Lacivert - Safir - Amber

Από tymazerr

2.8M 125K 24.3K

Tıp öğrencisi Beren, yıllardır göğüs gerdiği aile şiddeti yüzünden sonunda evden kaçtığında, aklına gelecek s... Περισσότερα

GİRİŞ
1- BEREN SOYDAN
2- JAMES HUNTER
3- Mahzen
4- Royal De Maria
5- Antidote
6- Sofia Dark
7- Denge
8- Dönüş
9- Kaçış
10- Sara
11- Soğuk
12- Ekip
13- Sınırlar
14- Kırık
15- YANILGI
16- YENİ GÖREV
17- DONUK
18- ACI SESLER
19- ILIK GECE
20- EV
21- BOWIE
22- DEIRDRE
23- ÇIPLAK
24 - NOT
25- OYUNCAK BEBEK
SAFİR | GİRİŞ
SAFİR | 1.BÖLÜM
SAFİR | 2. BÖLÜM
SAFİR | 3. BÖLÜM
SAFİR | 4.BÖLÜM
SAFİR | 5.BÖLÜM
SAFİR | 6. BÖLÜM
SAFİR 7. BÖLÜM | Gece Nöbeti
SAFİR 8. BÖLÜM | Fil Ağacı
SAFİR 9. BÖLÜM | Zehir
SAFİR 10. BÖLÜM | BOZUK
SAFİR 11. BÖLÜM | LACİVERT
SAFİR 12. BÖLÜM | AİT
SAFİR 13. BÖLÜM | SIFIR
SAFİR 14. BÖLÜM | Ruh Kesiği
SAFİR 16. BÖLÜM | Ateş
SAFİR 15. BÖLÜM | Cennet
SAFİR 17. BÖLÜM | Geç
SAFİR Final | Herkes için...
Amber 1 | PARADOKS
Amber 2 | KARMAKARIŞIK
Amber 3 | EĞİTİM
Amber 4 | ÇAYLAK
Amber 5 | MILEN
Amber 6 | DARKBLUE
Amber 7 | RÜYA
Amber 8 | HAVADA SÜZÜLMEK
Amber 9 | SOĞUK ATEŞ
Amber 10 | TAŞIYICI
Amber 11 | KAÇIŞ
AMBER 12 | CENNET
AMBER 13 | DEĞİŞİM
AMBER 14 | UZAY BOŞLUĞU
AMBER 15 | ZİHİN YANGINI
AMBER 16 | GÜVEN
AMBER 17 | FAROE
AMBER 18 | GENOA
AMBER 19 | GÜN IŞIĞI
AMBER 20 | LIZY
AMBER 21 | VEDA VE ÖTESİ
AMBER 22 | FİNAL 1- İLLÜZYON
AMBER 23 | FİNAL 2- GERÇEKLER
AMBER 24 | FİNAL 3- MASALLAR VE SONLAR

AMBER 20 | LIZY

20.3K 565 261
Από tymazerr



Instagram/ threads: t.y.mazer

tiktok: t.y.mazer

Twitter: tymazerr

***

LACİVERT

AMBER 20. BÖLÜM

LIZY

Parmaklarımla oynamaya devam ederek, sessiz bir bekleyiş içine girdim. Mike önümde, David de hemen yanımda oturuyordu. Mike'ın rahatlatıcı göz kırpışına rağmen gergindim. James birazdan gelip, ana performans değerlendirmem ile ilgili planı anlatacaktı. Elizabeth, Sofia ve Brad mahzen dışındalardı. James rahatça toplantı yapabilmemiz için her şeyi planlamıştı.

Kapıdan girdiği anda dikkatim onda toplandı. Üzerine oturan bir pantolon ve siyah tişört giyiyordu. Bir deri ceketle tam bir özel ajan görünümüne sahip olabilirdi.

Lacivert bana hafifçe tebessüm ettikten sonra dev ekranın önüne geçti. Jenny'ye kısa bir komut verdiğinde, tamamen ekip lideri kimliğine bürünmüştü. Jenny, devasa bir şehir haritasını ekrana yansıttı. Ardından Lacivert konuşmaya başladı.

"Aslında plan çok basit." O bunları söylerken ben hala haritayı anlamlandırmaya çalışıyordum. Üzerinde birçok işaret ve ona bağlı komut notları vardı. Bu sıradan bir harita değildi elbette, şehirdeki tüm gizli tünelleri, kör noktaları ve kaçış rotasyonlarını ustaca sergiliyordu. Gözlerimi kırpıştırdım ve aptal göründüğüme emin olarak haritaya bakmaya devam ettim. Bu işi başarmam olanaksızdı.

Mike yüz ifademi okumuş olacak ki muzipçe sırıttı. "Gülme" dedim dişlerimin arasından. Bana karşılık olarak James'i taklit etti. "Aslında çok basit."

Yüzünü buruşturup önüme döndüm. James ifadesiz yüzünü takınmış bize bakıyordu. "Bitti mi?" dedi Mike'a. Sesi profesyoneldi.

"Aslına bakarsanız profesör, Beren arkadaşım devamlı saçımı çekiyor" dedi Mike. Ses tonu öylesine ciddiydi ki, gözlerim bu çocukça davranışı karşısında kocaman açıldı. Mike'a dönüp "Zevzek!" diye fısıldadım. "Ne yapıyorsun?"

Mike omuz silkti. David bile elini yüzüne kapamış, gülüşünü gizliyordu. Mahçup bir ifadeyle James'e döndüm. Gözlerini kısmış Mike'a bakıyordu. Birkaç saniye öldürücü bakışlarını Mike'ın üzerinde tuttuktan sonra hiçbir şey olmamış gibi haritaya döndü.

"Şimdi" dedi yine eğitmen edasıyla, saçlarını geriye atıp konuşmaya devam etti. "Görevin yüksek güvenlikli bir binada tutulan bir rehineyi kurtarmak. Bu bina Alman bir örgüte ait."

Yutkundum. Demek görev Türkiye sınırları içerisinde değildi. James ciddi bir tavırla anlatmaya devam etti. Bir yandan haritayı işaret ediyordu. "Bina batı Berlin'de bulunuyor. Binanın etrafı 3 kilometreye kadar ileri güvenlik sistemi ile takibe alınıyor. O açıdan bu tünelleri kullanarak ilerlemek daha mantıklı olacaktır."

Pekala, en azından tünellerden ilerleyecek, insan içine karışmayacaktık. James devam edince dikkatle dinledim. "Tüneller Doğu Berlin'den başlayıp Batı Berlin'e kadar devam ediyor."

Haritada işaret etti. "Elizabeth ve sen şu yolu kullanarak ilerleyeceksiniz."

"Nasıl yani?" Dedim kendime hakim olmayarak. "Göreve Sofia ile gitmeyecek miydim? Elizabeth nereden çıktı?"

Lacivert gözlerimin içine baktı. "Son dakika bir değişiklik oldu. Merkezin verdiği karar üzerine Sofia göreve katılamayacak."

"İyi de" dedim oflayarak. "Elizabeth son görevde beni boğazlamanın eşiğindeydi. Bu görevde ikimizden biri sağ çıkabilir mi bilemiyorum."

Mike sırıttı ancak James onu görmezden geldi. "Aksine Beren, Elizabeth son görevde çok iyi bir performans sergilediğinden bahsetti. Anladığım kadarıyla iyi bir uyum yakalamışsınız."

Kaşlarım havaya kalktı. Bunu beklemiyordum.

"Tünellerde 500 metrede bir güvenlik kontrolü var. Onlardan biri gibi davranıp tüm kontrolleri geçmelisiniz. Tünellerdeki kontroller ana binaya oranla daha hafif. Size zaman kazandırır."

Derin bir nefes aldım. James konuşmasını sürdürdü. "Rehine dördüncü katta. Tamamen kurşun kaplı duvarlarla korunan bir odada tutuluyor. Rehineyi serbest bıraktığınız anda görev bitiyor."

"Yani onu binadan çıkarmamıza gerek yok mu?" diye sordum. "Hayır" dedi James. "O kısımdan sonrasını Birlik halledecek."

"İlginç" diye mırıldandım. Muhtemelen bu kısımda James'in parmağı vardı. Görev şu haliyle belki biraz basit görünüyordu.

*

Jenny'nin hazırladığı görev kıyafetlerini giydikten sonra aynadaki görüntüme baktım. Üzerimde koyu lacivert bir kargo pantolon ve bol cepli bir ceket vardı. Başıma ortasında örgütün simgesi olan spor bir şapka takmıştım. Görünüşe göre şapka bu örgütün üyesi olduğumuzu göstermek için en önemli detaydı. Sarıya kaçan saçlarım dikkat çekmesin diye şapkanın içinde topuz yaptım. Yüzümde makyaj yoktu. Bağcıklı botları da giyip koridora çıktığımda benimle aynı kılıkta olan Elizabeth'i gördüm. Eh tabi benden bir 15-20 santim uzun oluşu dışında oldukça uyumluyduk.

"Hazır görünüyorsun" dedi beni kısaca süzerek. "Hazırım." diye onayladım onu. "Başka kim bizimle gelecek?"

"Sadece James" diye yanıtladı.

Vakit kaybetmeden hangara ulaştık. James uçağı çoktan kalkışa hazır hale getirmiş, bizi bekliyordu. Elizabeth'in kokpite James'in yanına geçmesini beklerken, o beni şaşırtarak arka koltuğa geçti ve kulaklığını taktı. Bir an ne yaptığına bakakalsam da, şaşkınlığımı üzerimden atıp, James'in yanına yerleştim. Elizabeth'in onu ilk tanıdığım haliyle ilgisi yoktu. Yani, dışarıdan bakıldığında yine aynı Elizabeth'ti. Soğuk ve burnu havada görüntüsü sabitti. Ancak bana karşı tavırlarında bir değişiklik seziyordum. Sanki artık bana saygısı varmış gibi davranıyordu. Beni kabullenmiş gibi. James kalkışa geçmeden önce bakışlarını bana çevirdi. Önündeki dijital ekrana dokunarak birkaç ayarlama yaptı. Son olarak kulaklıkların ses dengesini ayarlarken Elizabeth'in kulaklığını kıstı. Elizabeth arka koltuktan James'in yaptıklarını takip etse de, sanki bize özel bir an tanımak ister gibi kafasını ters yöne çevirdi. Dikkatimi Elizabeth'den çeken, James'in elime dokunan elleriydi.

"Hazır mısın?" dedi.

Elizabeth'in bizi duymadığından emin olsam da cevap vermeden önce hafif bir tereddüt yaşadım. Ardından "Sanırım." diye cevap verdim. James başparmağının elimin üstünde gezdirdikten sonra ciddi bir ifadeyle bakışlarını gözlerime sabitledi. "Unutma, ne olursa olsun ben yanındayım. Çok uzağında olmayacağım, operasyonun her anını izliyor olacağım. Bu görüntüler aynı zamanda merkez tarafından da izleniyor olacağı için sana sesli direktif veremem ancak başarabileceğini biliyorum."

Kararlı ve inançlı sözleri üzerine hafifçe gülümsedim. Neye ihtiyacım olduğunu nasıl biliyordu bilmiyordum ama bir şekilde doğru kelimeleri söylemeyi başarıyordu. "İnşallah başarırım" dedim derin bir iç çekerek. James'in bu tepkim karşısında dudakları kıvrıldı. Elimi ellerinin arasına aldı, ağzına yaklaştırarak avucumun içine bir öpücük bıraktı. "İnşallah" dedi belli belirsiz bir sesle. Gözlerindeki derinlikte kaybolurken kocaman gülümsedim. Bize özgü bir tabiri, hatta duayı James'in dudaklarından duymak hem farklı hem de tanıdık hissettirdi. Ama tüm gerginliğime rağmen beni güldürmeyi başarmıştı. Zaten onunla beraberken soğuğun yakıcı olması da bu yüzden değil miydi?

Uçak havalandı. Hiper hızımızla Berlin'e varmak çok da zor olmadı. Alçalmaya başladığımız anda James bana Berlin Duvarı'nın* havadan görüntüsünü gösterdi. Aslında duvara oldukça uzaktık ancak uçağın dijital ekranında duvar olduğu gibi görünüyordu. Berlin duvarına ilişkin hikayeler beni hep çok etkilediği için, asırlarca sevenleri, dostları ve aileleri ayıran bu beton parçasını dikkatle inceledim. James bu sefer kulaklığı kısmak yerine kulaklığını çıkarıp konuştu. Onu duymak için ben de çıkarmak zorunda kaldım. "Duvarın tüm tarihi, alanın içindeki panolarla anlatılmış, istersen görev sonrası oraya bir turist ziyareti yapabiliriz."

Bunu duyunca tekrar gülümsedim. Hevesle kafa salladım. Oysa Lacivert öyle ciddi öyle kusursuz görünüyordu ki, az önce bana bir geziden değil, görevden bahsediyor gibi bir izlenim veriyordu. Elizabeth sırıttığımı görmesin diye kafamı çevirdim ancak o çoktan gözlerini devirmişti.

Doğu Berlin'e, tünellerin başladığı alanın yakınında bir yere iniş yaptık. İndiğimiz yer, etrafı çevrili bir alandı. Ortada helikopter iniş pistine benzer bir pist vardı. James inişten önce bir süre bekledi. Bunu güvenlik kontrolleri için yaptığını tahmin ettim. Sonunda uçaktan indiğimizde, bizi siyah bir araç bekliyordu. James şoför koltuğuna yerleşti ve başına bir şapka geçirdi. Elizabeth ve ben arkaya oturduk ve araç hareket etti. Birkaç dakika sonra tünellere varacaktık ve görev başlayacaktı. Sanki gerçek değildi. Sanki her şeyi dışarıdan izliyordum. Sonunda James arabayı durdurduğunda arkasını dönüp bana baktı.

"İyi şanslar." dedi. Bunun altında yanındayım, ben buradayım anlamları vardı biliyordum ancak yine de aramızdaki engeli aşıp ona sarılmak, bu sözleri gerçekten duymak istiyordum.

Araçtan indiğimizde kalbim ağzımda atıyordu. Artık görevin gerçekliği su götürmezdi. Elizabeth önden ilerledi. Kanalizasyon kapağını başıyla işaret ettiğinde onun gibi eğilip bir tarafından tuttum. Ağır kapağı kenara çektik.

İşte başlıyorduk.

Kanalizasyona inmek filmlerdeki gibi kolay değildi. Bir kere iğrenç kokuyordu. Mide bulandıran ve öğürmenize neden olan bir kokudan bahsediyorum. Ancak Elizabeth gibi bir süslü bile burun kıvırmıyorsa, benim ses çıkarma lüksüm yoktu. Nefesimi tutarak, Elizabeth'i takip ettim ve kanalizasyon merdivenlerinin yapış yapış, vıcık vıcık demirlerine tutunarak aşağı indim. Sonunda zemine ulaştığımızda, lağım çukuruna girmeyi bekliyordum ancak yerler şaşırtıcı derecede kuruydu. İğrenç koku tüm uzuvlarımı doldursa da bu kuruluğa şükretmem gerekirdi. Elizabeth'in önüne geçtim. Kolumdaki dijital ekrana dokundum. Harita simülasyonu ortaya çıktığında gideceğimiz yol belli oldu. Hızlı adımlarla rotayı takip etmeye başladım. Tüneldeki kameralar biz doğru yola girene kadar aktif olmayacaktı. Bu alanda herhangi bir tehlike yoktu. Yine de hızlı adımlarla ilerlerken, ayağımın üzerinden bir kanalizasyon faresi geçince çığlığımı yutmak zorunda kaldım. Elizabeth tepki bile göstermemişti. Tünele çıkan yola vardığımızda hafiften yorulmuştum ancak herhangi bir yorgunluk emaresi göstermedim.

Tünele adım attığımız an Jenny'ye sessiz bir mesaj gönderdim. Geçtiğimiz yollardaki kameralar tekrar aktif hale gelebilirdi. O ana kadar her şey iyi gitmişti. Heyecanımı bir kenara atarak göreve odaklandım. 500 metre arayla üç kapı, dolayısıyla üç görevliyi geçmemiz ve ekipten olduğumuza inandırmamız gerekiyordu. Elizabeth konuşmayacaktı. Tüm sorumluluk bendeydi. .

Kulağımdaki özel bir alet, Almanca konuşmam için yardımcı olacaktı. James gerekli her şeyi ayarlamıştı. Tek yapmam gereken sakin olmaktı. Panik yapmazsam başaracaktım.

Kendimden emin adımlarla ilk kapıya yaklaştım. Şapkanın altında alnımda biriken ter tanelerini hissediyordum. İçimde küçük bir dürtü şapkayı çıkarıp saçlarımı kaşımamı istese de, elbette ona uymadım. Kapıdaki nöbetçi bizden daha gençti. 20 yaşını bile doldurmamış görünüyordu. Sarışın gencin saç tutamları şapkanın altından görünüyordu. Benimle aynı şapkayı takmıştı. Derin bir nefes alıp önüne geçtim. İki yumruğumu kalbime doğru götürerek örgütün selamlaşmasını taklit ettim.

"Hallo Kamerad." diye seslendim kulağımdaki aletin de yardımıyla. Zaten bütün söylemem gerekenleri çoktan ezberleyip prova etmiştim. Ortaya çıkan sesi ben bile tanıyamadım. Genç adam bana ve Elizabeth'e başıyla selam verdi.

"Eintritt gestattet" dedim duruşumu düzelterek. Elizabeth tam yanımda duruyordu. Kalbim delicesine atıyordu, neyse ki kalbimin hareketleri kıyafetten belli olmuyordu. Genç adam bir süre bizi süzdü ardından yaşına göre tok bir sesle konuştu.

"Kennwort" dedi tek kelimeyle.

Nefes almayı bırakmıştım. Doğru parolayı söylemem gerekiyordu. Her kapıdaki parola bir kuş ismiydi. Hangisinin önce geldiğini bir an karıştırdığımı düşündüm. Neredeyse kendi nefessizliğimde boğulacaktım. Ancak sanki benden çıkmayan bir ses konuştu ve

"Habicht" dedim.

Genç adam tekrar kafasını salladı. Kapının önünden çekildi. Duvardaki bir kasaya ulaşıp bizim göremeyeceğimiz şekilde bir şifre tuşladı. Kasadan bir onay sesi geldi ve ardından kasanın kapağını açtı. İçinden çıkardığı kalabalık anahtarlıktan bir anahtar seçti ve kapının kilidine soktu. Kapı gıcırdayarak açıldığında ilgiyle genç adamı izliyorduk. Yaşına rağmen iyi eğitilmişti. Bize karşı tek başınaydı ancak elleri titremiyordu bile.

Bizim için açtığı kapı aralığından geçtik. Elizabeth'in her an tetikte olduğunu hissetsem de rahat bir duruş sergiliyordu. Ben de onu taklit ettim.

İlk nöbetçiyi geçerken terleyen avuçlarımı pantolonuma sildim. Nihayet yeterince uzaklaştığımızda Elizabeth fısıldadı. "Biri gitti iki kaldı, iyi işti çaylak."

Yorumu ukala gibi görünse de, o an tam ihtiyacım olan şeydi. Hafifçe gülümseyerek cesaretimi topladım. İki kapı daha kalmıştı. Sonra konuşmak zorunda kalmayacaktım. Umarım.

İkinci nöbetçiye yaklaştığımızda hala heyecanlıydım ancak kendime güvenim artmıştı. Bu seferki 30'lu yaşlarında bir kadındı. Kızıl saçlı olduğu burnuna ve yanaklarına yayılan kızıl çillerden belliydi. O kılıkta olmasa oldukça sevimli bulacağım bir kadındı. Ancak buz gibi bakan mavi gözlerinin ürkütücü olduğunu düşünmeden geçemedim. Bizi görünce o da hazır ola geçti. Rolümün bilincinde öne geçtim. Selamlaşmayı yaptım. Almanca "merhaba yoldaş" dedim. Genç çocuğun aksine o da yumruklarını kalbine götürerek selamıma karşılık verdi. Anlaşılan bu seferki nöbetçi selamlaşma geleneklerine oldukça bağlıydı. Repliklerimi tekrarlayarak giriş izni istedim. Parolayı sordu. Bu seferkini yol boyunca tekrarlamıştım. Şifre ankaydı.

Hiç düşünmeden "Phönix" diye cevap verdim. Onlardan biri olduğumuz için rahatlamış gibi hafifçe gülümsedi. Ardından bir önceki nöbetçi gibi duvardaki kasayı açtı, anahtarları çıkardı ve kapıyı bizim için araladı.

Son tünelde ilerlerken derin nefesler aldım. James haklıydı. Bu kolay bir görev olacaktı. Şimdilik her şey yolunda gidiyordu. Ve gariptir ama Elizabeth'in varlığı gerçekten beni güvende ve iyi hissettiriyordu. Elizabeth'i Türkçe bir ifade ile tanımlayacak olsam hükümet gibi kadın derdim. Kendi halindeydi ama yaşadıklarını düşününce, tüm bunları atlatmak için böyle biri olmaya zorlandığını düşündüm. Ve o an fark ettim ki Elizabeth'den hoşlanmaya başlamıştım.

"Sana Beth diyebilir miyim?" dedim yavaşça.

Tepkisi tek kaşını kaldırmak oldu. "Ne?" dedi hiç duraksamadan.

"Elizabeth yerine Beth desem?" diye sordum. "Elizabeth çok uzun, görev esnasında Elizabetthhh diye bağırmak zahmetli oluyor."

Her zamanki gibi göz devirdi. Ardından ekledi. "Asla Beth olmaz. İlla kısaltmak istiyorsan E de."

"E ne ya?" dedim yüzümü buruşturarak. "Konuşmaya zahmet etmez gibi. Bana B diye seslenildiğini düşünemiyorum."

"Kısa olsun diyen sendin." dedi hazırcevap bir şekilde.

"Beth'in nesi var ki?" diye sordum. "Hatta beğenmediysen Betty de diyebilirim. Betty Boop'u çok severim."

Elizabeth dehşet içinde yüzüme baktı. Ortam uygun olsa bu haline kahkaha atardım. "Aman Tanrım sen nasıl bir Pollyanna'sın?" dedi ondan beklemediğim kadar abartılı bir şekilde. "Çok istiyorsan Lizy diyebilirsin" dedi zoraki. "Ancak bu sadece bu görev için geçerli ve başka bir yerde duymak istemiyorum."

"Tamam, tamam biliyorum." Dedim "Aksi takdirde güzel saçlarımı yerinden sökersin."

Sesimdeki alayı fark ettiği için gözlerini kıstı. Önden yürümeye başladı. Arkasından sırıttım.

Son kapıya geldiğimizde terlemiştim, yorulmuştum ancak iyi hissediyordum. Birazdan görevin büyük bölümünü tamamlayacaktık. Binanın içine girdikten sonra giriş kartlarımız bize yardımcı olacak, iyi gizlendiğimiz sürece sıkıntı yaşamadan ilerleyebilecektik.

Üçüncü kapının önüne yaklaşana kadar kiminle karşılaşacağımızı tahmin edemedim. Ancak kesinlikle kapının önünde oturan, şişman ve yaşlı bir adam beklemiyordum. Biraz daha yaklaşınca adamın kör olduğunu fark ettim. Gözleri sanki oyulmuş gibi çukur kalmıştı. Gözbebeğinin olması gereken yerde etten düğümler vardı. Yüzümü hafifçe buruşturdum.

Son ve en önemli kapıya kör ve yaşlı bir adam koymaları gerçekten ilginçti. Elizabeth'e döndüm. O da bu durumu garip karşılamış gibiydi. Rutini bozmayarak Almanca selam verdim. Adam kör olmasına rağmen hareketleri yapmayı da ihmal etmedim. Hiç kıpırdama emaresi göstermedi. Ortamda garip bir sessizlik vardı. Acaba konuşma yetisini de mi kaybetmişti?

"Giriş izni?" dedim ama sesimdeki tereddüttün hissedilmemesi için çok çabalamıştım.

Elini uzatıp avucunu bize doğru çevirdi. Sanırım bu parolayı sorma şekliydi.

"Schlucken" dedim. Son şifre "kırlangıç"tı.

Diğerleri nöbetçiler gibi arkasındaki duvardaki kasayı açmasını bekledim ancak. Ayağa kalkmaya zahmet bile etmedi. Yüzünü hala bizden tarafa çevirmemişti, doğruca karşıdaki duvara bakıyordu. Parmaklarını şaklattı. Demir parmaklıklar arasında bir panel belirdi. Baş parmağını bu panele okuttu. Kapı otomatik olarak açıldı.

Bu kadar mıydı?

Elizabeth ile tekrar birbirimize baktık. Nedense bu kör adam bize güven vermemişti. Vakit kaybedemezdik. Öne geçtim.

Adama kısaca "danke" diyerek ilerlemeye koyuldum.

Kapı henüz kapanmamıştı. Elizabeth arkamdaydı. Peşimden kapıdan geçmişti. Ancak içimde kötü bir his vardı. Yaşlı adam sonunda konuştuğunda sesi korkunç bir frekanstan geliyor gibiydi. Arkama dönmeden kaçmak istedim ancak yapamazdım.

"Zweites kennwort" dedi o korkunç sesle. Elizabeth'le anında göz göze geldik. Ikinci bir parola soruyordu ancak bizim ikinci bir parolamız yoktu.Her şey saniyeler içinde gelişti. Kıpırdayabildiğinden bile şüphe ettiğim yaşlı, şişman ve kör adam, çevik bir hareketle taramalı bir silahı oturduğu sandalyenin altından çıkardı. Elizabeth anında silahını çıkarmasına rağmen, yaşlı adam kör olmasına rağmen bize doğru ateş açmaya başlamıştı. Elizabeth'i de çekip yere yattım. Sürünerek demirlere doğru ilerledim. Henüz çok uzaklaşmamıştık. Kapıyı çekerek kapatmaya çalıştım. Bizi takip etmesini istemiyordum. Böylesine hızlı silah kullanabilen birinin nasıl koşacağını hayal etmek en son istediğim şeydi. Adam kapının yakınındaki varlığımı hissedince, silahını bana doğrulttu. Elizabeth'in arkamda tetikte olduğunu biliyordum. Adamı ıskalamazdı. Ancak bu bir deneme göreviydi ve ben kimseyi öldürmek istemiyordum. "Dur Lizy!" diye bağırdım. Adam dikkatini tamamen bana vermişken, az önce sıkıca kavradığım bayıltıcı tabancayı dizine nişan aldım. Tek bir atış, yaşlı ve devasa adam için yeterli olmadı. Elindeki silah titredi ancak düşmedi. Bu sefer ayak bileğine nişan aldım. Sonunda yediği kurşunların etkisiyle az önce oturduğu sandalyeye geri çöktü. Bayılmıştı. "Neden öldürmeme izin vermedin?" diye homurdandı Elizabeth. Yavaşça ayağa kalktığında sol omzunun kanadığını fark ettim. "Yaralanmışsın" dedim omuzunu işaret ederek. "Lanet bunak!" diyerek yüzünü buruşturdu. "Emekli Nazi olduğuna bahse girerim. Adamın dur durağı yoktu." Yarasına cebinden çıkardığı bir bezi bastırdı, hiç canı yanmıyormuş gibi omuzunu kıpırdattı. Orada daha fazla kalmamız tehlikeliydi. "Haydi" dedim aceleye etmeye çalışarak. "İyiysen buradan çıkalım."Ben ayağa kalkarken dikkatle beni süzdü. "Senin de benden aşağı kalır yanın yok." O an bacağımdaki yanmayı hissettim. Başımı aşağı doğru çevirdim. Sağ baldırımdan kan damlıyordu. Elizabeth söyleyene kadar hissetmemiştim bile. Adrenalinin gerçekten uyuşturduğunu doğrulamış oldum. Elizabeth'in omzu bacağımdan daha iyi durumdaydı. Cebinden bir bant çıkardı. "Al bunu" dedi "ben idare ederim. Her yere kan damlamasını istemeyiz." Bu bandı tanıyordum. Yarayı 24 saat kadar stabil tutuyordu. James ile gittiğimiz tekne gezisinden hatırlamıştım. Elizabeth'e kısık bir sesle teşekkür ettim. Dişlerimi sıkarak pantolonumu dizlerime kadar sıyırdım. Kurşun bacağımı delip geçmişti. En azından içeride değildi. Parçalanan baldırıma bandı yapıştırdım. Kanamam kısa sürede durdu. "Bu banttan neden bende yok?" diye sordum topallayarak yürürken. "İlk kurşun yaranı almadan yanına almak aklına gelmez." dedi Elizabeth normal bir şeyden bahseder gibi. Öğrendiğim iyi olmuştu.

Acele adımlarla girişe ilerledik. Elimizdeki kimlik kartlarını okutup hızla doğru kata ulaşmamız gerekiyordu.

Görevim gereği önden gittim. Kimliğimi kapıya okuttum. Yerimde duramıyordum. Sanki kalbim baldırımdaki yarada atıyordu. Ancak odaklanmam lazımdı. Beklediğim klik sesi gelmeyince tekrar denedim. Kapı kartı okumuyordu. Bir hata olmalıydı. Tekrar denedim.

"Faydası yok." dedi Elizabeth. "Bunağın işi olmalı. Çoktan girişi engellemiş."

"Pekala" dedim burun kemiğimi sıkarak bu raddede ne yapacağım hakkında hiçbir fikrim yoktu. Düşünmeye çalıştım. Beynim durmuş gibiydi. Elizabeth kolumu kavradı. Yüz ifadesi bir şey belli etmese de tutuşu çok sıkıydı. "Acele edelim" dedi hafif uyaran bir tonla. Ardından parmağının ucuyla üniformamın göğüs cebini dürttü. Tabii ya, lazer spreyi cebimdeydi. Bir kalem şeklinde olan spreyi cebime iliştirmiştim. Kalemin kafası görünüyordu. Derin bir nefes alıp kalemi cebimden çıkardım. Lazeri kapıya uygularken ellerim heyecandan titriyordu ancak Elizabeth bunu görmemiş gibi davrandı. Gözlerini devirip işi bitirmemi ve kilidi eritmemi bekledi. Bir yanım kalemi elimden almak ve bu işi hızlıca yapmak için yanıp tutuştuğunu bilse de, sabırlı davranarak müdahale etmedi. Sonunda kapı açıldığında tesisin alarmları ötmeye başladı.

"Harika!" diye mırıldandı Elizabeth. "Şimdi de üzerimizde kırmızı ışıkla dolanıyoruz."

Bu sefer göz deviren ben oldum. Tamamen gerilmiştim. Kapının arkasını kontrol ederek dikkatle kapıyı açtım. Örgütün askerleri hızla koşturuyorlardı. Onlarla aynı olan kıyafetimizden faydalanarak aralarına karıştık. Silahlarımızı çıkarıp onlar gibi "beeil dich" yani acele edin diye bağırmaya başladık. Bir yandan heyecanla kata çıkan merdivenleri arıyordum. Kimlik kartlarımız iş görmeyeceği için yanımda koşan askerlerin birinin kartını almak zorundaydım. Aynı anda bacağımdaki yanmayı ve acıyı hissediyordum ama bunu düşünecek vaktim yoktu. Hissettiğim sızıya karşılık koşmaya devam ettim. Belki de tüm eksikliklerime rağmen, Birlik'in bir parçası olmayı, ufacık bir ihtimalle de olsa ajan olmayı başarıyordum. Askerlerden birini gözüme kestirdim. Boyu benim hizamda olan, çelimsiz bir çocuktu. Ona uzanmak için hamle yaptığımda Elizabeth kolumu tutup beni durdurdu. Kaşlarımı çatıp ona baktığımda elindeki kimlik kartını gösterdi. Çoktan birinden çalmıştı. Diğerlerine fark ettirmeden merdivenlere koşarken "Senin müdahale etmemen gerektiğini sanıyordum" diye fısıldadım.

"Yüzde on beş müdahale iznim var." dedi kartı kapıya okutarak, "Ayrıca yaralısın"

"Bunu şimdi söylemen iyi oldu." dedim imayla.

Hafifçe güldü. Elizabeth'ten böyle tepkiler almak ilginçti.

Merdivenlere çıkan kapıyı açtıktan sonra -2. katta olduğumuzu gördüm. Rehine 4. katta olduğuna göre, altı kat daha çıkmamız gerekiyordu. Sona çok yaklaşmıştık, bu açıdan altı kat bebek işi geliyordu. Tabi yeni bir sürprizle karşılaşmazsak.

Elizabeth ile oldukça hızlıydık. Birinci kata gelene kadar kimseyle karşılaşmadık. Başımız yerde kameralara görünmeyecek şekilde koşuyorduk. Birinci katın merdivenlerini bitirdiğimiz anda katın kapısı açıldı. Dev gibi bir kadın asker ortaya çıkıp bağırdı. Heyecandan ilk ne dediğini kavrayamadım. Sonra kalp atışlarım yavaşladı. Kendimi sakinleştirdim. Paniğin beni bir yere götürmediğini acı bir tecrübeyle öğrenmiştim.

"Burada ne halt ediyorsunuz? Acil durumdayız!" diye bağırıyordu. Ağzından adeta köpükler çıkıyordu. Hızlıca bina planını gözden geçirip bir bahane bulmaya çalıştım. Kulağıma takılı aletle Almanca kelimeler dudaklarımdan kolayca sıyrıldı.

"Biz pilotuz" dedim hızlıca. "Helikopterle binanın etrafını kontrol etmemiz emredildi."

"O zaman vakit kaybetmeyin!" diye gürledi bu sefer. Başımı sallayıp Elizabeth'e baktım. Gerçekten de hiç zaman kaybetmeden koşmaya başladık. Dayanamadım, tempomuza rağmen konuşmaya başladım. "Sence de o kadın...?"

"Evet" dedi nedense onun hiç nefesi kesilmiyordu. "Game of Thrones'daki Brienne'e benziyordu."

"Değil mi?" dedim hayretle. "Kadını görünce bir an şaka sandım."

Elizabeth kısaca gülümsedi. Vay canına, aynı diziyi izliyor oluşumuz ortak noktamız olduğu anlamına mı geliyordu? Elizabeth'i dizilerin yeni sezonunu bekleyen bir tip gibi düşünmekte zorlandım.

Nihayet 4. Kata ulaşmıştık. Elizabeth bana yol verdi. Ardından imayla sırıttı. "Şov zamanı."

Artık ifşa olmamızın bir önemi yoktu. Tek yapmamız gereken kolumdaki haritanın gösterdiği odaya gitmek ve rehineyi serbest bırakmaktı. Elbette kimseyi öldürmek istemiyordum. O yüzden haritayı kullandım. Kattaki vücut ısılarını tespit ederek, kaç kişi olduğunu saptadım. Katta toplam yedi koruma vardı. Dördü koridorlarda geziyor, üçü de rehine odasının kapısında nöbet tutuyordu. Oda kurşun geçirmezdi. Planım basitti. Bizi o odaya kapatacaktım. Nasılsa kaçmamıza gerek yoktu. Ancak her durduğumuzda bacağımın sızısını biraz daha çok hissediyordum.

Asker kılığında olduğumuzdan ilerlememiz kolay oldu. Önce koridorlarla dolanan dört korumayı alt ettik. Elizabeth ikisini alırken, kalan ikisini de bayıltıcı silahımı kullanarak ben etkisiz hale getirdim. Sonunda rehine odasına ulaştık. Kapıda bekleyen üç korumadan ortada duranı en sona sakladık. Başımız yerde onlara doğru yürüdüğümüz için adamlar üniformamıza rağmen gerildiler. Soldaki silahını kavradı ancak bize doğrultmadı. "Bir sorun mu var?" diye sordu hafifçe sesini yükselterek. Sanki bir şeylerin ters gittiğini anlamış gibiydi. Halbuki az önceki dört görevlinin konuşmalarına izin vermeyecek kadar hızlıydık. Bu sefer de bundan aşağı kalmadık. Belimden çıkardığım bayıltıcı tabancayı sağdakine doğrultup vurdum. Soldakini Elizabeth hakladı. Ortadaki direkt ellerini havaya kaldırdı çünkü şimdi ikimizin de silahı ona doğrultulmuştu. Aynı anda ateş ettik. Bayıltıcı mermim adamın bacağına saplanırken, Elizabeth karnına nişan almıştı. Benden daha acımasızdı.

Anında kapıya koştum. Cebimde duran, bütün görev boyunca kullanmak için beklediğim şifre çözücüyü çıkardım. Tamamen kurşundan olan kapının kilidinin üzerine yapıştırdım. Kilit bir dizi mekanik ses çıkardıktan sonra ışık hızıyla açıldı. Kapıyı içeri doğru itecekken, kolumdaki aletten son bir kez içerideki vücut ısısını kontrol ettim. Sadece bir kişi vardı. Elizabeth'e döndüm. "Kolay oldu" dedim sonunda içeri girmemiz kesinleşince. Ağır kapıyı benimle beraber itti. "Kolay mı?" dedi imayla. "Farkındaysan ikimiz de kanıyoruz. İnan bana çok daha kolay görevlerim oldu."

Olsun ben yine de mutluydum. Gerçekten başarmama az kalmıştı. Elizabeth'i umursamadım. İçeri girdim.

Odanın ortasında bir sandalye, üzerinde oturan bir figür vardı. Yanlış tahmin etmiyorsam rehine erkekti. Üzerinde turuncu bir tulum vardı. Bunu görünce Amerikan hapishanelerini hatırladım. Adamın kafasına çuval gibi bir siyah kumaş geçirmişlerdi. Elleri, kolları, ayakları ve hatta boğazı kalın halatlarla sandalyeye sabitlenmişti. Empati duygusuyla hemen ona yardım etmek istedim. Ancak önce şifre kırıcıyı tekrar aktive edip bizi buraya kilitlendiğimden ve kimsenin gelmediğinden emin olmam lazımdı. 30 saniyede bu işlemi de hallettim. Sonunda rehineye döndüm. Elizabeth'e başımla işaret edip adamı sıkıca bağlayan ipleri kesmek için bıçağımı çıkardım. Elizabeth de beni izledi. İpleri çözerken kısık sesle mırıldandım. "Bu adam azılı bir suçlu filan olmasın?"

Elizabeth net bir ifadeyle cevap verdi. "Kim olduğu bizi ilgilendirmez."

"Kendi adıma kimi kurtardığımı bilmek isterim." diye homurdandım. Henüz adamın başındaki siyah örtüyü çıkarmamıştık. Canını acıtmadan ipleri kesmeye odaklanmıştım ancak adamın titrediğini görünce ekstra özen göstermeye çalıştım. Belli ki korkmuştu. Elizabeth göz devirdi. "Bir bebek gibi titrediğine göre azılı bir suçlu olması pek olası değil." dedi. O sırada adamın boynundaki ipi kesiyordu. Adamdan bir "ahh" sesi yükseldi. "Hey!" Diye bağırdım Elizabeth'e, "biraz daha nazik olabilirsin."

Tekrar göz devirdi. Bir iç çekip adamın elini tuttum. Belki bunu yapmamam gerekiyordu ama kendimi onun yerine koymaktan alamadım. "İyi olacaksın" dedim yumuşak bir sesle. "Arkadaşımın kusuruna bakma, öfke sorunları var."

Elizabeth son ipi kesmekle meşgul olduğunu için bana bakışını seçemedim. Ancak bir kıkırtı duydum. Elizabeth'e baktım. Yüzünü buruşturdu. Demek ki ses ondan çıkmamıştı. Birden geriye adım atıp rehineye dikkatle baktım. Ellerine, bacaklarına... Bilekleri ve boynu serbest kalan adam sonunda titremeyi bırakıp kıpırdadı ve başındaki çuvalı çıkardı. Gözlerim büyüdü.

"Böyle seksi bir rehineyi kurtardığın için çok şanslısın fıstık!"

Mike bana göz kırptı ama ben küçük bir şok yaşıyordum. Elizabeth bunu biliyormuş gibi göz devirdi. Tekrar. Mike silkelendi. Turuncu tulum içinde komik görünüyordu. "Kostümüm nasıl?" diye sordu sırıtarak. "Özellikle seçtim."

Ağzım açık Mike'a bakarken kurşun duvarda gizli bir kapı açıldı. Yok artık!

Mahzeni ilk keşfettiğimdeki anılar zihnime üşüştü. Odaya adım atanın James olduğunu görünce önce şaşırdım. Ancak şaşkınlığım yerini hemen sıcacık bir hisse bıraktı. Ona sarılmak, başardığımı söylemek, gülümsemek istiyordum. Ancak yüzündeki ciddi ifade beni bu konuda düşünmeye sevk etti. Neler oluyordu?

James'in ardından, merdivende karşılaştığımız Brienne'e benzeyen asker, bizi kurşun yağmuruna tutan kör ve şişko adam ve tüneldeki kapılardaki diğer askerler girdi. Elim hızla tabancama gitti ancak James sakindi. Elini sallayarak benim de sakin olmamı söyledi. Kaşlarımı çattım. Kafam iyice karışmıştı.

"Tebrikler." Dedi James her zamankinden daha ciddi ve ifadesiz bir tonla. "Ana performans değerlendirmeni başarıyla geçtin. Bugün seninle ilgili birçok ölçümde bulunduk. Soğukkanlılık," dedi tüneldeki ilk iki kapıda karşılaştığım genç askerlere bakarak. "Ekip arkadaşını koruyarak sergilediğin liderlik ve fedakarlık" dedi bu sefer yaşlı adama bakarak. Hala bu kör yaşlı ve şişko adamın nasıl bu kadar atik olduğunu sorguluyordum. Elizabeth bunun üzerine homurdandı. "Bizi vurmak zorunda mıydın Şahin Joe?" dedi alınmış gibi. Şahin Joe mu? Adam kördü yahu!

Adının Joe olduğunu öğrendiğim adam güldü. "Bilerek omzunu hedef aldım tatlım. Bu güzelliğin bozulmasını istemeyiz."

O an adamın kör olduğu konusunda ciddi şüphelerim oluşmuştu.

James konuşmaya devam etti. "Rakibi manipüle etme" dedi bu sefer iri kadın askere bakarak. Kadın bana bakıp güldü. "Güzel kıvırdın, eğer her şey rolden ibaret olmasa sana inanabilirdim."

"Rol mü?" Dedim hayretle. Mike sırıttı. "Isolation Unity Performans Merkezine hoş geldin fıstık. Bu deneme sürüşüne hepimiz tecrübe ettik. Eh benimki bu kadar eğlenceli değildi ama olsun."

Mike tatlı bir ifadeyle omuz silkince James'e döndüm. Yüz ifadesi yumuşasa da hala ciddiydi.

Demek bunların hepsi bir kurmacaydı. Tabi bacağımdaki kurşun deliği kesinlikle gerçekti.

"Pekala geri dönüyoruz" dedi James bana ve ekibin geri kalanına bakarak. Sahte görevimde yer alan herkesin elini sıktı. Ben hala şaşkın olduğum için hepsine bir baş selamı vermekle yetindim.

Sonunda James yanıma geldi. "Bacağın nasıl?" diye sordu anlayışlı bir tonla. Ses tonunda az önceki ciddiyetten ve profesyonellikten eser kalmadığını hissedince rahatladım. Ancak bacağımın acısı hala oradaydı ve artık zonklamaya dönüşmüştü. Alnımda biriken terler acımı gösterir nitelikteydi. James şapkamı başımdan çıkardı. Saçlarımın dağılmasına izin verdi. Henüz cevap vermemiş olmam onun halimi kavramadığı anlamına gelmiyordu. Beni belimden tuttu. "Hadi, uçakta yarayı uyuşturacak bir şeyler bulabiliriz."

Güzel haber uçak binanın çatısındaydı. Oraya ulaşmamız pek zor olmadı. Uçağı bu sefer Mike kullandı, Elizabeth onunla beraber kokpitteydi. James ile ben arkadaydım. Yaramla ilgilendi, uyuşması için soğuk bir sprey sıktı.

Sonunda beni kollarının altına güvenli bölgeye aldığında, huzurla gözlerimi kapayıp kendime dinlenme izni verdim.

Mahzene vardığımızda bacağımdaki kurşun yarası tamamen uyuşmuş olduğu için Jenny beni tedavi edene kadar sıkıntı yaşamadım. Her şey bittiğinde odamda yalnız kaldığımızda, Lacivert beni kollarına aldı. Yüzünü boynuma gömüp, kokumu içine çekti. Sonra aramızda kısa bir mesafe bırakarak gözlerimin içine baktı. "Seninle gurur duyuyorum." dedi sıcacık bir tonla. Alnımdan öptüğünde içime akan duygunun tarifi yoktu. Bu başka bir şeydi. Tanımlayamadığım ancak hissetmekten asla şikayet etmeyeceğim bir şeydi.

Bir süre yanında hissettiğim huzurun tadını çıkardım. Jenny'nin sesi bizi bu tatlı andan çıkardı. James'i odasına çağırıyor acil bir durum anonsu geçiyordu. James sakin kalsa da ben gerilmiştim. "Neler oluyor?" dedim kollarından sıyrılarak. "Sen dinlen ben hemen geliyorum" dedi saçımı okşayarak. Nedense onunla gitmek istiyordum.

"Seninle geleyim." Dedim ancak beni omuzlarımdan kavrayarak yatağıma oturttu. "Dinlen" dedi.

Lacivert'i dinleyerek yatakta uzandım. Gerçekten çok yorgundum. Göz kapaklarım beni uykuya davet etse de, Jenny'nin anonsu hoşuma gitmemişti. 10 dakika uyku ve uyanıklık arası gidip geldikten sonra başım hafiften dönmesine rağmen ayağa kalktım. Yavaş adımlarla Lacivert'in odasına yöneldim. Her ne oluyorsa ben de bilmek, artık gerçekten bir parçası ilan edildiğim bu ekibin başından geçenleri öğrenmek istiyordum.

Siyah oda düşündüğümün aksine kalabalık değildi. Sadece Lacivert vardı. İçeri girdiğimi fark ettiği an bana döndü. Hızla yanıma geldi, önümü kapatmaya çalıştı ama görmüştüm. Ekranda enkaza dönen bir araç vardı. Öyle ki içinde her kim varsa sağ çıkamazdı. Ve ben bu arabayı tanıyordum.

Çetin'in arabasıydı.

Almanca Merhaba Yoldaş

Almanca giriş izni

Almanca parola

Almanca şahin

Almanca teşekkürler

Game of Thrones adında bir TV dizisinde yer alan, erkeğe benzetilen kadın asker karakter.

Συνέχεια Ανάγνωσης

Θα σας αρέσει επίσης

Gamzeliler/Gerçek Ailem Από derindamavi

Γενικό Φαντασίας

778K 46K 66
"Hiç bir aile karesinde yerim yokmuş ki benim" Ben Buse. Buse Yalın olarak doğmuştum ve şimdi Buse Gamzeli olarak ölecektim. Bu ruhu ölmüş, bedeni ya...
3.6M 222K 81
* Siz: Ay acaba lamalar uçsa nasıl olurdu? Siz: Düşünsene, kafana tıpkı martının sıçması gibi tükürüyorlar. Siz: Çok komik olmaz mıydı? ÜSĞĞDDĞSPDĞPF...
3.8K 895 16
Bizim dileklerle ardından fısıldadığımız o yıldızın, gök kubbeden sürgün edildiği ihtimali hiç aklımızın ucundan geçer miydi? Yıldızlar gibi mükemmel...
4.2K 236 10
İntikamın gölgesinde kaybolan bir ruhun zaferi içsel bir yıkımın başlangıcıydı... Savaşı kazanmıştı. Ama kim? Uzaklarda onu kahkahalarla izleyen şey...