Önüne konulan çay bardağını aldı yaşlı adam. "Kapıyı kilitledunuz mi?" diye sordu. Gerçi o da bilmiyordu artık, yüreğini daha fazla yakacak neyi alabilirlerdi bu evden. Kural köşkü yıkılmış, doğruları ezilip geçilmişti. Nikâhtan sonra görmediği kızını, kargaşa bitince de gün akşama varınca da bulamamıştı. Öyle ya, bir şehir hayali tutturup çekip gitmişti. Gitmek, öyle alışılmadık şey değildi de Hasan bey kızına yakıştıramamıştı. Uzayan sakalları, hastalıklı soluk benizli yüzünü saklıyordu. Kaygısız, endişesiz oynayan torunlarını ifadesiz bakışlarla seyredip iç geçiriyordu.

Bu kadar önemli miydi bu köyden ötesi? Ne vardı da çocukları kaçıp gidiyordu? Yanlış ettiği, eksik bıraktığı neydi ki bu asiliğe maruz kalıyordu? Gecelerce düşündü. Yanında susacaklarını bildiği köylüden uzak durdu. Koca Hasan bey! Evlatlarına söz geçiremiyordu işte. Oğlundan sonra kızı da kaçıp gitmişti, kim bilir kime, nereye? O da dönerdi ama abisi gibi. Bakalım kendini nasıl affettirecekti? Köyü bir merak almıştı.

Bir de Mehmet vardı tabi. Ankara'daydı şimdi. Geçmek bilmeyen öksürüklerinin sebebi sıkıntılı bir hastalıktı ve tedavi edilmesi gerekiyordu. Ağzından kan gelene kadar gitmemekte direndi. Sonra apar topar Trabzon Devlet Hastanesine götürüldü. Ankara'ya gitmesi gerektiğine karar verildi. Azize'ye yine ayrılık yazıldı. Tedavi süresinin ne kadar uzayacağı bilinmiyordu. Okuluna devam eden çocuğun daha fazla yıpranmaması için köyde kalmasına karar verildi. Mehmet'e kalsa kızını da götürürdü. Ama kim çıksa karşısına, Zeynep'le gitmesini ve iyileşinceye dek kendine dikkat etmesini söyledi.

İlk hafta otelde kaldılar. Sonra aylar geçeceğini anlayınca tek odalı bir ev tuttular. Zeynep için mekânın önemi yoktu. Yüreği ağzında uyanıyordu her gün. Uykularına Mehmet'in yokluğuna dair kâbuslar musallat oluyordu. Bir kurşun isabet etmemişti bedenlerine ama ciğere yerleşen hastalıklar vardı. Almanya soğuk emanet etmişti Mehmet'e. İlyas'ın hareket ettiremediği vücudu bir yatağa mahkûmdu. Akrabasının mermisinin izlerini taşıyacaktı. Zeynep'in gönlüyse, hasta bir adamın kafesine gireli çok olmuştu. Özlemden, korkudan başka sıkıntıları yoktu. Akşamları sohbet ediyorlardı. Zeynep anlatıyor, Mehmet dinliyordu. Pencereleri açıyor, sokağın gürültüsünde kayboluyorlardı. Birkaç çeşit çiçeği suluyorlardı.

Sessiz yeniyordu akşam yemekleri. Mehmet sık sık Azize'den söz ediyor, ne yaptığını merak ettiğini söylüyordu. Aklı küçük kızındaydı. Bir zamanlar onu köyde bırakıp gitmeyi düşünmenin cezasını çektiğine inanıyordu. Nasıl yapacaktı böyle bir hatayı? Zeynep'in çırpınışlarıyla kendine gelmiş olmasaydı, bu gün babasından nefret eden bir evlada sahip olacaktı. Güzel sebepler, büyük yıkımları önlemişti. "Yine de uzaktayız be kızım!"

"Ne dedin?"

"Hiç..."

"Yine Azize'yi düşünüyorsun değil mi? Onun da seni düşündüğüne eminim. Ama iyileşmeni beklemek zorundayız. Burada kalmamız gerekiyor, ilaçların... tedavin..."

"Biliyorum" güldü Mehmet "ezber ettim bunları." Ama faydası olmadı.

***

Yarım saate araba gelecekti. Kıyafetler bavula konulmuş, köye götürülecek ne varsa hazırlanmıştı. Azize elindeki sepette bir sürü çiçek ve yayla çayı tutuyordu. Babası gelince kaynatıp içirecekti. Gelmezse de kutuya koyup gönderecekti. Dedesine Ankara'ya gidip gidemeyeceklerini sorduğunda cevap alamamıştı. Zaten halası gittiğinden beri dedesine yaklaşmak için biraz cesaret toplaması gerekiyordu. Bu sert suskunluk da gücünü alıp götürmüştü.

"Azize, gel aşağı mescide koşalum!" Mustafa'nın teklifini kabul eden kız, sepeti babaannesine bırakıp koşmaya başladı. Oğlan da amcasının kızının peşine düştü. Bu yüksek dağın yamaçlarında, kendilerine yol yapan arabaların izlerini takip ettiler. Kollarını açıp bir uçak gibi ses çıkartan Mustafa yüzünden kahkaha attılar. İki kişilik bu serüvenin sonuna gelirken bile eğlenmek istiyordular. Aşağıda inekler vardı. Mescit küçücük, kutu gibi bir kulübeydi. Yanındaki çeşmeden buz gibi bir su akıyordu. Bahçesine tahtadan yapılmış geniş bir bank yerleştirmişlerdi. Yoldan gelip geçeni misafir ediyordu.

AZİZE (TAMAMLANDI)जहाँ कहानियाँ रहती हैं। अभी खोजें