LuHan'ın bizim eve geldiği yaz |2|

311 22 4
                                    

Bugün, yeni gelen birisinin yol açtığı sıkıntı, huzursuzluk, heyecan; dünya kadar mutluluğun bir parmak ötede dolanıp durduğu düşüncesi; yanlış anlamış olabileceğim ve yitirmek istemediğim; her seferinde hakkında çok iyi düşünmem gereken insanları boyuna yoklayıp durmam; arzuladığım ve beni arzulamasını can attığım herkese yakıştırdığım korkunç şeytanlıklar; sanki dünyayla benim aramda perde yokmuş da incecik kâğıtlardan yapılmış sürgülü kapılar varmış gibi çektiğim perdeler; hiçbir zaman şifreli olmamış şeylerin şifresini karıştırmaya ve sonra yeniden anlaşılır hale getirmeye çalışmalar; bunların hepsi, Luhan'ın bizim eve geldiği yaz başladı. Bunlar, o yaz popüler olmuş her şarkıda, Luhan'ın kaldığı sırada ve sonrasında okuduğum her romanda, sıcak günlerin biberiye kokularından, ağustos böceklerinin deli gibi cayırtılarına varıncaya dek her şeyde kazılıydı; birlikte büyüdüğüm ve o güne dek hayatımın her yılında tanıdığım kokular ve sesler birden bana düşman kesilmiş ve o yaz olayların rengini sonsuza dek taşıyan bir ton edinmişti.

Veya belki de onun bizdeki ilk haftasından sonra başlamıştır; benim kim olduğumu hâlâ hatırladığını, beni yok saymadığını görüp heyecanlandığım ve kendime, bahçeye gittiğim zaman yanından geçerken onu görmezden gelme keyfini yaşama iznini verdiğim günlerde. İlk sabah erkenden koşuya çıktık; ta B.'ye kadar ve sonra geriye. Ertesi sabah yüzdük. Daha ertesi gün yine koştuk. Henüz turlarını bitirmemiş süt kamyonuyla yarışmak hoşuma gidiyordu, yahut işlerine başlamaya hazırlanan bakkalla ya da fırıncıyla; henüz bir Allah'ın kulu ortada yokken ve bizim ev uzakta bir serap gibi görünürken, sahilde ve yürüyüş yolunca koşmak hoşuma gidiyordu. Ayaklarımızın uygun adım, solla sol basması ve yere tam aynı anda vurması hoşuma gidiyordu; sahilde ayak izlerimizi, sonradan gelip gizlice ayağımı onunkinden kalanın üzerine koymak istediğim ayak izleri bırakıyorduk.

   Bu sırasıyla bir koşma bir yüzme, onun okulundaki "rutini"ydi. Sebt* günlerinde de koşar mısın? diye takıldım. Daima egzersiz yapardı, hasta olduğunda bile; mecbur kalırsa yatakta yapardı. Gece yeni birisiyle yatmış olsam bile, yine sabah erkenden koşmaya giderim, dedi. Bir tek ameliyat olduğunda egzersiz yapmamıştı. Niçin ameliyat olduğunu sorduğumda, kendi kendime bir daha ona asla söyletmeyeceğime söz verdiğim yanıt, suratındaki sahte sırıtmayla kutudan fırlayan soytarı gibi çarptı: "Daha sonra."
Belki nefes nefese olduğu için pek uzun konuşmak istemiyordu veya yüzmeye ya da koşmaya yoğunlaşmak istiyordu sadece. Yahut belki de onun, beni de aynı şeyi yapmaya -tümüyle kayıtsız olmaya- sevk etme tarzıydı bu.
  Fakat en beklenmedik anlarda aramıza giriveren bu mesafede, birdenbire buz kestiren, can sıkıcı bir şey vardı. Bunu kasten yapıyormuş gibiydi; benim oltamı gevşetiyor, gevşetiyor, sonra birden çekip, arkadaşlık namına hiçbir şey bırakmıyordu.
  Bu çelik gibi bakış hep yeniden ortaya çıkıyordu. Bir gün, ben arka bahçede havuzun kenarında, "benim masam" haline gelmiş masada gitar çalarken ve o da yakınımda, çimlerin üzerinde yatıyorken o bakışı fark ediverdim. Benim dikkatim gitarın sapına yoğunlaşmışken, gözlerini bana dikmişti ve birden başımı çevirip de onun çaldığım şeyi beğenip beğenmediğine bakınca, işte orada: Keskin, acımasız, kurbanı tarafından görüldüğü anda hemen geri çekilen, parlak bir kılıç gibi. Donuk bir şekilde gülümsedi bana. artık bunu gizlemenin bir anlamı yok, dercesine.

Ondan uzak dur.

Sarsıldığımı fark etmiş olmalı, gönlümü almak için bana gitar hakkında sorular sormaya başladı. Öylesine gardımı almıştım ki, samimiyetle yanıt vermem olanaksızdı. Bu arada, benim yanıtlarla boğuştuğumu görünce, göründüğümden daha çok gücenmiş olabileceğim kuşkusuna kapıldı. "Açıklamaya çalışmana gerek yok, Yine çal işte." Ama sinir olduğunu sandım. Sinir olmak mı? Nerden çıkardım bunu? Böyle tartışıp durduk. "Çal, olur mu?" "Aynısını mı?" "Aynısını."
Kalkıp oturma odasına gittim ve melodiyi piyanoda çalarken duyabilsin diye balkon kapısını açık bıraktım. Yarı yola kadar peşimden geldi ve kapının ahşap çerçevesine yaslanarak bir süre dinledi.
"Değiştirdin. Aynısı değil bu. Ne yaptın o müziğe?"
"Sadece, Liszt'in bu parçanın orasını burasını kurcalayıp çalacağı şekilde çaldım."
"Tekrar çal, lütfen!"
Kızmış gibi yapması hoşuma gitmişti. Parçayı yeniden çalmaya başladım.
Bir süre sonra, "İnanamıyorum, yine değiştirdin," dedi.
"Eh, ama çok değil. Bu sadece, Busoni'nin, Liszt'in versiyonunu değiştirse çalacağı tarz."
"Sen Bach'ı, Bach'ın yazdığı gibi çalamaz mısın?"
"Ama Bach bunu gitar için yazmamış ki. Klavsen için bile yazmamıştır belki. Aslında, bunun Bach'a ait olduğundan bile emin olamayız."
"Sormadım say."
"Tamam, tamam. Bu kadar kuzmaya gerek yok," dedim. Bu kez, istemeye istemeye alttan alıyormuş gibi yapma sırası bendeydi. "Bu, benim tarafımdan, Busoni ya da Liszt'i katmadan uyarlanmış Bach'tır. Bach'ın çok gençliğinden kalmadır ve ağabeyine ithaf etmiştir."
Daha ilk çaldığımda, parçadaki hangi melodinin içinin kıpırdattığını tam olarak biliyordum ve her çalışımda o melodiyi ona küçük bir armağan olarak gönderiyordum; çünkü fark etmek için deha gerektirmeyen ve bende uzun bir kadans ekleme ihtiyacı doğuran, içimdeki çok güzel bir şeyin hatırası olarak aslında ona adanmıştı. Sadece onun için.
Biz -ve o bunun belirtilerini benden çok önce fark etmiş olsa gerekti- flört ediyorduk.

O akşamın ilerleyen saatlerinden günlüğüme şunları yazıyordum: Müzikten hoşlanmadın sandığımı söylediğim zaman abartıyordum. Demek istediğim şuydu: Sanırım benden hoşlanmadın. Beni bunun tam tersine inandıracağını umur ediyordum... ve inandırdın, bir süreliğine. Yarın sabah niçin inanmayayım ki buna?

Aynı zamanda böyle biri de, dedim kendi kendime, onun buzdan birdenbire güneş ışığına nasıl geçiverdiğini görünce. Ona şunu sormalıydım: Ben de tıpkı bu şekilde bir o tarafa bir bu tarafa geçeyim mi?

Dipnot. Biz tek bir çalgı için yazılmamışız; ne ben, ne sen.

Onu zor ve yaklaşılmaz biri olarak damgalamaya ve onunla hiçbir ilgimin kalmamasına tamamen kararlıydım. Ondan iki sözcük duymuştum ve somurtuk kayıtsızlığımın birden dönüşüverdiğini gördüğüm şey şudur: Senin için her şeyi çalarım, sen bana dur deyinceye kadar, akşam yemeği vaktine kadar, parmaklarımın derisi kat kat soyuluncaya kadar, çünkü senin için bir şey yapmak hoşuma gidiyor, senin için her şeyi yaparım, söylemen yeter, senden daha ilk günden hoşlandım ve benim yeni arkadaşlık teklifime buzla karşılık versen bile, aramızda geçen bu konuşmayı ve kar fırtınasının ortasında bile yazı geri getirmenin kolay yollarının olduğunu hiç unutmayacağım. 

Bu sözü verirken ayrı tutmayı unuttuğum şey, buzun ve kayıtsızlığın, güneşli anlarda imzalanmış tüm anlaşma ve kararları geçersiz kılabileceğiydi. 

Sonra o temmuz pazar öğleden sonrası geldi, evimiz birden boşaldı, sadece ikimiz kaldık ve ateş karnımı delip geçti; çünkü sonradan, o akşam günlüğümde buna bir anlam kazandırmaya çalışırken aklıma gelen ilk ve en kolay sözcük "ateş"ti. Odamda, korku ve umutla transa geçmiş bir halde yatağıma çivilenerek, bekleyip durdum. Bir tutkunun ateşi değil, tahrip edici bir ateş değil, ama felç edici bir şey, parça tesirli bombaların ateşi gibi, çevresindeki havayı çekip sizi nefessiz bırakıyor, çünkü siz karnınızdan bir darbe yemişsiniz ve vakum tüm akciğer dokusunu parçalamış ve ağzınızı kurutmuş ve hiç kimse konuşmasın istiyorsunuz, çünkü siz konuşamıyorsunuz ve kimse sizden kımıldamanızı istemesin diye dua ediyorsunuz çünkü kalbiniz tıkanmış ve öylesine hızlı çarpıyor ki, daralmış odacıklarından bir şey akıtmaya kalmadan kırık cam parçaları fışkıracak. Korku gibi, panik gibi, böyle bir dakika geçer de benim kapımı çalmazsa ölecekmişim gibi bir ateş, ama şimdi çalmasındansa çalmaması daha iyi. Balkon kapımı aralık bırakmayı öğrenmiştim ve yatağıma sadece mayomla uzanmıştım, bütün vücudum yanıyordu. Ateş, bir yakarış gibi, lütfen diyor, lütfen yandığımı söyle bana, bunların hepsini düşlediğimi söyle, çünkü senin için de doğru olamaz bu ve senin için de doğruysa, o zaman dünyanın en acımasız adamısın. O öğleden sonra nihayet odama kapımı çalmadan, dualarım onu çağırmış gibi girdi ve niçin diğerleriyle birlikte deniz kıyısında olmadığımı sordu ve düşünebildiğim tek yanıt, gerçi söylemeyi başaramadıysam da, "seninle olmak için"di. Seninle olmak için, Luhan. Mayomla ya da mayomsuz. Seninle olmak, yatağımda. Yatağında. Ki yılın diğer aylarında benim yatağımdır. Ne istiyorsan yap bana. Al beni. Sadece, istiyor musun diye sor ve vereceğim yanıtı gör, hayır dememe izin verme. 

 | Sebt: musevilerin kutsal dinlenme günü olan cumartesi. |

You've reached the end of published parts.

⏰ Last updated: Nov 05, 2018 ⏰

Add this story to your Library to get notified about new parts!

Call Me by Your NameWhere stories live. Discover now