FANTOM ETKİSİ doğa dönüyor

Talkinglibrary

1.1M 40.7K 16.3K

Yaşamı boyunca hiç kimsenin onu "tehlikeli" olarak nitelendireceğini düşünmezdi. Eh, hayat bazen hoş olmayan... Еще

Bölüm 1
Bölüm 2
Bölüm 3
Bölüm 4
Bölüm 5
Bölüm 6
Bölüm 7
Bölüm 8
Bölüm 9
Bölüm 10
Bölüm 11
Bölüm 12
Bölüm 13
Bölüm 14
Bölüm 15
Bölüm 17
Bölüm 18
Bölüm 19
Bölüm 20
Bölüm 21
İLAHİ BAKIŞ AÇISI
Bölüm 23
Bölüm 24
Bölüm 25
Evreni ve karakterleri tanıyalım
Bölüm 27

Bölüm 16

39.9K 1.1K 439
Talkinglibrary

Benim için çok değerli olan oylarınızı vermeyi unutmayın. 🥰 iyi okumalar. 💜

Elim parmaklarımın arasındaki hançerle birlikte sarsıldı. İradem dışında gerçekleşen bu hareket, her zerreme zerk eden büyümün elimdeki hançere kan dökmesi için emir vermesinden kaynaklanıyordu. Buna rağmen büyüme itaat etmekte ısrarcı hançeri dizginlemek yeni bir deri gibi üzerime sinen korkuyu dizginlemekten daha kolaydı.

Tamam. O kadarda zor olamazdı, değil mi?

Berbat iki seçenek arasından daha az berbat olanı seçmem gerekiyordu.

Agiel camın önüne geçip perdeyi araladı. Sanki onun için her şeyin yolunda olma şekli buymuş gibi ıslık çalıyordu. Yalandan bir şaşırmayla kaşlarını kaldırdı. ''Ah, yoksa...'' İşaret parmağını cama dayadı. ''...şunlar peşimizdeki gladyatörler mi?'' Alayla gerginliği en üst seviyeye taşımaya çalışıyordu.

Yaşam kanımın kayıp defter için önemi barizdi ve bu topraklar kanım olmadan kurtuluştan bir adım daha uzaklaşacaktı. Bunun uğruna elimi bir kez daha kana bulamaktan çekinmemeliydim. Her gerekçeye rağmen öncesinde cinayet ve yaralamadan sorumlu değilmişim gibi korkuyordum.

Dişlerinin arasından sesli bir nefes çekerken başını olumsuz anlamda salladı. ''Ne yazık, bu tahmini süreyi kısaltabilir.''

Hançeri sıkıca kavradım. Lanet beni bulsun ki karar verme yetimi hayali atlılar koşturduğu için odaklanamıyordum. Belki Agiel'ı yok sayabilirdim. Belki de Agiel'ı yok edebilirdim. Agiel arkama geçip omuzlarımdan kavradı. Kollarımı silkelemek ve tutuşundan kurtulmak istesem de o anda dediğini yapmam sonucunda yeni kimliğin bana sağlayacağı faydayı düşünüyordum. Bana ve Araf'a. Beni kızın bir çift boş gözü önüne kadar itti. Duygudan yoksun bakışlarla karşı karşıya geldiğim an nefesimi tuttum. Topal şeytan. Bu çok zordu.

Agiel'ın sıcak dudakları kulağıma sürtününce sırtımdan bir ürperti yukarı tırmandı. ''Ona bir bak, zaten berbat bir hayatı var. '' Fısıltısı ancak şeytanın dudaklarında rastlanacak tonda günahkardı. Zihni boşaltılmış Labradorit'den daha hareketsiz durduğuma yemin edebilirdim.

Zaten berbat bir hayatı var. Zaten berbat bir hayatı var. Zaten berbat bir hayatı var.

''Çok merhametliysen ona bu iyiliği yap. Onu azat et.'' Artık göğsü tamamen sırtıma dayanmıştı. Elleri omuzlarımdan aşağı inip ellerimi kavradı. Tüm irademi yitirmiş gibi buna yapmasına izin verdim. Sanki bu şekilde olması üzerime düşen vicdan azabını paylara bölecekmiş gibi.

Artık iki elimde hançeri kavramışken onun elleri benimkilerin üzerine kapanmıştı. O bir kumandaydı, bense hançerin oynadığı rolü üstlenmiştim. Agiel'ın elleri hançeri çıplak iki memenin ortasına koymamı sağladı. Az sonra ilk kez kendi irademle kan dökecek ve bundan böyle cinayetin rengini ellerimde taşıyacaktım.

''Ölecek mi?'' Sesim bir nefes kadar kısık çıkmıştı.

''Onun için acısız ve hızlı olacak. Tıpkı ayağının altından halıyı kaydırmışsın gibi.'' Dudaklarıma kadar yükselen hıçkırığı geri gönderdim. Öyle ki ağlamamak için gösterdiğim çabadan ötürü boğazım ağrıyordu.

Dokunuşunun altında rahatsızca kıpırdanırken parmağımın ucu kızın tenine değdi. Bir sonraki saniye bedenimde öncesinde var olmayan sesler duyuyordum. Benimki dışında bir kalp atımı, zihnimde yankılanan düzensiz soluklar ve çığlıklar. Olduğum yerde irkildim. Tüm bunları Agiel'ın duymadığına neredeyse emindim.

Beklenti içinde avucumu kızın gerdanına dayadım. Bununla birlikte Agiel'ın ne yaptığıma dair sorularını duymakta zorlanır olmuştum. Onu görüyordum, sanki ruhu küçülmüş ve kafasının arkasında bir yere hapsolmuştu. Ağzından bir hıçkırık daha kaçarken büyümün kadife duvarlarını yumrukladı.

O an anladım. Onu kendi kafamın içine almıştım. Böylelikle tepkisiz bedeninin ardında kalan acılı ruhunun ölmemek için çırpınışına şahit oluyordum. Agiel ondan bilincini değil sadece hareket etme yetisini almıştı. Söylediğinin aksine hançeri ona saplamam durumunda her şeyi hissedeceğini ve tüm acıyı doruklarında yaşayacağını biliyordum.

Labradorit'in içimdeki feryadıyla ne zaman kapandığını bilmediğim gözlerimi açtım. Hançerin göğsüne dayandığı noktadan bir damla kan incecik bir çizgi halinde süzülüyordu. Dev bir farkındalıkla beni saran kollardan kurtuldum ve arkamı döndüm.

Hançeri havaya kaldırdığımda bu defa hedefim Agiel'ın göğsüydü. Fakat çok geçmeden bileğimi havada yakaladı. ''Sana yardım etmeye çalışıyorum.'' Ona saldırmama şaşırmış gibi görünmüyordu.

''Beni ele vereceğine dair imaların ve kurbanımızın acı çekmeyeceğini öne süren yalanlarınla mı? Kalsın.''

Gözleri kısılmasına rağmen ifadesi okunmaz haldeydi. Bileğimi ters açıyla bükünce hançer avucumdan kayıverdi. Aşağıda kopan kıyametleri işitebiliyordum. Sanki bir şey sağı solu yara yara bize doğru geliyordu. Aynı anda kapının dışından gelen gürültü patırtıya döndük. Agiel sessiz bir lanet mırıldandı.

Benim aksime onun nefesleri düzenliydi. Aniden hançere uzanınca kendimi Labradorit'in bedeni önüne siper ettim. Büyümün kadife duvarlarında korkudan çileden çıkmış ruhunu görür görmez ona zarar veremeyeceğimden emin olmuştum.

Korumacı bir tavırla iki yana açtığım kollarıma bakınca burun delikleri genişledi. ''Öfkelenebildiğini bilmiyordum,'' dedim alaylı bir ses tonuyla. Dudağının kenarı neşeden uzak bir ifadeyle yukarı kıvrıldı. Yutkundum. Gördüğüm en karanlık gülümsemeydi. O an ölümcül yanının bir gölge gibi çevremize dolandığını hissettim.

Başını omuzuna doğru yatırdı. ''Ben de bir vicdanın olduğunu.''

''Senin aksine.''

Gürültüler olabildiğince yakından gelmeye başladığında hançerini kemerine yerleştirdi. Bir an kolu belime dolanırken sonraki an bizi dolabın içine itiyordu. Hepsi ancak bir nefes süresi kadar kısa zamanda olmuştu.

Şaşkınlık çığlığını yuttum.

''Gladyatörlerden dolaba girerek mi saklanacağız? O yaratıkların üst düzey algılara sahip olduğuna bahse girerim.'' Dolap dardı. Onun sırtı kapaklara dayanırken ben tam karşısında dolap ile onun arasında sıkışmıştım. Başımı yukarı kaldırarak burnuma dolan sıcak havadan kurtulmaya çalıştım.

Yaslandığım yerin ardındaki odadan ve alt kattan yükselen çığlık sesleri kakofoni oluşturuyordu. ''Söylemen iyi oldu.'' Diye fısıldadı. Avuçlarını kalçasının yanında, dolap kapaklarına yapıştırdıktan sonra derin bir nefes çekti. Dolap storların arasından sızan ışıkta şakağından süzülen ter damlasını görebilmiştim.

''Ne yapıyorsun?'' dedim. Gözlerim eski komşumuzun çatı katındaki disko ışıkları gibi dönüyordu. Hızlıca ve hiçbir köşeyi es geçmeden. Onu sadece haftanın özel günlerinde yalnızca kendisi için çalıştırdığını iyi hatırlıyordum. Bu yaşımda bile o günlerin özel olacağına gece yarısı eline kadehini alır almaz karar verdiğine yemin edebilirdim. Ama o herkesçe böyle zevkleri olamayacak kadar yaşlıydı ve büyük ihtimalle şimdi bedeni toprak altında çürümüş ya da şömine üstünde kibar bir vazo içine tıkılmıştı. Kör talih.

Gençliğin kıymeti hiç bilinmiyordu.

Ayrıca Agiel'dan cevap gelmemişti.

Neredeyse duyulmayacak kadar kısık bir çıtırtı ile düşüncelerime ara verdim. Dolabın iç yüzü, Agiel'ın elini koyduğu yerden itibaren küçük dikenlerle kaplanmaya başlamıştı. Sivri ve ölümcül çıkıntıları olan bir duvar gibi. Biraz sonra Agiel'ın neden ter içinde kaldığını anladım. Bu onun büyüsüydü ve dikenleri dışarısıyla aramıza duvar örerken sivri uçları kendi sırtını hedef alıyordu.

''Yer gök aşkına,''

Fısıltımı bastırmak için parmaklarını dudağıma dayadı. ''Şşş''

Derisine saplanan dikenleri düşündükçe ben bile olduğum yerde kan ter içinde kalıyordum. Biraz önce ona hançer saplamak üzere olmam hiçbir şeyi değiştirmiyordu. Onu dikenlerden uzaklaştırmak adına belinden tutup biraz daha kendime bastırdım.

Tabii bu ne kadar mümkünse, ne yazık ki alanımız olabildiğince dardı.

Bakışlarımı yüzüne kaldırınca onunda bana baktığını gördüm. Başını bana doğru eğmiş, -işi bittiğinden olsa gerek- ellerini başımın üstünde bir yere koymuştu. Sıcak nefesi yüzüme vururken bedeni tarafından kafeslendiğimi sakince kendime itiraf ettim. Bunun yumuşatılacak bir yanı yoktu. Çenesinden bir ter damlası damladı. Onu ilk kez nefes nefese gördüğümü fark ettim. Büyük ihtimalle sırtındaki deliklerden yayılan acıya katlanmaya çalışıyordu. Yılan gözleri önce ifademi sonra dudaklarımı süzdü. Yaralarına rağmen, gördüğü bir şey genişçe gülümsemesine neden olmuştu.

Bu, yüzünde gördüğüm ilk gerçek gülümsemeydi.

İçinde olduğumuz odanın kapısından büyük bir patırtı geldi. Artık sesler tamamen odanın içinden yükseldiğinden kapının açıldığını anladım. Muhtemelen bu sırada parçalanmıştı. Agiel gürültüye sarsılan bedenimi fark edince avucunu dudaklarıma dayadı. Göz göze ve göğüslerimiz inip kalkarken sıcak nefesim onun serçe parmağına çarpıyordu.

''Kimliğinizi teyit edebilmem adına Meydan mührünüzü gösterin,'' dedi metalik bir ses. Bir gladyatöre ait olduğu kelime seçinden belliydi. Bizimle konuştuğunu düşündüğüm küçük bir an kalbim sancıdı. Fakat muhatabı biz değil, duvarın dibinde dikilen Laradorit olmalıydı.

Metalin metale sürtünme sesi odada yankılandı. Bu sesin Azrail'in bir diğer ismi olduğunu herkes bilirdi. Çok geçmeden bir çarpma sesi duyuldu. Doğrulardan kaçamayan bir yanım bu dolaptan çıktığımızda Labradorit'i nasıl bulacağımızı çok iyi biliyordu. Gözümden taşan bir damla yaşın yanağımdan akmasına engel olamadım. Bir şekilde bana düşen bir sorumluluğa sahip çıkmamışım gibi hissediyordum. Ah yüceler, bu yüzden ruhunun çığlıkları belleğimde yara olarak kalacaktı.

Aynı metalik ses yeniden duyuldu. Bu ses kınına yerleştirilen kılıcın çığlığıydı.

''Tehlike arz ediyordu.''

Başka bir gladyatörün cevabı ''Kordiseps güvenliği, 42 sayılı ceza maddesi uygulandı. Risk ''yok'' durumuna indirildi.'' oldu. İçeride kaç tane olduklarını düşünmeden edemedim.

Adım sesleri dolaba yaklaşırken kılımızı bile kıpırdatmadık. Kalbimse bizim aksimize çığlık çığlığa duvarlarını tokatlıyordu. Güm güm, güm güm, güm güm. Bir anda ne kadar sesli nefes aldığımı fark ettim. Sanki bu sesle tüm odaya varlığımızı ilan edebilirmişim gibi sonraki nefesimi dışarı vermekten vazgeçmiştim. Hadi kızım, tut şu ciğeri.

***

Pamuğu yaraya biraz daha sert bastırınca acıyla tısladı. ''Şeytanın kanlı boynuzları aşkına! Sadece yeni delikler açmamaya çalış.'' Dişlerinin arasından konuşurken pamuğun bir sonraki dokunuşundan kaçmak için sırtını içe doğru bükmüştü. Omuzundan tutup sabit kalmasını sağladım. Tırnaklarım çıplak tenine batıyordu.

Karşımdaki kanlı sırta kayıtsız kalmaya çalışarak yanağımı dişledim. ''Büyünü benden gizledin.'' Pamuğu değiştirirken omuzunun üstünden beni süzdüğünü son anda yakalamıştım.

''Seni sahte isimle gezen birine göre fazla yargılayıcı buluyorum,'' Bedenini ve bakışlarını biraz daha bana döndürdü. Bu hamle canını yakınca yüzü buruşmuştu. ''Alındın mı?''

Bakışlarımı kanlı pamuktan ayırmadım. Derisinin çoğu neredeyse arınmış, asıl yaraları gözler önüne sermişti. Minik, derin delikleri. ''Sana mı alınacağım?''

''Ne bu, kalbinin kırılma ihtimaline karşı geliştirdiğin bir koruma kalkanı mı?'' Çıplaklığına ve geçmiş yara izlerine odaklanmadan bunu yapmak her geçen saniye zorlaşıyordu. Özellikle omuzunda ''Bir'' rakamı şeklinde eskimiş bir iz dikkatimle oynarken...Tamam da bunun nasıl bir açıklaması olabilirdi ki?

''Yarasını kendi temizleyebilecek biri kadar çok konuşuyorsun,'' diye soludum. Haklıydı. Birilerinin beni üzmesi ihtimaline karşın her zaman onlara bu hakkı vermediğimi görmelerini isterdim.

Bu kendimce bir yaşam hilesiydi.

Pamuğu yeniden bastırdığımda yatağın kenarlarını daha sıkı kavradı. Nefesini düzene sokmaya çalışıyordu. ''Sorularımdan rahatsız mı oldun?''

''Sadece sıklıklarından.''

''Bu neden bana birini hatırlatıyor ?''

Koluna hafif bir yumruk savurdum. ''Yüceler! Kes şunu.''

Tamamen bana dönünce pamuk tutan parmaklarım havada kaldı. ''Hatırlamak; kimi için lanet, kimi için lütuftur. '' Dudaklarını büktü. ''Seni hatırlamaktan hoşlanmak isterdim fakat kıçımın dibinden ayrılmıyorsun.''

Hışımla yataktan kalktım. Elimdeki pamuğu ona fırlatınca şakağına denk gelmişti. ''Fiyakacı herif. Senden hızla uzaklaştığım esnada başka bir arzusu olduğunu söyleyen sendin. ''

Ayaklanıp önüme dikildi. ''Sen de Aladdin'in cini değilsin, değil mi? Yoluna devam etme şansın vardı fakat kalmayı seçtin,'' Çeneme dokununca başımı geri çektim. ''çünkü sen de en kaliteli zamanı ancak benimle geçirebildiğinin farkındasın.''

Bu defa yumruğum çıplak göğsünü buldu ve ondan uzaklaştım. ''Farkında olduğum tek şey bariz megalomanlığın. Tam bir...'' Dişlerimi sıkıp bildiğim en kötü kelimeyi düşündüm. Bu suratın buna ihtiyacı vardı.

''Aradığın kelime 'cazibeli' mi?''

Kelimeleri kokuyormuş gibi tiksinerek yüzümü buruşturdum. ''Bu aradığım kelimenin ancak zıttı olurdu.''

Odama dönmek üzere kapıya döndüm. Varlığı sinir kat sayımla oynuyordu. ''Teşekkür ederim,'' dedi aniden. Sahte şaşkın bakışlarım onu buldu.

''Vay canına, bunu ne zaman öğrendin?'' Kaşlarını hınzırca inip kaldırdı. O kimliği benim için aradığını ve gladyatörlere karşı güvenliğimizi sağladığını unutmamıştım. Sadece ona bir şeyler için teşekkür edecek olursam egosunu pohpohlamış olacağımı adım gibi biliyordum. Minnetimle alay edecekti.

Yine de ''Ben de teşekkür ederim,'' dedim. Elleri belindeydi ve başını sallarken dudakları dümdüz olmuştu. Zannımca gülmemek için kendini zorluyordu. Ya da alaylı sözlerini yutmak için. Emin olduğum bir şey varsa bu da anı bozmamak için sessiz kaldığıydı. ''Bir dahakine bana yardım etmek için birini kurban seçmene gerek yok. ''

''Hakikaten mi, hiç bilmiyordum.'' Arkasını dönüp çekmecesini aralayınca yaralı sırtına doğru tek başlarına hiç münasip kaçmayacak parmaklarımı kaldırdım. Üstelik iki elimle birden. Fakat beklemediğim bir anda yüzünü dönünce bu hareketi gizlemek için saçımı düzeltiyor gibi davranmam gerekmişti. Gözlerini kıstı.

Yüceler! Hiç bir yürüyen o gözlerdeki susturuculuğu inkar edemezdi.

Çekmecesinden havlusunu çekti. ''İki gece sonra.'' Bir süre yüzüne baktım ve devam etmesini bekledim fakat o, ben çoktan odadan çıkmışım gibi banyosuna girip pantolonunu çıkarmaya başladı.

Tavan...iyiydi işte.

''A-anlamadım.'' Lanet dil.

Durdu. Kollarını başının üstüne, kapı çerçevesine dayadı. Öylece üstsüz ve sadece çamaşırı ile. Bu açıdan bembeyaz teni ve gerilmiş kasları tamamen ön plana çıkmıştı. ''Balo, iki gece sonra. Kimliksiz hayatta kalırsan gelirsin. Ve, kimliğinin Meydan mührü olmadan içeri girebilmek için iyi şansa ihtiyacın var.'' Tek kelime daha etmeden kapıyı kapattı. Sert yüzeyi yüzüme çarpmış gibi hissetmiştim. Tıpkı sözlerin gerçekliği gibi. Tıpkı kendi odama gitmek üzere koridora çıktığımda kafamın içinde dolanan düşünce sillesi gibi.

Yatağıma uzanmadan önce mektubu ve yumurtayı görebileceğim bir açıyla masaya koydum. Lanet yumurta devamlı ısınıp başıma bela açsa da henüz çatlamadığı için ne kadar şükretsem azdı. Pürüzsüz dokusuna uzunca bir baktım. Günün birinde sözümü tuttuğumda ondan kurtulabilecek miydim?

Göğsümün tamamını şişirecek bir ''of'' çekmeye derinden bir ihtiyaç duyuyordum.

Sanki tüm soruların cevabı yorganın altındaymış gibi kendimi yatağa bıraktım. Huzurla inledim. Bedenimin şeklini alan yumuşaklık beni tüm gerçek kabuslardan arındırmış gibiydi. Pamuklara sarılmış kanlı bir hançer olduğumu düşünerek yorganı etrafıma biraz daha doladım. Kanlıydım; hançer kadar keskin, ölümcül ve bilgisizdim. Ve bu kobinasyondan daha tehlikeli çok az şey biliyordum.

Uykuya dalışım elden kaçan bir güvercinin gözden kaybolması kadar hızlı oldu.

***

Tabağımda şerbet dökülmüş krep duruyordu. Hay Legolas'ın sivri kulakları! Düşününce, asır gibi gelen süreden beri besin değeri taştan fazla olan bir yiyeceği rüyamda bile görmemiştim. Şimdi ise ağzımın içinde şenlik yaşanıyordu. Devamında midemde de. Yemek ile aramızdan akan suların ne kadar derin olduğu suratımda ki gülümsemeden anlaşılıyorsa da o için hiç bir önemi yoktu.

Dürüm yaptığım krep elimden havalanınca ilk olarak büyümü kontrol ettim. Yerli yerinde ve durgundu. Ayrıca kreplerle ilgili bir gücüm olmadığına neredeyse eminimdim. Neredeyse. Dustin az önce ağzıma varmak üzere olan krepten kocaman bir ısırık alırken karşıma oturdu. Paniğimi ele vermemek adına şerbetliği avuçladım. Aynı anda Agiel'ı görme hevesiyle çevreyi süzüyordum ki bu, tabağımda küçük şerbetten bir göl oluşmasına neden oldu. İmdat çağrısı.

''Seni hatırlıyorum,'' dedi. Arkasına yaslanıp iyice gerilmiş, gözlerini yüzümden ayırmadan ağzındakini çiğnemeye devam ediyordu. Yüzüne bakınca onları gözetlerken şahit olduğum müstehcen görüntülerini gözümün önüne getirmemeye çalıştım. Ki bu hayli zordu. ''Ama en önemlisi, kim olduğunu biliyorum.''

Bildiği şeyler hayati değer taşımıyormuş gibi yemeğimi yer gibi görünmeye devam ettim. Oysa karşıma oturduğundan beri lokmalar ağzımda büyüyordu. Büyüdü, büyüdü, büyüdü ve en sonunda yutamaz olduğumda peçeteme tükürdüm. Görünen sakinliğimin altında düşünmeye yarayan tüm benlikler bir çözüm, bir kaçış yolu için çılgınca sağa sola koşuyorlardı.

Dustin, imparatorun istediği emanetin ben olduğumu öğrenmiş olmalıydı. Beni Müphem'in yanında görmüş ve en kötüsü büyüme şahitlik etmişti. Şimdi ise... ''Seni dün gece Agiel ile buraya girerken gördüm.'' diye bir itirafta bulundu. Yer gök aşkına, bu adamların ben gelmeden önceki sorunları neydi?

Sessizliğimi korurken elimin tersiyle dudaklarımı sildim. Belli ki kimsenin benden hanımefendi gibi davranmamı beklediği falan yoktu. Benden beklenen daha 'kayda değer' şeyler vardı: İmparatorun dahi bulamadığı cadıyı bul, sözde Araf'ın kaderini belirleyecek defteri oku, Hadi kızım, dünyayı kurtar!

Hay hay. Cinlerin boyutuna girmeyen de kendine yaşıyorum demesin.

Yeterince bakıştıktan sonra buna dayanamadım. ''Ne söylememi bekliyorsun, mükemmel bir gözlemci olduğunu mu?''

Masaya kollarını dayayınca bana daha yakın olmuş oldu. Ağzımı sildiğim peçeteye uzanıp parmaklarını temizlerken göz temasını hala kesmemiştik. ''Değerini öğrenmek üzereyim, o zamana kadar seni teslim etmeye niyetim yok. Bunu bir borç olarak düşün. Günün birinde işime yaramazsan ödemesini senin ruh serserisinden alırım. Yine.'' Nanta baskınının sorumlusu o'ydu. Duruşum dikleşti. Müphem'e karşı hiç bilmediğim bir koruma içgüdüsü geliştirdiğimi fark ettim. Bu içgüdü, oturduğum yerden öfkemi dürtüyor ve önümdeki canavarı parçalara ayırmam için çeşitli ikna yöntemleri kullanıyordu.

Agiel'ın masaya yaklaşan adımlarını görünce rahat bir nefesi koyverdim. Yüzündeki endişeli ifade aynı anda şüpheyle harmanlanıştı. Büyük ihtimalle Dustin gibi biriyle neden aynı masada olduğumu merak ediyor hatta içten içe yargılıyordu. Aynı soruyu ben de kendime soruyordum.

Dustin gözlerini baktığım yöne çevirince dudakları kıvrıldı ve hızlıca ayaklandı. ''Cerbezeli,'' dedi Dustin. Agiel aniden Dustin'in omuzunu kavrayıp ona kocaman gözlerle baktı. Gülüşünde başka şeyleri kapatmayı amaçlayan bir ifade gizliymiş gibi hissetim. Elini omzuna atacak kadar samimiyseler az önce yüzünde gördüğüm endişe nedendi?

''Dustin,'' diyerek başıyla selam verdi ve bana döndü. ''Yosun kafa, günaydın. Rica etseydin ben sana seve seve eşlik ederdim.'' Bunu söylerken göz ucuyla Dustin'e baktı. Belli ki hala masamda oluşuna anlam vermeye çalışıyordu.

Kafam karışık bir şekilde tekli koltukla kıpırdandım. ''Aslında ben burada oturuken-''

''Tanışıverdik,'' Dustin'in hevesle böldüğü lafım Agiel'ın gözlerini bir kez daha kıstı. ''Az önce tanıştık. Böyle naif bir hanımefendinin han salonunda tek başına kahvaltı etmesine gönlüm razı olmadı.'' Bunları söylerken kendinden öyle emindi ki, bir an ben bile gerçekten az önce tanıştığımıza ve daha da komiği naif olduğuma inanacaktım. Ama Agiel değil. O sözlerin altındaki gerçeği ayırt edecek kadar dikkatliydi. ''Ne hoş.'' Cerbezeli devamlı olarak başını sallıyor bir ona bir bana bakıyordu.

''Ben de öyle düşünmüştüm, ne hoş bir tesadüf. Tam da balo için davet kartımı sunacaktım ki şimdi anlıyorum, Hanımefendinin kavalye olarak Cerbezel'yi seçmekten başka şansı yok.'' Dustin bana dönüp göz kırptı. İğrençti. Ageil burnundan gülerek bana kısacık bir bakış attı. Yalanlara kanmadığını belli eden o şüpheci ifadeye rağmen Dustin'in eli titremedi. O da farkındaydı. Biri gerçek olmadığını bilerek dinliyor, diğeri inanmadığını görerek anlatıyordu. Bu iletişimdeki yerimi çözemeyerek sessiz kaldım.

Ageil elini bana uzattı. ''Seçeneklerden biri bensem hangi kadın başka bir şansı olduğunu düşünür ki?'' Dustin'in gözü bana uzatılan elden hiç ayrılmıyordu. Bu nedenle o eli tutmam gerektiği fikrine kapıldım. Belki böylelikle buradan çok daha çabuk uzaklaşırdık.

Elim Agiel'ın büyük ve pürüzsüz elinde kaybolurken ayaklandım. Aklımın hala tabağımda kalan kreplerle meşgul olmasını engelleyemiyordum. Yüksek ihtimalle fazla şerbetten lapa gibi olmuşlardı.

Dustin cevabını alır gibi nihayet gözlerini ellerimizden çekti. Boynuzlarının ucundan başlayan bir kıvılcım gözlerinde son bulmuştu. ''İyi öğleden sonraları, Dustin.'' Dustin'in cevap vermesini beklemeden salondan ayrıldık.

Agiel ofisinin kapısını kapatırken ''Henüz bir kimliğin bile yok ve sen tekinsiz flörtler mi ediniyorsun?'' Sesi her zamankinden yüksekti.

Masanın karşısındaki koltuğa bedenimi bıraktım. ''Tekinsiz olarak nitelendirdiğin o insanla yeterince samimi olduğuna ben şahidim. Ayrıca dediğin gibi bir şey olmadı.'' Hele ki Dustin ile. Hayal bile edilemez bir trajedi.

Koltuğuna değil de, tam karşıma masanın üstüne kalçasını dayadı. ''Sana tekinsiz olmadığımı iddia etmedim. Sadece sırrına sahip çıkan tek bir tekinsizle idare etmelisin.'' Cümlenin başında ve sonunda beni baştan aşağı süzmeyi ihmal etmemişti. Yani yayvan oturuşumu.

Sıkıntıyla yanaklarımı şişirdim. Sadece mideme bir şeyler girsin istemiştim. Hala istiyordum. ''Aklımda bulundururum.''

''Naif hanımefendi baloya nasıl gireceğini düşündü mü bari?'' Kaşları beklentiyle kalktı. Merak ettiğinden değil de kafa yorup yormadığımı bilmek istediğinden soruyordu. Bu konuyla ilgilenmiyormuş gibi bilek düğmelerini inceliyor olması hiçbir şeyi değiştirmezdi. Ona büyümle spontane davranacağımı söyleyemediğimden katlanan gerginliğimi uysallaştırma fırsatını çoktan kaçırmıştım. Bu yüzden yapabileceğin en şeyi yaptım ve zihnimin arka planında bir dizi fili uygun boşluklarla dizip saymaya başladım. Bu sakinleşme yönteminde fillerin pembe olması muazzam bir önem taşıyordu. Fakat o da ne? Mor filleri kıçlarını şaplaklayarak kışkışlamam gerekecekti. Onlar stresi temsil ediyordu. Ya da Labradoritlerden arınmayan bilinçaltımı.

Endişem baloda büyümle yakalanmaktan ibaretti. O sıra büyü, davetlilerinin üzerinde kara bir bulut gibi fıldır fıldır gezerken Merga'yı bulacak kadar dikkat dağıtmış olmayı dileyecektim. Burnumun ucunda duran tüm havayı ciğerlerime çektim. Yer gök aşkına, kendimle dahi gerçekleri konuşamayacak kadar çok korkuyordum. ''Bir fikrim var elbette. Yürürlüğü tamamen senin önüme çıkmamana bağlı. Ve kesinlikle ne olduğunu bilmen gerekmiyor.''

Gözlerinin içinde birkaç ışık hüzmesinin bir yıldız gibi kayarak solduğuna yemin edebilirdim. Elini kuzgun karası saçlarından geçirdi. ''Öyleyse başın derde girdiğinde bilmesi gereken birini bulsan iyi edersin,'' Alınmış mıydı? Yoksa bu tamamen hayal gücümün yaratıcı oluşundan mı kaynaklanıyordu? Gözlerimi devirdim. ''Ah hayır, öyle bakma. Sadece naçizane bir fikir.''

Direkt gözlerine baktım. Her zamanki gibi yılansılardı. ''Asaletine göre fazla alıngan olduğunu söyleyen oldu mu?''

''Az önce bana iltifat mı ettin?'' Aniden sırtı dikleşti. Gözleri hınzır bir şaşkınlıkla kocaman olmuştu. Aynı hınzırlık dudaklarında da görünce olduğumuz andan çok keyif aldığını fark ettim. Tıpkı saatlerce çamurda debelenmiş bir domuzcuk gibi görünüyordu. ''Günahkar kulaklarım neler duyuyor...''

Gülümsememi bastıramadan kapıya doğru ayaklandım. ''Kes sesini.'' Seni koca sersem.

***

Dakikalar saatleri, saatler geceleri kovaladı. Nihayet bu sabah baloya sayılı saat kaldığını bildiğim bir noktadaydım. Yataktan bacaklarımı sarkıttım ve masamda duran Agiel'ın el yazısıyla doldurulmuş adres kağıdını epeyce izledim. Bunu dün, hava mordan laciverte dönmeden evvel vermişti.

Ona kapıyı açtığımda koridorda bir grup kaymak tabaka mensubu görünce ''Yoksa balo burada mı olacak?'' diye sormuş bulundum. Yüzümde ki anlık bir şaşkınlıktı.

O ise ona vurmuşum gibi geri çekildi ve elini göğsüne koydu. ''Ne münasebet?!'' Bir nedenden ötürü soruma gücenmiş duruyordu. Övünmeye hazırlandığını belli eden kasıntı bir ifade takındı. ''benim-'' diyebildi. Kendi lafını kendi kesmişti.

Söylediğinden pişman olmak üzereymiş gibi yutkundu. Gözlerimi duraksayan yüzünden ayırmadan kaşlarımı kaldırdım. ''Senin ne?''

''Benim çalıştığım handa bu tür şeyler imkansız.'' Saçları özenle geriye taranmıştı. Bir çalışan gibi değil de tıpkı... Tıpkı arkasından geçip gidenler gibi görünüyordu.

Omuzlarım inip kalktı. ''Niye ki?''

Başını yana yatırdı. ''Senin daha önemli soruların yok mu? Örneğin balo konumu gibi...'' Cebinden çıkardığı tüy kaleme masama yürüdü ve yazmaya başladı. Yazdığı adresi nasıl bulacağımı ya da o sırada onun nerede olacağını sormak istemedim. Sonuçta öncesinde onu baloda görsem dahi yanına gitmemem gerektiğini söylemişti. Bu da sonraki ayrıntılara zaman ayıramayacağı anlamına geliyordu. Tüm bunlar onun için sadece ödenen bir borçtan ibaretti.

Yazdığı adresi gömleğimin cebine tıkşıtırıverdi. ''Hey,'' dedim aynı anda eline vurarak. Onu azarlamama aldırmadan arsızca gülüyordu. Üstelik gömlek cebimin sütyensiz göğsümün tam üstünde kaldığını da sadece ben fark etmemiştim.

Kağıdı çıkarıp adrese göz attım. Kapı numaraları ve sağa sola dönen yol ayrımı anlatımları sonunda büyük harflerle balonun olacağı yer yazıyordu. ''Diyar Sarnıcı mı?''

Usulca başını sallamıştı. ''Tüm imparatorluk davetleri Diyar Sarnıcında olur.''

Artık Merga'ya ulaşmak için bir fırsatım vardı. Hatta bir adresim bile. Fakat sarnıçtan içeri girememe yarayacak işler bir plan kuramıyordum. Duş alırken, tuniğimi giyip kemerimi takarken, yemeğimi yerken ve hatta çok sıkışıp tuvalete koşarken dahi bunu düşünmüştüm. İçimden bir ses dikkat dağıtmamın yeterli olmayacağını söylüyordu. Onu dinlemedim ve saat yaklaştığında handan çıkmak üzere merdivenlere yürüdüm.

Aniden bir el koluma yapışıp beni karanlığa çekerken çığlık atacak vaktim olmamıştı. ''Sessiz kal,'' dedi. ''Benim.''

Parmak uçlarıma toplanan büyümü geri yolladım. Uluorta onları kullanmamaya özen göstermem gerekiyordu. ''Bunu eğlence için yaptığını söylersen-''

Parmağını dudağıma bastırdı ''Sessiz ol dedim, Alessia,'' Fısıltıyla konuşuyordu. O an onu baştan aşağı süzdüm. Yüceler! Karşımda içlikle duruyordu. Parmağını dudağımın üzerinde sağa sola kaydırırken ne yaptığını anlamam zaman almıştı. ''Kes şunu,'' diye soludum.

Agiel çevresine bakarak geri çekildi. ''Sana bir şey vermem gerkiyor; bunun için çok fazla zamanım yok.''

Tedirgindi. Sanki aniden onu çıktığı deliğe geri sokacak bir canavarın çıkıp gelme ihtimali varmış gibi davranıyordu. ''Baloda işime yarayacak bir şey mi?'' Bembeyaz tenine zıt siyah saçlarını düzeltti ve yılan gözlerini benimkilere dikti.

Ellerini soluk soluğa yanaklarıma koydu. ''İçeri girmek için büyünü kullanamazsın,'' Ona iri gözlerle baktım. Her şeyi biliyor muydu? ''Bunu duydun mu? Yapamazsın. Beni de, seni de bulurlar.''

''Sen-'' Hakkımda başka neler bildiğini merak ettim.

''Nereden öğrendiğimin bir önemi yok. Saklamak konusunda başarılı olmadığını bil yeter, daha fazla açıklama yapacak vaktimiz kalmadı.''

Ellerini yanaklarımdan indirmeye çalışsam da nafileydi. ''Yer gök aşkına, öyleyse bana da panik yaptırmayı bırak ve ne vereceksen ver.''

Bir an yüzüme kararsızca bakarken bir sonraki an dudakları benimkilerin üzerindeydi. Şok, bir tokat gibi bedenimi sarstı. Tüm kaslarım bir anda çeliğe dönmüştü sanki. O beni öpüyor muydu? Önce öfkeden başka bir şey düşünemezken saliseler sonra zihnimin içinde bir şekil görmeye başladım. Sanki kafamın içinde bir kalem bilinçaltımın duvarlarını kağıt gibi kullanıyordu. Sanki bunu Agiel yapıyordu. Kısacık bir süre içerisinde şekil kendisine eklenen yeni çizgi ve noktalara bir tür imzaya benziyordu.

Biraz sonra yumuşak dudaklar benimkilerin arasından ayrılırken kaslarım çözüldü. Önce serbest kalışımın rahatlığıyla rahat bir nefes aldım. Şekil hala bir pano gibi zihnimin tam ortasında asılı duruyordu. Tokadım Ageil'ın yanağına çarpana kadar ona vurmayı planladığımın farkına bile varmamıştım.

Acıyla elini yanağına götürdü. ''Bu senin teşekkürün mü? Tam da mağara kızından beklenen türdenmiş.'' Öyle kızmıştım ki büyüm derimin altını tırmalıyordu. Sanırım bir yerine dal geçirmek için...

Onu omuzundan ittim. ''Sana beni öpebileceğini düşündüren ne?'' Artık fısıldamıyordum. Elimin tersiyle dudaklarımı sildim. Ağzımdaki tadın hayatım boyunca yediğim en çirkin şey olduğunu düşünmesi için yüzümü buruşturdum. Bu erkeklik gururuna inen bir balyoz görevi görecekti.

Tavrıma hiç aldırmadan işaret parmağını şakağıma dayadı. ''Baloya girerken mührün sorgulandığında sana uzatılan küp prizmaya bu imzayı atacaksın.'' Tüm sinirim inişe geçen bir kartal gibi yatışırken gözlerimi kırpıştırdım. Bana yardım etmeye devam ediyordu. Belki de asıl amacımı öğrenmiş ve kurtuluşa katkıda bulunmak istediğine karar vermişti.

Beni öpmemişti, kafamın içine bir tür aktarım yapmıştı. Tıpkı iki gün önce o Labradoritten bilincini aldığı gibi bu da bir eylemden fazlası değildi. ''Bu imzayı senden başka kimsenin bilmemesi kilit nokta. Ve sakın o ana kadar başka bir yere çizme.''

Hızlıca başımı salladım. Karşımdan kaybolmadan önce sadece ''Teşekkür ederim.'' diyebilmiştim. Sessiz, minnettar ve biraz gergin bir tonda. Kendime baktığımda hepsinin bir arada olduğunu ilk kez görüyordum.


Sarnıç önünde neredeyse iki sokak uzayan bir kuyruk vardı. Fakat en sonda olmama rağmen merdivenlerin başında, pegasus heykellerinin yanında dikilen iki gladyatörü görebiliyordum. Terli ellerimi eteğime sildim. Elbette gömleğimin altında sırılsıklam ıslanan korsem varken bu bir çözüm değildi. Yüzüme yapışan saçları çekip daha normal ve aranan biri değilmiş gibi görünmeye çalıştım. İmparatorun peşine düştüğü, katil ve yaşam kanı taşıyan biri değilmiş gibi.

Topal şeytan! Ben neydim böyle?

Önümdeki kadın kırmızı elbisesinin kabarık kalçasını biraz daha kabarması için gizlice çekiştiriyordu. ''İmparatorun kardeşinin bu baloda olacağı söylentisine kesin gözle bakıyorum,'' dedi yanındaki yeşil elbiseliye. Yeşil elbiseli kol çantasından çıkardığı pamuğu göğsünden içeri tıkıştırıverdi. Şimdi bu açıdan bile daha kalkık ve patlayacakmış gibi görünüyorlardı. Sır edasıyla manikürlü elini dudaklara siper etti. ''Dükün Garnet lapacalarının olmadığı temiz bir baloyu beklediği kimin aklına gelirdi?''

Aniden bakıştılar. Sahte bir kahkaha bunu takiben geldi. ''Garnetlerin,'' dediler aynı anda.

Süslü rüyaları dükün çarşaflarını havalandırmak olan iki genç hanımdan dikkatimi olduğu gibi geri çektim. Aksi taktirde şahit olduğum diyaloğun düşünme yetimi olumsuz yönde etkilemesi muhtemeldi. Özellikle bu gece her zamankinden daha zeki olmam gerekirken böylesi dedikoduyu geri tepmek göze alınır bir fedakarlıktı. Birkaç adım geriledim ve maskemi yüzüme biraz daha oturttum. İletişim kurduğunuz kişilerin zeka seviyenize uyguladığı tarife ömürlük olabilirdi.

Sıra önce on metreye sonra beş metreye ve nihayetinde olduğum yere kadar kısaldı. Agiel'ın zihnime kondurduğu şekli unutmamak için ekstra ter döküyordum. Çelik eldivenli dev eller avucuma altın prizma bırakında nefesimi tuttum. Beklenen üzere gladyatörlerin birer silahla eş değer elleri vardı. Öyle ki o çelik eklemlerin arasına açıp bakarsam kurumuş kan bulacağıma bahse girerdim.

Önce sağımdaki sonra solumdaki gladyatöre baktım. Onlardan topuklarını kıçına vura vura kaçan ben ile karşılarına dikilen bu ben aynı kişi olabilir miydi? Hiç sanmıyordum. Nasıl oluyordu da elbise ve süslü bir maske böylesi hayat memat meselesi bir durumun üstesinden gelebiliyordu?

Attığım imza, prizma üzerinde neredeyse emilerek yok oldu. Bu tıpkı birazdan dalga vuracak kumlara yazı yazmaya benziyordu. Metal kaskın içinde beni süzen bilinçsiz bakışların tenimi kestiğini hissedebiliyordum. Bu bakışların altında titrememek için büyük efor sarf etmem gerekmişti. Bu kadar uzun bakmalarının sebebi hali hazırda aranan listesinin başını çekiyor oluşum olabilir miydi?

Yok canım.

İki gladyatör prizmaya epeyce baktıktan sonra kırmızı halatı açıp girmem için iki kenara ayrıldılar. Mümkün müydü bilmem ama nasılsa kafalarının karıştığını metal zırhın üzerinden dahi gördüğüme emindim.

İçeri adımımı atat atmaz tuttuğum nefesi geri verdim. Yüceler! İçerideydim, girmiştim. Ve bunu yaparken yaşadığın gerginliği puanlandırmam gerekecekse en yüksek puana sadece gülerek bakardım. Kapıdan olabildiğince uzaklaşmak için adımlarımı hızlandırdım. Her an burada olmama dair kararları değişebilirmiş gibi hissediyordum.

Rüzgar gibi çevrede dolanan soğuk havayla tüylerimin dikildi. Az önce ter içinde kalan bedenim için bunun birkaç kadeh alkolü temsil ettiğini biliyordum. Belki birazda burun akıntısı ve ateş. Oyalayıcı düşünceleri kenara itip topuk seslerini takip ettim. Tavan yüksek, duvarlar beyaz ve hava...sanki mentollüydü. Yankılanan adım seslerim sarnıcın asıl yerine çıkınca son buldu. Şimdi durduğum yüksek girişten, yerdeki derin suyu ve içeride gezebilmek adına inşa edilen köprüleri görebiliyordum.

İçerisi az öncekinden çok daha serin ve ferahtı. İşlemeli bir sütuna yaklaşıp parmaklarımı sürdüm. Bunları elle mi çizmişlerdi?

Elim yanmış gibi çekip eteğimi düzlettim. Asıl önemli noktalarla ilgilenmem gerekiyordu. Yakalanmamak, yakalanmadan Merga'yı bulmak ve son olarak yakalanmadan dışarı çıkabilmek. Her şey, herkes ''Paçayı ele verme'' diye bağırıyordu.

Dur biraz, bu sadece iç sesimmiş.

Labradroitler ve Sitrinler. İçeride gördüklerim tamamen onlardan ibaretti. Hepsinin elindeki mavi sıvı dikkatimi çekti. Şu an için kaynaşmayı reddedip kendi türleri arasında kadeh tokuşturuyorlardı. ''Peki,'' dedim yanımdan geçen garsonun tepsisinden bir kadehte ben alırken. ''Uyum sağla kızım.''

Yanından geçmek üzere olduğum bir kadın önüme adım atarak yolumu kesti. ''Sen,'' Gözlerini kısarak parmağını yüzüme doğrulmuştu. Kusma, kusma, kusma. ''Sen imparatorluk hanedanından olmalısın.'' Gözlerimi kırpıştırdım. O kadar geniş gülümsüyordu ki ona bunu yaptıranın elindeki alkol olup olmadığını merak ettim. Sarı saçları tepesinde sıkıca toplanmış, halka küpelerini ortaya çıkarmıştı. Lacivert kadife elbisesi ve cesur yırtmacıyla çekici bir Sitrindi.

Bense Sitrin ya da Labradorit değildim. Herhangi bir şey olmalıydım. Fakat ne?

Şeytanım kahkaha attı. ''Kırmızı halı.''

Ha ha.

Saçımı omuzumdan geri savurdum. ''Ben...evet,'' Onun gülümsemesini taklit ederken düşünmek için zaman kazanıyordum. ''Ben, imparatorluk terzisiyim.'' deyiverdim. Dudağı düşünceli bir tavırla büküldü. Topal şeytan, lütfen yanlış bir şey söylemiş olmayayım.

''İlginç, ben kıyafetleri el kitabı büyüleriyle yapıyorlar sanıyordum.''

Gülümsememi koruyup elimi savurdum. ''Şu dedikodular...'' Dişlerim hiç bu kadar açıkta kalmamıştı. Lanet olsun, gülmüyordu.

At kuyruğunu eline dolayıp omuzundan itti. ''Öyle olma-''

''Ah, şu işe bak,'' dedim arkasında kalan bir yeri göstererek. Tamamen rastgele işaret ediyordum. ''Şuradaki sanırım imparatorluk ilişkileri danışmanı.'' Daha iyi duyabilmek için biraz daha yaklaştırdı. Biri bir şeyi anlamadığı için ancak bu kadar mutlu olabilirdim.

''İmparatorluk ilişk- Afedersin kim dedin? ''

''Yanına gitsem iyi olur, sonra görüşürüz.'' Onu çatık kaşlarla bıraktığım noktaya bir daha dönüp bakmadan yürüdüm. Herhangi biri daha kim olduğumu sorabilirdi fakat sormamaları için mucizevi bir şekilde tenimin mora ya da gözlerimin sarıya dönmesine imkan yoktu. Eh, yalanlarla idare edecektim.

Vals müziği sarnıcı doldurdu.

Zihnim bu melodiyi bir tat, bir koku gibi anımsamıştı. Her yeni notada anıya dair görüntüler biraz daha netleşti. Önce bacağıma çizilen şaraptan bir çizgiyle üşüyor sonra dudağıma üflenen nefesle yanıyordum. Müphem'in taze dokunuşu tıpkı gerçekmiş gibi, tıpkı yaşanmış gibi kollarımdan kayıyordu.

Bu anının büyünün yanılsamasından öte bir şey olmadığını biliyordum. Gerçek değildi. Benimle vals yapmamış, kemikli parmakları bel çukurumu hiç okşamamıştı. Başımı sallayarak gömüldüğüm keder bulutundan sıyrıldım. Beni günaha iteleyen o dansta çalan müzik hala kulaklarımı dolduruyorken turuncu saçlarını düşünmemeye çalıştım. Denedim.

Dakikalarca etrafımı izlememe rağmen ne Merga'yı ne de Agiel'ı görememiştim. Merak ediyordum da...acaba Merga'yı görsem onun bir cadı olduğunu anlar mıydım? Bir suçlu, asil bir baloda sıradan bir davetli gibi gezemezdi, öyle değil mi? Onu tanırlardı. Herhalde onu tanırdım.

Bir anda altımızdaki su fokurdayarak yükseldi. Sarnıcın içindeki hava fırtınaya dönüşmüş, adeta ıslık çalmaya başlamıştı. Üstünde durduğum köprü sarsılınca sıkıca yanımdaki sütuna sarıldım. Merga'yı bulmadan kıyamet kopmamasını diliyordum. Davetlilerin paniğine bakarak bunun baloların vazgeçilmez klasiği olmadığını anlayabilmiştim.

Suyun içinden bir beden yükseldi. Savrulan etekleri yatışınca yüzünü ve koyu kahve saçlarını gördüm. Sarnıcın yüksek tavanından yere yavaş yavaş süzülmeden önce biraz havada asılı kalıp herkese yukarıdan bir bakış atmıştı. Sanki hepimizin ne kadar küçük olduğunu hatırlatmak istermiş gibi.

Yere indiğinde önsesinde orada olmayan siyah taşlar ayağının altına dizildi ve ona üzerinde yürüyecek bir zemin oluşturdu. Kurgusal kahramanlara tapan bir yanım bu görüntü karşısında ruhunu karşımdaki kadının herhangi bir sözüne bağışlayabilirdi. Kadın siyah taşların üzerinde kalabalığın ortasına doğru yürürken yavaşla gözlerini kırpıştırdı. Her adımda uzun bukleleri yaylanıyordu. Ah, hayır. Sadece çok iyiydi.

Uğursuz bir sessizlik hala hükmünü sürerken bunun yanında kimse kıpırdamıyordu. Onu kimse durdurmadı. Sanki aksi gerçekleşirse bir sınır ihlal edilecek gibi bakıyorlardı. Bu yüzden davetsiz misafirin bir anda hareket eden birine dönüp ''Öldün!'' diye bağırmasından korkmuştum.

Yuvarlak alanda öylece durup onu izleyen yüzlerle göz teması kurdu. ''Ne o, kimse bana bir kadeh getirmeyecek mi?''

Cevap veren tek şey rüzgardı.

''Pekala o zaman kendim alırım.'' Öylece elinde beliren kadehten küçük bir yudum aldı. Az önce o kadeh elinde öylece belirdi mi ? ''İnanın hiç gücenmedim.'' Gülümsemesine rağmen kara gözleri hinlikle parlıyordu.

O Merga'ydı.

Piyanoya döndü ve parmaklarını salladı. Piyanist düşe kalka koltuğundan kaçarken piyano tuşları kendi iradesini kazanmıştı. Bu açıdan sanki hayalet eller bildiği en güzel ritmi bize çalıyor gibi görünüyordu. İzlediğim görüntü fevkalade olmasının yanında aynı zamanda gördüğüm en tüyler ürpertici şeylerden biriydi.

O, benim gibi adının üstü çizilmiş biriydi. Aranıyordu ve buraya kendi kimliği ile gelmişti. Ne kadar beklersem bekleyeyim üzerine atılan askerler ya da gladyatörler görmemiştim. Bu aklımı karıştırdı.

Gözden kaybolmadan önce siyah bakışlarıyla benimkiler kesişti. Bu çok küçük bir an duraksamasına neden olmuştu. Hatta o kadar kısaydı ki bunu benden başka herhangi birinin fark edemeyeceğini adım gibi biliyordum. Gözlerini kıstı. Bunu daha iyi görebilmek için değil benim hakkımda bir kanıya varmaya çalışır gibi yapmıştı.

Nasıl bir sonuca vardıysa gitmeden evvel dudağının kenarının kıvrıldığını gördüm. Bu yanına gitmek için cesaretlendirici bir sahne olabilirdi, aynı saniye arkasını dönüp gözden kaybolmasaydı.

Merga kalabalığın arasına karıştıktan hemen sonra davetliler eski rahat hallerine dönmüşlerdi. Az önce ödlerini koparan cadı hala aralarında olmasına rağmen sanki korktukları tek şey onun böyle şaşalı bir giriş yapmasıymış gibi. Belki de asıl balo klasiği onun böyle sarsıcı girişler yapmasıydı. Gerçekten sarsıcı.

Sarnıcı bilmem kaçıncı defa turluyordum. Belki de ayakkabımın tabanında aşınmadan kaynaklanan küçük delikler oluşmaya başlamıştı. Ne kadar arasam da ne bir cadı ne de cadıya dair hiçbir iz bulamamıştım. Sadece ''Az önce şuradaydı'' veya ''Şuradan geçerken gördüm'' fısıltıları.

Gözlerim bir cadıyı ararken bir anlığına kalabalığın içinde turuncu saçlar gördüğümü sandım. Bu hayal gücümün düşük mizah seviyesinden kaynaklanıyor olmalıydı. Ya da kalbimin. Bunu bilmeme rağmen irademe yenilip, turuncu saçları tekrar görme arayışı ile her köşeyi didik didik ederek izlemeye başladım. Kafamı diğer yöne çevirmemle yüzümün dibinde bir surat belirdi. Aramızda bir nefes mesafeden fazlası yoktu.

''Aradığın ölüm mü? Kalım mı?'' Ondan bir adım uzaklaşarak gözlerimi kıstım.

''Sen hangi seçeneğe dahilsen o,'' dedim. Bu bir cadıya kurduğum ilk cümle olmuştu. Belki de son cümlem olabilecek denli ukala görünmüştüm. Cadı gülümserken yavaşça gözlerini kırptı. Üzerinden akan asalet dumanı ikimizi çepeçevre sarıyordu.

''Arzun beni bulmaksa,'' Avuçlarını açınca elinde hayaletimsi bir defter belirdi. Defterin sayfaları kendi kendine ve hızla dönüyor, neredeyse sona yaklaşıyordu. Cadı son sayfalardan birine parmağını koydu. Bu defterin sonuna kadar görünen ilk boş sayfaydı. Öncekilerde ne yazdığını net olarak anlayamasam da isim olduklarını tahmin ediyordum. ''Görüyorsun, sıraya girmen gerekecek.''

Elimi, bir duman bulutunu savar gibi defterin olduğu yere sallayınca defter gerçekten de duman gibi dağılarak yok oldu. Şimdi cadının yüzünde az önce olmayan bir ifade vardı. Bu hareketimdeki cesaret onu memnun etmişti. Çenemi kaldırıp omuzlarımı dikleştirdim. ''Ama şu anda buradasın, bu seni bulduğum anlamına geliyor. Liste başındakilerin bunu yapamıyor olması benim problemim değil.'' Tek taraflı gülümsemesi diğer tarafa da yansıdı.

Geri attığım adımı ona biraz yaklaşarak kapattım. ''Ayrıca yanıma gelen sensin değil mi?''

Elleri önünde birleşmişti. Başını geriye atarak dolu dolu bir kahkaha attı. Kahkahası, bir kadına yakışan en muntazam kumaştı. ''Neden küstahlığından hoşlanıyorum?''

Başını yana yatırdı. ''Bana karın ağrından bahset.'' Önce kaşlarım çatıldı ve elim karnıma gitti. Fakat beni aptal gibi gösteren bir sürenin ardından bunun soracağım sorudan bahsetmem gerektiği anlamına geldiğini anladım. ''Ve bunu balo bitmeden yaparsan çok iyi olur.''

Aslında soracağım birçok soru vardı: Aranan biriyken baloya nasıl giriyorsun? Neden kimse seni yaka paça imparatora götürmüyor? Büyü denen şey nasıl işler? Ben neyim ve ne işe yararım?

Ama en gerekeni sormak konusunda kararlıydım.

''Saklı bir defter hakkında bazı bilgiler edindim ve bunlardan daha fazlasına ihtiyacım var. Yani deftere.''

Göğsünü şişiren bir nefes aldı. Söylediklerime hiç şaşırmışa benzemiyordu. ''Bu, bir imparator iletişim danışmanının soracağı bir soru değil. '' Bakışlarım yakalanma hissiyle yana kaydı. ''Neyse ki sen o şeyden değilsin.'' Usulca başımı salladım. En başından beri burada olmalıydı. Yalanıma şahit olacak kadar başından itibaren.

Omuzumda toz varmış gibi kıyafetimi silkeledi. ''İlk yaşam kanı nihayet olması gereken yerde. Günlüğün peşinde,'' Biliyordu. Bana vereceği en ufak bilgi için sözünü kesmeden pür dikkat onu izliyordum. ''Günlük, siyahın içinde bulunan her şeyle inşa edilmiş bir yerde.''

''Bu ne anlama geliyor?'' Anlamaya yönelik çabam yüzünden yüzüm buruşmuştu.

Alaylı bir ifadeyle bana baktı. Bu ifadede yalandan bir şaşırmışlık vardı. '' Araf'ın gölleri! Seni hedefine kavuşturacağım diye kendi canımdan olmamı mı istiyorsun? Düşündüğünden de büyük bir ipucuna sahipsin, bununla yetinmen gerekiyor.''

''Sahip olduğum tek şey bir çocuk bilmecesiymiş gibi hissediyorum.'' Yine düşüncelerimi kelimelere dökmüştüm. Bunun onu kızdırmamasını umarak boğazımı temizledim. ''Affedersin.''

''Ah, önce ben affedilmeliyim, bilirsin.'' Ellerini kaldırıp büyülerinin dalgalarını gösterdi. İşte aranmasına sebep olan şey buydu.

''Evet tabii. Peki...imparator bir arkadaşımı kaçırdı desem, senden bir şey çıkar mı?''

''İmparator kaçırmaz, geri alır çocuk. Şu esmer kızdan bahsediyorsu, adı neydi...bir saniye..'' Gözlerini kapatıp ayağıyla ritim tutmaya başladı. Düşünüyordu.

''Ophelia?''

''Hay yaşa! Evet isim buydu. Günlüğü istiyorsan arkadaşını olduğu yerde bırakmalısın, çocuk. Bunun nasıl doğru bir karar olduğunu sen de göreceksin.''

''Ama-''

''Bu senin kararın. Benimki ise sadece bir tavsiye.''

Ne zamandır elinde tuttuğunu bilmediğim kumaş peçeteyi yere attı. Bunu kasten yapmıştı. '' Son zamanlarda sakarlıklarım epey artıyor.'' Peçeteyi eğilip almadı. Gözüyle kumaşı işaret edince bunu benden beklediğini anladım.

Bir kereliğine bunu yapabilirdim. Sadece bu kez. Aldığım bilgi karşılığında bir kibarlık olarak.

Ben eğilince benimle aynı anda yere çöküp peçeteye uzandı. Sanki benim bu hizaya inmemi beklemiş gibiydi. Ama neden...- Bir anda dudakları kulağıma fısıldamaya başladı.

''Defterde gizleneni anlayabiliyorsan ölüm çok yakınlarında olacak.''

Onu okuduğumda ölecek miydim?

Hiç beklemeden ayağa kalktı. ''A- anlamadım.'' Sırtını dönüp ilerlemeye başlamıştı bile. ''Hey!'' Bir kedi gibi peşine takılmış ona yetişmeye çalışıyordum fakat o çok hızlıydı. Haddinden fazla. ''O cümleyi yeniden ve daha açıklayıcı kurman gerekiyor.''

Yeniden gözden kaybolmadan önce hiç yüzünü dönmedi. Bense hala sesimi duyurmaya çalışıyordum, zaten duyduğunu bile bile. ''Bu kadar merakta bırakmak neredeyse suç!''

Bakmamıştı.

Üzerimde dolaşan gözlerin dikkate almam gerektiği kadar çoğaldığını fark ederek sessizleştim. Herkesin gözü önünde o cadıyla konuşmuş, yepyeni bir açıdan daha ismimin üstünü çizmiştim. Fakat onunla konuşmak için bundan başka fırsatım olmayacağını adım gibi biliyordum. Her ne kadar elle tutulu bir bilgi edinememiş olsamda...Kalabalığın çığlıkları yeniden yükselmeye başladığında bunun balonun bir başka klasiği olmadığını bilecek kadar deneyimlenmiştim. Bu insanlar neden sadece biraz eğlenemiyordu?

Ortaya düşen çıplak beden ayaklanarak hepimizi süzdü. O sırada herkes birbirini itiyor, onları izleyen çıplak kızdan en uzağa gitmeye çalışıyorlardı. Adeta o kızla birlikte ölümün kapılarını çalacağını bilerek. Labradoritler Sitrinlere, Sitrinler Labradoritlere dokunmakta hiç çekince görmüyor akisine kapılara ulaşmak için neredeyse birbirlerine sarılıyorlardı. Az önce kendilerinden olamayan herkese küflü bir peynirmiş gibi bakan bu iki tür için husumet bir anlığına yok oluvermişti. Hayatta kalmaya yönelik o arzuyla. Bu tür bir kaosta köken ve kültür farklılığının hiçbir önemi kalmıyordu.

Karmaşayı bir kenara bırakıp onları korkutan şeyin ne olduğunu anlamaya çalıştım. Etrafımda omuzlarıma çarparak kaçışan bir kalabalık varken öyle dikilmeye ve kızı izlemeye devam ettim. Onun çıplak, kıvrımlı bedenini süzerken ben dahi mest oluyordum. O sadece bir kızdı.
Gözlerim ayaklarından yukarı tırmandı, her parçasını analiz ediyordum. İri kalçaları, incecik beli ve ufak göğüslerini gözler önüne seren kumral saçları dirseklerinden aşağı dökülüyordu.

O sadece güzel bir kızdı. Ensesine yapışık iki yılan başına sahip, güzel bir kız. Topal şeytan!

Ben de ne arar diyeceğim bir cesaretle ona bir adım daha yaklaştığımda bedenim onun varlığına tepki vermişti.  Bu tepkiyi daha o an her zerremde hissedip benimsedim. Bir kurt gibi düz alnı ve çatık kaşları altında bakışları beni buldu. Adeta onu çekim alanıma sokmuş ve bunun farkına varmasını sağlamıştım. Yanlışlıkla.

Ensesindeki yılanlar saldırgan ve en az saçları kadar uzundu.

Beni olduğum yere çivi gibi çakan bakışmamız gittikçe derinleşti. Bir süre sonra artık gözlerimi ondan alamıyor, hatta hareket edemiyordum. Üst dudağı yukarı kıvrıldı. Küçük yaratık. Üzerimde hakimiyet kurmaya çalışıyordu.

Bir hayvan gibi hırladı.

Ve bir an sonra çok garip bir şey oldu. Teninde öncesinde nerede olduğunu bilmediğim pullar açılıp kapanırken titredi ve bu sadece başlangıçtı. Sonraki an saçları yeşile dönmüş, yanakları incelmiş, gözleri daha çekik bir hal almıştı.Ve benim sahip olduğum bunun gibi sürü fiziksel özellik daha artık onun bedenindeydi. Benim gibi görünüyordu. Tamamen ben gibi. Bu sanki yeni silinmiş bir ayanaya bakmaya benziyordu. Aramızdaki tek fark onun şeytani ruhunu ele veren bakışları olmasıydı.
Neyseki bir süre sonra kendi görünüşüne geri döndü. Bunun bir tür uyarı niteliği taşıdığını biliyordum, bana ne kadar ileri gidebileceğini göstermek istemişti.
Derken suyun altından onunki bir sürü kafa yükselerek kalabalığa yürüdü. Her biri aynı yılanlara ve aynı yüz hatlarına sahipti. Tiksinti ve korkuyla yüzümü buruşturdum. Yılanlarını kalabalığa savuruyor saplanan dişlerden besleniyorlardı.
Mor bir adam kanlar süzülen boynunu tutarak yere yığıldı. Onun gibi birçok bedenin yere serildiğini o an fark ettim. Artık yerler su ve kanla ıslanmış ve kaygan hale gelmişti. Buradan çıkmam gerekiyordu, olabilecek en hızlı şekilde.
Gözlerim çıkış yolunu ararken kapıların kapatıldığını gördüm. Yaşanan şey planlanmış bir saldırıydı. Elimi çarpan kalbimin üstüne koyarak kapalı kapıları zorlayan bedenlere baktım. Bu kalabalığın bir türlü azalmıyor oluşunu açıklıyordu.

Bir yılan başımın yanından kıvrılarak geçerken taş kesildim. Hareketsiz kalmam beni tehdit olarak görmemelerini sağlıyor olmalıydı. Ya da yem olarak.

Gözüme kalabalığın ortasında benim dikilen biri daha takıldı. Suratına gördüklerinden mümkün olduğunu belli eden sırıtma yerleştirmişti. Dustin. Keyifle yaşanan dehşeti izliyor bundan haz alıyordu.

Tüm bunların sorumlusu olacak kadar adi biriydi.

Tenimin üzerinde izlendiğimi hissettiren bir karıncalanma hissediyordum ve çok geçmeden onu gördüm. Tanıdık yüzler Dustin ile sınırlı değildi. Buraya nasıl ve ne zaman girdiğini fark etmemiştim Neredeyse bir kral ya da bir prens gibi görünüyordu. Yüzü gölgelenirken ağırlığını bir bacağından diğerine verdi. Duvarlarda büyüyen dikenlerini havada kalmak için kullanıyor ve düşünceli bir tavırla bir bana bir Dustin'e bakıyordu. Göz kapakları kısıldı.

Hayır hayır. Bu düşünceli bir tavır değildi.

Bunlar ancak iş üstünde yakalanan bir haine yöneltilecek türden bir bakışlardı. Kavurucu bir sıcaklık boğazımdan aşağı kayarak indi. Tıpkı onun gibi Dustin'e baktım. İçimde bir düzine lanet ve kötü söz geçiyordu. Agiel'ın ne gördüğü çok açıktı. Bu kanlı başyapıtı tasarlarken Dustin'e eşlikçilik ettiğimi düşündüğünü görebiliyordum.

Bakışlarımı yakalayan Dustin tüm bu şüpheyi desteklercesine bana doğru öpücük gönderdi. Belki de isteği tam da bu şüpheydi. Suratıma bir şey bulaşmış gibi yüzümü buruşturdum.

Agiel'ın dudakları şaşkınlık ve birazda öfkeyle aralandı. Hayır hayır hayır. Onu aklına düşen kurttan kurtarmak için başımı sağa sola sallıyordum.

"Dük Agiel!"

Bu kalabalıktan yükselen bir çığlıktı. Bir imdat çağrısıydı.
Ona...dük diye mi seslenmişlerdi ?
İşte o an Agiel gözlerini benimkilerden kaçırdı. Bana yalan söylemişti.

Han çalışanı olduğu hikaye tamamen uydurmacaydı. Ah yüceler! İmparator'a herkesten daha yakın biriyle bir sürü anlaşma yapmıştım. Bir anda kavradım. O, halkın tüm ızdıraplarına son verebilecek rütbede biriyken her şeyi görmezden gelmeyi seçmişti. Yüksek ihtimalle yaptığı anlaşmaların altında yatan sebepte yeterince eğlendikten sonra beni en yakın zindana tıkmaktan başka bir şey değildi.

Tırnaklarım avucuma battı. Muhtemelen birkaç damla kan tırnaklarımın içine dolmuştu bile. Yüceler şahit olsun ki öfkem beni büsbütün yutmak üzereydi.

Dikkatini topladı ve halkına döndü. Çaresizleri köleleştiren, şiddet yanlısı, zengin, vicdan yoksunu ve çıkarcı halkına yardım etmesi gerekiyordu. Anlaşılan bu grup onun yardımının dokunacağı tek topluluktu.

Aniden kolumda iki sivri dişin varlığıyla irkildim. Yılanların sahibi bembeyaz saçlarıyla genç bir erkekti. Dibimde duruyor ve benden besleniyordu. Acıyla sarsıldım.

İstemsizce kavradığım yılanı kolumdan çekip alırken derim yırtılmıştı. Ama o an bunu umursamayacak kadar öfke ve adrenalin doluydum.

Avucumu çocuğun ağzına yapıştırdım. O sırada tutuşumdan kurtulmak için direniyor, yılanlarını üzerime salıyordu.
Boştaki elimle iki yılanın da başını kavrayarak boynuna doladım. Birkaç saniye içinde rengi mora çalmaya başlamıştı bile. Fakat asıl ölümünün nereden geleceğini henüz bilmiyordu.

Büyümü çağırırken tüm buzlarımı çözen bir rahatlama hissettim. Ruhumun kadife duvarlarından taşmak için adeta can atıyordu ve ben bu defa onu geri tepmeyecektim.

Tutuşum az öncekinden sıkılaştı. Kendi kanımla boyanmış tırnaklarım şimdi onun yanaklarını deliyordu. Keyifle gülümsedim. İki parmağını gözüme sokmaya çalışsada başımı ulaşamayacağı kadar geriye atmıştım. Büyümle birlikte az öncekinden, hatta her zamankinden çok daha güçlüydüm.

Bedenindeki tüm suyu nefes borusundan yukarı çektim. Burnundan kanlı sular süzülürken gözlerine panik yerleşmişti. Baygın yılanlarını bırakıp ondan uzaklaştım. Son saniyelerinde çevresinde sere serpe yatan cansız bedenleri izlesin istiyordum.
Elleri boğazına gitti. Muhtemelen nefes almaya ve öksürmeye çalışıyordu.
Pulları son kez açılıp kapandıktan sonra ağzından ve burnundan taşan sularla birlikte yere yığıldı.

Nefes nefese geri çekildim. Bu sanki bir oyunda galip gelen tarafmışım gibi hissettirmişti. İçimdeki bu keyiften korkarak elimi kalbime götürdüm. Onun canını almaktan haz duymuştum ve sarnıcın içince aynı işkenceyi yapabileceğim en az beş yaratık daha vardı.

Belkide günüm sonunda gerçek bir canavara dönüşecektim.

Bir anda görüşümü ıslak turuncu saçlar kapattı. Elleri ve gözleri yüzümde geziyor, dudakları devamlı hareket ediyordu. Dudaklarından dökülmesi gereken sesi duymuyordum. Sadece telaşlı yüzüne baktım. Topal şeytan, onu gerçekten özlemiştim. Yanağıma hafif bir tokat attı. Amacı beni girdiğim transtan çıkarmak olsa iyi olurdu. Yoksa ona bu tokadı ödetirdim.

"Alessia!"

Çevremize baktı. Muhtemelen bize yaklaşabilecek tehlikelere karşı tetikte olmaya çalışıyordu. Ben de baktım. Agiel. İşte oradaydı, dikenlerinin üzerinde yaratıklarla savaşırken gözleri buraya kaymıştı.

Sıradaki tokat tümünden daha etkili oldu.

"Alessia!"

Yanağımı tuttum. Gözlerim cam mavilerini buldu. Bunca zaman üzerimde yarattıkları hissi unutmuştum. Harelerinde ki telaşa rağmen o parıltı öyle hayat dolu öyle yaşama isteği uyandıran cinstendi ki o parıltının hapsine girdiğim her seferinde başka yöne bakmaktan korkar oluyordum. İşte bu korku yaşamayı en sevdiklerimdendi.

"Müphem?"

Hızlıca başını salladı. Hala sık sık çevreyi kontrol ediyordu. Gergin nefesini dışarı verdi.

"Neden gittin?" Başımı alıp göğsüne yasladı. Beden diliyle "Buradayım" diyordu. Yoğunlaşan kokusunu bilinçli olarak içime çekmenin ne kadar etik olacağını düşünmeden yaptım. "Sakın cevap verme."

Kızgın, kırgın ve savaşmaya hazır görünüyordu. Tıpkı tanrı vergisi yüzü mutsuz ama her zaman ısırmaya hazır süs köpekleri gibi.

Kapı açılmış kalabalık yavaş yavaş tahliye edilmeye başlanmıştı.
"Gel," dedim onu kapıya doğru çekerek.

"Hayır, o çıkışın sonunda bizi zincirlerler," Suyu gösterdi. "bu taraftan." Eldivenli elleriyle kolumu kavradı.

"Ben orada bir çıkış göremiyorum?"

Suya düşmemize sadece bir adım kala bana döndü. Gözleri benimkiler arasında mekik dokuyordu. Tıpkı doymaya çalışır gibi, tıpkı şu an benim ona yaptığım gibi...

Eli belime yerleşti. Bedenlerimiz boşluğa düştükten hemen sonra soğuk suyun şokuyla sarsıldım.

Kahretsin! unutmuştum, Ophelia'nın mektubu ıslanmamalıydı.

Minik yıldıza dokunmak vereceğiniz en faydalı destek olacaktır. Burada olduğunuz için teşekkürler ♥️♥️♥️

Продолжить чтение

Вам также понравится

33.5K 2K 30
Yıllardan 2038 di aylardan Nisan . Gezegen adı:Barlik Krallık 25 yıl önce kurulmuştu. Kralımızın kayıp kızı 18 yıldır aranıyordu. En sonunda Krallık...
Kaçış MaysaBerran

Фэнтези

182K 15.2K 40
Av oyunlarını bilir misiniz? Hani bir ormana hayvanları salarlar, en hızlı avcıyı bulabilmek için. Avcılar için bir zevk ve güç gösterisi olan bu oyu...
7.4M 341K 65
Fantastik #1 Siz hiç bir ruha aşık oldunuz mu? Gülüşünden bihaberken ya da öfkelendiginde nasıl baktığı bilemeden sonsuz bir melankoninin içine düştü...
70.6K 5.1K 36
Altı elementin bulunduğu bir okul. Bu okula her şeyden habersiz, bir gece yarısı zorla kaçırılıp getirilen bir baş rol. Annesiyle aynı gece kaçırılıp...