiş. Bunu bana neden yaptı anlamıyorum bile. Ben ona yük olmamak için okurken bile çalıştım. Üniversiteli o bir de ben kaldım başına diye utandım. O ise satmış beni Mehir. Satmış! Ben artık nasıl güveneceğim insanlara?"

Defne'nin asıl takıldığı nokta ablasının bunu ona nasıl yaptığıydı. Neden yaptığı ya da ona ne yapıldığı değil. Ablasının ihaneti kadar canını acıtmamıştı bir piyon olmak. Yıllar önce teyzemin gidişini ben de sorgulamıştım. Neden gitti dememiştim düşünmemiştim de hep bana bunu nasıl yaptı demiştim. Güvenmiştim çünkü ona. Güvenmek, canından bir parçayı o kişiye vermek gibiydi. O kişinin ihaneti ile can ayakları altına alınır, ağrılar hiç susmazdı.

"Haklısın," diyebildim. Başka ne desem soğurdu içi bilmiyordum çünkü. "Ama Defne, bir kale yıkıldı diye o enkazın altında ölmeyi bekleyemezsin biliyorsun değil mi?"

"Sen öyle yapmadın mı?"

Başımı hızla iki yana salladım. İşte bu konuda konuşacak yüzüm vardı iyi olduğum sınırlı konulardan biri olabilirdi çünkü. "Yapmadım gerçekten," diye atıldım ikna etmek için kendime güvendiğimi belli etmem gerekiyordu. "Benim teyzeme güvenim kırıldı. Dönüp bir kere bile aramadım. Babama güvenim kırıldı artık onu yabancı bildim. İnsanlara güvenim kırıldı, İstanbul'a geldim yeni bir hayat kurdum. Bak birilerine hep güvendim hep kırıldım ama yolumu buldum. Belki sonum iyi değildi ama bu benim suçum da değildi," bir elimi Defne'nin elinin üzerine koydum. "Esat bir gün güvenimi kırsın ben giderim. Enkazı sırtımda taşırım belki, yüküm ağır boynum bükük kalır ama orada kalmam. Gözleri dönüp baktığında beni bulamaz. Bir yerde yine yaşamaya devam ederim. Ağlamam insanlara nasıl güveneceğim diye."

Bana acır gibi baktı fakat onun aksine Leyla buruk bir tebessümle gurur duyuyormuş gibi bakıyordu. "Ama yolun o iğrenç yere düşmüş, ağır şeyler yaşamışsın. Bu enkazdan daha kötü değil mi?"

"Sizi buldum," dedim hemen. "Sence kötü mü?"

"Ama yaşadıkların."

"Bazı yollar engebeli bunu en iyi biz biliyoruz ama sonunda o düz zemine ulaşacaksam, sorun değil."

"Ben bilmiyorum." Ayaklandı, başını tutuyordu. Başının ağrıdığı bahanesiyle yatmaya gidecekti ama uyuyamayacaktı. Saatlerce ağlayacak ve tavanı izleyecekti. Uyku tutmayan gecelerde onunla tavanı izliyordum. "Ben uyusam iyi olacak, başım—"

"Tamam," bildiğim yalanları dinlemek istemedim. "İyi uykular." İyi tavanı izlemeler. Birazdan sana katılacağım.

Defne daha fazla bir şey söylemeden, mutfaktan çıktı. Şimdi ben ve Leyla sarı bir loş ışığın aydınlattığı yüzümüzde geçmişin emareleri ile öylece suskunluğa teslim olmuştuk. Kime yanacağımı şaşırmıştım. Kendime mi yanmalıydım? O da fazla bencilceydi. "Sen nasılsın?" diye sordum düşüncelerimden zar zor sıyrılırken.

"Benim için geçmiş bir acı, beni düşünme."

"Düşündüğümden değil, sadece seni dinlemek istiyorum."

"Anlattığım gibi aslında," dediğinde sesi fazla ruhsuzdu. Leyla'nın sesinin bir rengi olsa sıcak renkleri örnek verirdim mesela. Şimdi böyle olması zoruma gidiyordu. "Ben bir okul gezisinde rastgele gördüğüm adama âşık oldum sanırım. Onu ekonomi kanalında görünce de kaderim olduğunu düşündüm. Aklım havadaydı işte. Yazdım ona, tanıdı da beni. O sıra ablam kaçmıştı benim. Ailem vermeyince kaçtı. Ben de sıkılmıştım kaos halinden," sona doğru sesi titrerken papatya çayından bir yudum aldı. "Babam hep ablama orospu iması yapıyordu ve bize onun gibi olmayın diyordu. Bu iğrenç geliyordu. Annem ise iyice paranoyaya bağlamıştı. Takıntılı biri oldu ve boğuluyormuş gibi hissettim."

"Ve Kutay'a mı kaçtın?"

Başını salladı pişmanlıkla. "Beni kurtarmasını istedim. Geldi ve aldı. Biz mutluyduk, Mehir. Ailesi beni istemiyordu belki ama o parasını kazanıyordu. Ben onunlaydım ama zamanla kendimi onun yanında kötü hissettim."

Endişeyle ona doğru yaklaşıp başımı yüzüne eğdim. "Sana şiddet uygulamıyordu değil mi?"

"Fiziksel değildi," acıyla gözlerimi yumdum. Leyla'da ağlıyordu. "Çalışmamı istemezdi. Onun parasını yiyordum. Onsuz dışarı çıkmamı istemezdi. Üzerimde bir baskı kurmuştu resmen ve bu kendime olan saygımı yitirmemi sağlıyordu. Düşünsene, gündüz tüm gün evdeyim, iş yemek uğraşıyorum gece o geliyor. Ona hizmet ediyorum resmen, aynı yatağa giriyoruz. O yataktan bana dokunmadan çıkmıyor çoğu zaman. Rahatsız değildim başta ama o kadar değişti ki, olmuyordu yapamıyorduk hep tartışıyorduk. Kapıyı çarpıp gidiyordu sonra geliyordu öpüşüp barışıyorduk resmen kendimi tanıyamaz hale gelmiştim."

"Leyla," dedim titrek bir sesle. "Ben çok üzgünüm. İstersen anlatma. Özür dilerim cidden."

"Bugün anlatmazsam, daha anlatamam," yaşlı gözlerle başını iki yana salladı. "İlk zamanlardaki gibi tozpembe değildi artık aşk. Bir kasvet aldı bizi ele. Biliyordum bunun sonunun felaket olacağını ama böylesini düşünmemiştim," dudakları acıyla kıvrıldı. "Hamileydim. Bunu öğrendiğimde, tek düşündüğüm Kutay'dan ayrılmak ve onu tek başıma büyütmekti. Ayrılacaktım çünkü ben onun hükmettiği bir kadın olmak istemiyordum. Kimse, kimseye hükmetmeye çalışmamalı. Bu tamamen alçaklık psikolojisi. Benden önce öğrenmiş testi bulmuş çünkü. İki gün gelmedi eve ulaşamadım da. Tam evi terk edeceğim gün teyzesi geldi. Bir miktar para, bir otobüs bileti. Kutay hazır değil buna git dedi, kovdu beni. Teyzesinin eteklerine sığınmış resmen. Asla konuşmadı benimle."

"Sen ne yaptın peki?"

"Çıktım gittim ne yapayım?" Sesinden o günkü çaresizliğini hissedebiliyordum. "Elimde bir bilet cebimde bir kuruş var yok. Oturdum bir parkta düşündüm. Sonra birinden telefonunu rica ettim. Anneannemi aradım. Annen kalp krizi geçirdi dedi. İçim söküldü sanki. Gururumu yine biçe saydım o biletle döndüm ama yol boyu sancım vardı, kasılmalarım vardı. Diyarbakır'a vardığımda, kanamam da oldu."

"Leyla..."

"Kaybettim Mehir," dedi hıçkıra hıçkıra ağlarken. Gözyaşlarımı tutamayıp, ben de ağlamaya başladım. Bu sırada ayaklanıp, ona sarıldım. Ben saçını okşarken o belime sarılıp ağlıyordu. Onunla ağladım, o gün o çaresiz kıza ağladım. "Rüyalarımda, kızıl saçlı güzel bir kız çocuğu görüyordum hep. Onu kaybettim. Ona yanamadım, anneme gittim. Babam, beni dinlemeden o hastane koridorunda ağrılarıma rağmen tekmelerle dövdü beni Mehir. O gün hem çocuğumu, hem bir ailenin çocuğu olmayı kaybettim ben."

Gözyaşlarım gözlerimi yakacak kadar hızla akarken, onu daha sıkı sardım. "Özür dilerim bir tanem," dedim pişmanlıkla. Ben utandım, ben üzüldüm. Ona bunu yapanlar nasıl yapmıştı acımadan? "Geçti güzelim benim geçti. Özür dilerim. Ben çok üzgünüm Leyla."

Benden geriye doğru çekildiğinde ben de onu serbest bırakmıştım. Hafif geri çekilip ona baktığımda, elini karnına koymuştu. Ağladığında oraya sığındığını düşünmek, ölümden beterdi. Bir elimden tutup beni tekrar sandalyeye oturttu. Karşısına oturduğumda dikkatle bana bakarken konuştu.

"Bak Mehir, ben onun için her şeyi yaptım," o dediği, bebeğiydi. Çünkü karnını sıkıyordu. "Kutay için de öyle. Elimden gelen her şeyi yaptım. Olmadı, kısmet değilmiş dedim geçtim çünkü vicdanım rahattı. İçimde gururumu bahane ederek yapmadıklarımın pişmanlığı yerine elimden geleni yapmış olmamın verdiği o vicdani rahatlık vardı. Bugün, yas tutmuyorsam ve hâlâ gülebiliyorsam sebebi bu. Kutay ise bugün çökmüş bir durumdaysa, sebebi zamanında bize sırt çevirmesi. İçinde yanında olsaydım, o yaşar mıydı sorusunun getirdiği bir buhran var. Vicdanı onu hiç rahat bırakmıyor," işaret parmağıyla bir kulağını gösterdi. "Sağır birinin bile bastıramadığı bir lanettir vicdanın sesi. Ve bu laneti, avucuna koyduğu kalbiyle musallat eder insan kendisine."

"Haklısın ama her kaybın acısı geçer mi sence Leyloş?" dedim uysal bir sesle. "Vicdanın rahatsa, ölümün acısı diner mi mesela?"

Onaylar gibi başını salladı. "Kayıplarla yaşanıyor Mehir, yaşanamıyorsa bil ki orada bir tarafın elleriyle yazdığı yarım kalmış bir hikâyenin sonu vardır. Belki bir haksızlık, biraz pişmanlık ama vardır."

"Korkuyorum." Bu konuşmalardan sonra hissettiğim ilk duygu tam olarak buydu. "Bir şeylerin arkasına sığınıp, birilerine yazık etmekten çok korkuyorum."

"Farkındayım yoksa sana senden otuz yaş büyükmüş gibi nasihatler dizmekten inan ben de hoşlanmıyorum."

"Esat'ı seviyorum Leyla," burnumu çekip, gülümsemeye zorlarken kendimi, ona baktım. "Ama sevmeyi beceremiyorum. Zamanında becermişim aslında ama şimdi onu sadece kırıyorum."

"Bir sebebi olmalı," işaret parmağını çeneme koyup, ona bakmamı sağladı. "Neden kırıyorsun onu mesela?"

"Çünkü çok değiştim," acıyla dudağım kıvrıldı. "Yıllar önce sevdiği kız mıyım hâlâ şüpheliyim. O öylesin dese bile, korkuyorum Leyla. O kız olmadığımı gördüğünde benden soğumasından korkuyorum ve dikkat ettikçe her şeyi dibe batırıyorum daha çok soğutuyorum kendimden," tekrar gözyaşlarım akmaya başladığında yüzümü havaya doğru kaldırıp, akan yaşları da silmeye çalıştım. "Çok seviyorum Leyla ama onun gibi güzel sevemiyorum. Yıllar önce o sevdiği kız olamıyorum tekrar. Kaybetmek istemiyorum."

Bu sefer hıçkırıklarla ağlayan bendim. Dirseklerimi masaya koyup avuçlarımı yüzüme bastırdım ve ağlamaya devam ettim. Birini sevdiğinde gelen ağlama isteği sanki yeni doğmuş bir bebeğin ilk saniyelerinde ağlaması gibiydi. Bir başlangıç vardı ve sanki o başlangıcın sonunu biliyormuşçasına ağlıyorduk. Ben o gün annemi kaybettiğime ağlamıştım belki de fakat bugün Esat'ı kaybedeceğim için ağladığımı düşünmek istemiyordum. Değişmiştim, bunun farkındaydım ama bu kendi isteğimle olmamıştı. Eskiye dönemezdim ama gelecekteki ben de hiç iç açıcı durmuyordu. Esat'ı başkalarının bana ödettiği haksız bedeller yüzünden kaybedemezdim. Bunu kaldıramazdım.

Ve ben bir gece daha durmadan ağladım. Geceler bir kara örtü olurken beni sıcak tutup ısıtmak yerine, altına gizlenip daha çok ağlamamı sağlamıştı.

"Özgürce sev Mehir," dedi Leyla sırtımı sıvazlarken. "Kaybolan yıllara, sizi ayıran kadere inat sev. Sev ki, bilsinler bunun sizin için bir kayıp olmadığını. Zayıflığınız olmasın sevginiz. Sizi güçlendirsin Mehir," saçlarıma bir öpücük kondurdu. "Ben her zaman yanında olacağım."

Leyla haklıydı. Onu sevebilmek için ikinci bir şansım varken bileklerimde prangalar varmış gibi bu sevgiyi içimde tutsak edip ondan esirgemek yerine, yokuş aşağı özgürce güneşe koşar gibi onunla doya doya yaşamak istiyordum. Hakkında yeni şeyler öğrenmek ve hakkımda her şeyi ona anlatmak istiyordum. Dışardayken elinden tutmak, yeni bir film vizyona girdiğinde afişi ilk ona atıp, gideriz cevabı almak istiyordum. Onunla gülmek, onunla ağlamak, mümkünse gülmekten ağlamak. Bir gün aynı evin boyasına karar vermek, perdelerini seçmek ve günü geldiğinde her gece uyumadan, her sabah ise uyandığımda gördüğüm o yüz olmasını istiyordum. Ben Esat Zemheri'yi her anımda, her zerreme katarcasına istiyordum.

Uyandığımda, ilk işim hazırlanmak olmuştu hazırlandıktan sonra telefonuma koşmuştum onu aramak için. Tüm gece ağlayan ben değilmişim gibi bir mutlu uyanmıştım fakat Esat çoktan çıkmıştı. Bana bir mesaj bırakmıştı sadece.

Esat Zemheri: Baban hastanedeymiş ben çıkıyorum. Seni almaya gelirim o gidince.

Mehir Mirzan: Kendim gelebilirim.

Esat Zemheri: Otoparkta benim arabalardan biri var. Evimden anahtarını alıp onunla gel o zaman. Şifreyi zaten biliyorsun.

Mehir Mirzan: Buna gerek yok.

Esat Zemheri: İstanbulda isen var.

Son dediğine cevap vermemiştim. Leyla ve Defne'de çıkacağı için onlarla çıkmayı kabul etmiştim. Onlar Rutkaylara yardıma gidecekti. Ben de hastanedeki işlerimi bitirdikten sonra onlara katılacaktım. Taksiyle ilk beni hastaneye bırakmalarından sonra, onlar gitmişti. Sert bir rüzgârla kabanımın etekleri savrulunca, hastaneye girmem gerektiğini anladım. Kollarımı iyice birbirine dolayıp, adımlarımı içeri doğru attım. Dönen kapıdan geçip, sıcağı yememle de huzuruma kavuştum. Dağılan saçımı düzeltip, etrafıma bakındım. Esat'ı görememiştim. Elimi çantama atıp, telefonumu çıkardım. Onu aramaya koyuldum. İkinci kez çalmadan açıldı.

"Efendim güzelim," dediğinde, dudaklarım kıvrıldı. Soğuk bir alo yerine, böyle sıcak bir açılış hoşuma gitmişti. "Ben geldim, danışmadayım."

"Hemen geliyorum." Dediği gibi hemen gelmişti. Dakikalar sonra onu asansörden çıkınca görmüştüm, büyük adımlarla ona doğru gittiğimde o da beni görür görmez gülümsedi ve bana doğru geldi. Ona vardığımda, kollarımı sımsıkı beline sarıp, başımı göğsüne koydum. Onun da beni sımsıkı sararken, dudaklarını saçlarımda hissettim.

"Sen kimsin ve sevgilime ne yaptın?" dedi keyifle. Ondan ayrılırken çatık kaşlarla ona doğru baktım.

"Pardon?" Gıcık bir tavır takındım. "Memnun edemedik herhalde."

"Memnunum ben, kim dedi onu şimdi?"

"Tavırlarına bakılırsa edememişim."

Bir kolunu belime atıp beni kendine doğru çekti, başım göğsüne yaslanırken, benim de elim sırtında durdu. Yavaş adımlar atmaya başladık. "Huysuz oluyorsun genelde ya ondan."

"Huysuz mu oluyorum?" dedim abartıyla. "Gerçekten mi Esat?"

"Hayda," beni daha çok kendine yapıştırdı. "Mehir biliyorsun neden dediğimi."

"Seni bıktırdım yani huysuz tavırlarımla," dediğimde dudaklarımı büktüm. Sanırım bunu ciddiye almaya başlıyordum. Olabilir miydi? Benden bıkar mıydı? Ama böyleydim ben değişemezdim ki. Nazım ona geçiyordu bir tek, haliyle burnundan getirdiğim oluyordu.

"Asla," saçlarıma sert bir öpücük bıraktı. "Asla bıkmam senden. Her halinle aşığım sana."

Bu sefer, sırtında olan elim, beline gitti ve orayı bir kez sıktım. Sıkmamla, belini oynattı ve ağzından küçük bir kahkahayla karışık itiraz kaçtı. "Bana bu kadar âşık olma," dedim sitemle. "Seni de kaybetmekten korkuyorum."

"Beni kaybetmezsin," sesi daha sakin, daha içerlenmiş çıkmıştı. "Beni kaybettirirsin. Gidersen, olmazsan ben tamamen kayıp olurum. Sana âşık olduğumda, seninle olduğumda yaşadığımı hisseden bir adamım. Sensiz olamam, bu saatten sonra asla."

Göğsüne kendimi iyice bastırıp, beline daha sıkı sarıldım. "Bensiz olamazsın zaten," dedim vurgulayarak. "İlacımı buldum, bırakmak gibi bir niyetim yok," dediğimde, hafif geri çekilip ona baktım. Çevrede gözlerimi gezdirdim. Kimse yoktu. "Eğilsene," başta sorgular gibi baktı ama diretmeden hafif eğildi. Dudaklarına küçük bir öpücük kondurup geri çekildim ve ondan önde ilerleyip, kan alma yazan yere doğru gittim.

"Bakıyorum iyi alıştın beni öpmeye." Esat'ın keyifli sesini arkamda duyuyordum fakat hiç ona dönmedim. Alışmış olabilirdim. Belki biraz ama boşa mı nişanlımdı? Ben öpmeyeceksem kim öpecekti. Sevgi kalbimin buzları nasıl bu kadar eritip, beni aptal bir aşığa çevirebilirdi?

"Öpmeyeceğim bir daha zaten," küskünce omuzlarımı oynattım. "Öpüşünce bir haller oluyor sana. Susmuyorsun yüzüme vuruyorsun."

"E kısa öpersen, konuşacak vaktim çoğalır, uzun öp konuşacak vaktim azalsın."

Adımları durdurdum. Ona doğru döndüm ve kınar gibi baktım. "Yemin ederim arsız bir adamsın," dedim ağzımla nıç sesi çıkardım. "Resmen beni tavlamak için şair olmuşsun, şimdi arsız oldun."

"Ben seni tavlayalı yıllar oldu yavrum, âşık bir adamın günahına girme," resmen kendini acındırıyordu. "Yılların özlemini gideriyorum işte. Bana yazık değil mi?"

Nedense, aniden üstüme çöken duygusallıkla dudaklarımı büküp, bir iç çektim. "Keşke yanında olsaydım Esat." Az önce çok mutluyken, şimdi ağlayacak kıvama gelmiştim. Geçmiyordu işte. Düşünmemeye çalışsam da çok eksiktik biz, çok fazlaydı acılarımız birer ağrı olup yokluyordu. "Seni taşırdım biliyor musun? Yürütürdüm hep. Daha erken yürürdün. Çok iyi bakardım sana. Ulaş bakamamış sana. Daha kaslıydın sen."

Esat, buruk bir şekilde dudaklarını kıvırırken bana doğru geldi ve yanaklarımı kavradı. Dudaklarımı sarkıtmış öylece bakıyordum. Birini sevişimin ilk ayı, her şeye de ağlayasım geliyor diye çığlık atmak istiyordum. "Benim güzel, güçlü, narin ama biraz da vahşi bebeğim," sesi kadife hissi verirken, benzetmeleri güldürdü. "Beni kalbinde taşı, gözlerinle uzun uzun bana bak ve daima bana doğru yürü. Bu bana bir ömür yeter. Derdi, kederi unutturur."

"Sen banasın gerçekten ya," yanağımı omuzuna yatırıp mırıldandım. "Valla başkasına olsan, koparırdım kafanı. Belki de koparmazdım ama bilmiyorum. Belki daha normal biriyle olmayı hak ediyordun ama ben de normal olurum. Düzelirim değil mi Esat?"

"Mehir," eli sırtımda gezindi. "Yapma. Böyle konuşma. Sen böyle konuştuğunda kalbime bir ağrı saplanıyor. Çok zoruma gidiyor hiçbir şey yapamamak."

"Tamam, özür dilerim," diyebildim hemencecik. "Tamam, gidelim, kan verelim. Doydum ben ilgiye."

Avucumu eline doğru kaydırdım. Ellerimizi birleştirdiğimde, elimin üstüne bir öpücük bırakıp, az önce gördüğüm odaya doğru götürdü bizi. Yaklaştıkça, geçen sefer gördüğüm Yağmur hemşireyi görmüştüm o da bizi görünce ilk ellerimize baktı. Çok tatlı kızdı aslında insanın yanında olduğunda bıcır bıcır enerjisiyle moralini yükseltecek türden ama beni yorarmış gibi hissediyordum bazen. Leyla ve Rutkay bana yetiyor ve artıyordu zaten. Odaya yaklaşınca gülmeye başladım. "Hayır, Yağmur, hamile değilim ya da bundan şüphe duymuyorum." dedim geçen sefere atıfta bulunarak.

Esat bir kaşını kaldırmış bana bakarken Yağmur utançla bakışlarını kaçırdı. "Ay valla öyle düşünmedim Esat Bey," dediğinde Esat da kendini tutamayıp hafif güldü. "Nasılsınız Mehir Hanım?"

"Sadece Mehir," rahatsızlığımı dile getirdim çünkü neredeyse aynı yaşlardaydık ve ikimiz de eşit bir konumdaydık. Onunla samimiyet kuran bendim hatta. "İyiyim Yağmur sen nasılsın?"

Bir bana bir Esat'a baktı. Esat ona gülümseyince utanç ve kendini kasma duygusu yavaş yavaş silik bir hale geldi. "Ben de iyiyim. Kan mı alınacaktı?"

"Maalesef."

"Umarım ciddi bir şey yoktur," dedi endişeyle. Endişesi samimiydi yüzünden okunuyordu.

"Ciddi bir şey ama hastalık kadar değil, boş ver," geçiştirme gereği duydum çünkü hala canımı sıkıyordu bu durum. Babam dediğim adama onun kızı olduğumu kanıtlamaya çalışan biriydim. Ne acınası. "Hızlı olur musun?"

"Tabii geçin siz," dediğinde Esat'ın avucundan elimi çekip, çantamı ona uzattım. Esat ilk çantamı aldı, daha sonra montumu çıkarmama yardım etti. Onu da bir koluna alıp, köşeye çekildi. Bu sırada telefonu çaldı fakat hemen kapattı. Ardından tekrar ısrarla çaldı. "Aç bence," dedim. Biliyordum ki ben git demediğim sürece gitmeyip, burada duracaktı.

"Kan alsın giderim," dediğinde hoşnutsuzca başımı salladım. "Çocuk değilim Zemheri," diye sitem ettiğimde itiraz edecekti ki, telefonu tekrar çaldı. "Hadi bak sen," dediğimde mecburen istemese de gitti. Arkasından bakan ben kaldım sadece. Uzaktaydı ama görünürden gitmiyordu. Bazen dönüp baktığı oluyordu.

Yağmur'un sesiyle gözlerimi ondan alıp, tepemde dikilen kıza baktım. "Gerçekten seviyor seni," kazağımın kolunu yukarı doğru sıyırdı. Ben tam cevap verecekken, gözleri koluma takıldı ve kocaman açıldı. "Bu izler nasıl oldu?!"

Bu çıkışı beklemediğim için, irkildim fakat ne olduğunu anlamamla utançla kolumu kendime doğru çektim. Esat bize bakmıyordu Allah'tan yoksa daha çok utanırdım. "Yağmur biraz sessiz olur musun?" dedim yüzümü buruştururken. Kolumda, morluklar vardı. İç dirseğimdi aslında. Esat görmüştü, herkes görmüştü ama biri odaklanıp, acır gibi baktığında ya da sorduğunda çok utanıyordum. Görmüş olsalar bile utanıyordum. Ben bu izlerin madde kullanmaktan olduğunu düşünüyordum çünkü halam öyle demişti ama bu izler büyük ihtimal Çağlar'ın bana klinikte enjekte ettikleri ve serumlar yüzünden olmuştu. Sık sık yapılınca derim çürümüş ya da tahriş olmuş gibi mor ve yeşil izler ve büzüşmelerle kötü duruyordu. "Tedavi süreci geçirdim, cildim hassas ama diğer kolum temiz oraya bak istersen."

"Nasıl bir süreç bu? Ağır geçmiş olmalı."

"Öyle," diyebildim. Bu sırada, odaya giren kişiyle dikkatimiz dağıldı. Esat sanıp, hızla toparlanmaya çalıştım fakat gelen kişi Esat değildi. Gelen kişi Pusat Dönmez'di. Yağmur ve ben şaşkınlıkla birbirimize baktığımızdan, onu inceleme fırsatı bulamamıştım ama gözümden kaçmayan bir şey vardı.

Pusat Dönmez ilk kez bu kadar dağılmış görünüyordu.

Onu tanıdığım ilk andan beri asla değişmeyen bir şeyi vardı. Bana olan içten gülüşü ve gülüşüyle parlayan kahverengi gözleri. Her gördüğümde bir takım elbise olurdu üstünde koyu renk. Kravatına kadar her şeyinin düzenine özen gösterirdi. Saçları her zaman taranmış olmanın verdiği düzlükle bir arada olur ve yüzü ferah dururdu. Bugün ise saçları dağılmış, kravat takmamış hatta gömleğinin ilk iki düğmesini açmış. Gözlerinde keder, yüzünde buhran vardı. Her gün beyazsa, bugün siyah olmuştu.

Biliyordu. Benden saklamıştı ve bugün patlak verdiğini biliyordu. Nasıl bana karşı bu kadar iyi olmuştu? Sevdiği kadın onu terk etmişti, başkasıyla evlenmişti. O evliliğin meyvesi bendim ve o benimle gayet iyi anlaşıyor ve konuşuyordu. Hiç mi canı yanmıyordu?

"Pusat Bey," dedim zayıf bir sesle. "Siz, neden buradasınız?"

Derin bir nefes aldı. Ama ne kadar alsa da yetmezmiş gibiydi. Yoksa toprağın altına giren sadece Meran Mirzan, hayır dedim içimden. Meran Karadağ değil miydi?

"Konuşabilir miyiz?" sesi yalvarır gibi çıkmıştı. İçimin acıdığından yüzümün buruştuğuna emindim. "Lütfen."

"Pusat Bey lütfen—" bu sırada Yağmur anlamış gibi, odadan çıkmıştı. Esat ise çoktan gelmişti. "Ne oluyor burada?" diye sordu sinirle fakat Pusat Bey'in halini görünce, o da şaşkınlıkla geri durdu.

"Küçük hanımla konuşmam lazım," diye belirtti Pusat Bey. "Tek başıma."

"Ben varken konuşun Pusat Bey," Esat'ın bunu onaylamadığı her halinden belliydi. "Gizli saklımız mı var?"

"Sana ne dediğimi hatırlıyor musun?" diye sordu Esat'a doğru. "Sen bana onu anlattığında ne dediğimi hatırlıyor musun?" dediğinde Esat bana doğru baktı. Tekrar ona döndüğünde burnundan soluyordu.

"Aynı değil."

"Sana biz seninle çok benziyoruz dedim," ikisine bakarken, ne düşünmem gerektiğini bilmiyordum. Kalbimde bir felaketin doğuşu vardı. Bir kaos. Hislerim birbirine karışmış ve bir ışık bekliyordu. Karanlıkta gürültüler olurdu çünkü kalbim şu an zifiri karanlıktı. Işık onlara görüntü verirse, belki dinerdi. "İkimiz de gece karası saçların, bir çift mavi gözün dev dalgalarında boğuluyoruz demiştim. Ben toprağa gömdüm, Allah sana yaşatmasın demiştim. Sen ise bazı ayrılıklar ölümden—"

"Emin olun hatırlıyorum," daha fazlasını duymak istemiyormuş gibi. Ama ben duymak isterdim. Esat'a yaşattıklarımı duyup, utanmak isterdim. "Sadece beş dakika sonra odaya girer onu alırım. Umurumda olmaz."

"Beş dakika," dedi şükür eder gibi.

Esat bana doğru döndü. "Son söz senin. İstemiyorsan, hemen çıkarırım," dediğinde, bir an bana sormayacağını düşündüğüm için kendime kızmıştım. "Sorun değil, seslenirim," diyebildim sadece. Başını sallayıp son kez bize baktıktan sonra çıkıp, kapıyı kapattı.

"Sizi dinliyorum," dedim duvara yaslanmış sadece başını öne eğen adama bakarken. "Belli ki duymuşsunuz bir şeyler. Ne oldu kandıramayacağınız için mi üzgünsünüz?"

Hızla başını kaldırdı itiraz etmek ister gibi ama bakışları kolumda takıldı. Gördüğüyle daha dik bir konuma gelip kaşlarını çattı. Utançla kazağı çekip kolumu kapattım. "O izleri yoksa baban denen—"

"Konumuz bu değil!"

"Sana vuruyor muydu?"

"Evet ya da hayır," dedim bıkkınca. Bu konuyu konuşacağım biri değildi. Ne düşünmemi bekliyordu ki? Vurdu desem, annemin yerine tercih ettiği adama bakıp övünecek miydi kendisiyle? "Bu sizi neden ilgilendirsin?"

"Mehir, hakkımda ne düşündüğünü tahmin edebiliyorum ama öyle değil," kollarımı göğsümde birleştirip tepkisiz bir halde dinledim onu. "Sen annen hakkında bir şeyler duymayı kaldıramayacak kadar kırılgandın. Ama ona o kadar benziyordun ki, ona bu kadar benzeyen canından kanından birine istesem de kötü davranamaz, soğuk duramazdım. Annen insanın içini ısıtan bir insandı, senin gibi."

"Benim onunla hiçbir alakam yok," babam öyle demişti. Annem eşsiz bir kadındı ve ben ona benzeyemezdim. Babam bunu derken, bir yabancı neler diyordu.

"Emin ol var," diyerek karşı çıktı bana. "Gönül gözü yalan söylemez."

"Onu hala seviyorsunuz gibi konuşuyorsunuz," yutkunmak bile zordu. "Yapmayın bunu bana Allah aşkına. Yapmayın. İzleri soruyorsunuz mesela, gidin kardeşinize sorun. Bu kıza ne yaptınız siz deyin. Pusat Bey ben herkesin bir kenara ittiği kızım. Beni ortaya alıp, gün yüzüne alıştırmayın."

"Sen gecenin bir parçasısın," gün yüzü göremezsin der gibiydi. "Orada da nefes alır, ışığını bulursun. Annen orada hep senin için."

"Sizinle onun hakkında konuşmayacağım."

Elini ceketinin cebine attı ve bir zarf çıkardı. Ben merakla ona bakarken, "Bunu ona yazmıştım," dedi. "Onun hakkında konuşmayacağım şunu bil, ben yıllar önce bir üniversitenin bankında bir piç gibi ortada bırakıldım. Yuvam dediğim kadın gitti ve yıllar sonra döndüğümde, evli ve hamileydi. Kan verme Mehir çünkü ben senin baban olamam, kahretsin ki olamam." Zarfı bana doğru uzattı. "Bu mektubu okursan, anlarsın. Bu mektubu yıllar sonra Tekirdağ'a dönüp onu gördüğüm ilk gün, yılların acısıyla yazmıştım. Okusun ve bilsin istemiştim. Şimdi oku ve anla ben kötü biri değilim. Cidden değilim."

"Mektup," çekingen bir tavırla elimi uzatıp sararmaya yakın zarfı aldım. "Neden sizde peki?"

"O gün," dediğinde nefessiz kalmış gibi derin nefesler almaya çalıştı. Acıyla gözlerini yumdu. "Öldüğü gün. Saatler önce bana geldi. Yardım istedi, senin için. Gizlice çantasına attım mektubu fakat o saatler sonra öldü. Okuyamadan öldü. Cenazesine geldiğimde, teyzen verdi bana, özelin dedi. Seni gördüm biliyor musun? Teyzenin kucağında, sürekli ağlıyordun. Herkes feryat figandı ama sen sanki annesiz kaldığını biliyor gibi sürekli ağlıyordun. Teyzenin ağlamaktan ruhu çekilmiş kucağında ağlamaktan çatlayan seninle öylece oturuyordu. Yalvarıyordu sana ama aynı zamanda senin için de üzülüyordu."

Ağlamamak için dudaklarımı ısırıyordum ama boğazım ve gözlerim yanıyordu. Annesizliği hissetmiş gibi hiç susmayan o kız çocuğu, bendim.

"Seni kucağıma aldım, sustun. Teyzen şaşkınlıkla bana baktı. O gün ilk kez, isyan ettim. Meran giderken bile etmediğim isyanı o gün ettim. Neden benim kızım değilsin diye," gözleri kıpkırmızı olmuştu. Benden kaçırsa da farkındaydım o da ağlamak istiyordu. "Baban geldi, seni benim kucağımda görünce celallendi aldı hemen. Teyzen onu kınadı, yüzüne bakmadığın kızı şimdi mi görür oldun dedi. Kovuldum o cenazeden. Herkes babana başın sağ olsun derken, ben uzaktan izledim sevdiğim kadının gidişini. Bir yabancı gibi köşedeydim. Benim başım sağ olmadı, kimse de demedi. Deseydi de olmazdı sevdiğim kadın ölmüştü benim."

İlk kez anneme duyulan sevgiyi hissediyordum. Babam hiçbir zaman hissettirmemişti. Belki de babamla mutlu değildi ve boşanıp onunla yeni bir hayat kuracaktı. Ben o şansı elinden almıştım. Ben olmasaydım, yaşardı. Bu adam bu enkazla kalmazdı. Seviyordu hala, hem de deliler gibi. Bir insan nasıl yıllarca böylesine bir sevgiyi içinde taşırdı. Bir sevda, o dik duruşa nasıl kambur getirebilirdi?

Oturduğum yerden ayağa kalktım ve ona yaklaştım. Titreyen elimi kaldırıp, onun bir omuzuna koyduğumda şaşkınlıkla bana baktı. "Başınız sağ olsun Pusat Bey," dedim hiç düşünmeden. Bu cümleyi, bana da kullanmamışlardı. Hep yazık, annesiz kalmış demişlerdi ama bir başın sağ olsun dememişlerdi. Onu anlayabiliyordum.

"Senin de başın sağ olsun," dediğinde artık ağlıyordu. Ben de ağlıyordum. "Sen sağ ol kızım."

Ona sarıldım. Onunla annem için ağladım. Babam ya da bir başkası umurumda değildi. Etikmiş değilmiş, o bile umurumda değildi. İnsanları dinleyerek ne kadar yaşanırdı ki? Kim anlardı annesiz Bir kızın acısını, kim anlardı sevdiğini kaybetmiş bir adamın acısını? Hiç kimse. Anca yargılarlardı. Tıpkı babam gibi yargılarlardı.

Ondan ayrıldığımda, "Ben gitmeliyim," dedim ve yangından mal kaçırır gibi odadan çıktım. Kapıyı kapattım çünkü onun da toparlanmaya ihtiyacı vardı.

Esat resmen kapının önünde nöbet tutmuştu çıkar çıkmaz beni fark etti. "Lütfen bir şey sorma olur mu? Anlatacağım söz ama şimdi değil lütfen," dediğimde, bir şey demedi. Montumu giymem için tuttu. Montumun içinde kalan saçlarımı çıkarıp, düzeltti ve daha sonra çantamı verdi. Ben çantamı alırken, bileğimden beni çekip, başımı göğsüne bastırdı ve beni sımsıkı sardı. İhtiyacım olan şeyi biliyordu. Her zaman bilirdi.

"Annemi o kadar sevmiş ki," sesim boğuk çıkmıştı. "Beni de sevmek zorundaymış gibi davranıyor. Anneme olan sevgisinin, onun canından bir parçaya saygı olarak düşmesi canımı yaktı Esat."

"Sevmek bu Mehir, gerçekten seven birinin davranışlarını cımbızla seçersin ama anlarsın," başımın üstüne dudaklarını bastırdı. "Annen neden terk etti bilemeyiz, bir hikâyeyi tek pencereden görüp, yorumlayamayız."

"Bu hikâyenin sonu, ucu açık kalacak," dedim fısıldar gibi. Çünkü annem ölmüştü benim. Duyamazdım sesini.

"Bazı hikâyeler, buna mahkûmdur," dediğinde o da sır verir gibiydi. "Mahkûm eden, iki taraftan birinin korkak olmasıdır."

"Ya mecbursa?"

"Bak bu da hikayeyi her pencereden görmek gerektiğinin kanıtı," geri çekilip yüzüme baktı. Alnımı öptükten sonra, "Ateşin var gibi," dedi. Şüpheyle elimi alnıma götürdüm. Son zamanlarda hep yorgun hissettiğim için normal sandığım yorgunluğumu ateşim desteklerse, hasta olabilirdim evet.

"Rutkay aradı, dükkânlarının açılışını yapacaklarmış al gel Doğan ve Mehir'i dedi ama kötüysen gitmeyelim."

"Hayır, gidelim," diye itiraz ettim anında. "Onları böyle bir günde yalnız bırakamam."

"Peki," kabanımın düğmelerini yavaşça kapattım fakat kayışını bağlamaya üşendim Esat, kayışından tuttu. Beni kendisine doğru yaklaştırıp bağladı. "Gidelim."

"Hastaysam sen de hasta olacaksın bu gidişle çok yakınız," diyerek uzaklaştım ondan. Arkamdan kahkaha attığını duymuştum. "Bakmam sana, kendime zor bakıyorum."

"Ben bize bakarım, sen merak etme."

"Elimi sıcak sudan, soğuk suya da sokmaz mısın?" dedim alayla. Tamamen alışılmış laflara atıfta bulunmuştum.

"Sokmam tabii," o ise ciddiyetle yanıtladı. Yanıma yaklaştı ve bir elini omuzuma atıp, beni kendisine doğru çekti. "Ilık suya sokarım, ortası bence gayet iyi."

Dirseğimle, karnına vurduğumda hem gülüp hem acıyla inlemek arasında gidip geldi. Gözlerimi devirdim. "Ben de bana ev işi yapmazsın diyorsun sanıyorum."

"Zaten yapmazsın Mehir," omuzumda olan kolu sayesinde, eli yanağıma çok yakındı ve Esat, çenemi okşuyor ya da parmaklarını yanağımda gezdiriyordu. Dokunmasa, az uzaklaşsam delirecekti sanki. "Ev işi yapmak gibi bir görevin yok. Zorunda da değilsin oldu da yaptın ben de yardım ederim. Hayat müşterek sonuçta değil mi?"

"Evlenecekmişiz gibi konuştun."

"Sonsuza kadar nişanlı kalacak değiliz," sessiz kaldım. Sessizliğim onu korkutmuş olacak ki, "Değil mi?" diye sordu şüpheyle. Bu hali biraz eğlenceliydi. Eğlensem ne olurdu ki? Yine cevap vermedim. Omuzumu sarstı.

"Onu boş ver şimdi," dedim sıkıntıyla. Bu hastanede hiç iyi anılarım yoktu ve aklıma bir tanesi daha gelmişti. Düşen bir hemşire, düşürdüğüm bir hemşire. "Şu hemşire ne oldu? Durumu stabil mi?"

Durdu. Adım atmadı ve omuzumda olan kolunu çekti. Anlamalıydım ki bir sorun vardı. Ben katil olmuş olamazdım değil mi? Bunu kaldıracak gücüm şu an yoktu. Esat sıkıntıyla bana baktı. Bu içimi çalkaladı. Kesinlikle durum kötüydü. "Onu kaybettik," gözlerim kocaman açılırken, elim ağzıma gitti ve şokta kaldı. "Dur beni dinle!"

"Katil oldum ben!" Gözlerim dolarken, geriye çekildim. Kendimi korumuş olsam bile, katil olmuştum ben. Nasıl yaşardım böyle? Müge'nin katilini bulup, intikam almak isterken katil mi olmuştum?

"Sen yapmadın!" diye bağırdı. Etrafa baktı ve beni köşeye çekti. "Aras kayıtlara baktı. Sana da izleteceğim. Onu sen düşürmemişsin. O dengesini sağlamış, sana adım bile atacakmış ama köşede biri var. Tamamen siyah giyinen biri onu görür görmez, aşağı atmış kendisini."

"Sen ciddi misin?" Sevinecek bir durum yoktu ama gerçekse, bu beni katil yapmaktan kurtarır mıydı? "Otelde bana enjekte eden kişi de—"

"Evet," diyerek böldü lafımı. "Peşimizde olabilir. Her kayıta bakacağım. Gittiğimiz her yere bakacağım. Öyle biri var mı, yok mu göreceğim. Bu dönem daha dikkatli olmanı istiyorum senden tamam mı?"

Başımı salladım, bu sırada ilgimi köşeden bize bakan kız çekti. Benim kabul günümdü bugün sanırım. Çünkü o kız tam şu an bize doğru geliyordu. Melisa, benim lise hayatımın bir başka parazitiydi. Haftalar önce onun sayesinde, bir şeyleri hatırlayacak kadar tetiklenmiştim. Bana belki de tek yararı buydu fakat onun beni bu kadar tetiklemesi, benim için acınası bir durumdu.

Liseli o kızın hayatında çok fazla acınılacak durum vardı. Sonuçta ben kimsenin okula gelmediğinde mutsuz olacak kadar yakın arkadaşı olmamıştım. Kimseyle voleybol oynayıp, kantin sırasında dedikodu yapmamıştım. Beden derslerinde gırgır şamata yapıp, hocadan azar yememiştim. Arkadaşlarımla koridorda geçip, birine vurulmayı geç, ben koridorda rahatça bile gezememiştim. Törenler, geziler, etkinlikler hiçbirine katılmamıştım. Bunların hepsini benden, hayatında öfke duyduğu bir şeye gücü yetmeyenlerin annesiz bir kızı güçsüz görüp psikolojik şiddetle etkisiz hale getirebilme gücüne inanan sorumsuz ailelerin, sorunlu çocukları almıştı.

Biri de bize doğru gelen, Melisa'ydı.

"Bugün benim kabul günüm," çenemle Melisa'yı gösterdim. Esat bıkmış bir halde ona döndü. "Tek tek geliyorlar."

"Geldiği gibi de gider," dedi öfkeyle. Öfkesi Melisa'ya olsa bile, ona zorbalık ya da saygısızlık yapmazdı. Belki laf sokardı, ters olurdu ama bu ileriye götürmezdi. Gidemezdi de, karşısında dururdum çünkü. Bizim onlardan farkımız vardı. Kendimize saygımız da öyle.

"Merhaba Esat Bey," dedi saygıyla. Esat'ı görünce gözlerinde, yıldızlar birikmişti. Esat bana dönünce, hayal kırıklığı ile bana döndü. "Merhaba Mehir nasılsın?"

"Ne var Melisa?" Sesim, bırak da gideyim der gibiydi. Biliyordum çünkü onunla samimiyet seviyemi. Biz birbirimizi görünce merhabalaşacak insanlar değildik aksine birbirimizi gördüğümüzde yolumuzu değiştirecek insanlardık. Belki de ilk sefer yolumu değiştirmememden yüz bulmuştu ama bilsem bakar mıydım?

Bana bakmadı, Esat'a doğru baktı. Ona bu kadar saygılı davranma amacı aslında çıkar için olduğunu ele veriyordu. "Müsaade ederseniz, Mehir ile iki dakika konuşabilir miyiz?"

Esat, soğuk bir sesle "Ona sordun mu?" diye bir soru yöneltti. Melisa ondan çıkış değil de kibar bir tavır bekliyor olacak ki, bozguna uğradı. "Benimle değil, onunla konuşacaksın neden ilk ona sormadın?"

"Siz gitseydiniz ben zaten—"

"Müsaade istemek için önce yapacağın eylemin istenip istenmediğinden emin olman gerekir." Esat küçük bir çocuğa ahlak öğretiyormuş gibiydi. "Ve sen konuşacağın kişiye saygı bile duymuyorsun. Art niyet aramalı mıyım?"

"Hayır," dedi telaşla. Başını iki yana sallayıp bana baktı. Belli ki destek bekliyordu ama çok beklerdi. Çocuk değildim ve neyin ne olduğunu gayet anlıyordum. En azından artık anlıyordum. "Tabi ki hayır, sadece Mehir'in rahatsız olmasını istemedim."

"Neden rahatsız olayım?" Kollarımı göğsümde bağladım.

"Belki lise ile ilgili konuşacağımı ya da konuyu belirtmemi istemezsin diye düşündüm," sesindeki imayı hissedebiliyordum. Kastettiği şey Esat'ın yanında o günleri konuşmak istemeyeceğimdi ama Esat çekineceğim biri olmaktan uzaktı artık. Bir şeyler saklamak istemiyordum.

"Konuşabiliriz," dedim rahat bir tavırla. Melisa ne dediğimi anlamamış gibi tek kaşını kaldırıp bize doğru baktı. Bu çıkışı beklemiyordu beklediği benim liseyi duyduğum az korkmam ve konuyu değiştirmemdi. "Nişanlıyız biz Melisa, elbette çoğu şeyimizi biliyoruz birbirimize dair. Bunu sorun edecek değiliz."

"Yine de," pes etmişti ve artık sesi daha güçsüz çıkıyordu. Üzülme Mehir diye geçirdim içimden. Senin sesinde o gün güçsüz çıkıyordu, üstelik sen ayaklarına kapanmıştın. O sana acımadı. Şimdi suçun bile yok. "Tek konuşabilir miyiz?"

Melisa'nın pes etmemesi beni meraklandırdı. Sessizce bize bakan Esat'a doğru döndüm. "Sen arabayı kapıya getirir misin? O sırada konuşalım biz," çantamı ona doğru uzattım. "Çantamı da alır mısın?"

Esat şüpheyle ikimize baktı. Ben ona gülümseyip, sorun yok demek isterken benden gözlerini kaçırdı. "Telefonunu al o zaman," dedi sessizliğini bozarak. Çantamdan telefonumu çıkardığımda, gönülsüz bir halde gitmeye hazırlandı. "Dışarıda olacağım," dedikten sonra saçlarıma bir öpücük bırakıp gitti. Şimdi Melisa ve ben onu izliyorduk. Hadi ben izliyordum da bu kız neden izliyordu?

"Seni dinliyorum," bir ikazda bulunma gereği duymuştum çünkü Melisa hiç konuşacak gibi durmuyordu. Esat tamamen gözden kaybolduktan sonra bana doğru döndü.

"Burada mı konuşacağız?"

"Nerede konuşacaktık?" diye çıkıştım. "Çünkü biz seninle oturup karşılıklı kahve içecek insanlar değiliz."

"Belki de artık olmalıyız, ödeştik sonuçta değil mi?" Kaşlarım çatılırken, ne dediğine anlam veremeden ona baktım. O da anlamış gibi devam etti. "Ben yıllar önce senin o okuldan gitmene sebep oldum, sen de bugün benim burada işe girmemi engelledin. İkimiz de birbirimizin hayatlarına dokunmuş olduk."

Dudaklarımdan histerik bir kahkaha firar etti. Ciddi olduğunu düşünmemek istedim ama o gayet ciddiydi çünkü kahkahama öfkelenmişti. İnsanların değişebileceğine inanan biriydim ama karşımdaki kız değişmezdi, beni şaşırtmamıştı. "Şaka yapıyorum de," dedim dehşet içinde. Ama şaka olmadığı çok açıktı. "Bu kadar korkunç biri olduğunu unutmuşum."

"Ben senin kin tutan biri olduğunu unutmamışım."

Çünkü unutmak bana mahsus.

"Bak Melisa, seninle burada atışmak beni anca liseye götürür ve sen de biliyorsun ki, sayenizde berbat bir lise hayatı geçirdim," sözlerimi onun kafasına atıyormuş gibi hırslıydım aslında. "Fakat ben ona rağmen, asla senin hayatını etkileyecek bir kararda söz hakkında bulunmam. Bence bana kin tutmak yerine, neden yetersiz görüldüm diye düşün."

"Senin salak mı var karşında?"  Bu da soru muydu? "Adam sana deliler gibi âşık, gözlerime bile bakmadı, sana ihanet edecekmiş gibi. Sence geçmişi bile bile beni işe alır mıydı?"

"Bu benim suçum mu?" dediğimde, yine alayla gülüyordum. Kendimi tutuyordum gülmemek için ama olmuyordu. Her dediği komik geliyordu. "Lisede korkunç biri olmanın benimle bir alakası olduğunu sanmıyorum. Üstelik Esat, emin ol iş ve aşkı karıştırmayacak bir adam. Herkesi baban gibi sanmamalısın."

"Sen ne saçmalıyorsun?" dediğinde yüzünü buruşturdu. Her şeyin farkındaydı ve bu konuşmanın sonunda konuştuğu için pişman olacak kişi kesinlikle oydu. "Babamla ne alakası var?"

"Kızına olan aşkı ve işini her zaman karıştıran biri değil miydi baban? Baban sayesinde, okuldan atılman gereken durumlarda kurtulmadın mı?"

"Bu konulara girme."

"Çoktan girdik," dedim hırsla. Hafif geri çekilip ona doğru baktım. Gözlerindeki duygu, beni tahrik etmişti. Korku. Aradığım şeydi. "Hatırlıyorsun değil mi? Sana o gün yalvarmıştım. Seninle her zaman kavga eden ben, o gün ayak bileğinden tutup sana yalvarmıştım. Korktuğun birisinin eline, beni bırakma demiştim."

"Gücüm yetmezdi!"

"Bir kez bana düşman olmak yerine yanımda olsan yeterdi!" Bağırdığım için bir kaç kişi bize dönmüştü. Utançla ona doğru yaklaştım. "Ben o gün, sadece Gizem için değil. Senin için de susmamıştım. Çağlar hem o kızı, hem seni taciz ediyordu. O kız bursluydu, ailesi için bu okula katlanıyordu peki sen? Neden sustun Melisa, hadi korktun ama ben sizin için çabalarken sen beni onun ellerine bıraktın! Yalan ifade verdin!"

"Mecburdum tamam mı?" Ağlıyordu. Şaşkınlığımı gizleyemeden ona baktım. Ondan bunu beklemiyordum. Çünkü geçmişteki o kız, kötülükleri yaparken sonuçlarının bedeli asla ödemeyen bir kızdı. "Babam için yaptım! Babamın işleri kötüye gidebilirdi!"

"Babanın işleri için ailecek bir kızın lise hayatını çaldınız!" diye haykırdım. İnsanlar duyabilirdi umurumda değildi. Ben hep mağdur olmuştum, susmuştum buna rağmen. Konuşsam belki de olmazdım. "Her gün, her gün bir canavar gibi baktınız bana. Ben ona rağmen senin tacize uğramana susmadım. Susulmaz çünkü buna ben susarsam, sen susarsan bu gemi yürür mü? Aksine, başkalarının da canı yanardı. Sen ne yaptın? Gelebildiğim ilk okul gezisinde, beni tekrar onun eline attın. O karanlık odada sana yalvardım diye o gün, öylece kaldım fakat sen benim ölüm fermanımı yazdın!"

"Mehir," dedi ağlarken kesik kesik. "L-Lütfen, yalvarırım."

"Bana tecavüz edecekti," diyebildim zar zor. Nefesim kesiliyormuş gibi hissederken, Melisa yüzünden bir kez daha tetiklendiğimi fark ettim. "Ben yaşayamazdım, kendimi korumak zorundaydım. Bana tecavüz edecekti! Kafasına taşla vurmasaydım, yapacaktı. Sen o ağacın arkasından izledin, sonra ne yaptın? Yalan ifade verdin!"

"Babam beni yaşatmazdı," başını iki yana salladı pişmanlıkla. Ellerini bana doğru uzattı fakat tiksintiyle geri çekildim. "Mehir, affet beni lütfen!"

"Senin babandan korktuğun o durumu ben yaşıyordum," dudağım acıyla kıvrıldı. "O hafta neden okula gelemedim biliyor musun? Babam sana inandığı için o gün ilk kez bana şiddet uyguladı."

"Ben yemin ederim çok pişmanım Mehir," hıçkırıklarının arasından konuşuyordu. Bir gözyaşı bile kalbime dokunmuyordu. Kalbim taştan değildi ama ona karşı nasır tutmuştu. "O gün Çağlar bana dokunacaktı, eğer seni yalnız yakalamasını sağlamasaydım. Bana dokunacaktı, babamın anlaşmasını bozacaktı. Mecburdum ama çok pişmanım."

"Umurumda değil!" Sesim yeterince soğuk çıkmıştı. "Seni affetmiyorum Melisa, affetmeyeceğim de. Sen de kendini affetme. Oldu ki, affetmeyi düşündün hatırla. Lisede, senin için susmayan ama sen tarafından o canavarın eline atılan kızı hatırla. Senin yüzünden neredeyse tecavüze uğrayacakken, kendisini kurtardığı için yalan ifadeler yüzünden babasından tekmeler yiyen kızı hatırla. Senin bir af ile geçer sandığın olay benim hayatımın üstünden geçti. Her şeyimi basamak basamak kaybettim. Bir basamak da sendin."

Ona daha fazla bakmadan, çıkışa yöneldim. Onun da suçu vardı. Bugüne gelmemde herkesin suçu vardı. Basamak basamak demiştim bitmeyen uzun bir merdiven her adımım biri beni itiyor ama ben çırpınıyorum. Annesiz ve teyzesizliğe rağmen on altı yaşıma kadar çıkarmışım kendimi en üstte ama hepsi itmiş beni o merdivenlerden. Yuvarlanmamışım da direnmişim çünkü sonuna kadar ama gücüm yetmemiş. Basamaklar bittiğinde ise gözlerimi bembeyaz bir odada açmışım. Halam bana sen bağımlıydın kriz geçirdin demiş, doktorlar ilaçlar unutkanlık yapabilir diye avutmuş. Oysa ne bağımlıymışım ne de ilaçlar vurmuş. Her şey bir oyunmuş ben ise bir kukla. İplerimi ise en gaddar insanlar tutmuş, kaleme ise cellatım vurmuş.

Esat için hain olmuşum. Esat'ın bugün sonuna kadar açmış olduğu kapıları, geçmişte aralık bırakan bendim. Her şeyi ben yapmışım. Birileri için yapmış olmam, bedel ödememi engellememiş. Olsun, bu da olsun.

Hızla dışarı çıktığımda, Esat ve Doğan Bey arabanın önündelerdi. İkisinin benzer hiçbir noktası yoktu boyları ve üstlerine geçirdikleri jilet gibi siyah takım elbiseleri dışında. Kuzenlerdi bu bilgi hala bana garip geliyordu. Aynı zamanda Aras da Esat'ın kuzeniydi. Onların arkadaşlığını bile garipserken, kuzen çıkmış olmaları hayatımın şoklarından biriydi. Doğan Bey sadece tabletinin ekranına bakıyor arada Esat'a bir şeyler anlatıyordu. Esat bileğine taktığı siyah tokamla oynuyor onu bıkkınca dinliyordu. Yavaş adımlarla onlara doğru ilerlediğimde Esat beni hemen fark etmişti.

"Gidelim mi?" diye sordu sadece. Melisa ile ne konuştuğumu merak etmiyor muydu? Sormasını zaten istemiyordum şu an ama yine de ilgimi çekti. "Doğan'da gururlu bir abi olarak geliyor bizimle."

Doğan Bey'e doğru bakıp gülümsedim. "Merhaba Doğan Bey nasılsınız?"

"Fazla yoğun," dedi anında birisinin bunu sormasını bekliyormuş gibi. "Yolda bile çalışacağım. Aras için katılmaya çalıştım."

"Yılın abisi ödülünü veririz tamam," diye homurdandı Esat. Bir elini sırtıma koyup, beni hafif kapıya doğru ittiğinde kapıyı açıp arabaya yerleştim. Doğan Bey arka koltuğa binmişti o sırada. Hepimiz yerimizi almıştık da aklım Esat'ın kurduğu cümlede kalmıştı. O da abiydi. Zeynep yoktu belki ama benim için her zaman en iyi abi o olacaktı. Aytuğ da vardı tabi ama o bazen fazla huysuzdu. Zirveyi bu yüzden Esat ile paylaşacaktı. Kendisi kaybetmişti. Esat arabayı çalıştırırken dikiz aynasından arkaya baktığımda Doğan Bey'in kesintisiz çatık kaşlarla tabletine baktığını gördüm.

"Neden bu kadar yoğunsunuz acaba?" diye sordum ani bir merakla. "Fazla stresli duruyorsunuz."

Kafasını tabletten kaldırıp aynadan benimle göz göze geldi. Esat tamamen yola odaklanmıştı. "Yeni bir terapist alınacak, iş arkadaşım doğum iznine ayrıldı. Çok fazla başvuru var hepsi emek vermiş, başarılarını kanıtlamış insanlar fakat bu durumlarda küçücük bir nokta ile bir adım önde olanı bulmak gerekir. Bulamıyorum."

"Zor olmalı," dudaklarımı büküp, başımı salladım. Aklıma Müge gelmişti istemsizce. Yaşasaydı ve onu o klinikten kurtarsaydım Doğan Bey ile çalışırdı belki. O da çok iyiydi başarılıydı da, hırs yaptı mı başaramayacağı şey yoktu. Belki, beni kurtarma isteği de hırs olmuştu ve onu böyle kaybetmiştim. Benim yüzümden, benim için. Neden benim için? "Müge yaşasaydı, size harika bir iş arkadaşı olurdu."

Esat söylediğimle göz ucuyla bana baktı. Dolu gözlerle gülümsedim. Hayatın devam ettiğini en çok gözlerim doluyken gülümsediğimde anladım. İçim kan ağlarken, dışa vuramadığımda anladım.

"Eminim olurdu," dedi Doğan Bey hüzünle. "Onun hakkında çok fazla şey duydum. Zeynep'in tedavi döneminde tanışmak isterdim ama kısmet olmadı."

"Duyduklarınız kadarıyla," sorduğum soru için kendimi tokatlamak istiyordum. "Müge sizce onlardan biri olabilir miydi?" Olabilir derse, karşıma aldığım kişilerden olmasından korkuyordum.

Merakla nefesimi tutmuş, cevabını bekledim. O da derin bir nefes aldı. Esat tepkisizdi.

"Müge'nin kötü biri olmadığının farkındayım," dedi tok bir sesle. "Aynı zamanda Müge'nin bir ışık olmak isterken, yanan bir kibrit çöpü olduğunun da farkındayım. Işık olsaydı, sadece çevresini aydınlatacaktı ama o bir kibrit çöpü olup, yanmaya yüz tutmuş meşaleleri yaktı. Artık her yer aydınlıktı ama Müge yoktu. Ve o bunu biliyordu."

"Bile bile, kendini yaktı mı yani?" diye sordum. Sanki bilmiyordum ama kabullenmek istemiyordum ben. Müge'nin bizim için kendini feda ettiğini bilmek aldığım her nefesi zehir ediyordu bana.

"Sence hepimiz kendimizi bile bile yakmıyor muyuz?"

"Yine başlama," diyerek bir cevap vermemi engelledi Esat. "Konuyu ne oraya çekiyorsun?"

"Soruyorum, neden sinirleniyorsun?" diye sordu rahat bir tavırla Doğan Bey. "İki lafın belini kırmayalım mı biz?"

"İki lafın belini mi kırarsın yoksa bana kafanı mı kırdırırsın bilmiyorum orasını," diye homurdandı Esat. "Zaten abi kardeş delirtiyorsunuz beni."

Ben Esat'ın bu huysuz haline gülerken, Doğan Bey resmen kahkaha atmıştı. Hepimiz kendi yönümüze bakarken, aynı anda üçümüzün de telefonuna mesaj sesi gelmişti. Biz birbirimize bakarken, "Ben bakayım," dedim onların meşgul olduğunu ele alarak. Çantamdan telefonumu çıkarıp, yüzümü okutarak kilidi açmamla bildirimler üst üste yağdı.

Rutkay Saçu Torbacılar ve olmayanlar grubuna sizi ekledi.

Rutkay Saçu: Selam Torbacılar ve olmayanlar.

Rutkay Saçu: Bugün açılış yemeğimize bekleniyorsunuz.

Rutkay Saçu: Aynı zamanda Tolga iddiayı kaybetti. Söylemek istedim.

"Tolga abi iddiayı kaybetmiş," diye mırıldandım ekrana bakarken. "Ne iddiası bu?"

"Siktir ya," diye homurdandı Esat, daha sonra bana döndü hızla. "Affedersin sana demedim. Tolga'ya dedim," dediğinde Doğan Bey kıs kıs güldü.

"Onu anladım zaten," telefonumun ekranını ona doğru çevirdim. "Ne iddiası bu?"

"Tolga gerzeğinin işleri ya," diye sinirle soludu. "Dünya kupası ile ilgili boş bir muhabbet. Kesin konuşup Doğan ve beni kefil gösterdi. Yanılmış."

"Nesine girdiniz peki?"

Esat, Doğan'a döndü, sonra tekrar bana döndü. Ofladığında merakım iyice arttı. "Rutkay uzuneşek oynamak istiyor," dedi ağzının içine doğru. Bir ona, bir Doğan Bey'e baktım.

"Anlamadım?" dedim saf bir tavırla. "Siz şimdi iki metre takım elbiseli adamlar uzuneşek mi oynayacaksınız?"

"Rutkay 1.80," dedi Esat rahat bir tavırla. Ciddi misin der gibi ona baktığımda umursamaz bir tavırla omuzlarını silkti. "Benim suçum yok tamam mı? O arkadaşın sürekli bize meydan okuyup yeniliyor şimdi de bunu istedi."

"Sen de kabul ettin yani," dedim onu suçlar gibi. "Esat yirmi yedi yaşına gireceksin farkında mısın?"

"Ben yirmi yedi olacağım da Rutkay yedi mi olacak ben ne yaptım?"

"Sitem etme bana!"

"Mehir tamam ya," dedi tekrar kendini geriye doğru çekerek. "Alt tarafı eşeğe bineceğiz biraz abartmıyor musun?" Koluna bir çimdik atmamla yüzünü buruşturdu. Doğan Bey konuşmuyordu bile. Geri kalan tüm yol benim söylenmem, Esat'ın çocuk gibi karşı gelmesiyle geçmişti. Sonunda bir ara sokağa girip, park ettiğinde arabadan indim o da ardımdan inmiş en arkada Doğan Bey geliyordu.

Önümüzde gördüğümüz yerin henüz bir tabelası yoktu ama dışı bordo ve haki yeşil renklerinin ağırlıklı olduğu ve cam kısmında birçok dövme resminin olduğu bir yerdi. Birkaç dövme sanırım Aras'a aitti çünkü onun koluna benziyordu. Hepsi çok güzel duruyordu. Sırayla içeri girdik. Ulaş ve Leyla bir köşede oturmuş kahve içiyor. Aras ve Aytuğ bilgisayarlarına bakıyorlardı. İçerisi daha koyu tonlarda ve daha karamsar bir havaya sahipti fakat duvardaki tablolar, mini bar ve köşeye konulmuş langırt. Burası tam gelinecek adres olmuştu.

"Selam!" dedim neşeyle etrafı incelerken. Beni ilk gören Aytuğ oldu bana sarılıp öptükten sonra, Esat ve Doğan Bey ile selamlaştı. Aras ile de kısa bir sarılma yaşadıktan sonra yeşil üçlü koltuğa çöktüm.

"Değmiş o kadar masrafa," dedi Doğan Bey ve Aras'ın omuzuna kolunu atıp ona gülümsedi. "Sağ ol abi," dedi mutlulukla Aras.

"Nereden çıktı bu fikir?" diye sordum merakla.

"Aras ve Rutkay dövmelerden konuşurken açıldı lafı ben de yatırım yaptım işte." Aytuğ basite indirgeyerek açıkladı. Ona başımı sallarken, havadan sudan bir muhabbet dönmüştü. Aras, Defne ve Rutkay'a bakmaya çıkmıştı. Anladığım kadarıyla onlar pasta almaya gitmişti. Doğan Bey ve Aytuğ bilgisayarla uğraşıyordu. Bakışlarım köşede duran langırta takıldı. Staj günlerimde az oynamamıştım. Esat'a doğru döndüm. "Langırt oynayalım mı?"

"Oynayabiliyor musun?" diye sordu. Hızla başımı salladım. "Nesine oynayacağız?" dediğinde ayaklandım. O da peşimden ayaklandı.

"Nesine istersin?"

"Sen seç," dedi rahat bir tavırla.

"Yenileceğinden eminsin yani?" dedim alayla. Çoktan önüne gelmiştik. Kırmızı kısmı ben aldım. Kırmızı rengini severdim.

Esat tok bir kahkaha attı. "Güzel taktikti güzelim ama beni daha fazla etkileyemezsin," dediğinde benimde dudağım kıvrıldı. Aniden yüzü ciddi bir hale büründü ve sinsi bir bakışla bana baktı. "Kazanırsam, bu yıl içinde evlenme fikrini düşünürsün. Evlenirsin demiyorum diyemem ama düşün. Rafa kaldırdığını biliyorum."

"Düşünürsem evlenmek isteyeceğimden eminsin yani?"

"Eminim," dedi kararlı bir sesle. Ne tesadüf ki ben de emindim.

"Ben kazanırsam yirmi üç yaşım bitene kadar evlilik konusunu açmayacağız," dediğimde, biraz düşündü. Ne düşündü bilmiyorum ama yüzü biraz asıldı. Belki de üzülmüştü bu kadar geç olacağı için ama korkularımın önüne geçemiyordum.

"Anlaştık Mehir Zemheri," dediğinde serseri bir sırıtışla düzeltti hemen. "Pardon Mehir Mirzan. Allah söyletti kesin yeneceğim bak gör," dediğinde gözlerimi devirdim.

Hafif eğilip, tamamen odaklandım ve şimdi oynamak için hazırdım. O da hazırdı ve toplar onun tarafındaydı. Yavaşça topu ortaya bıraktı. Kalemi tam ortalarken aynı zamanda orta sahayı hızla çevirip, topu onun yarı sahasına gönderdim fakat hızla davranıp savunmasıyla topu geri çevirdi. Savunmamın yamuk olduğunu fark edip düzeltene kadar ilk golü yemiştim. Leyla ve Ulaş heyecanla gelmiş bizi izliyorlardı. Esat bir top daha bıraktı fakat bir hamle yapmadı. Hafif kalesiyle oynayınca kaşlarım çatıldı. Hamle yapan ben oldum ve top direkt kalesine girdi. Bilerek yediğini anlamıştım. Ama nedenini çözememiştim. Üst üste iki gol atan o oldu. Durum 3-2 iken aniden benim 7-4 öne geçmemle son buldu. Yediği goller o kadar basitti ki kaşlarım çatıldı.

Ulaş benim yerime merak ettiklerimi dile getirdi. "Bilerek yenildin," dedi sırrı bozmak ister gibi. "Net bilerek yenildin ama neden?"

"Çok biliyorsun sen!" dedi öfkeyle. "Kız bileğinin hakkıyla ezdi beni. İki yıl daha bekârım ve soyadı Zemheri değil. Beni biraz yalnız bırakın," dedi üzülmüş gibi rol yaparken. Esat, neden yirmi üç dediğimi kesinlikle anlamıştı ve bu yüzden yenilmişti emindim.

Ona rağmen, onu yenmenin keyfini çıkarma niyetindeydim ve ondan tarafa doğru uzanıp, yaramaz bir tavırla yanağından makas aldım. Şok içinde bana baktı. "Yendim seni ne haber?" dedim alayla.

"Sen az önce yanağımdan makas mı aldın?" Bir kez daha uzanıp, yine yanağından bir makas aldım. Ve gülerken ondan kaçtım o da gülüyor ve peşimden geliyordu. "Yerim o burnunu şimdi. Her beni yendiğinde böyle mutlu olacaksan hep oynayalım mı?"

"Bilerek yenileceksin yani."

"Ben sana yenileli yıllar oldu," dediğinde bir elini omuzuma atıp beni kendine doğru çekti. "Yani hep mutlu olabilirsin bence."

Tam beni öpmek için eğilecekti ki, bir ses aramıza girdi. "Yavaş ye dingil!" İkimiz de sese doğru döndük ve sahibi tabi ki bizi şaşırtmadı. Aytuğ yüzünde bizden tiksinir gibi bir ifadeyle bize bakıyordu. "Uzuneşek denen illeti oynayalım da şuna bineyim yeter."

"Dikkat et ben sana binmeyeyim," dedi Esat alayla. "Kaşe çakar gibi çakarım seni yere aman aman."

"Esat!"

"O bana bulaştı," dedi anında. "Bineceğim sana diyor teşekkür mü edeyim?"

"Çocukla çocuk olmayıver o zaman."

"Duyuyorum ben hala Mehir," dedi Aytuğ öfkeyle. "Abiye terbiye de kalmamış haberin olsun küçük hanım."

Pes eder gibi elimi iki yana kaldırdım ve koltuğa çöktüm. Bu sırada Rutkay, Defne ve Aras kucaklarında tepsilerle gelmiş ve mini barın yakınındaki masaya gitmişlerdi. Yavaş yavaş tepsideki tabakları masaya bırakırken onlara yardım etmeye gittim. Birkaç tatlı çeşidi, mini hamburgerler ve mezeler vardı. Atıştırmalık denilebilirdi. Biz tabakları koyarken, "Selam millet biz üç kişi olarak mekâna katıldık!" diye bağıran Tolga abi ile ekip tamamlanmıştı. Pınar ablam kocasına gözlerini devirip kendisini koltuğa atmıştı. Tolga abi elindeki kutuyu Rutkay'a fırlatır gibi verdi. "Pınar olmasa almazdım, zıkkım ye sen şam şeytanı," diye homurdandı.

Masadaki meyve sepetinden bir mandalina alıp soydum ve Pınar ablama verdim. "Teşekkür ederim ama dikkat hamile var deyip bolca yemek almışsınızdır umarım."

"Abla bu tripler için erken değil mi?"

"Zaten erken," dediğinde omuz silkti. "Ama yemek yemeyi seviyorum ve suçu bebeğime atınca vicdanım rahat oluyor."

"İşte yılın annesi," dedi Rutkay.

"Karıma laf atma, kafanı kırarım senin," diye çıkıştı Tolga abi. "En çok o hamile, karım benim."

"Görmemişin karısı hamile kalmış he," diye homurdandı Esat. Ceketini çıkarıp, askıya astıktan sonra beyaz gömleğinin kollarını katladı ve üstten bir düğmesini açtı. Şu an bu kadar çekici görünen birinin birazdan uzuneşek oynaması hiç mantıklı değildi.

"Senin karın yok nereden bileceksin?"

"Şu oyunu oynayalım, şu herifi bir anırtayım yeter," dedi Esat kin tutmuş bir tavırla. "Puşta bak ya daha dün ağlıyordu Pınar bana trip atıyor diye."

"Ortalık iyice kızıştı. Bu iş bayağı eğlenceli olacak," Rutkay Saçu sahnede yerini almıştı. Kaosun kokusunu almıştı. Kanın kokusunu alan vampir hazzı vardı şu anda kendisinde. "Takımları kuralım şimdi."

"Ben direkt Esat ve Doğan'ı aldım," Dedi Tolga abi. Uyanık adamdı ben olsam ben de direkt onları alırdım.

"Ben eşek falan olmam, yastık olacağım," Diye söylendi Aytuğ. Esat alayla güldü. "Mızıkçı tavuk," dediğinde Aytuğ, "Siktir git," diye homurdandı.

"Tamam taş, kağıt, makas ile eşek olacak grubu seçeceğiz," dedi Rutkay. Ciddi ciddi oynayacaklardı. İki metre, beyaz gömlek, siyah kumaş pantolonlu ultra çekici nişanlım uzun eşek oynayacaktı. Bunu ben bile hayal edemezdim.

"Esat, başkan olsun o oynasın o daha dikkatli," dedi Doğan Bey. Tolga abi itiraz etmedi. Rutkay ve Esat karşılıklı oynayacaktı. "Madem öyle," diye atıldım onlar başlamadan. "Eğer eşek olursan, yirmi beşime kadar evlenmeyiz," diye fısıldadım Esat'ın kulağına. Şaşkınlıkla bana baktı sonra da Rutkay'a baktı. "İzle şovu şimdi," dedi hırsla. Şimdi daha eğlenceliydi.

"İyi bok yedin Mehiristanım," dedi Rutkay acınası bir halde. "Bu adam içimizden geçer şimdi konu sensin diye dedi."

"Oynamasaydınız siz de!"

"Ne olacak yani oynasak!" diye çıkıştı o da. "Ne o kıskandın mı senden önce bineceğiz diye?"

"Yemeyenin malını yerler sonuçta," dedi Ulaş. Esat'a doğru döndüm. Şimdi ben de hırslanmıştım. O iş bende der gibi başını salladı ve Rutkay ile ortaya geçtiler. İlkinde Rutkay almıştı ve fazlasıyla coşmuştu fakat kalan ikisinde Esat almış, gururla övünmüştü. Bana doğru yaklaşıp, kulağıma doğru eğildi.

"Yeter ki sen iste ve izle," diye kışkırtıcı bir sesle fısıldadı. Boynuma tüy gibi dudaklarını değdirip, geri çekildi ama sanki nefesi ordaymış gibi içim ürpermişti. Gözlerimi kaçırıp, Aytuğ'a baktım. Duvara yaslandı ve keyifle izledi.

"Cidden mi ya?" dedi Pınar ablam sitemle. "Çocuğumun babası tam şu an uzuneşek mi oynayacak cidden?"

"Valla onu kocana sor abla," Bir mandalina daha soyup yarısını Defne'ye diğer yarısını Leyla'ya vermiştim. "Onun başının altından çıkmış. Kimden çocuk yapacağını iyi seçmek lazım cidden."

Tolga abinin homurdandığını duydum o sırada Esat, düşünceli bir halde bize baktı ve daha sonra, "Ne yani?" dedi. Herkes bu sefer bu ne saçmalayacak acaba merakıyla ona baktığında o bana doğru, "Atlamazsam çocuğumuz mu olacak?"

Esat gerçekten lafı istediği yere çekebilen bir adamdı fakat en büyük sorunu lafı istediği yere her zaman Aytuğ'un yanında çekmesiydi. Aytuğ yine barut gibi olmuş bize bakıyordu. "Oğlum bak zaten yastık olmuşum, yeminime kuran boğarım seni."

"Yeminime kuran mı?" diye sordu Leyla yüzünü buruştururken. "Ne o Diyarbakır'dan İzmir'e mi göç ettiniz?"

"Bunlara katılan kafamı sikeyim ben," bu sefer öne çıktı Aras. "Ben şimdi eşek mi olacağım?"

"Sen zaten eşeksin," dedi Esat fırsatı kaçırmadan. "Bir kaybın yok şu an."

"Mehir şu nişanlına bir şey söyler misin? Bir sen azarlayınca susuyor çünkü."

"Yeter!" Daha fazla dayanamamıştım. Her telden ayrı bir ses çıkıyor. Hepsi daha fazla saçmalıyordu. Yarış içindeydik sanki ve daha kötüsü kafam çorba gibi olmuştu. İki elimi belime atıp onlara doğru baktım. Aras tam bana mızmızlanacaktı ki Esat araya girdi.

"Sus ve eğil." Aras'ı itti ve Aytuğ'un önünde eğilmesini sağladı. Ardından Ulaş ve Rutkay da eğildi. Bu sırada Leyla kameranın hepsini alacağı açıya geçmiş, onları çekiyordu. "Çek kardeşim çek," dedi Tolga abi. "Adana kebabıma izletip, baban çok iyi oyun arkadaşı olur diyeceğim."

"Adana kebap dedi diye kızsam mı," elini alnına götürüp, ağlıyormuş gibi rol kesti. "Yoksa bebeğimiz için video hazırlıyor diye ağlasam mı kararsız kaldım."

"Pınar!" Rutkay'ın boğuk ama şiddetli sesiyle herkes irkilip onlara doğru baktı. Eğildiği için yüzü kıpkırmızı kesilmişti. "Fıtık olduk burada sus da atlasın sonra ağlıyor musun ne yapıyorsan yaparsın!"

"Bağırma lan karıma," dedi Tolga abi bir tekmeyi Rutkay'ın kalçasına savururken. "İlk ben atlıyorum tamam mı?" dediğinde diğerleri kabul etti. Şu an tek istedikleri zaten atlanması ve bitmesiydi. İlk başta Ulaş vardı. Hepimiz onlara bakarken, Tolga abi iyice gerindi ve hazırlandı. Gaza gelip hızla koştu ve Aytuğ ne olacağını tahmin eder gibi, başını eğdi. Tolga abi atlar atlamaz kafasını duvara vurdu ve bir yırtılma sesi geldi.

Varan bir.

"Tolga!"

"Hassiktir!" sesleri yükseldi. Büyük ihtimal Tolga abinin artık burnu yoktu. Pantolonu da öyle. Kırmızı görmüş boğa gibi atlamanın sonucunda elinde koca bir dağılmış yüz olacaktı. Ablam endişeyle oturduğu yerden kalkıp, kocasına doğru gitti. Giderken söyleniyordu da  "İyiyim ya iyiyim," dedi Tolga abi ama pek iyi durmuyor gibiydi. "Çektin mi Leyla?"

"Kuzulkurt Tolga!" Ablam bir tane omuzuna geçirdi. "Burnunu kırıyordun sen şaka mısın ya? İnanamıyorum sana aklım çıktı burada benim hala çektin mi diyorsun."

"Yavrum bir şeyim yok ya iyiyim," dedi Tolga abi gayet sakin bir halde. Fakat burnu kanıyordu ve iyi durmuyordu. İçim endişeyle çalkalandı. Koca koca adamlar elbette dozunu kaçıracaktı. O sırada Esat'a döndüm. "Atlamasan mı?" diye sorduğumda, sırıttı.

"Endişelendin mi?"

"Hayır, sadece ileride çocuğumun babasının burnunun neden estetikli olduğunu açıklayabileceğimi sanmıyorum."

Herkes, şaşkınlıkla bize bakarken ben sadece Esat'a baktım. Sanırım sesimin tonunu ayarlayamamıştım. Dilim kopsaydı, tam şu an. Bu sırada Aytuğ'un "Hamile misin?" diye sorduğunu duydum. Aytuğ'un sorusuyla Ulaş, heyecanla ayaklandı ve Tolga abiyi sırtından attı. Tolga abi neye uğradığını şaşırmış yerde yatıyordu. "Amca mı oluyorum?" diye sordu. Gözlerimi utançla kapatıp, sızlandım.

"Hayır!" diye bağırdım ani bir öfkeyle. Şu an olanlar o kadar komik ve saçma geliyordu ki, ağlamak ve gülmek arasında kalıyordum. En kötüsü Esat'a inme inmiş gibi bana bakıyordu.

"Sen bayağı kilo vermişsin ya," dedi Ulaş, Tolga abime doğru. Tolga abi "Evlilik yaşlandırır ve zayıflatır," dedi. Esat girdiği şoktan çıkıp, "Ben evlenmedikçe yaşlanıyor ve kahroluyorum," dedi. Ona gözlerimi devirdim fakat o iki adımla yanıma geldi. "Az önce ne yaptıysan işe yaradı atlama hevesim kaçtı tam şu an. Ne zaman çocuğumuz oluyor?"

Ağzının ortasına bir tane vurup onu susturdum. Aytuğ sinirle bize bakıyordu.  "Saçmalama ya!" diye konuştum utançla. "Siz cidden kafayı yediniz!"

"Yalnız ben hala atlamadım," dedi Doğan Bey. Herkesin derdi başkaydı. "Abi," diye yakındı Aras. Aslında Aras'ın sırtına atlasalardı güzel olurdu. Yüzümde ki sırıtıştan ne olduğunu anlamış gibi. "Sakın!" dedi Aras. "Sakin dile dökme."

"Sana ne oluyor lan?" dedi Esat Aras'a doğru. Sonra bana döndü. "Söyle yavrum."

Tabi ki söylemeyecektim. Aras'ın sırtına acıyasım gelmişti. Omuz silkip, "Canım pasta çekti. Yesek mi artık?" dedim kendimi acındırarak. Fakat bu Aytuğ'un daha çok sinirini bozdu. "Canın neden pasta çekiyor senin Pınar'ın bile çekmiyor?" gibi saçma bir soru sordu. Herkes garip garip ona baktı.

"Aytuğ şakaydı bitti ya."

"Şaka mıydı?" diye sordu Esat.

"Başlama Esat!"

"Ben iki canlı ve açım!" diye araya girdi Pınar ablam. "Ne yapacaksınız yapın ve yemek yiyelim," dediğinde arkasından çıkan Tolga abiye baktım. Ceketini beline bağlamıştı çünkü pantolonu yırtılmıştı.

Aslında şu an bulunduğum ortam güzeldi. Defne ne kadar suskun dursa da bazen sırıtarak izliyordu. Bugün daha durgundu ve artık böyle olmasından korkuyordum. Kalabalık ortamlar ona iyi gelecekse artık her gün buluşmalar ayarlayabilirdim. Hem ben de eğlenmiştim. Esat, zaten ona diyecek bir şey yoktu. İki dakikada evlenmiş ve baba olmuştu.

Ona baktım, anında bana dönüp gülümsedi. Diğerleri atıştırmalıklara giderken fırsattan istifade başımı omuzuna yasladım. İsterdim. Bir gün onunla evlenmek çok mutlu olmak ve çocuklarımızı hak ettikleri gibi büyütmek isterdim. Onunla her şeyi aşacaktım ve sonunda mutlu olacaktık.

Meran gibi olmayacaktım.

Yanlış kararlar alıp sevdiğime yazık etmeyecektim.

"Uzuneşek oynamadığın için üzgün müsün?" diye sordum alayla. Güldüğünü sarsılan omuzundan hissettim.

"Baştan saçmalıktı," dedi huysuz. "Rutkay için kabul ettim ama pantolonum yırtılsın da istemezdim."

"Tüm karizman giderdi," dedim sır verir gibi. "Zemheri falan kalmazdı."

"Bu karizma hemen gidecekti öyle mi?" diye övündü. Bir elini belime atıp, sıktı. Ona daha fazla yanaştım. "Hiç sanmıyorum, bebeğim."

"Senin bu mütevaziliğin," dedim alayla.

"Başa bela mı değil mi?" dediğinde sadece güldüm. Hadi be der gibi.

Yavaş yavaş biz de atıştırmalıkların olduğu yere doğru ilerledik. Diğerleri almış bir yere çökmüş yerken sohbet ediyorlardı. Bir ara Doğan Bey'in telefonu çaldı ve dışarı çıktı. Çok değil beş dakika sonra Defne de çöp atmak için çıktı. Doğan Bey'den kaçtığı için konuştukları fikrini düşünemedim. Zaten Defne'yi Leyla zorla göndermişti. Çok değil dakikalar sonra geldi ama Doğan Bey ortada yoktu. Rutkay ve Aras dövmelerden bahsetmiş, diğerleri dinlemişti. Ben de onları dinlerken tabağımdaki yemekleri yiyordum fakat hiç eksilmiyordu tabağıma başımı çevirdiğimde Esat'ın durmadan bir şeyler koyduğunu gördüm.

"Leyla var diye yemek konusunda bir şey demiyorum ama zayıflıyorsun," dedi hüzünle. "Hastalanmanı istemiyorum. Bünyen zaten zayıf. İki lokmayla doymazsın."

"Sanırım hastalanıyorum şimdiden," dedim burnumu çekerken. Cidden burnumun içinde ateş varmış gibi yanıyor ve boğazlarım acıyordu. Zaten bu kadar kar ve yağmur altında durup hastalanmamak imkânsızdı. Olan olmuştu. "Biraz erken kalksam, sorun olur mu?"

"Ben bırakayım seni," dedi Esat. Leyla ve Defne'de ayaklandı. "Gidelim biz de tek bırakamayız."  Herkes yavaş yavaş ayaklanmıştı. Pınar ablamı gelmemesi için zor ikna etmiştik çünkü hastaysam ona bulaşabilirdi ve o hamileydi. Hastalanması hiç iyi olmazdı. Doğan Bey'e bir telefon geldi. Esat'ın gitmesi gerekiyordu. Zar zor onu ikna edebilmiştim. Bizi Ulaş bırakmıştı.

Güzel bir gün daha böyle bitmişti. Onlarla böyle anılarım hep birikecekti. Bu beni iyi hissettiriyordu. Sonunda hayalini kurduğum hayatı yaşayacaktım. Ben mutluydum ama Defne pek değildi. Eve geldiğimizde hepimiz duş almış ve pijamalarımızı giymiştik. Saatlerce televizyonun önünde pinekleyip Friends izlemiştik. Aramızdan en erken Defne uyumuştu. Ondan sonra gözüm sehpaya koyduğum mektuba takılınca Leyla'da beni incelemiş ve anlamış gibi iyi geceler dileyip gitmişti.

Televizyonu kapattım. Işıkları da öyle. Bir loş ışık bıraktım ve mektubu aldım. Düşündüm. Babama saygım kalmamıştı bu yüzden mektubu okumamın ona bir zararı olmazdı. Daha ne kadar saygım gidebilirdi. Ama annem? Ona olan saygımı kaybetmekten ya da Pusat Bey'e mahcup olmaktan korkuyordum işte. O kötü biri olmadığını kanıtlamak için vermişti ama ben korkuyordum.

Korkma Mehir.

Başına gelenlerden korkma, gelmiş olanlardan kork.

Derin bir nefes alıp, zarfı açtım. Umarım bir sevda daha kalbime bir kurşun olup atılmaz dedim başlamadan.

Şimdi her şey ortadaydı.

Meran, iki gözümün nuru;

Solmuş bir çiçek tekrar yeşermez, ben bir kez daha ölmem sanıyordum, yanılmışım.

O çiçek yeşerdi Meran. Sanki bir kitabın arasında, sayfalara kelimeleri kustu. Kustukça canlandı. O kelimeler, onun zehriydi. Sen ise benim panzehirim. Ve ben ikinci kez öldüm Meran, seni bir başkasının yanında, karnı burnunda onun kollarında gördüğümde.

Bu şehir benim mezarımdı, üstüme atılan toprağa dikilen yasemin çiçekleri ise kalbimdeki sevdan. Yıllar sonra döndüğüm bu mezarlıktan neden kaçtığımı senin bir elini başkasının avucunda, diğerini hafif belli olmuş göbeğinde görünce anladım. Bu şehir kaçtığım her şeydi ve benim kaçtığım tek şey sendin. Üstelik bir zamanlar sen benim her şeyimdin. Çok düşündüm bize yazık edenin kim olduğunu. Günlerce düşündüm. Hatırlıyorsun değil mi? Ben unutamıyorum çünkü bir üniversite bahçesinde, banka okuduğun kitabın arasına kurumuş bir sarı gül bırakıp gidişini ve benim günlerce kapının önünde bekleyişimi. Üzerime kapattığın kapılara rağmen gururumu bir kenara atıp, günlerce yalvarıp yüzünü bile görmeden döndüğüm her gün sorguladım Meran, neden bunu bize yaptın? Yaptın, canın sağ olsun. Peki, döner miydin?

Günlerden sonra, bıraktığın o sayfadaki iki cümle ile dönmeyeceğini anladığımda, kalbime bir bıçak saplandı. Sapını sen tutuyormuşsun, sivri yanı ise sevdanmış. Sen benim katilimmişsin, suçum ise seni sevmekmiş. Yine de isyan edemem Allah'a, gençliğimin baharında yasemin kokulu bir kadının sevdasını vermiş bana. Ama Meran, ben şimdi bu mektubu yazarken bile iyelik eki eklememek için kendimi sıkıp, bir mürekkebe yenilirken, sen nasıl kıydın bize iki gözüm?

Yıllar önce bir sabah uyandığımda Pars'tan duydum gidişini. O günü hatırlıyordum. İstanbul'a havaalanına yetişip, seni durdurmak için her şeyi boş vermiş, canımı ortaya koymuştum. Sağanak yağmur vardı, o gün yokluğunun ilk gözyaşlarını döküp, suçu yağmura atmıştım ve ben oraya vardığımda sana çok geç kalmıştım. Seni düşünmeden geçirdiğim bir günüm bile olmadı, peki sen beni düşündün mü? Sen hiç cebinde tektaşıyla gezip, en yakın zamanda seninle evlenmek isteyen, hep hayalini kurduğun o mavi gözlü kız çocuğunun babası olmayı deli gibi isteyen, senin aşkından deliren o adamı düşündün mü?

Düşünmediysen de canın sağ olsun. Sen hep sağ ol Meran. Olsun sevdan bana olmasın, olsun yüzü bana dönmesin. Ben avunurum, zamanında beni gördüğünde gözleri parıldayan ve gülüşü hiç solmayan o kız çocuğu ile avunurum. Biliyorum çünkü artık o değilsin, biliyorum çünkü artık ben de lisede âşık olduğu kızla aynı üniversitede olma hayalleri kuran, evlenmek için gün sayan o erkek çocuğu değilim. Değiştik Meran, büyüdük. Hep büyümek istedik çünkü büyürsek birbirimizi özgürce sevebilirdik. Ama sevemedik. Büyüdük ve masumiyetimizi yitirdik.

Ben büyümek değil, seninle ölmek isterdim Meran.

Ben zaten büyümek istememiştim. Babamın anlattığı o koca adam olmaktan hep nefret etmiştim. Büyümenin lafı geçtiğinde kulaklarıma bir perde çekmiştim ama bana büyümenin bizim ilacımız olduğunu sen öğrettin Meran.

Sevdirdin ve gittin.

Gideceksen neden sevmeme izin verdin?

Büyüyünce özgür olacaktık, doya doya sevecektik birbirimizi. Ben şimdi neden esirim Meran? Neden uzaktan, kaçarak seviyorum seni?

Sen neden gözlerimin içine yalvarır gibi bakarak, bizi daha çok çıkmaza sürüklüyorsun Meran? Git diyorsun bana ama gözlerin kal diyor. Gözler hakikati verir biliyorum.

Fakat yine de ben gidiyorum. Gitmeden sana bunları yazıyorum çünkü bil istiyorum ben hala seni seviyorum. Seni sevmek sana ihanetmiş gibi hissettirdiğin için bu gerçekten hep kaçıyordum ama artık kaçamıyorum. Seni hala o sınıfın kapısından girdiğinde kalbi çıkacakmış gibi hızla atan o liseli çocuğun kalbiyle seviyorum.

Ve gidiyorsam senin için gidiyorum ama unutma istiyorum, bir gün bana ihtiyacın olursa... Biliyorum olmaz ama olursa ben o üniversitenin bankında seni bekliyor olacağım. Bir alo demen yeter bana.

Ben affettim seni, sen de affet beni. Çünkü sessiz bir vedaya sığdırılan ayrılıkta bazen hata karşı tarafındır. Bizi sessiz bir vedaya layık görmene sebep olduğum için affet beni.

Biri gider, diğeri kalır. Bazen o biri, diğeri için gider. Sen kal ben giderim.

Sen hiç gitme Meran.

Mektubun altında daha büyük ve daha farklı bir kalemin mürekkebi vardı aynı zamanda yazı akmıştı. Gözyaşları hedef olmuş gibiydi. Şöyle yazıyordu:

Sen gittin Meran.




Defne Yüksel

Beyaz ışıkların aydınlattığı o korkunç koridordaydım. Bugün yine, geçmişimin tekrarındaydım. Üstümde, koridor ışıkları kadar beyaz bir elbise, bileklerimde pas tutmuş zincirler vardı. Çıplak ayağım zeminin mermerine her bastığında, o soğuktan irkilse de adım atmayı kesmedi. Her adımımda bir ışık söndü. Ardımda karanlık ama içim daha karanlık. Üstümde beyaz bir elbise, sanki ruhumun karanlığını kapatsın diye. Kapanmaz. Beyaz siyahı kapatamaz, siyah ise kapatacağım der onu gri yapıp yutar. Bunu bana Müge'nin ölümü öğretti.

İlerledim, ayaklarım nereye gideceğini biliyor gibi emin adımlar atıyordu fakat benim nereye gideceğim hakkında bir fikrim yoktu. Gidiyordum, yerimi yurdumu bilmeden. Bir yönün esiri olmadan. Hep istediğim gibiyim aslında ama yine içimde bir şüphe var çünkü ben ne zaman bir şey istesem, sonuç elde koca bir hiçti. Adımlarıma çok da güvenmemeliydim. Sonu uçurumun kenarı olabilirdi.

Hep bunu istemedin mi?

İstedin.

Ama uçurumun kenarına geldiğinde korkunu gizledin. İnsanlar sensiz yaşayamazmış gibi onlardan bir elini istedin.

Müge uzattı elini. Ne yaptın? İttin.

Kim için?

Aytuğ.

Aytuğ, benim sabahı olmadığını sandığım gecelerin, o şafak vaktinde sökülen güneşiydi. Varmış sabahlar, yarınlar gibi derdim onu gördüğümde fakat kalbinin yönü bana dönük olmadığı için benim havalar hep parçalı bulutlu kalırdı. "Baban sevmemiş seni, Aytuğ neden sevsin ki?" diye sormuştum hep kendime.

Mehir'de sormuştu. Esat onu sevmişti. Aytuğ, beni sevebilirdi ama ben neredeysem oranın dikeni olduğum için, sevmemişti. Müge bir çiçekti. Müge çiçeklerinin dikeni olmazdı.

O doğru kadını sevmişti. Yanlış olan bendim. Ben yanlış kişiyi sevmiştim. Ve çok acizdim, her sevgisizliğimin acısını onun beni sevmemesinden çıkarmıştım çünkü ilk kez babama hiç benzemeyen birini sevdiğimi sanmıştım.

Göktuğ, babama benzemiyor gibi dursa da aynısıydı. İkisinin de hırsları vardı ve bu hırslar tamamen başarı ve para odaklıydı. Sinirlendiklerinde karşılarındaki insanları ezmekten çekinmezlerdi. Annem, babama katlanmıştı fakat ben Göktuğ'a katlanamaz, çokça kavga ederdim. Ve onun da babam gibi, bu kavgalar umurunda olmazdı ve yarın yine o iğrenç kişiye dönüşürdü.

Aytuğ'un babam ile tek ortak noktası siniri ve soğuk yapısıydı ama buna rağmen seviyor olmak kötü hissettiriyordu. Bir adam istiyordum, babamla hiçbir ortak noktası olmayacak bir adam. Bir an bile aklıma babam gelmezdi belki.

Aytuğ'un kalbinden atabildin mi ki?

Atamadın çünkü sen takıntı yaptın. Ona attığın her adımda Müge'yi gördüğün için takıntı yaptın.

Babama benzemediğini sandığım kişilerden biri Doğan Bey'di. Terapistim, ama dostum olmayı teklif eden adamdı.

Üç hafta önce onunla ilk görüşmeye gittiğimde korkularım vardı. Beni anlayacağından şüphe duyuyordum.  Sonuçta beni bu hayatta sadece biri bile anlasaydı daha farklı bir hayatım olabilirdi.

O da anlamaz sanmıştım. Ama anlamıştı.

Odaya ilk girdiğimde sakin tavırlarıyla ilgimi çekmişti. Oturuyordu. Soru sormadı, telaş yaptırmadı. İzledi. Bu rahatsız edici olsa bile bakışlarındaki huzurla ifade bana kendimi kötü hissetmekten daha çok bu evrende iyi bir yerim de varmış gibi hissettirdi. Gözleri bende takılı kaldı mı kalmadı mı anlaşılmadı mesela. Öylece durduk.

"Duracak mıyız böyle?" diye sormuştum o gün. "Boşa gidiyor saatleriniz."

"Sen böyle durmakta bir sorun görmüyorsan gitmiyordur," demişti. Bu bana atılan ilk adımdı. "Duralım böyle yorulana kadar."

"Duran insan yorulur mu?"

"Aklın durdu mu?"

Bakışlarımız birbirine kenetlendi. Aklım hiçbir zaman durmamıştı. Hep nefes nefese yokuş yukarı koşuyordu. Havadan nem kapıyor bir şeyleri takıntı haline getiriyordu. Hayatım zaten boktandı ama hayatımdaki sorunları takmak sıkınca bu sefer hayatımda olmayan sorunları takarak uykularımı kendimden çalıyordum. Düşünüyordum durmadan. Aklımın tatil günü yoktu. O hep çalışırdı. Bir köprü gibiydi. Benim hayatımı zehir etmeye yarayan bir köprü.

"Aklım durursa, mantığım beni terk ederse nasıl yaşarım? Hislerin kurbanı olurum."

"Sence şu an bir kurban değil misin?" diye sormuştu beni dener gibi.

O günden sonra, aklımın durmadığını bilen bir adamı daha fazla kandırmanın bir anlamı olmadığını düşünmüş ve her şeyi anlatmıştım. Başta yüzeysel şeyler anlatmış, tepkisini izlemiştim. Yargılamamıştı. Ettiğim kavgaları, krizleri ya da aklımda dolanıp duran şeytanın kötü düşüncelerini. Dinlemişti ama kötü tek bir söz söylememişti. Güvenimi kazanmak bu kadar basitti çünkü bu olanlardan sonra, onu kendime daha yakın hissetmiştim. Herkesi, her şeyi anlatmıştım. Artık o da benim yakınlarımdan biriydi.

Fakat her şeyi mahvetmeseydim.

Ben zaten her zaman, her şeyi mahvederdim. Hayatımın düzenini mahvetsem yarın o beni mahvedecekmiş gibi düşünürdüm sanki ama bir konuda cahildim. Her türlü mahvolan bendim. Neden bir şeyi sonuna kadar yaşamak varken erken bitirirdim?

Bendim işte. Kendi felaketim olurdum hep. Başkasına fırsat vermezdim. Sanırdım ki, ben felaketim olursam daha az acı çekerdim. Oysaki ben hep kanardım. Bazen geceleri sabah edemez, bazen sabahları aydınlığa ulaşamazdım. Yönünü yurdunu kaybetmiş, ailesi tarafından istenmemiş o kız çocuğuydum.

Yirmi dört yaşındaydım ama sanki dört yaşında, babası tarafından odaya kilitlenmiş o kız çocuğunu ruhumda taşıyordum. Çünkü o kız çocuğu ertesi gün yine babasının onu sevdiğini düşünüyordu. Bugün ben de beni sevmeyen herkesin, yarın beni seveceğiyle avunuyordum.

Göktuğ'un o gün evlendiğini gördüğümde onun evlenmesi bir yana, onun bana her zaman evliliği kötülemesi içime oturmuştu. Ben hep evim olsun istemiştim. Evlenirsem, bir evim olurdu çünkü bekârken ailem vermez gibi gelirdi. Evli, bir evin sahibi. Evlilik kısacası benim için bir çıkar ilişkisi gibiydi. Göktuğ ise hayatımda olan tek erkekti.

Başta güzel sözler, güzel hediyeler seni düşünen mesajlar ve tek mesajla kapıya gelmelerle sürüp giden bir ilişkiydi. Sanki köprüyü geçene kadar ayıya dayı demek gibiydi. Her gün biraz daha kendine bağlardı. Benim soğuk tavrım onu cezbeden şeydi. Gözünde zor kız olurdum aniden egosu ise beni elde etmesi için onu tahrik ederdi. Allah biliyordu ya, amacım asla bu değildi. Babamdan gelen güvensizliğin rüzgârları üşütmüştü onu, o ego sanmıştı. Beni elde edince ise her şey geçmişti. Kötü sözler, hediyeyi bırak bırakılmayan çöpler, ölsen ruhu duymayacak haller ve bin mesajla bile yılda bir gelinen o kapı kalmıştı.

Her şey bir film şeridi gibi önümden geçmişti o düğünde. Beni öpmesi ise son nokta olmuştu sanki. En son hatırladığım bir sahil kenarında,  Doğan Bey'e durması için yalvarmamdı. Ona rezil olduğum için ağlamam zaten benim büyük sırrımdı o gece.

"Size hep anlatmaya çalıştım," demiştim aciz bir halde. Dalgaların sesi ve rüzgârın bizi savurması o anın eklentisiydi. "Benim hayatımdaki erkekler beni üzmek dışında bir şey yapmadı demiştim."

"Ama yine de onları anlatmaktan vazgeçmemiştin."

"Aptalım çünkü!" diye bağırmıştım. "Ne yanlış, ne doğru bilemeyecek kadar aptalım. Çaresizim, kimsesizim, acizim. Size hep anlattım, anlamak istemediniz."

"Anlatamadın belki de," demişti meydan okur gibi. "Sen bana bir şeyleri anlatamadın. Ben hep onları dinledim, seni dinlemedim ki. Sen bana kendini anlatmadın Defne."

"Anlatılacak kadar derin biri değilimdir belki."

"Kimsesiz, çaresiz ve aciz biri nasıl anlatacak kadar derin biri olmaz?" diye sormuştu. Bu lafları tamamen beni keşfetme çabasındandı biliyordum. "Kaçma yöntemin, yalan mı?"

"Ben yalan söylemem!"

"O zaman neye inanmalıyım?" Bir adımla bana doğru yaklaştı. Ben aralarında en uzun olan kızdım fakat buna rağmen ona bakmak için başımı kaldırmam gerekmişti. Başımı kaldırdığımda göreceğim kişi, Doğan Petroviçt'ti. Hiçbir hayal kırıklığım değildi. "Kimsesiz, çaresiz ve aciz değil misin?"

"Belki değilim," dedim dik başlılıkla. "Belki de sizin de ilginizi çekip, ruhunuzu sömürmek için kendimi acındırıyorumdur."

"İşe yaramadığının farkındasındır o halde," dediğinde tek kaşım havada ona bakmıştım. "Çünkü ne biz seanstayız ne de ben senin terapistinim. Arkadaşınım. Basit bir arkadaş. Eğer acısaydım, burada bile terapistin olacak kadar temkinli bir adama dönüşürdüm."

"Biz sizinle aynı gökyüzünde yıldız bile olamayız," dedim acıyla. Acıyordu çünkü ben de onun gibi idealleri ve hayatı peşinde koşan bir kız olmak istiyordum. "Tek gökyüzü var ama aynı gökyüzünde yıldız olamayız. Güneş ve ay oluruz. Sizin beni ardınızda bırakmanız gerekir. O hayatın bir parçası olamam."

"Hayatıma zaten bir parça aramıyorum Defne," demişti sakin bir sesle. "Sen benim hayatımda bir parça olmaktan çok, bir sayfa olursun. Bir kitabın her sayfasında da aynı şeyin yazmasını bekleyemezsin. Bu yüzden farklıyız hepimiz. Esat, bir yapboz parçasıysa ben bir kitabım. Sen her insanı, aynı değerlendirip kendini yerin dibine sokamazsın," yüzü yüzüme daha yakındı. "Hadi soktun, bunu herkese kabul ettiremezsin."

Bak Defne ne Aytuğ ne Göktuğ böyle konuşmadı seninle. Hep acı yüklediler üzerine. Gözlerine son Aytuğ'un gözleri bu kadar değdi. Yerini ona bıraktı. Dudaklarına en son Göktuğ'un dudakları değdi.

Tam o an zihnim çalkalandı ve düşünceler birbirine girdi. Varlığını hep bildiğim o bencil Defne'nin doğuşu böyle gerçekleşti.

Dudaklarımı, onun yumuşak dudaklarına her şeyi silmek ister gibi ani bir düşünceyle bastırdım. Aklımdan tek geçen benim Doğan Bey'i bir yara bandı olarak kullanmamdı. Oysa Doğan Bey yara bandı olmaz anca bana yara açardı. Aramızdaki farklar canımı yakardı. Karşılık vermemesi, gururumu ezen ilk darbe oldu. Öyle de gurursuzdum işte öperken değil karşılık vermezken ağrıma gitmişti. Dudaklarımı oynattım hırsla karşılık vermesi için yalvarır gibi.

Vermedi. O gün tüm benliğim birinin ayakları altında ezildi. Yara bendim, bant o değildi. O aksine yarayı daha derin açandı. Ve yara açmak bile istememişti onu zorlayan bendim.

O jiletse, ben onun tarafından açılmış dikiş tutmaz bir yaraydım.

O günden sonra ondan hep kaçmıştım. Kendime kızmıştım ve kaçmıştım. Yine bana iyi gelecek bir insanı hırslarımın kurbanı ettiğim için kafamı duvarlara vurmak istemiştim. O da beni görmezden gelmişti. Her gördüğünde, başını çevirmişti. O gece ondan kaçmak ve taksiye binmek istemiştim. İzin vermemişti.

"Neden yaptığını biliyorum ve sana kızmıyorum," demişti ve eklemişti. "Benim için bir önemi yoktu. Bunu dert edinmeni istemiyorum."

Bir önemi yoktu. Olması gereken buydu fakat neden zoruma gidiyordu?

Benden kaçan adamla ben konuşmaya çalışmıştım. Tek fırsatım açılışta onu dışarıda telefonuna bakarken görmem oldu. "Merhaba Doğan Bey," dediğimde başını kaldırıp bana baktı. İfadesi boştu. Eksi bir.

"Merhaba Defne," dedi normal bir sesle. "Nasılsın?"

"Teşekkür ederim," eksi iki. Saçmalıyorsun. "Siz?"

"İyiyim. Seanslar hakkında düşündün mü?"

"Sizin için sorun olmaz mı?"

"Neden olsun?" dedi rahat bir tavırla.

"Çünkü o gece ben," ne diyeceğimi bilememenin verdiği o salaklık vardı üzerimde. "Sizi resmen kullandım. Bilmiyorum bu biraz kırıcı değil mi? Yani ben—"

"Kırılmadım," dedi düz bir sesle. "Beni kıramazsın fakat hatırlıyorsundur bir seansımızda bana hayatında hep aynı erkeklere yöneldiğin ve onların da mutlaka babana benzediğini babanın ise korkunç biri olduğunu söylemiştin."

Kalbim hızla atmaya başladı. Bu kadar açık belki de olmamalıydım.

"Babana benzeyen biri olup olmadığımı sorgulattın kısa bir an ama o da geçti," omuz silkti. "Aramızda bir sorun yok. Ben unutup sana yardımcı olmaya çalışıyorum. Sana da tavsiye ederim."

Son sözlerinden sonra gitmişti. En kötüsü ise haklı olmasıydı. Yüzüm kalmamıştı.

Ve yalnızlık beni bir kez daha o koridorlara düşürdü. Adımlarımın emrine uydum ve yürüdüm. Zamanında kaçtığım yolları şimdi bile isteye yürüdüm. Yürüdükçe bir ses arttı. Çatırtı sesleri, belki de nal sesleri arttı. Arttı. Bir kapı açıldı. Kapıda yazan isime baktım. "Fevzi Aydın."

Adımlarım o odaya doğru yöneldi ama tuhaftır ki, adımlarım hep köşeden geçti. Odanın ortasına gidemiyordum bir köşede şimdi önüme bakıyordum.

Oradaydım. Ben vardım.

Haki koltuğa oturmuş önümde oturan adama bakıyordum. O benden uzakta durmuş, soğukkanlılıkla bana bakıyordu. Bir adım atmak istedim kendime. Atamadım. Ayaklarıma çiviler battı sanki acıyla geri çekildim ayak tabanıma baktım kanamıyordu. Neden gidemiyordum ki kanamıyorsa. Çünkü yakıyordu.

"Sana ne demiştim, tekrarla."

"Bana lala dediniz," demiştim. Ben demiyordum ama. Ruhum çekilmiş gibiydi. "Sonunda ki harfi tutarsanız itaatkâr, atarsanız lal olurum. Sonum hep aynıdır. Sizin için susarım."

"Susmazsan ne olurdu peki?"

"Her baş kaldırı bir ihanettir. İhanetin ise affı olmaz."

"Ne getirir?"

"Ölüm."

"Peki, şimdi ne yapacaksın?"

"Gözlerimi dışarıya kapatacak bu çatının altına açacağım, dilimi kesecek sadece sizi duyacağım."

"Bunu neden yapacaksın peki?"

"Çünkü hükmedene bunları yapmakla hükümlüyüm."

"Yapmazsan?"

"İhanettir."

"İhanetin bedeli nedir?"

"Ölüm."

Çığlık atmak istedim. Tekrarlama demek istedim kendime ama sanki biri sesimi kısmış gibi bağırsam da çıkmıyordu. Direniyordum ama konulduğum o fanustan çıkamıyordum. Ben bir köle haline gelmiştim ve bunu izliyordum.

Kendime olan inancım kırılmıştı.

"Şimdi beni takip et," demişti adam. "İhanetin bedelini gözlerinle gör."

Ayağa kalkmıştım ama sadece yere bakıyordum. Bir dizimi kırıp saygıyla selam verdikten sonra ellerimi karnımda birleştirip sadece yere bakarak ilerledim. Çıktığım koridor az önce gezdiğim koridorlar değil gibiydi.

Çok fazla insan vardı ama Mehir yoktu. Mehir neredeydi?

O benim burada koruyucu meleğimdi şimdi neredeydi?

İnsanlar tek sıra halinde koridorda ilerledi. Onlarla ilerledim. Hiçbiri beni göremedi. Ama ben oradaydım. Belli bir yerde bir yığılma oldu. Çığlıklar yükseldi, sirenler çaldı. Herkes başını kaldırdı.

Orada bir beden vardı asılmıştı.

Asılan bedenin yüzünü siyah saçları kapatmıştı.

Mehir neredeydi? O Mehir olamazdı. Mehir ihanet etmezdi.

Belki de doğru olan ihanet etmekti.

"Mehir!" diye çığlık atarak uykumdan ter içinde uyandım. Gördüğüm kabusun etkisiyle kalp atışlarım çok hızlı atıyordu fakat gözlerim onu bile düşünmeden odada gezindi. Leyla uyuyordu ama uykusu çok derindi uyanmazdı.

Mehir yoktu.

Kâbustu o değil mi? Gerçek olamazdı. Mehir bizi bırakmazdı.

Bir hışımla üstümdeki yorganı atıp yataktan çıktım. Merdivenleri hızla koşarken tek düşündüğüm Mehir'di. Ona bir şey olursa yaşayamazdım. Benden küçüktü ama bana ablalık eden oydu ve bazen ona abla olmak isteğimin önüne geçemediğim için daha iyi biri olmaya çalışıyordum. Sadece onun için.

Merdivenleri indiğimde onu salonun ortasında ağlarken gördüm. Yine ağlıyordu. Esat hayatına girdiğinden beri duygularını çok uçta yaşayan ve belli eden biri olmuştu. Önceden soğuktu benim kadar olmasa da soğuktu. Kolay kolay ağlamazdı ve abartılı gülmezdi. Bir ceset gibi otururdu.

Esat geldiğinden beri çok ağlıyordu, gülüyordu. Bazen çok uçta yaşıyordu. Zemheri, buz tutmuş bir kalbi nasıl eritmişti?

"Mehir," dedim endişeyle. "Neden ağlıyorsun?"

Başını önünden kaldırıp bana baktı. "Defne," dedi şaşkınlıkla. "Uyku tutmadı mı?"

"Kâbus gördüm," onun yanına doğru adımladım. "Sen neden uyumuyorsun?"

Çenesiyle önündeki sehpada olan beyaz kâğıdı gösterdi. Onun yanına oturup, kâğıdı aldım. Kısa bir göz gezdirdim ve yetti. "İyi misin?"

"İyiyim ya," dedi burnunu çekerken. İyiyse neden bu kadar ağlamıştı. "Sonuçta annem onu böyle seven birini bırakıp, babamla evlendi diye ağlayacak değilim."

"Ağlayabilirsin güzelim," bir elimi omuzuna koyup sıktım. "Emin ol seni anlarım."

"O babam olabilirdi, beni severdi," dediğinde gözyaşlarını sildi. "Neden bunu yaptı? Anlamıyorum. Defne ben annemi iyi hatırlamak istedikçe izin vermiyorlar. Anlayamıyorum."

"Kimsenin buna gücü yetmez," dedim hırsla. "Annen o senin Mehir, gülüşünde sen varsın. Senin için hayatından vazgeçmiş o."

"Haklısın," diyebildi. Arkasına yaslandı ve bir elini dizine vurdu. "Kafanı koy bakalım buraya ne olmuş benim bebeğime?"

Gülümsedim. Beni zaten sadece o gülümsetebiliyordu. Hiç üstelemeden başımı dizine koyup, gözlerimi kapattım. O saçımla oynuyordu. "Sana abla olmam gerekirken ayak bağı oluyorum," dedim pişmanlıkla. "Keşke daha iyi biri olabilsem."

"Defne!" dedi sahte bir öfkeyle. "Lütfen konuşma böyle. Ben ablam olmanı istemedim ki."

"İsteme isteme," dedim hemencecik. "Ablalar da hayırsız zaten. Olmayayım ablan en iyisi."

"O ne demek şimdi?"

"Ablama baksana benim tutunduğum tek dalımdı. Kırıldı gitti. Hiç acımadı da bana," zoruma giden sadece ablamın ihanetiydi. Yoksa ben neleri yutmuştum bunu da yutardım. "Ondan beklemezdim Mehir ben. Bak şimdi kimsesiz kaldım. Öylece ortada kaldım."

"Kalmadın!" diye sitem etti. "Ben varım burada. Baharda çiçek açan dalın olurum."

"Zemheriye aşık biri, baharda dal olup bir de çiçek açar mı?"

Kıkırdadığını duydum. "O sert rüzgârlarda üşümemiş biri, baharda çiçek mi açmayacak?"

"Açar," dedim yürekten inanıyordum. "O çiçekleri buzları eriyen kalbinin sularıyla da yaşatır."

"Yaşatır mı Defne?" sesindeki hüzün, kalbimi kırmıştı. Mehir'in böyle olmasını kaldıramıyordum. Biz bunları hak etmemiştik. Ben kabullensem bile o çabalamıştı. Yine aynı yerdeydik. "Kalbim bir kuş olup uçar mı? yaralı çünkü."

"Kanatları kırılmış bir kuş sence bir daha uçar mı?" sesi çıkmadı. "Tedavi edilirse uçar."

"Ya edilmemişse?"

"Seni tedavi etti Esat, uçabilirsin artık."

"Esat'ın bilmediği bir yaram var Defne," dediğinde başımı kaldırıp ona baktım. O bana bakarken gözlerinde tamamen acı vardı. "Aramızda kalacak ama olur mu? Yeni hatırladım."

"Mehir, korkutma beni."

"Defne, klinikte B bloğundan atlayan biri hakkında konuşmuştunuz hatırlıyor musun?" diye sordu. Hızla başımı salladım. "Defne, her gün konuşup üzüldüğümüz aynı zamanda klinik bu kadar mı ağır diye korktuğumuz o olayın içindeki o kız benmişim. Çağlar bana Esat'ın dönmesi için üç ay vermiş. Üç ay sonunda dönmezse onun olacağımı söylemiş..."

"...Esat dönmemiş, bilse dönermiş ama bilmemiş," gözlerini benden kaçırdı. "Üçüncü kattan kendisini atan o kız bendim Defne. Ben yıllar önce lisede olduğu gibi, yine onunla olmamak için canımı hiçe saydım."

💨💨
Umarım keyifle okumuşsunuzdur.
Görüşmek üzere!

Continuă lectura

O să-ți placă și

4.6K 599 11
"Kimsesiz." diye fısıldadı. "Kimsesizler." derken sesi biraz yükselmişti. "Biz sokağın bile kucak açmadığı kimsesizleriz. Bizim geçmişimiz kan kok...
1.3M 56.3K 60
+0535**: Merhaba, kusura bakmayın rahatsız ediyorum. +0535**: Numaranızı annemden aldım. +0535**: Üst komşunuzum bir şey rica edebilir miyim? Sena: T...
AHZAR De gizem

Ficțiune adolescenți

2.1M 127K 42
Zorluklarla ayakta kaldığı hayatında bir de bursla kazandığı üniversitesini ilerletmeye çalışan Yağmur, hayatının en büyük pişmanlığını yaptı... Biri...
SİYAH KEFENLER De Elif

Ficțiune adolescenți

499K 27K 40
Geçmişim karaydı, geçmişim acıydı, geçmişim ölmeliydi. Ama o, geçmişimi bile temizleyebilecek bir adamdı. ...