Adsız Bölüm 1

59 0 0
                                    

   VIRGINIA W O O LF • D ışa Y o lcu lu kVIRGINIA WOOLF 25 Ocak 1882'de 1-ondra'da dogdu. Roman türüne yapugt özgünkatkılarla edebiyat tarihine adını yazdırdı. Aynı zamanda döneminin en önemlieleştirmenlerinden biri olatak kabul edilir. 1925Te yayımlanan Mrs. Dalloway (İletişimYayınlan, 1999) ünlü yazann adıyla birlikte anılacak "biline akışı" tekniğininen başanlı örneğidir. Virginia Woolf, 28 Man 1941'de içine düştüğü ruhsal bir bunalımsonrasında evlerinin yakınlanndaki bir nehre atlayarak intihar etti. İletişimYayınlan yazann 20. yüzyılın cn iyi romanlan arasında yer alan Mrs. Dalloway, DenizFeneri, Orlando, Jacob'un Odası, Dalgalar, Flash, Perde Arası, Kendine Ait BirOda, Yıllar, Gece ve Gündüz ile Dışa Yolculuk adlı kitaplannı "Toplu Eserleri" başlığı,altında yayımlıyor.The Voyage Out© 1915 The Estate of Virginia WoolfOnk Ajans Ltd.İletişim Yayınlan 1278 • Çağdaş Dünya Edebiyatı 202ISBN-13: 978-975-05-0554-6© 2008 iletişim Yayıncılık A. Ş.1. BASKI 2008. İstanbul (1000 adet)EDİTÖR Osman YenerDIZI KAPAK TASARIMI Ümit KıvançKAPAK Suat AysuKAPAK FİLMİ Mat YapımUYGULAMA Hüsnü AbbasDÜZELTİ Deniz BozkurtMONTAJ Şahin EyilmezBASKI ve CUT Sena Ofsetİletişim YayınlarıBinbiıdirek Meydanı Sokak İletişim Han No. 7 Cağaloğlu 34122 İstanbulTek 212.516 2260-61-62 ♦ Faks: 212.516 12 58e-mail: iletisim@iletisim.com.tr * web: wwwiletisim.com.trVIRGINIA W OOLFDışaYolculukThe Voyage OutÇEVİREN Zeynep MercanI. BölümStrand'den* Embankment'a** giden sokaklar çok dar oldu­ğundan, en iyisi bu sokaklardan aşağı kol kola yürümemektir.Israr ederseniz, mahkeme katipleri uçarcasına sıçrayarak çamurabasmak zorunda kalır; genç sekreter hanımlar arkanızdakıpırdaşıp dururlar. Güzelliğin umursanmadan gelip geçtiğiLondra sokaklarında cezayı ayrıksılık çeker; en iyisi çok uzunboylu olmamak, uzun mavi pelerin giymemek ya da sol elinizlehavayı dövmemekıir.Ekim ayı başlarında trafiğin canlanmaya başladığı bir akşamüstü,uzun boylu bir adam, kolunda bir hanımla yaya kaldırı­mının kenarında yürüyordu. Öfkeli bakışlar sırtlarına çarpıyordu.Dolmakalemlerle süslenmiş, evrak kutularını yüklenmişufak tefek telaşlı suretlerin -b u çiftle karşılaştırıldığında çoğukişi ufak tefek görünüyordu- sadık kalmalan gereken randevularıvardı ve ücretlerini haftalık alıyorlardı, bu yüzden, BayAmbrose'un boyuyla Bayan Ambrose'un pelerinine fırlatılandüşmanca bakışların bir nedeni vardı. Ama bir sihir, gerek adamıgerekse kadını kötü niyetin ve beğenilmemenin erişemeye­(*) The Sırand: Londra'da, Thames Nehri'nin kuzeyinde bir cadde - ç.n.(** ) The Hmbankmem: Londra'da, Thames Nehrinin kuzey kıyısı boyunça uzananset ve kaldırım — ç.n.5ceği bir yere koymuştu. Adamın kıpırdayan dudaklarından busihrin düşünce olduğu çıkarılabilirdi; kadınınsa, etrafındakileringöz hizasından daha yukarıda, taş gibi dosdoğru karşıya dikilmişgözlerinden, keder olduğu. Gözyaşlarını ancak karşılaş­tığı herkesi küçümseyerek tutabiliyordu; ona değerek yanındangeçen insanların sürtünmesi belli ki acı veriyordu. Metin birbakışla bir iki dakika Embankment'm trafiğini izledikten sonrakocasının kolunu çekiştirdi; hızla boşanıveren motorlu arabalarınarasından karşıya geçtiler. Öte yanda güvende olduklarındakolunu usulca onunkinden çekti, bir yandan da ağzının gevşemesine,titremesine izin verdi; sonra gözyaşları aşağı yuvarlandı;dirseklerini korkuluğa yaslayarak meraklılardan saklamakiçin yüzüne siper etti. Bay Ambrose onu avutmaya yeltendi; hafifhafif vurarak omzunu okşadı; ama karısı onu kabul ettiğineilişkin hiçbir belirti göstermedi; kendisininkinden daha büyükbir kederin yanında dikilmekten hicap duyan adam, kollarınıarkasında kavuşturup kaldırımda şöyle bir gezindi.Embankmeni'ın şurasında burasında vaiz kürsüleri gibi açı­lar yapan çıkıntılar vardır; ne var ki bunları vaizler yerine, ipsarkıtan, çakıl taşları atan ya da kâğıt topaklarını bir nehir gezintisiiçin suya indiren küçük oğlanlar işgal etmiştir. Ayrıksı­lığa duyarlı gözleriyle, Bay Ambrose'un huşu uyandıran biriolduğunu düşünme eğilimindeydiler; ama içlerinden en cingözolanı, o geçerken "Mavisakal!" diye bağırdı. Karısına sataşmayageçmesinler diye Bay Ambrose bastonunu onlara doğ­ru salladı, bunun üzerine onun yalnızca acayip olduğuna kararverdiler ve biri yerine dördü birden koro halinde, "Mavisakal!"diye bağırdı.Bayan Ambrose doğal olamayacak kadar uzun bir süre neredeysekıpırdamadan durduğu halde küçük oğlanlar onu kendihaline bıraktılar. Waterloo Köprüsü yakınlarında nehre bakanbiri her zaman bulunur; bir çift, güzel bir akşamüstü yarım saatboyunca orada dikilip konuşur; gezintiye çıkanların çoğu üçdakika seyreder, olayı başka olaylarla karşılaştırdıktan ya dabir cümle sarf ettikten sonra geçip giderler. Kimi zaman Westminster'dakidaireler, kiliseler ve oteller, siste Konstantinopo-6lis'in ana çizgilerine benzer; bazen nehir gözahcı bir mordur,bazen çamur rengi, kimi zamansa deniz gibi köpüklü bir mavi.Aşağıya bakıp neler olduğunu görmek için daima zaman ayırmayadeğer. Ama bu hanım ne yukarıya ne de aşağıya bakıyordu;orada durduğundan bu yana gördüğü tek şey, ortasında birsaman çöpüyle ağır ağır yüzerek geçen yuvarlak, yanardönerbir kumaş parçasıydı. Saman çöpüyle kumaş parçası, fışkırankocaman bir gözyaşının titrek ortamının ardında tekrar tekraryüzdü; gözyaşı kabardı, düştü, nehre damladı. Sonra çok yakı­nından gelen bir ses Bayan Ambrose'un kulaklarına çarptı -Clusium lu Lars PorsenaYemin etti dokuz Tanrıya -ardından, konuşan kişi yürüyüşü sırasında onun yanından ge­çip gitmiş gibi, daha belli belirsiz -Büyük Tarquinius HanedanıUğramayacaktı daha fazla haksızlığa.*Evet, bütün bunlara geri dönmesi gerektiğini biliyordu, amaşimdi, ağlamalıydı. Yüzünü perdeleyerek hıçkırıklarım artırdı,omuzları hiç durmadan kalkıp iniyordu. Kocasının, cilalıSfenks'e kadar gidip resimli kartpostallar satan bir adamla ba­şını derde soktuktan sonra döndüğünde gördüğü suret buydu;şiir derhal kesildi. Onun yanma geldi, elini omzuna koydu ve"Bir tanem," dedi. Sesinde yakarış vardı. Ama, kansı yüzünüondan çevirdi, "Anlamana imkân yok," der gibiydi.Ne var ki kocası onu bırakmayınca gözlerini silip diğer kıyı­daki fabrika bacalarının hizasına kaldırmaya mecbur oldu. Buarada Waterloo Köprüsü'nün kemerlerini, bir atış poligonundakidizi dizi hayvanlar gibi buralarda ilerleyen arabaları dagördü. Boş bakışlarla bakmıştı, ama herhangi bir şeyi görmekelbette ağlamaya son verip yürümeye başlamak demekti."Yürümeyi tercih ederim," dedi, kocası kentli iki adam tarafındandaha önce tutulmuş olan bir faytona el kaldırınca.(*) Bay Ambrose, Thomas Babingıon Macauley'nin lîoratius'mın ilk dizelerinioku yor-ç.n .7Yürüme eylemi, ruh halinin sabitliğini sona erdirdi. Dünyayaait nesnelerden çok aydaki örümceklere benzeyen vızır vı­zır motorlu arabalar, gümbürdeyen yük arabaları, şıngır mıngırat arabalan ve küçük siyah kupa arabaları ona içinde yaşadığıdünyayı düşündürdü. Yukarılarda, dumanın sivri bir tepehalinde yükseldiği kulelerin üstünde bir yerlerde, çocuklarışimdi onu sormakla ve yatıştırıcı bir yanıt almaktaydılar. Onlarıayıran caddeler, meydanlar ve kamu binaları kütlesine gelince,Bayan Ambrose şu anda yalnızca, yaşamının kırk yılındanotuzu bir caddede geçmiş olduğu halde Londra'nın kendiniona sevdirmek için ne kadar az şey yapmış olduğunu hissediyordu.Yanından geçen insanları nasıl okuyacağını biliyordu;bu saatte yollarda birbirlerinin evine gidip gelmek üzere ko­şuşturan zenginler olurdu; dümdüz bir çizgi halinde iş yerlerinedoğru yol alan dar kafalı işçiler olurdu; mutsuz ve haklıolarak kötü huylu yoksullar olurdu. Pusun içinden güneş ışığısızdığı halde, paçavralar içindeki yaşlı adamlarla kadınlar,oturdukları yerde, başları düşmüş, şimdiden uyuklamaktaydı­lar. İnsan, şeyleri bir giysi gibi örten güzelliği görmekten vazgeçtiğindealtındaki iskelet buydu.İnce bir yağmur şimdi içini daha da karartmışlı; tuhaf sanayikollarıyla uğraşanların tuhaf adlarını taşıyan kamyonetler-Talaş İmalatçısı Sprules, bütün atık kâğıt parçalarını değerlendirenGrabb- kötü bir şaka gibi tatsız kaçıyordu; tek pelerininardına sığınmış arsız aşıklar, ona, tutkularının ötesinde,rezil görünüyorlardı; konuşmaları her zaman dinlemeye de­ğer, halinden memnun bir topluluk oluşturan çiçekçi kadınlaryağmurdan sırılsıklam ıslanmış cadalozlardı; başları birarayatoplanıp sıkıştırılmış kırmızı, sarı, mavi çiçekler parlamı­yordu. Üstüne üstlük, serbest elini arada sırada silkerek hızlı,ritmik bir yürüyüş tutturmuş olan kocası ya bir Viking olmuştuya da yaralı bir Nelson; martılar, onun niteliğini değiş­tirmişlerdi."Ridley, arabaya binelim mi? Arabaya binelim mi, Ridley?"Bayan Ambrose tiz bir sesle konuşmak zorunda kaldı; busüre içinde kocası uzaklaşmıştı.8Aynı yol boyunca hızla ilerleyen fayton çok geçmeden onlarıWest End'den çıkarıp Londra'ya soktu. Burası insanların bir-şeyler yapmakla meşgul olduğu kocaman bir üretim yeri gibiydi;elektrik lambalarıyla, hepsi sapsarı parlayan dev vitrinleriyle,özenle inşa edilmiş evleri ve yaya kaldırımında tırıs gidenya da yolda tekerlekler üzerinde yuvarlanarak ilerleyenminicik canlı suretleriyle West End de tamamlanmış olan eserdisanki. Böyle muazzam bir fabrika için çok küçük bir esergibi göründü Bayan Ambrose'a. Nedense, dev bir siyah pelerininkenarındaki ufak bir altın püskül gibi görünüyordu ona.Yanlarından yalnızca kamyonetlerle atlı yük arabalarınıngeçtiğini, başka hiçbir arabanın geçmediğini, gördüğü binadamla kadından birinin bile beyefendi ya da hanımefendi olmadığınıgözlemleyen Bayan Ambrose, sonuçta olağan olanınyoksulluk olduğunu ve Londra'nın sayısız yoksul insanın kentiolduğunu anladı. Bu keşifle irkilmiş, kendini hayatının hergünü daireler çizerek Piccadilly Meydanının çevresini adımlarkengörüyordu ki, Londra 11 Meclisi tarafından Gece Okullarıiçin yaptırılmış bir binanın yanından geçtiklerinde rahatbir nefes aldı."Tanrım, ne kadar da kasvetli!" diye inledi kocası. "Zavallıyaratıklar!"Zihni çocukları yüzünden, yoksullar ve yağmur yüzündendertlenmekten, havada kurumaya bırakılmış bir yara gibiydi.Bu noktada fayton durdu, çünkü yumurta kabuğu gibi ezilmetehlikesi alımdaydı. Eskiden top gülleleriyle süvari taburlarınısığdıracak kadar geniş olan Embankment, şimdi küçû-lüp buram buram malt ve yağ kokan, atlı yük arabalarıyla tı­kanmış, parke taşı döşeli bir sokak olmuştu. Kocası, tuğlalarınüzerine yapıştırılmış, birtakım gemilerin lskoçya'ya doğru yelkenaçacağı saatleri duyuran afişleri okurken. Bayan Ambrosebilgi edinmek için elinden geleni yaptı. Yük arabalarını çuvallarladoldurmakla meşgul, incecik sarı bir sisin içinde yarı silinmişbir dünyadan ne yardım görebildiler ne de ilgi. Yaşlı biradamın yaklaşıp, durumlannı tahmin ederek, onları bir dizibasamağın dibinde bağlı tuttuğu küçük kayıkla gemilerine gö­9türmeyi önermesi bir mucize gibi göründü. Biraz tereddütlekendilerini ona emanet edip yerlerini aldılar; çok geçmedensuyun üzerinde bir aşağı bir yukarı inip çıkıyorlardı, bir çocu­ğun tuğladan bul van gibi sıra sıra yerleştirilmiş kare binalanyla,dikdörtgen binalarıyla Londra küçülmüş, iki yanlarında ikidizi binadan ibaret kalmıştı.İçinde bir miktar bulanık san ışık bulunan nehir büyük birgüçle akıyordu; römorkörlerin eşlik ettiği iri kıyım mavnalarhızla aşağı doğru yüzüyordu; polis tekneleri her şeyi geride bı­rakarak ok gibi geçtiler; rüzgâr, akıntıyla birlikte gidiyordu,tçinde oturduklan üstü açık kayık bu deniz trafiğinde hoplayazıplaya diz kırıp selamlar veriyordu. Derenin ortasında yaşlıadam ellerini küreklerin üzerine koydu ve su telaşla yanlarındangeçip giderken, bir zamanlar pek çok yolcuyu karşıya gö­türdüğünü, şimdiyse pek kimseyi götürmediğini belirtti. Sazlarınarasında bağlı olan kayığının, narin ayakları karşıya, Rolherhithe'takiçimlere taşıdığı bir çağı anımsar gibiydi."Artık köprüler istiyorlar," dedi. Tower Köprüsü'nün devasasiluetini işaret ederek. Yaslı bir edayla, Helen, onunla çocuklarınınarasına suları sokan bu adamı inceledi. Yaslı bir edayla,yaklaşmakta oldukları gemiye baktı; derenin ortasına demiratmış olan geminin adını hayal meyal okuyabiliyorlardı -Euphrosyne.Çöken akşam karanlığında armanın çizgilerini, direkleri vearkada meltemin kare biçiminde üflediği koyu renkli bayrağıbelli belirsiz görebiliyorlardı.Küçük kayık buharlı gemiye yanaştığında yaşlı adam küreklerikayığın yanında tutup bir kez daha yukarıyı işaret ederekdünyanın dört bir yanında gemilerin, yelken açtıkları gün obayrağı dalgalandırdığını söyledi. Yolcuların her ikisinin dezihninde o mavi bayrak meşum bir alamet gibi, bu an da birönseziler anı gibi göründü, yine de kalktılar, eşyalarını toplayıpgüverteye tırmandılar.Aşağıda, babasının gemisinin yemek salonunda dayısıylayengesini bekleyen yirmi dört yaşındaki Bayan Rachel Vinrace,oldukça gergindi. Öncelikle, yakın akraba olmalarına rağ­10men onları pek hatırlamıyordu; İkincisi, geçkince insanlardıve son olarak, babasının kızı olduğu için bir şekilde onları eğ­lendirmeye hazırlıklı olmalıydı. Onları görmeyi, medeni insanlargenellikle medeni insanları ilk kez görmeyi nasıl beklerseöyle bekliyordu, yaklaşmakta olan bir bedensel rahatsızlıkgibi - sıkan bir ayakkabı ya da cereyan yapan bir pencere.Onlan karşılamanın gerginliği şimdiden bütün vücudunu sarmıştı.Çatalları bıçakların yanına ille dümdüz yerleştirmeyeuğraşırken bir erkek sesinin sıkıntıyla şöyle dediğini duydu:"Karanlık bir gecede insan bu basamaklardan aşağı kafa üstüdüşer," bir kadın sesi ekledi, "Ve ölür."Son sözcükleri söylerken kadın kapı aralığında dikildi.Uzun boylu, iri gözlü, mor şallara bürünmüş Bayan Ambroseromantik ve güzeldi; belki canayakm değildi, çünkü gözleridosdoğru bakıyor ve gördüklerini ölçüp biçiyordu. Yüzü birYunan yüzünden çok daha sıcaktı; diğer yandan, alışıldık gü­zellikteki İngiliz kadınlarının yüzünden çok daha çarpıcıydı."Ah, Rachel, nasılsın?" dedi, onun elini sıkarken."Nasılsın, canım?" dedi Bay Ambrose, öpmesi için alnınıeğerek. Yeğeni içgüdüsel olarak onun ince, kemikli bedenini,uzun yüz hatlarıyla büyük kafasını ve keskin, masum gözlerinisevmişti."Bay Pepper'a haber verin," dedi Rachel, hizmetkâra. Sonrakarı koca, yeğenlerini karşılarına alıp masanın bir kenarınaoturdular."Babam başlamamızı söyledi," diye açıkladı Rachel. "Kendisiadamlarla çok meşgul... Bay Pepper'ı tanıyor musunuz?"Sert bir rüzgârın yana yatırdığı ağaçlar gibi iki büklüm, kü­çücük bir adam içeri süzülüvermişti. Bay Ambrose'u başıylaselamlayarak Helen'la el sıkıştı."Cereyan yapıyor," dedi, ceketinin yakasını kaldırarak."Hâlâ romatizmanız var mı?" diye sordu Helen. Kentin venehrin görüntüsü hâlâ zihnindeki varlığını sürdürdüğündenoldukça dalgın bir tavırla konuşmakla birlikte, sesi alçak vebaştan çıkarıcıydı."Bir kez romatizmanız varsa, hep vardır, ne yazık ki," diye11yanıtladı Bay Pepper. "Bir ölçüde havaya bağlı, ama herkesininandığı kadar değil.""Yine de kimse romatizmadan ölmez," dedi Helen."Genel kural olarak - hayır," dedi Bay Pepper."Çorba, Ridley Dayı?" diye sordu Rachel."Teşekkür ederim, canım," dedi Bay Ambrose ve tabağınıuzatırken işitilir bir sesle, "Ah! Annesine hiç benzemiyor," diyerekiçini çekti. Helen, Rachel'ın bunu işitip utançtan kıpkırmızıkesilmesini önlemek için bardağını masaya vurmakla geçkaldı."Şu hizmetkârların çiçeklere nasıl davrandığına bakın!" deditelaşla. Ağzı kıvrımlı yeşil bir vazoyu kendine doğru çekti;sıkışık küçük kasımpatıları çıkarıp titizlikle yan yana dizerekmasa örtüsünün üzerine yerleştirmeye başladı.Bir suskunluk oldu."Jenkinson'ı ianıyordun, değil mi, Ambrose?" diye sorduBay Pepper, masanın karşı tarafından."Peterhouse'lu Jenkinson mı?""Öldü," dedi Bay Pepper."Ah, çok yazık! - Onu tanıyordum - asırlar önce," -dedi Ridley."Peleme kazasının kahramanıydı, hatırlıyor musun? Acayipbir adam. Tütüncüde çalışan genç bir kadınla evlenmişti;Fens'te yaşıyorlardı - ona ne olduğunu hiç duymadım.""İçki - uyuşturucu," dedi Bay Pepper, fesatça bir kesinlikle."Ardında bir şerh bırakmış. Umutsuz zırvalamalar, dediler.""Adamın gerçekten büyük yetenekleri vardı," dedi Ridley."Jellaby'e giriş yazısı hâlâ önemini koruyor," diye sözlerinisürdürdü Bay Pepper, "şaşılası bir şey, ders kitaplarının ne kadardeğiştiğini görünce.""Orada gezegenler hakkında bir kuram vardı, değil mi?" diyesordu Ridley."Birkaç tahtası eksik, hiç kuşku yok," dedi Bay Pepper, başı­nı iki yana sallayarak.O sırada bir zelzele masayı yokladı; dışarıda bir ışık sallandı.Aynı anda elektrikli bir zil tiz bir sesle tekrar tekrar çınladı."Kalkıyoruz," dedi Ridley.12Hafif ama hissedilir bir dalga, zeminin altında gürler gibi oldu;sonra yatıştı; ardından, daha hissedilir başka bir tanesi geldi.Perdesiz pencerenin önünden ışıklar kaydı. Gemi, yükseksesle hüzünlü bir inilti koyuverdi."Kalkıyoruz!" dedi Bay Pepper. Nehirde, onun kadar kederlibaşka gemiler, dışandan Euphrosyne'yi yanıtladı. Suyunfokurdayıp tıslayışı açıkça işitilebiliyordu; gemi bir yükselipbir alçaldı, öyle ki tabakları getirmekte olan kamarot perdeyiçekerken kendini dengelemek zorunda kaldı. Bir suskunlukoldu."Caıs'li Jenkinson - onunla hâlâ görüşüyor musun?" diyesordu Ambrose."İnsan ne kadar görüşebilirse," dedi Bay Pepper. "Yılda birkez buluşuyoruz. Bu yıl karısını yitirme talihsizliğine uğramış,bu da buluşmamızı acılaştırdı elbette.""Çok acı," diye ona katıldı Ridley."Ev işlerini yapan bekâr bir kızı var galiba, ama asla aynı şeydeğil, hele onun yaşında."Beylerin ikisi de elmalarını dilimlerken bilgece başlarım salladılar."Bir kitap vardı, değil mi?" diye sordu Ridley."Bir kitap vardı, ama artık asla olm ayacak," dedi Bay Pepper;bunu öyle bir hiddetle söyledi ki hanımların ikisi de başlarınıkaldırıp ona baktılar."Asla olmayacak, çünkü başka biri onun yerine kitabı yazmış,"dedi Bay Pepper, ekşi ekşi. "Birşeyleri erteleyip fosil toplamanın,domuz ahırlarının üstüne Norman üslubunda kemerlerinşa etmenin sonu böyle oluyor.""Onu anladığımı itiraf ediyorum," dedi Ridley, hüzünle içiniçekerek. "Başlayamayan insanlara zaafım var.""... Bir ömrün heba olan birikimleri," diye devam etti BayPepper. "Bir ambarı doldurmaya yetecek kadar birikimi vardı.""Bu, bazılarımızın kaçınabildiği bir erdemsizlik," dedi Ridley."Dostumuz Miles'm bugünlerde bir eseri daha çıktı."Bay Pepper ekşi, küçük bir kahkaha attı. "Benim hesaplamalarımagöre," dedi, "yılda iki buçuk cilt üretmiş; bu da be-13şikıe ve benzer biçimlerde geçirilen zaman göz önünde bulundurulduğunda,övgüye değer bir çalışkanlığı işareı ediyor.""Evet, ihtiyar üstadın onun hakkındaki özdeyişi büyük öl­çüde gerçekleşti," dedi Ridley."Onların bir tarzı vardı," dedi Bay Pepper. "Bruce derlemesinibiliyor musun? - yayımlanmak için değildi, elbette.""Değildir herhalde," dedi Ridley, anlamlı anlamlı. "Bir dinadamı olarak - fazlasıyla serbestti.""Neville's Sokağı'ndaki Tulumba mı, örneğin?" diye sorduBay Pepper."Tamı tamına," dedi Ambrose.Hemcinsleri arasında moda olduğu üzere, erkeklerin konuş­masını dinlemeksizin teşvik etmekte iyice terbiye edilmiş olduklarından,hanımların ikisi de kendilerini ele vermeden-çocukların eğitimi hakkında, operada sis düdüklerinin kullanımıhakkında- düşünebiliyorlardı. Yalnız, ev sahibesi olarakRachePm belki fazla durgun olduğu ve elleriyle bir şey yapıyorolabileceği Helen'in dikkatini çekmişti."A caba-?" dedi sonunda; bunun üzerine ayağa kalkıp yaonların dikkatle dinlediğini sanan ya da varlıklarını unutmuşolan beyleri biraz şaşırtarak oradan ayrıldılar."Ah, insan eski günlerle ilgili tuhaf öyküler anlatabilir," dediğiniduydular, tekrar sandalyesine gömülen Ridley'nin. Kapıaralığında dönüp arkalarına göz attıklarında, Bay Pepper'ı sankibirdenbire giysilerini çözüp şen şakrak, kötü niyetli, yaşlıbir maymuna dönüşüvermiş gibi gördüler.Kadınlar başlarının çevresine eşarplar sararak güvertede yü­rüdüler. Demir atmış gemilerin karanlık şekillerini geçerek nehiraşağı dosdoğru ilerliyorlardı artık; tepesinden sarkan uçuksarı sayvanla Londra, ışıklarla kıpır kıpırdı. Büyük tiyatrolarınışıkları, uzun caddelerin ışıkları, rahat yuvalarla dolu devmeydanları işaret eden ışıklar, yükseklerde, havada asılı duranışıklar. O lambaların üzerlerine karanlık hiç çökmeyecekti,tıpkı yüzlerce yıldır üzerlerine hiç çökmediği gibi. Kentin sonsuzadek aynı noktada ışıldayacak olması insana korkunç geliyordu;en azından, denizde serüvene atılan ve onu sonsuza14dek yanan, sonsuza dek yaralı, yalıtılmış bir tümsek gibi göreninsanlara. Geminin güvertesinden, koskoca kent korkudanbüzülmüş bir suret, yerinden kıpırdamayan pintinin teki gibigörünüyordu.Parm aklıklara yaslanmış yan yana dururlarken, Helen,"Üşümeyecek misin?" dedi, Rachel ona yanıt verdi, "Hayır...Ne kadar güzel!" diye ekledi bir an sonra. Gözle görülür pekaz şey vardı - birkaç direk, şurada bir kara parçasının karaltı­sı, burada ışıklı bir pencereler dizisi. Rüzgâra karşı ilerlemeyeçalıştılar."Esiyor - esiyor!" dedi Rachel soluk soluğa, sözcükler boğazınatıkılıyordu. Yanı başında mücadele eden Helen, birdenbirehareketin coşkusuna kapılarak iki kolunu da saçlarına doğ­ru kaldırıp, dizlerine dolanan etekleriyle yola koyuldu. Ne varki hareketin sarhoşluğu ağır ağır kayboldu; rüzgâr sertleşip serinledi.Perdedeki aralıktan içeri baktıklarında yemek odasındauzun puroların tüttürülmekte olduğunu gördüler; BayAmbrose sert bir hareketle sandalyesinin arkalığına yaslanırken,Bay Pepper'm yanaklarını ahşaptan oyulmuş gibi kırıştırmasınıizlediler. Gürleyen kahkahalar hayal meyal onlara ulaş­tı; ulaşır ulaşmaz da rüzgârda boğuldu. Sarı ışıklı sıkıcı odadaBay Pepper'la Bay Ambrose tüm keşmekeşe kayıtsızdı; Cambridge'deydionlar, muhtemelen 1875 yılı dolaylarında."Eski dostlar," dedi Helen, bu görüntü karşısında gülümseyerek."Şimdi, oturabileceğimiz bir oda var mı?"Rachel bir kapıyı açtı."Odadan çok sahanlığa benziyor," dedi. Gerçekten, karadakibir odanın kapalı, durağan görünüşünden eser yoktu burada.Ortaya bir masa tutturulmuş, kenarlara oturaklar çakılmış­tı. Neyse ki tropikal güneşler duvar halılarını mavili yeşilli solukbir renk alıncaya dek ağartmıştı ve zamanın ağır ağır ilerlediğigüney denizlerinde, kamarotun aşkının eseri olan denizkabuğu çerçeveli ayna, çirkin olmaktan çok, acayipti. Kırmızıdudaklarıyla tek boynuzlu atın boynuzuna benzeyen buıguludeniz kabukları, ucundan birkaç topun sarktığı mor bir pelü­şün kıvrımlarıyla örtülmüş şömine rafını süslüyordu. Güverıe-15ye iki pencere açılıyordu; gemi Amazonlar'da kavrulurken buradaniçeri vuran ışık, karşı duvardaki baskı resimleri uçuk sarıbir renge döndürmüştü, öyle ki "Kolezyum", spanyelleriyleoynayan Kraliçe Alexandra'dan güçlükle ayırt edilebiliyordu.Ateşin yanı başında duran sepet örgüsü bir çift koltuk, insanıyaldızlı yongalarla dolu olan ızgarada ellerini ısıtmaya davetediyordu; masanın tepesinde kocaman bir lamba sallanıyordu- taşrada yürüyen biri için karanlık tarlalar boyunca uygarlı­ğın ışığı olan türden bir lamba."Herkesin Bay Pepper'm eski dostu olması acayip," diyebaşladı Rachel gergin bir tavırla, çünkü durum güç, oda so­ğuk, Helen ise garip bir biçimde sessizdi."Onu hafife alıyorsun galiba?" dedi yengesi."Tıpkı buna benziyor," dedi Rachel, bir leğenin içinde gözü­ne ilişen fosilleşmiş balığı alıp göstererek."Yargıların çok sert," dedi Helen.Rachel hemen inancına aykırı olarak söylemiş bulunduğuşeyi yumuşatmaya çalıştı."Aslında onu tanımıyorum," diyerek, büyüklerin olgularıduygulara yeğlediklerine inandığından, olgulara sığındı. WilliamPepper hakkında ne biliyorsa anlattı. Evde oldukları zamanlardaonun hep pazar günleri uğradığını Helen'a anlattı;pek çok şey hakkında bilgisi vardı - matematik, tarih. Yunanca,hayvanbilim, iktisat ve İzlanda sagaları. Acem nazmını İngiliznesrine, İngiliz nesrini Yunan hece veznine çevirmişti;sikkeler konusunda uzmandı ve -başka bir şey daha- ah evet,galiba taşıt trafiğiydi.Burada olmasının nedeni ya denizden birşeyler çıkarmak yada Odysseus'un olası rotası hakkında yazmaktı; ne de olsa Yunancaonun özel merakıydı."Bende bütün kitapçıkları var," dedi. "Küçük kitapçıklar.Küçük sarı kitaplar." Görünüşe bakılırsa onları okumamıştı."Hiç âşık olmuş mu?" diye sordu, kendine oturacak bir yerseçmiş olan Helen.Bu, umulmayacak kadar yerinde bir soruydu."Onun yüreği eski bir kösele parçası," diye açıkladı Rachel,16balığı bırakarak. Ama sorguya çekilince, ona bu konuyu hiçsormadığını itiraf etmek zorunda kaldı."Ben soracağım," dedi Helen."Seni son gördüğümde bir piyano satın alıyordun," diyesürdürdü sözlerini. "Hatırlıyor musun - piyanoyu, tavan arasındakiodayı, dikenli kocaman bitkileri?""Evet, halalarım piyanonun döşemeyi delip geçeceğini söylüyorlardı,ama insan onların yaşında geceleyin ölmeyi umursamazherhalde?" diye sordu."Bessie Hala'yla haberleşeli çok olmadı," dedi Helen. "Bukadar çok alıştırma yapmakta ısrar edersen kollarını mahvedeceğindenkorkuyor.""Ön kol kasları - sonra insan evlenemez miymiş?""Tam olarak öyle ifade etmedi," diye yanıtladı Bayan Ambrose."Ah, evet - elbette etmemiştir," dedi Rachel, içini çekerek.Helen ona baktı. Yüzü kararlı olmaktan çok zayıftı, iri, sorgulayangözleri sayesinde yavanlıktan kurtuluyordu; kapalı biryerin korunağı altındayken rengin ve belirgin hatların noksanlığı,güzelliği ondan esirgiyordu. Üstelik, konuşurken duraksaması,daha doğrusu yanlış sözcükler kullanma eğilimi, yaşmagöre olağandan daha beceriksiz görünmesine neden oluyordu.O zamana dek çoğunluk gelişigüzel konuşmuş olan BayanAmbrose, şimdi bir geminin içinde üç dört haftalık bir yakınlı­ğı hiç de iple çekmediğini düşündü, ki olacak olan buydu.Kendi yaşındaki kadınlar onu genellikle sıkardı, kızların dahabeter olacağına kanaat gelirdi. Yeniden Rachel'a göz attı. Evet!bocalayan, duygusal biri çıkacağı ne kadar açıktı; ona bir şeysöylediğinizde, bir değnek darbesinin suda bıraktığından dahakalıcı bir iz bırakmayacaktı. Kızlarda elle tutulur hiçbir şeyyoktu - sağlam, kalıcı, doyurucu bir şey. Willoughby üç haftamı, yoksa dört mü demişti? Hatırlamaya çalıştı.Ne var ki bu noktada kapı açıldı; uzun boylu, güçlü kuvvetlibir adam odaya girdi, ilerleyip duygulu bir içtenlikle Helen'inelini sıktı. Willoughby'nin ta kendisi, Rachel'ın babası,Helen'in görümcesinin kocası. Onu şişman bir adam yapmak17için çok miktarda et gerekeceğinden, iskeleti böyle iri olduğuhalde, şişman değildi; yüzünün iskelet yapısı da iriydi, yüzhatlarının küçüklüğünden ve yanaklarının çukurundaki kızarıklıktananlaşıldığı kadarıyla duyarlılıklarını, duygularını ifadeetmekten ya da başkalannınkilere yanıt vermekten çok, iklimdeğişikliklerine karşı koymaya uygun biriydi."Gelmiş olmanız büyük zevk," dedi, "ikimiz için de."Rachel, babasının bakışma itaat ederek mırıldandı."Seni rahat ettirmek için elimizden geleni yapacağız. Ridley'ide. Onunla ilgilenmeyi bir onur sayıyoruz. Pepper da onakarşı çıkacak birine kavuşmuş olacak - ben buna cesaret edemiyorum.Bu çocuğu büyümüş buldun, değil mi? Genç bir kadın,ha?"Helen'in elini tutmayı sürdürerek kolunu Rachel'ın omzunadoladı, böylece onları rahatsız edecek kadar birbirlerine yaklaştırmışoldu, ama Helen bakmaktan kaçındı."Sence onunla gurur duyabilir miyiz?" diye sordu W illoughby."Ah evet," dedi Helen."Çünkü ondan büyük şeyler bekliyoruz," diye sözlerini sürdürdü,kolunu sıktıktan sonra kızını serbest bırakırken. "Amaşimdi senden söz edelim." Yan yana küçük kanepeye oturdular."Çocukları iyi bıraktın mı? Herhalde okula hazırdırlar. Sanamı çekmişler, Ambrose'a mı? Eminim omuzlarının üzerindeiyi birer kafa vardır."Bunun üzerine Helen o zamana dek olmadığı kadar canlandıve oğlunun altı, kızınınsa on yaşında olduğunu söyledi.Herkes oğlunun ona benzediğini, kızınınsa Ridley'e benzediğinisöylüyordu. Zekalarına gelince, akıllı haylazlar olduklarınıdüşünüyordu; sonra alçakgönüllü bir tavırla oğlu hakkındaküçük bir öyküye girişli, -b ir dakika yalnız bırakıldığında birkalıp tereyağını eline alarak nasıl da odanın diğer ucuna ko­şup, ateşin üzerine koymuştu- sırf eğlence olsun diye; Helenbu duyguyu anlayabiliyordu."Sen de küçük afacana bu numaraların işe yaramayacağınıgöstermek zorunda kaldın, ha?"18"Altı yaşındaki bir çocuğa mı? Bence bunlar önemli değil.""Ben eski kafalı bir babayım.""Saçmalama, Willoughby; Rachel daha iyisini bilir."Willoughby, kızının onu övmesini kuşkusuz çok isterdi amaRachel bunu yapmadı; gözleri su kadar yansımasızdı, parmaklarıfosilleşmiş balıkla oynamayı sürdürüyordu, zihni dalgındı.Büyükler, Ridley'i rahat ettirmek için yapılabilecek düzenlemelerdensöz etmeye geçtiler - denize bakmadan edemeyeceği, kazanlardanuzak, aynı zamanda, gelip geçen insanların bakışları­na karşı korunaklı bir yere konulmuş bir masa. Hazır, kitapları­nın hepsi paketliyken bunu bir tatile dönüştürmezse hiçbir şekildetatil yapmayacaktı; çünkü Helen, Santa Marina'ya ulaştıklarındaonun bütün gün çalışacağını deneyimlerinden biliyordu;kutulan, Helen'in dediğine göre, kitaplarla tıka basa doluydu."Bana bırak - bana bırak!" dedi Willoughby, belli ki Helen'inondan istediğinden çok daha fazlasını yapmaya niyetliydi. Nevar ki, Ridley'le Bay Pepper'ın kapıyı yokladıkları duyuldu."Nasılsın, Vinrace?" dedi Ridley, içeri girerken elini gevşek­çe uzatarak, sanki bu buluşma her ikisi için, ama her şey gözönünde bulundurulduğunda daha çok da kendisi için hüzünvericiydi.Willoughby, saygıyla ılıştırılmış içtenliğini korudu. O anhiçbir şey söylenmedi."İçeri baktık, güldüğünüzü gördük," dedi Helen. "Tam daBay Pepper sana güzel bir öykü anlatırken.""Öf. Öykülerin hiçbiri güzel değildi," dedi kocası hırçın birtavırla."Hâlâ yargılarında sertsin, değil mi, Ridley?" diye sordu BayVinrace."Sizi usandırdık, o yüzden gittiniz," dedi Ridley, doğrudankarısıyla konuşarak.Bu epeyce doğru olduğundan Helen inkâr etmeye kalkışmadı;bir sonraki sözüyse uygunsuz kaçtı - "Ama biz gittiktensonra öyküler daha iyi olmadı mı?"- çünkü kocası onu omuzlarınıdüşürerek yanıtladı, "Böyle bir şey mümkünse, daha dabeter oldu."19Mahcubiyet ve sessizlikle geçen uzun aranın kanıtladığıüzere, durum şimdi ilgili herkes için hayli rahatsız edici olmuştu.Bay Pepper fare görmüş bir kızkurusuna yakışır birhamleyle koltuğunun üstüne sıçrayıp, hava akımı bileklerinevurduğundan iki ayağını da altına almakla gerçeklen de bir türşaşırtmaca verdi. Dizlerinin çevresine doladığı kollarıyla, orayaçekilmiş, purosunu emerken bir Buda heykeline benziyordu;bu yükseklikten, okyanusun iskandil edilmemiş derinlikleriüzerine bir söyleve başladı, kimseye hitap etmiyordu, çünkükimse ondan bunu istememişti. Bay Vinrace'in Londra'ylaBuenos Aires arasında düzenli olarak sefer yapan on gemisi olmasınarağmen bunlardan bir tanesinin bile su altındaki kocamanbeyaz canavarları araştırmakla göıevlendirilmedigini öğ­renmenin onu şaşırttığını ilan etti."Hayır, hayır," diye güldü Willoughby, "yeryüzünün canavarlarıbana yetiyor!"Rachel'ın iç çektiği işitildi, "Zavallı küçük keçiler!"*"Keçiler olmasaydı müzik de olmazdı, canım; müzik, keçilerebağlıdır," dedi babası oldukça sert bir tavırla; Bay Pepper isedenizin dibindeki kum sırtlarında kıvrılıp yatan, yüzeye getirdiğinizdepatlayan, basınçtan kurtarıldığında kenarlarının yarılıpparamparça olmasıyla iç organları dört bir yana saçılan,beyaz, tüysüz, kör canavarları, bilgisiyle öyle gösteriş yaparak,öyle ayrıntılı tarif etmeye geçti ki, Ridley tiksinerek, susmasıiçin ona yalvardı.Bütün bunlardan Helen kendine göre sonuçlar çıkardı, oldukçaiç karartıcı sonuçlar. Pepper cansıkıcı adamın tekiydi;Rachel yontulmamış bir kızdı, sır vermekte cömert olduğunahiç kuşku yoklu, bunların en başta geleni de şu olacaktı:"Gördüğün gibi, babamla geçinemiyorum." Willoughby iseher zamanki gibi işini seviyordu ve imparatorluğunu kurmuş­tu; Helen bunların arasında epeyce sıkılacaktı. Bununla birliktebir eylem kadını olarak ayağa kalktı ve kendi adına, yatmayagideceğini söyledi. Kapıda, iki hemcins olarak odayı birlik­(*) Bay Vinrace'in gemileri Güney Amerika'dan keçi ithal ediyordu. Kitabı yemdengözden geçirdiğinde Virginia Woolf bu ayrıntıyı metinden çıkarmıştır - ç.n.20te, terk edecekleri beklentisiyle içgüdüsel olarak dönüp Rachel'abir göz aıu. Rachel ayağa kalktı, belli belirsiz Helen'inyüzüne baktı ve o hafif kekelemesiyle, "Çıkıp rüzgârda b-bbayramedeceğim," dedi.Bayan Ambrose'un en kötü kuşkuları doğrulanmıştı; bir oyana bir bu yana sendelerken kâh sağ kolunu kâh sol kolunuduvara siper ederek geçitten aşağı indi; her sendeleyişinde üstünebasa basa bağırıyordu, "Kahretsin!"21II. BölümGeminin sallantılarıyla ve tuz kokularıyla gece rahatsız geçtiysede, ki bir kişi açısından kuşkusuz öyleydi, çünkü Bay Pepper'myatağında yeterince örtü yoktu, ertesi sabah kahvaltı birçeşit güzelliğe bürünmüştü. Deniz yolculuğu başlamıştı, hemde yumuşacık, masmavi bir gökyüzüyle, sakin bir denizle baş­lamıştı. Kullanılmamış kaynakların, henüz söylenmemiş şeylerinvar olduğu duygusu bu saati anlamlı kılıyordu, öyle ki gelecekyıllarda belki yolculuğun tamamı, önceki gece nehirdeöten canavar düdüklerinin sesinin de bir şekilde içine karıştığıbu bir tek sahneyle temsil edilecekti.Üzerindeki elmalar, ekmek ve yumurtalarla masa neşe saçı­yordu. Helen, Willoughby'e tereyağını uzattı, uzatırken de gö­zünü ona dikerek düşündü, "Seninle evlendi, mutlu da olduherhalde.''O eski meraktan, Theresa'nın neden Willoughby'le evlendi­ğinden başlayıp, türlü türlü bilindik düşünceye götüren tanı­dık bir düşünce zincirine dalıp gitti."İnsan bütün bunlan görüyor elbette," diye düşündü; insanın,Willoughby'nin kendine ait bir istenci, bir yumruğu vegürleyen müthiş bir sesi olan, iri yarı, güçlü kuvvetli bir adamolduğunu gördüğünü kastediyordu; "am a-" burada onun22hakkında, en iyi anlatımını bir tek sözde, "aşırı duygusal" sö­zünde bulan ince bir çözümlemeye daldı; bununla, onun duygulanhakkında hiçbir zaman yalın ve dürüst olmadığını kastediyordu.Örneğin, ender olarak ölülerden söz ederdi ama yıldönümlerinihiç unutmaz, onları şatafatlı sözlerle anardı. Helen,Willoughby'nin kızma tarifsiz gaddarlıklar ettiğinden kuş­kulanıyordu, tıpkı aslında karısına zorbaca davrandığındanhep kuşkulandığı gibi. Doğal olarak, kendi talihiyle dostununtalihini karşılaştırmaya başladı, çünkü Willoughby'nin karısı,Helen'in dost dediği belki de tek kadın olmuştu ve sohbetlerininbaşlıca konusunu bu karşılaştırma oluştururdu. Ridley birbilgindi, Willoughby ise bir işadamı. Willoughby ilk gemisinisuya indirdiğinde, Ridley, Pindaros'un üçüncü cildini çıkarmaktaydı.Tam Aristoteles şerhinin -Aristoteles miydi?- ÜniversiteYayınları'ndan çıktığı yıl onlar da yeni bir fabrika kurmuşlardı."Ve Rachel," ona baktı, niyeti, başka türlü fazlasıylaeşit bir biçimde dengede kalacak olan tartışmayı, Rachel'ınkendi çocuklarıyla karşılaştırılamayacağını beyan ederek kararabağlamaktı kuşkusuz. Tüm söylediği, "Gerçekten altı yaşındakibir çocuktan farksız," oldu, bununla birlikte, bu yargı kı­zın yüzünün pürüzsüz, lekesiz ana çizgileriyle ilgili olup, baş­ka yönlerine dair bir kınama değildi, çünkü Rachel ne türdamlalar oluşacağını görmek istercesine belirli bir yüksekliktensüt dökmek yerine düşünse, hissetse, kahkaha atsa ya dakendini ifade etse, hiçbir zaman lam olarak güzel olamasa da,ilgi çekici olabilirdi. Annesine benziyordu, tıpkı sakin bir yazgününde bir gölcükteki imgenin, üzerine eğilmiş olan canlı,pembeleşmiş yüze benzediği gibi.Bu arada, kurbanlarından biri tarafından olmasa da, Helenda inceleme altındaydı. Bay Pepper onu ölçüp biçmekteydi;tostunu kalıplar halinde kesip üzerlerine özenle tereyağı sürdüğüsırada daldığı derin düşünceler, onu epeyce uzayıp gidenbir özyaşamöyküsüne götürdü. Delici bakışlarından biri, onuönceki gece Helen'in güzel olduğu yargısına varmakta haklıolduğuna ikna etti. Nazikçe reçeli Helen'a uzattı. Helen saç-masapan konuşuyordu, ama bunlar insanların genellikle kah­23valtıda konuştuklarından daha beter saçmalıklar değildi, BayPepper, beyindeki dolaşımın o saatte insana sıkıntı verme eğilimindeolduğunu kendinden biliyordu. İlkelerinden sapmayarakona "Hayır" demeyi sürdürüyordu, çünkü asla bir kadı­na cinsiyetinden ötürü boyun eğmezdi. Tam burada, gözlerinitabağına çevirerek özyaşamöyküsüne daldı. Saygısını hak edenbir kadınla hiç karşılaşmamış olmak gibi yeterli bir gerekçeyle,hiç evlenmemişti. Hassas gençlik yıllarını Bombay'da birdemiryolu istasyonunda geçirmeye mahkum olduğundan, yalnızcabeyaz olmayan kadınlar görmüştü, asker kadınlar, memurkadınlar; oysa onun ülküsü, Farsça olmasa da Yunancaokuyabilen, yüzü kusursuz denecek kadar hoş olan, ve üstünüçıkarırken döktürdüğü küçük şeyleri anlayabilecek bir kadındı.Şimdiki halde, en ufak bir utanç duymadığı kemikleşmişalışkanlıklar edinmişti. Her gününün birkaç küsur dakikasıbirşeyleri belleğine kazımakla geçerdi; numarasını yazmadanasla bilet almazdı; ocak ayını Petronius'a, şubatı Calullus'a,martı da belki Etrüsk vazolarına adardı; kısacası Hindistan'daiyi işler yapmıştı; bugünü kendisine ait oldukça hiçbir akıllıadamın pişmanlık duymayacağı temel kusurlar dışında, yaşamındapişmanlık duyduğu hiçbir şey yoktıı. Böylece sonucavardıktan sonra birdenbire başını kaldırıp baktı ve gülümsedi.Rachel onun bakışını yakaladı."Herhalde şimdi de bir şeyi otuz yedi kere çiğnedin," diyedüşündü, ama yüksek sesle, kibarca, "Bugün bacaklarınız sı­kıntı veriyor mu, Bay Pepper?" dedi."Kürek kemiklerim mi?" diye sordu Bay Pepper, acı içindeomuzlarını oynatarak. "Bildiğim kadarıyla güzelliğin ürik asitüzerinde bir etkisi yok," diye içini çekli, gökyüzüyle denizinmasmavi göründüğü karşıdaki yuvarlak camı süzerken. Aynızamanda cebinden küçük bir parşömen cilt çıkarıp masanınüstüne koydu. Yorum beklediği apaçık olduğundan Helen onakitabın adını sordu. Kitabın adını öğrendi; ama yol yapımınındoğru yöntemi üzerine bir de söylev dinledi. Bay Pepper, dedi­ğine göre pek çok g ü çlü k le uğraşm ak zoru nda olanYunanlar'dan başlayıp Romaalılar'la devam ederek İngiltere'ye24ve hızla yanlış yönletne dönüşmüş olan doğru yönteme geçti;sözlerini, genel olarak zamanın yol yapımcılarına, özel olarakda kendisinin her sabah kahvaltıdan önce bisiklet sürme alış­kanlığında olduğu Richmond Parkı'nın yol yapımcılarına yö­nelik öyle hiddetli suçlamalarla bağladı ki, kaşıklar kahve fincanlarınaçarparak epeyce şıngırdadı ve en azından dört ekme­ğin içi bir öbek halinde Bay Pepper'ın tabağının yanına yığıldı."Çakıl taşları!" diye sonlandırdı sözlerini, huysuz bir tavırlayığının üzerine bir lokma ekmek daha atarak. "İngiltere'ninyolları çakıl taşlarıyla onarılıyor! 'ilk şiddetli yağmurda,' dedimonlara, 'yolunuz bataklığa dönüşecek.' Sözlerim tekrartekrar doğru çıktı. Ama bunları söylediğimde, bunun etkilerini,halkın cüzdanı üzerindeki etkilerini işaret etliğimde, onlaraCoryphaeus okumalarım önerdiğimde beni dinlediklerinimi sanıyorsunuz? Hiç de değil; onların uğraşacak başka ilgialanları var. Hayır, Bayan Ambrose, bir İlçe Meclisi oturumunakatılmadıkça insanoğlunun aptallığına ilişkin adil bir kanıoluşturamazsınız!" Küçük adam, yırtıcı bir canlılıkla parlayanbakışlarını Helen'in üzerine dikti."Hizmetkârlarım olmuştu," dedi Bayan Ambrose, bakışınıona yönelterek. "Şu anda bir dadımız var. Bütün ötekiler gibiiyi bir kadın, ama çocuklarınım dua etmesini sağlamakta kararlı.Gösterdiğim büyük özen sayesinde çocuklarım şimdilikTann'nın bir tür deniz aygırı olduğunu sanıyorlar; ama artıkarkamı döndüğüme göre - Ridley," diye sordu, ansızın kocası­na dönerek, "eve döndüğümüzde onları Göklerdeki Babamızduasını okurken bulursak ne yapacağız?"Ridley, "Cık" ile temsil edilen o sesi çıkardı.Ama dinlerken rahatsızlığını bedeninin hafif sallanmasıylaaçığa vuran Willoughby, mahcup bir tavırla, "Ah, şurası kesinki, Helen, birazcık dinden kimseye zarar gelmez," dedi."Çocuklarımın yalan söylemesini yeğlerim," diye yanıtladıHelen; sonra, Willoughby kayınbiraderinin karısının hatırladı­ğından da ayrıksı olduğunu düşünürken, o, sandalyesini geriyeitip yukarı çıktı. Bir saniye sonra seslendiğini işittiler, "Ah,bakml Denize açılmışız!"25Onun peşi sıra güverteye çıktılar. Bütün duman, bütün evlergözden yitmişti; gemi, erken saatlerin ışığında solgun olmaklabirlikte taptaze ve berrak denizin geniş boşluğuna açılmıştı.Londra'yı kendi balçığının üzerinde oturmaya terk etmişlerdi.Paris'in yüküne dayanabilecek kalınlığa zor ulaşan, buna rağ­men kenti sırtlayan incecik bir gölge şeridi, ufka doğru gitgidedaha da daralıyordu. Yollardan kurtulmuşlardı, insanoğlundankurtulmuşlardı; özgürlüğün getirdiği o aynı coşku hepsini sarıyordu.Gemi, onu tokatlayıp sonra maden suyu gibi kabarcıklanarakher iki yanında balonlu köpüklü küçük birer şeritbırakan ufak dalgaların arasında kararlı bir tavırla yol alıyordu.Yukarıda, ekim ayının renksiz seması, odun ateşinden yayılandumanla örtülmüş gibi incecik buluılanmıştı; havada harikabir tuz kokusu ve serinlik vardı. Gerçekten, kıpırdamadandurulamayacak kadar soğuktu. Bayan Ambrose kocasınınkoluna girdi; birlikte uzaklaşırlarken yanağını kocasınmkinedoğru uzatmasından, ona söylemek istediği özel bir şeyin olduğuanlaşılıyordu. Birkaç adım gittiler; Rachel öpüştüklerinigördü.Aşağıya, denizin derinliklerine baktı. Suyun yüzeyi Euphrosyııe'ningeçişinden hafifçe rahatsız olmuştu, oysa aşağılaryeşil ve loştu; dipteki kum gitgide loşlaşarak solgun bir bulanıklığadönüşüyordu. İnsan, kazazede gemilerin kapkara kaburgalarını,tünel kazan devasa yılanbalıklannın yaptığı sarmalkuleleri, bir o yana bir bu yana kıvrıla kıvrıla gelip geçen,yanlan yeşil canavarlan güçlükle görebiliyordu."Ayrıca, Rachel, biri beni sorarsa saat bire kadar meşgulüm,"dedi babası, kızıyla konuşurken sık sık yaptığı gibi sözleriniomuzlara indirilen sert bir darbeyle güçlendirerek."Bire kadar," diye yineledi. "Sen de kendine bir iş bulursun,ha? Gamlar, Fransızca, birazcık Almanca, ha? Aynlabilir fiillerhakkında Avrupa'daki herkesten daha çok şey bilen Bay Pepperburada, ha?" ve kahkahalar atarak uzaklaştı. Rachel dagüldü, tıpkı kendini bildi bileli güldüğü gibi, komik olduğunudüşündüğünden değil, babasına hayran olduğundan.Ne var ki, tam belki de bir iş bulma niyetiyle döndüğü sıra­26da bir kadın yolunu kesıi, öyle enli ve kalın bir kadındı ki insanınyolunu kesmesi kaçınılmazdı. Gösterişsiz siyah elbisesininyanı sıra dikkatli, tereddütlü hareketleri aşağı tabakadanolduğunu gösteriyordu; bununla birlikte, kaya gibi bir konumalarak, çarşafların durumuna dair azami önem taşıyan iletisinidile getirmeden önce, yakınlarında yüksek tabakadan kimseninbulunmadığından emin olmak için çevresine bakındı."Bu yolculuğu nasıl allatacağız. Bayan Rachel, gerçekten bilmiyorum,"diye başladı, başını iki yana sallayarak. "Çarşaflarherkese ancak yetiyor; beyefendininkinde içinden parmakları­nızı geçirebileceğiniz çürük bir yer var. Ve yatak örtüleri. Yatakörtülerine dikkat ettiniz mi? Kendi kendime, yoksul birinsanın onlardan utanacağını düşündüm. Bay Pepper'a verdi­ğim, bir köpeğin üstünü zor örter... Hayır, Bayan Rachel, onarmaksöz konusu olamaz', yalnızca toz bezi olmaya uygunlar. Aa,insan canını dişine takıp dikse, çamaşırhaneye bir dahakigidişlerinde onları eskisi gibi bulur."Sesi haklı bir öfkeyle, gözyaşları yakınmış gibi titriyordu.İnip, bir masanın üzerine yığılmış koca bir keten öbeğini incelemektenbaşka yapılacak şey yoktu. Bayan Chailey her biriniadıyla, kişiliğiyle ve bünyesiyle tanıyormuş gibi çarşaflan elliyordu.Kimilerinde sarı lekeler vardı, diğerlerindeyse ipliklerinuzun merdivenler oluşturduğu yerler; ama sıradan bir gözeçarşaflar genellikle nasıl görünürse tıpkı öyle görünüyorlardı,ürpertici, beyaz, soğuk ve kusursuz denecek kadar temiz.Ansızın Bayan Chailey çarşaf konusunu hepten bir yana bı­rakarak öbeğin tepesinde yum ruklarını sıktı ve ilan etti,"Hem, hiçbir canlı bir yaratıktan benim oturduğum yerdeoturmasını isteyemezsiniz!"Bayan Chailey'nin oldukça geniş, ancak kazanlara fazla yakınbir kamarada kalması bekleniyordu, öyle ki, diye yakındıelini kalbinin üzerine koyarak, beş dakika sonra kalbinin"gümlediğini" işitebiliyordu, bu da Bayan Vinrace'in, Rachel'ınannesinin, birine çektirmeyi asla hayal etmeyeceği bir durumdu- evindeki çarşafların her birini tanıyan ve herkesten, fazlasınıdeğil, yapabileceğinin en iyisini bekleyen Bayan Vinrace.27Başka bir oda vermek dünyanın en kolay şeyiydi; çarşaf sorunukendiliğinden mucizevi bir biçimde çözüldü, beneklerlekaçıklar ne de olsa onanlamayacak gibi değildi, ama -"Yalanlar! Yalanlar! Yalanlar!" diye bağırdı hanımı haklı biröfkeyle, yukarıya, güverteye doğru koşarken. "Bana yalan söylemeninne yaran var?"Elli yaşındaki bir kadının, oturmasına izin verilmeyen biryerde oturmak istediği için çocuk gibi davranarak bir kıza yaltaklanmasınaduyduğu öfkeyle, o belirli meseleyi düşünmedi;notalarını açıp çok geçmeden yaşlı kadını ve çarşaflarını tü­müyle unuttu.Bayan Chailey çarşaflarını katladı, ama yüz ifadesi içindekitatsızlığı belli ediyordu. Dünya artık onu umursamıyordu; gemionun yurdu değildi. Dün, lambalar yakılıp denizciler başı­nın tepesinde paldır küldür giderken, ağlamıştı; bu akşam ağ­layacaktı; yarın ağlayacaktı. Burası yurdu değildi. Bu arada,fazla kolay elde ettiği odada süslerini düzenledi. Bir deniz yolculuğunagetirmek için tuhaf süslerdi - porselen buldoglar,minyatür çay takımları, Bristol kentinin cafcaflı armasıyladamgalanmış fincanlar, üç yapraklı yoncalarla kaplanmış firketekutuları, renkli alçıdan ceylan başlan ve bunların yanı sı­ra, en iyi pazar giysileri içindeki dürüst işçileri ve beyaz bebeklertutan kadınlan gösteren bir sürü minicik fotoğraf. Amayaldızlı çerçeve içinde bir portre vardı, bunun için bir çivi gerekiyordu;çiviyi aramadan önce Bayan Chailey gözlüğünü takıparkadaki kâğıt parçasına yazılanları okudu:"Otuz yıllık sadık hizmetine şükranla, hanımının bu resmiWilloughby Vinrace tarafından Emma Chailey'e verilmiştir."Gözyaşları, sözcükleri ve çivinin başını silikleştiriyordu."Aileniz için bir şey yapabildiğim müddetçe," diyordu ki,çekici vururken koridordan bir ses, bir ezgi mırıldanır gibionu çağırdı."Bayan Chailey! Bayan Chailey!"Chailey derhal elbisesini düzeltti, yüzünü toparlayıp kapıyıaçtı."Bir açmazın içindeyim," dedi, kıpkırmızı kesilmiş olan Ba­28yan Ambrose soluk soluğa. "Beylerin nasıl olduğunu bilirsin.Sandalyeler çok yüksek -masalar fazla alçak- döşemeyle kapı­nın arasında on beş santim var. İstediğim, bir çekiç, eski birbattaniye, bir de mutfak masasına benzer bir şeyiniz var mı?Her neyse, aramızda kalsın" — o sırada kocasının oturma odasınınkapısını savurarak açtı ve alnı kırış kırış olmuş, ceketininyakası yukarı kaldırılmış, bir aşağı bir yukarı yürüyen Ridleygöründü."Sanki bana eziyet etmek için çabalamışlar!" diye haykırdıRidley, ansızın durarak. "Romatizmaya, zatürreeye yakalanmakiçin mi çıktım bu yolculuğa ben? Gerçekten, insan Vinrace'edaha mantıklı olmayı yakışıırırdı. Canım," Helen bir masanınaltında diz çökmüştü, "yalnızca üstünü başını kirletiyorsun;anlatılmaz dertlerle dolu altı haftaya mahkum olduğumuzgerçeğini kabul etsek çok daha iyi olur. Zaten gelmek aptallığındoruk noktasıydı, ama madem ki artık buradayız, herhaldebunu bir erkek gibi karşılayabilirim. Hastalıklarım artacakelbette - şimdiden düne göre daha kötü hissediyorumama bunun tek sorumlusu da biziz; neyse ki çocuklar-""Kıpırda! Kıpırda! Kıpırda!" diye haykırdı Helen, onu serseribir tavukmuş gibi sandalyeyle bir köşeden öbür köşeye kovalarken."Ayak altından çekil, Ridley; yarım saat sonra odayıhazır bulacaksın."Onu döndürüp odadan çıkardı; koridorda giderken inleyiplanet okuduğunu duyabiliyorlardı."Herhalde çok güçlü değil," dedi Bayan Chailey, eşyayı kaldı­rıp taşımasına yardım ettiği Bayan Ambrose'a şefkatle bakarak."Kitaplar," diye içini çekti Helen, kucak dolusu kederli cildiyerden rafa kaldırırken. "Sabahtan akşama kadar Yunanca. BayanRachel evlenirse, Chailey, dua edelim de alfabeyi bilmeyenbir adamla evlensin."Genellikle deniz yolculuğunun ilk günlerini böyle neşesiz veyıpratıcı kılan ön hazırlık niteliğindeki rahatsızlıklarla güçlüklerbir şekilde atlatıldığından, sonraki günler oldukça hoş geç­ti. Ekim ayı epey ilerlemişti, ama yazın ilk aylarını çok genç vekaprisli gösteren bir hararetle kesintisiz olarak yanıyordu. Ko­29caman toprak alanlar artık sonbahar güneşinin altında uzanı­yordu; çıplak kırlardan Cornwall kayalıklarına dek bütün İngiltereşafaktan günbatımına pınl pırıldı; sarılı, yeşilli, morludüzlükler halinde görünüyordu. Bu aydınlatmanın altında bü­yük kasabalann çatıları bile ışıldıyordu. Binlerce küçük bahçedemilyonlarca koyu kırmızı çiçek açmaktaydı, ta ki onlarınbakımını onca dikkatle yapmış olan yaşlı hanımlar makaslarıylapatikalardan gelip, sulu saplarından kırparak onları köy kilisesininsoğuk taş çıkıntılarına koyana dek. Günbatımında evedönen sayısız piknikçi kafilesi haykırıyordu, "Böyle bir günhiç olmuş muydu?" "Senin sayende," diye fısıldadı genç adam;"Ah, senin sayende," diye yanıt verdi genç kadın. Bütün yaşlı­lar ve pek çok hasta, yalnızca bir iki adımlığına bile olsa açıkhavaya çıkarılıyor, dünyanın gidişatı hakkında hoş kehanetlerdebulunuyorlardı. Yalnızca mısır tarlalarında değil, pencerelerinbahçeye açıldığı, purolu adamların gri saçlı kadınları öptü­ğü, lambalarla aydınlatılmış odalarda da işitilen sırlara ve sevgiifadelerine gelince, bunlar sayılmazdı. Kimileri gökyüzünün,yaşamış oldukları hayatın bir simgesi olduğunu söylüyordu;başkalarıysa gelecekteki yaşamın vaadi olduğunu. Tüylerindealtın gözler olan uzun kuyruklu kuşlar gürültüyle gevezelikedip çığlıklar atarak korudan koruya geçiyorlardı.Ama karada bütün bunlar sürüp giderken, pek az kimse denizidüşünüyordu. Denizin sakin olduğunu varsayıyorlardı;sarmaşıklar yatak odasının pencerelerini tıkırdattığında pekçok evde olduğu gibi, çiftlerin öpüşmeden önce, "Bu gece gemileridüşün," ya da "Tanrıya şükür, deniz fenerindeki adamben değilim!" diye mırıldanmasına gerek yoktu. Ne kadar hayalederlerse etsinler, gemiler ufukta gözden kaybolduklarındaçözünüyorlardı, tıpkı sudaki kar gibi. Aslında yetişkinlerin gö­rüşü de, İngiltere sahilleri boyunca paçalı donlarıyla köpükleriniçinde hızla ilerleyerek kovaları daldırıp şu dolu olarak çı­karan küçük yaratıkların görüşünden çok berrak değildi.Ufukla beyaz yelkenlerin ya da dumandan soıguçların geçişinigörüyorlardı; bunların hortum ya da beyaz deniz çiçeklerinintaç yapraklan olduğunu söyleseniz, size katılırlardı.30Bununla birlikte, gemilerdeki insanlar da Ingiltere'ye aynıölçüde tuhaf bir bakışla bakıyorlardı. Ingiltere onlara bir ada,hem de çok küçük bir ada gibi görünmekle kalmıyordu, içindeinsanların hapsolduğu, giderek küçülen bir adaydı, insanönce onların amaçsız karıncalar gibi kaynaştıklarım ve neredeysebirbirlerini kenardan aşağı itivereceklerini sanıyordu;sonra, gemi uzaklaşırken, işitilmediği için ya kesilen ya da birhırgür halinde yükselen beyhude bir yaygara kopardıkları kanaatinevarıyordu. Sonunda, kara, geminin görüş alanının dı­şında kaldığında, Ingiltere halkının tamamen dilsiz olduğuapaçık ortaya çıkıyordu. Hastalık dünyanın başka yerlerine desaldırdı; Avrupa küçüldü, Asya küçüldü, Afrika'yla Amerikaküçüldü, ta ki geminin bu kırış kırış küçük kayalıklardan herhangibiriyle bir daha karşılaşıp karşılaşmayacağı kuşkulu gö­rünene dek. Ama diğer yandan, geminin üzerine sınırsız birvakar da çökmüştü; çok az sakini olan o koca dünyanın bir sakiniydio, önüne ve arkasına peçeler çekilmiş halde, bütüngün, bomboş bir evrende yolculuk ediyordu. Çölü geçen kervandandaha yalnızdı; kendi gücüyle hareket edip kendi kaynaklarıylageçindiğinden, alabildiğine gizemliydi. Deniz onaölüm ya da benzersiz bir sevinç verebilirdi; kimse de bunu bilmezdi.Kocasına doğru ilerleyen bir gelindi o, erkekleri tanı­mayan bir bakire; gücü, ve saflığı içinde bütün güzel şeylerebenzetilebilirdi, çünkü bir gemi olarak kendine ait bir yaşamıvardı.Gerçekten de, bir mavi günün pürüzsüz, yuvarlak ve kusursuzbir başka mavi günü kovaladığı hava bakımından talihliolmasalardı, Bayan Ambrose yolculuğu çok tatsız bulacaktı.Oysa şimdi, güvertede, üzerinde siyah bir felsefe cildinin açıkdurduğu küçük bir masanın yanıbaşına nakış kasnağını yerleş­tirmişti. Kucağında duran rengarenk düğümün içinden bir iplikseçip bir ağacın kabuğunu kızılla ya da nehrin akıntısınısarıyla işliyordu. Çıplak yerlilerden oluşan bir bölük havayaküçük oklar fırlatırken, meyve yığınlarını, muzları, portakalları,dev narları kemirmek için bekleyen benekli geyikleriyle,tropikal bir ormanın içinden akan tropikal bir nehrin koca­31man bir deseni üzerinde çalışmaktaydı. İlmiklerin arasında yanınadoğru bakıp Maddenin Gerçekliği ya da İyinin Doğasıhakkında bir cümle okuyordu. Çevresinde mavi süveterliadamlar diz çöküp tahtaları ovuyor veya parmaklıklara yaslanıpıslık çalıyorlardı; oturmuş, bir çakıyla kökleri kesen BayPepper da fazla uzakta değildi. Geri kalanlar geminin başkabölümlerinde meşgullerdi: Ridley, Yunanca'sının başında - gemininkıç tarafını hiç bu kadar zevkine uygun bulmamıştı;Willoughby belgelerinin başında - çünkü yarım kalmış işlerinihalletmek için deniz yolculuğundan yararlanırdı; Rachel ise -Helen felsefi cümlelerin arasında zaman zaman Rachel'ın neyaptığını merak ediyordu. Belli belirsiz, gidip onu görmeye niyetlendi.O ilk akşamdan bu yana neredeyse birbirlerine ikisöz etmemişlerdi; karşılaştıklarında kibardılar, ama hiçbir sırdaşlıklarıolmamıştı. Görünüşe göre Rachel babasıyla çok iyigeçiniyordu -gerektiğinden, diye düşündü Helen, çok dahaiyi- nasıl Helen onu kendi haline bırakmaya hazırsa o da Helen'ikendi haline bırakmaya hazırdı.O anda Rachel, hiçbir şey yapmaksızın, odasında oturmaktaydı.Gemi doluyken bu salon şaşaalı bir unvana kavuşuyor,güverteyi kendilerinden daha genç olanlara bırakan deniz tutmuşgeçkince hanımların uğrak yeri oluyordu. Piyanodan veyerdeki darmadağınık kitaplardan ötürü Rachel burayı kendiodası sayıyordu; burada çok güç müzik eserleri çalarak, birazAlmanca veya ruh hali uygun olduğunda biraz İngilizce okuyarakve -şu anda olduğu gibi- hiçbir şey yapmayarak saatlerceotururdu.Zarif, doğal bir üşengeçlikle birleşen eğitimi elbette bir bakımabunun nedeniydi, çünkü on dokuzuncu yüzyılın sonlarındahali vakti yerinde kızların çoğunluğu nasıl eğiıiliyorsa,öyle eğitilmişti, iyi yürekli doktorlarla nazik ihtiyar profesörlerona yaklaşık on farklı bilgi dalının esaslarını öğretmişlerdi,ama onu yorucu bir parçayı baştan sona tekrar etmeyezorlayabildikleri gibi, ellerinin kirli olduğunu da söyleyebiliyorlardı.Haftanın bu bir saati ya da iki saati çok hoş geçerdi,biraz diğer öğrencilerin sayesinde, biraz pencerenin kış za­32manı kırmızı pencerelerinde suretler beliren bir dükkanın arkasınabakması sayesinde, biraz da ikiden fazla insan birlikteaynı odada olunca gerçekleşmesi kaçınılmaz olan kazalarınsayesinde. Ne ki, dünyada tam olarak bildiği hiçbir konuyoktu. Zihni, Kraliçe Elizabeth'in saltanatının başlangıcındayaşamış zeki bir adamın zihniyle aynı durumdaydı; kendisineanlatılan hemen her şeye inanabilir, söylediği her şey için nedenleruydurabilirdi. Yerkürenin şekli, dünya tarihi, irenlerinnasıl çalıştığı ya da parayla nasıl yatırım yapıldığı, hangi yasalarınyürürlükte olduğu, hangi insanların ne istediği ve nedenistediği, modern yaşamda bir sisteme dair en temel fikirler- bunların hiçbiri profesörlerinden ya da eğitmenlerindenherhangi biri tarafından ona aktarılmamıştı. Ama bu eğitimsisteminin bir tek büyük üstünlüğü vardı. Hiçbir şey öğretmiyordu,ama öğrencilerin tesadüfen sahip olabileceği herhangibir gerçek yeteneğin önüne hiçbir engel de koymuyordu.Müziğe yatkın olan Rachel'tn müzikten başka hiçbir şeyöğrenmemesine izin verilmişti; o da bir müzik tutkunu olmuştu.Dillere, bilime veya edebiyata gidebilecek, ona arkadaşlarkazandırabilecek ya da dünyayı gösterebilecek tümenerji doğrudan müziğe akıyordu. Öğretmenlerini yetersizbulduğundan, neredeyse kendi kendine öğrenmişti. Yirmidört yaşında, çoğu kimsenin otuz yaşındayken müzik hakkındabildiği kadar çok şey biliyordu; doğanın ona izin verdi­ği kadar iyi çalabiliyordu, bu da, her geçen gün daha da çokbelli olduğu üzere, gerçekten cömertçe bir paydı. Varsın, bubir tek belirli yetenek birbirinden aşırı ve aptalca diye tanımlanabilecekhayallerle ve fikirlerle kuşatılmış olsun, hiç kimsedaha bilge değildi ki.Eğitimi böyle sıradanken, koşullan da daha sıradışı değildi.Tek çocuktu; hiçbir zaman erkek ve kız kardeşlerinden zorbalıkgörmemiş, onlar tarafından alaya alınmamıştı. On bir ya­şındayken annesi öldüğünden onu iki halası, babasının ablalarıbüyütmüştü; havası daha iyi olduğu için Richmond'da, rahatbir evde yaşıyorlardı. Gereğinden fazla özenle büyütülmüştüelbette, bu özen çocukluğunda sağlığına gösterilmişti,33bir kız ve genç bir kadın olarak ise, ahlak demenin neredeysekaba kaçlığı şeye. Son zamanlara dek, kadınlar için böyle şeylerinvar olduğundan tamamen habersizdi. Eski kitaplarda elyordamıyla bilgi arıyor, aradıklarını tiksindirici kalıplar halindebuluyordu, ama kitaplara doğal bir ilgisi yoktu; bu nedenle,önceleri halaları sonra da babası tarafından uygulanan sansürehiç kafasını yormamıştı. Arkadaşları ona birşeyler anlatabilirdi,ama kendi yaşında pek az arkadaşı vardı, -Riehmond ulaşı­ma elverişsiz bir yerdi,- ve böyleyken, iyi tanıdığı tek kız yobazbir dindardı, en sıcak yakınlaşmalarında Tann'dan ve çileçekmenin en iyi yollarından söz ederdi; zihni başka zamanlardabaşka aşamalara ulaşmış olan biri için ancak arada sırada ilgiçekici olabilecek bir konu.Ama bir eli başının arkasında, diğer eliyle kolçağın topuzunukavramış, sandalyesinde uzanırken kendi düşüncelerinitüm berraklığıyla, dikkatle takip etmekteydi. Eğitimi ona dü­şünmek için bol zaman bırakıyordu. Gözlerini geminin parmaklığındakibir topa öyle sabit bir biçimde dikmişti ki, herhangibir şey tesadüfen onu bir saniyeliğine gizleyecek olsa, irkilecekve kızacaktı. Derin düşüncelerine, Tristan'dan yapılmışaşağıdaki çevirinin neden olduğu yüksek sesli bir kahkahaylabaşlamıştı:Büzülerek korkuylaUtancını gizliyordu sankiAkrabası olan kralaGetirdiğinde ceset gibi Gelini.Söylediklerim çok mu anlamsız geldi?Öyle olduğunu haykırarak kitabı aşağı attı. Ardından, Cowper'ınMektupları nı almıştı, babasının tavsiye ettiği klasik onusıkmıştı, öyle ki, tesadüfen bir cümlede adamın bahçesindekikatırtırnağı kokusuyla ilgili bir şeyin geçmesi üzerine, Rachel,annesinin cenaze töreninin olduğu gün Richmond'da çiçeklerledoldurulmuş olan küçük sofayı gördü, öyle ağır kokuyorlardıki artık herhangi bir çiçek kokusu o mide bulandırıcı, korkunçduyguyu geri getirir olmuştu; böyle yan işitir yarı görür34durumda bir sahneden diğerine geçti. Oturma odasında çiçekleridüzenleyen Lucy Hala'smı gördü."Lucy Hala," deyiverdi, "katırtırnağı kokusunu sevmiyorum;bana cenaze törenlerini hatırlatıyor.""Saçmalama, Rachel," diye yanıl verdi Lucy Hala; "böyle aptalcaşeyler söyleme, canım. Bana hep özellikle neşeli bir bitkigibi gelmiştir."Sıcak güneşin altında uzanırken, zihni, halalarının kişiliklerine,görüşlerine ve yaşam biçimlerine takıldı. Aslında bu,Richmond Parkı çevresindeki yüzlerce sabah yürüyüşü boyuncaona yeten, ağaçlan, insanları, geyikleri gölgeleyen bir konuydu.Yaptıktan şeyleri neden yapıyorlardı; neler hissediyorlardı;bütün bunlar ne içindi? Yine Lucy Hala'nın Eleanor Hala'ylakonuştuğunu işitti. O sabah, hizmetkârlardan birinin ki­şiliğiyle uğraşacağı tutmuştu, "Elbette sabahın on buçuğundainsan hizmetçiyi merdivenleri fırçalarken bulmayı bekliyor."Ne garip! Nasıl da anlatılamayacak kadar garip! Ama halasıkonuşurken, içinde yaşadıkları bütün bu sistemin neden birdenbireyabancı ve anlaşılmaz bir şey olarak, kendilerinin deherhangi bir neden olmaksızın şuraya buraya bırakılmış sandalyelerya da şemsiyeler olarak gözünün önünde beliriverdiginikendine açıklayamadı. Yalnızca, o hafif kekelemesiyle,"Eleanor Hala'ya d-d-düşkün müsün, Lucy Hala?" diyebilmiş­ti; o sinirli, tavuk gibi, kıkır kıkır kahkahasıyla halası buna şuyanıtı vermişti, "Canım çocuğum, ne sorular soruyorsun!""Ne kadar düşkünsün? Çok mu düşkünsün?" diye üstelediRachel." 'Ne kadar' olduğu hakkında düşünmüş olduğumu söyleyemem,"dedi Bayan Vinrace. "İnsan umursuyorsa 'ne kadar' olduğunudüşünmez, Rachel," bu söz, henüz hiç halalarına onlarındilediği içtenlikle "gelmemiş" olan yeğeni hedef alıyordu."Ama seni umursadığımı biliyorsun, öyle değil mi canım,çünkü başka hiçbir nedeni olmasa da sen annenin kızısın;hem başka pek çok neden de var" - eğilip onu biraz duygulubir tavırla öptü ve tartışma bir kova süt gibi telafi edilemez birbiçimde her yere döküldü.35Böylelikle Rachel, gözlerin bir topa ya da bir topuza sabitlendigi,dudakların kıpırdamayı kestiği o düşünme aşamasınaulaştı, buna düşünme denebilirse. Bir kavrayışa varma çabalarıyalnızca halasının duygularını incitmişti; denememenin dahaiyi olduğu sonucu çıkarılmalıydı. Herhangi bir şeyi güçlü birbiçimde hissetmek, belki kendileri de güçlü ama farklı şeylerhisseden başkalarıyla kendi aranda bir uçurum yaratmaktı. Piyanoçalıp geri kalan her şeyi unutmak çok daha yeğdi. Sonuç,herkesi çok rahatlattı. Bırak bu garip adamlarla kadınlar -h alaları,Huntlar, Ridley, Helen, Bay Pepper ve geri kalanlar- birersimge olsun, - yaşlılığın, gençliğin, anneliğin, bilginin simgeleri,özelliksiz ama vakur ve çoğu kez sahne üzerindeki insanlarıngüzel olduğu gibi güzel. Öyle anlaşılıyordu ki hiçkimse hiçbir zaman demek istediği şeyi söylemiyor ya da hissettiğibir duygu hakkında konuşmuyordu, ama zaten müzikde bunun içindi. Gerçeklik insanın gördüğü, hissettiği amahakkında konuşmadığı şeylerde barınırken, insan, yüzeyselolarak tuhaf bir şey olduğunu düşünmek dışında .çoğu kezhakkında düşünme zahmetine kallanmaksızm, içinde şeylerinbaşka insanlara göre oldukça tatminkâr bir biçimde dönüpdurduğu bir sistemi kabul edebilirdi. Kendini müziğine kaptırdığında,payına düşeni hoşnutlukla kabul ediyordu, belkiiki haftada bir haklı bir öfkeyle alev alev yanıyor ve şimdi yatıştığıgibi yatışıyordu, içinden çıkılmaz bir biçimde hülyalıbir karışıklığa dalan zihni, keyifle genişleyerek onlarla birleş­mek üzere güvertedeki beyazımtrak tahtaların ruhuyla, denizinruhuyla, Beethoven Op. l l l 'in ruhuyla, hatta orada, Olney'de,zavallı William Cowper'in ruhuyla paylaşıma giriyorgibiydi. Bir şeytanarabası topağı gibi denizi öptü, yükseldi, yenidenöptü ve böyle yükselip öperek sonunda gözle görülmezoldu. Şeytanarabası topağının yükselip alçalması, kendi başı­nın öne doğru ani bir bükülüşüyle temsil ediliyordu; o gözegörünmez olduğunda Rachel da uyuyakaldı.On dakika sonra Bayan Ambrose kapıyı açıp ona baktı. Rachel'ınsabahlarını geçirme biçiminin bu olduğunu keşfetmekonu şaşırtmadı. Odaya bir göz attı, piyanoya, kitaplara, genel36dağınıklığa. Öncelikle Rachel'ı estetik açıdan ölçüp biçti; savunmasızuzanırken nedense yırtıcı bir kuşun pençelerindendüşmüş bir kurbana benziyordu, ama bir kadın, yirmi dört ya­şındaki genç bir kadm olarak ölçülüp biçildiğinde, bu görüntüdüşüncelere yol açıyordu. Bayan Ambrose en azından iki dakikaboyunca ayakta durup düşündü. Sonra gülümsedi, uyuyanuyanıp da aralarında konuşmanın mahcubiyeti olmasın diyegürültü yapmadan dönüp gitti.37III. BölümErtesi sabah erken saatlerde, yukarılarda bir yerde zincirlerinsertçe çekilmesine benzer bir ses duyuldu; Euphrosyne'nin dü­zenli yürek atışları yavaşladı; güverteden burnunu uzatan Helen,kımıldamayan bir tepenin üstünde.kımıldamayan bir kalegördü. Tajo'nun ağzına demir atmışlardı; durmaksızın yarılanyeni dalgalar yerine, aynı dalgalar dönüp dönüp geminin yanlarınavuruyordu.Kahvaltı biter bilmez, kahverengi deri bir çanta taşıyan Willoughby,omzunun üzerinden bağırarak herkesin işine bakmasınıve düzgün davranmasını söyleyip geminin yan tarafındagözden kayboldu, akşamüstü saat beşe kadar Lizbon'da kalıpiş yapacaktı.O saate doğru, elinde çantasıyla yeniden ortaya çıkarak,yorgun, bıkkın, aç, susamış, üşümüş ve acilen çaya muhtaç olduğunuilan etti. Ellerini ovuşturarak onlara günün serüvenlerinianlattı: Beklenmedik bir baskınla zavallı ihtiyar Jackson'ıyazıhanede ayna karşısında bıyıklarını tararken bulmuş, onupek alışık olmadığı bir sabah çalışmasına koşmuştu; sonra onaşampanyayla kiraz kuşu etinden oluşan bir öğle yemeği ısmarlamıştı;Bayan Jackson'ı ziyaret etmişti, zavallı kadın her zamankindendaha şişmandı, ama nazikçe Rachel'ın hatırını sor­38muştu -v e ey Tanrım, küçük Jackson sersemce bir zaaf gösterdiğiniitiraf etm işti- pekala, pekala, zararı yoktu herhalde,ama dakikasında itaatsizlik edilecek olduktan sonra kendisininemirler vermesinin ne yararı vardı ki? Bu seyahatte hiçyolcu almayacağını açıkça söylemişti. Burada, ceplerini yoklamayabaşladı; sonunda bir kart bulup pat diye masaya, Rachel'mönüne koydu. Rachel, kartı okudu, "Bay ve Bayan RichardDalloway, 23 Browne Caddesi, Mayfair.""Bay Richard Dalloway," diye sözlerini sürdürdü Vinrace,"kendisi bir zamanlar milletvekili, karısıysa bir lordun kızı olduğuiçin, yalnızca rica ederek ne isterlerse elde edebileceklerinidüşünen bir beyefendiye benziyor. Ne olursa olsun, zavallıküçük Jackson'ı ikna etmişler. Geçiş izinlerinin olması gerektiğinisöyledim - Lord Glenaway'den bir mektup çıkardı,benden, kişisel bir iyilik yapmamı rica ediyordu -Ja ck so n 'mbütün itirazlarını reddetmişler (pek fazla itiraz ettiğine deinanmıyorum), bu yüzden, razı olmaktan başka yapılacak birşey yok herhalde."Am a hom urdanm a gösterisi yapm asına ragm en W illoughby'ninrazı olmaktan şu ya da bu nedenle epeyce hoşnutolduğu apaçıklı.Doğrusu şuydu ki, Bay ve Bayan Dalloway kendilerini Lizbon'dasıkışıp kalmış halde bulmuşlardı. Birkaç haftadır, özellikleBay Dalloway'in ufkunu genişletmek niyetiyle Kıta Avrupası'ndayolculuk ediyorlardı. Siyaset hayatında uğradığı birkaza nedeniyle bir dönem boyunca ülkesine Parlamento'dahizmet edemeyecek olan Bay Dalloway, Parlam ento dışındahizm etlerini sürdürm ek için elinden geleni yapıyordu. Buamaç için Latin ülkeleri çok uygundu, bununla birlikte Doğuelbette daha da uygun olurdu."Bundan sonra size Petersbuıg ya da Tahran'dan haber göndermemibekleyin," demişti, Travellers'm basamaklarında elsallayarak veda etmek üzere arkasına dönerken. Ne ki, doğudabir hastalık patlak vermişti, Rusya'da kolera vardı ve Bay Dalloway'inadı Lizbon'da pek de romanlik olmayan bir biçimdeduyulmuştu. Fransa'yı dolaşmışlardı; Richard, imalat merkez­39lerinde durmuş, takdim mektuplarını göstererek işlikleri gezmiş,cep defterine gördüklerini kaydetmişti. Ispanya'da o veBayan DaIloway katırlara binmişlerdi; köylülerin nasıl yaşadı­ğını anlamak istiyorlardı. Örneğin, ayaklanmaya hazırlar mı?Ardından Bayan Dallovvay, Madrid'de tablolarla bir iki gün ge­çirmekte ısrar etmişti. Sonunda Lizbon'a ulaştılar, daha sonraözel olarak yayımlanan bir dergide "olağanüstü ilginç" diye tanımladıklarıaltı gün geçirdiler. Richard bakanlarla görüşmeleryaptı, uzak olmayan bir tarihte bir buhran olacağı öngörüsündebulundu, "devlet kurumlan onulmaz biçimde yozlaşmıştır.Yine de nasıl kınanabilir ki, v.b."; bu sırada Clarissa kraliyetahırlarını teftiş etti, şimdi sürgünde olan adamlarla kırılmışpencereleri gösteren çok sayıda fotoğraf çekti. Başka şeylerinyanı sıra, Fielding'in mezarının fotoğrafını çekip, bir serserinintuzağa düşürdüğü küçük bir kuşu serbest bıraktı, "çünküinsan, Ingilizler'in gömüldüğü bir yerde herhangi bir şeyi kafestedüşünmekten nefret ediyor," diye yazdı günlüğüne. Gezileritamamen gayri resmîydi ve önceden düşünülmüş birtasarıya göre gelişmiyordu. Güzergahlarını başka şeyler kadarTimes'm yurtdışı muhabirleri belirliyordu. Bay Dallovvay bazıtabancaları incelemek istiyordu; Afrika sahilinin, ülkesindekiinsanların inanma eğiliminde olduğundan çok daha çalkantılıolduğu kanısındaydı. Bu nedenlerden ötürü, şöyle yavaş, araş­tırmalarını kolaylaştıracak bir gemi istiyorlardı, rahat, çünkükötü birer denizciydiler; ama aşırıya kaçmayan, şuradaki buradakilimanlarda bir iki gün durup, Dallovvay'ler birşeyleıi incelerkenkömürünü alacak bir gemi. Bu arada, istedikleri bubelirli gemiyi o an için elde edemeyince, kendilerini Lizbon'dasıkışıp kalmış olarak buluverdiler. Euphrosyne'nin adım işitmişlerdi,ama onun öncelikle bir yük gemisi olduğunu ve işiAmazonlar'a kumaş götürüp dönüşte memlekete kauçuk getirmekolduğundan yalnızca özel düzenlemeyle yolcu aldığını daöğrenmişlerdi. Bununla birlikte, "özel düzenlemeyle" sözü onlarıepeyce cesaretlendirdi, çünkü hemen hemen her şeyinözel olarak düzenlendiği ya da gerekirse düzenlenebileceği birsınıftan geliyorlardı. Bu kez Richard'ın tüm yaptığı, kendi adı­40nı taşıyan denizyolu şirketinin başkanı Lord Glenaway'e birpusula yazmak, zavallı ihtiyar Jackson'a uğramak, ona BayanDalloway'in nasıl şöyle şöyle biri olduğunu, kendisinin şu yada bu olduğunu, istediklerininse böyle böyle bir şey olduğunutarif etmekti, işleri halloldu. İki taraf birbirinden iltifatlarla,hoşnutlukla ayrıldı ve işte, bir hafta sonra, üzerinde Dalloway'ler'inbulunduğu kayık akşam karanlığında kürek çekerekgemiye geliyordu; üç dakika sonra birlikte Euplırosyne'nin gıı-vertesindeydiler. Gelişleri elbette biraz heyecan yarattı; birkaççift göz, bedeni kürklere sarılmış, başı tüllerle örtülü BayanDalloway'in uzun boylu zayıf bir kadın olduğunu, sonbaharkırlarındaki bir sporcu gibi giyinmiş olan Bay Dailoway'insegürbüz yapılı, orta boylu bir adam görünümünde olduğunugördü. Az sonra, parlak kahverengi tonlarında çok sayıda sağ­lam deri çanta etraflarını sardı, bunlara ek olarak Bay Dallowaybir evrak kutusu, karısıysa elmas bir kolyeyle gümüş kapaklışişeleri akla getiren bir tuvalet çantası taşıyordu."Tıpkı Whistler* gibi!" diye bağırdı Bayan Dalloway, kıyıyıişaret ederek Rachel'm elini sıkarken; Rachel ise, W illoughby'ninhanımefendiyi kamarasına götürecek olan BayanChailey'i takdim etmesinden önce, ancak bir yanındaki gri tepelerebakacak kadar zaman bulabildi.Bu müdahale, geçici bir tedirginliğe neden oldu; kamarotBay Grice'tan Ridley'e kadar herkesin az çok canı sıkılmıştı.Birkaç dakika sonra Rachel sigara odasının önünden geçtiğinde,Helen'i kollukların yerlerini değiştirirken buldu. Yenidendüzenleme işine kendini kaptırmıştı; Rachel'ı görünce sır verircesineşöyle dedi:"İnsan, erkeklere kendi başlanna oturacaklan bir oda verebilirse,bundan tümüyle kazançlı çıkar. Önemli olan, kolluklardır-"Onlan tekerlekleri üzerinde sağa sola itmeye başladı. "İşle,hâlâ demiryolu istasyonundaki bir meyhaneye benziyor mu?"Masalardan birinin üzerindeki pelüş örtüyü çekiverdi.Odanın görünüşü harika bir biçimde güzelleşmişti.(*) James McNeill Whistler: Amerikalı ressam - ç.n41Yabancıların gelişi, Rachel'a yemek saati yaklaşırken elbisesinideğiştirmesinin gerektiğini hatırlatmıştı; büyük çanın sesionu kuşetinin kenarında, lavabonun üzerindeki küçük aynadanbaşıyla omuzlarının yansıyacağı bir konumda otururkenyakaladı. Aynadaki yüzde gergin bir hüzün ifadesi vardı, çünküDalloway'lerin gelişinden bu yana iç karartıcı bir sonuca,yüzünün istediği yüz olmadığı ve büyük olasılıkla hiçbir zamanda olmayacağı sonucuna varmıştı.Ne ki, dakiklik damarlarına işlemişti ve yüzü nasıl olursaolsun yemeğe gitmek zorundaydı.Willoughby bu birkaç dakikadan yararlanarak Dalloway'leretanışacakları insanları parmaklarıyla saya saya kısaca anlattı."Kayınbiraderim var, bilgin Ambrose (herhalde adını duymuşsunuzdur),onun karısı var, eski dostum Pepper var, çoksessiz bir adamdır, ama bana söylendiğine göre her şeyi bilir.Hepsi bu kadar. Çok küçük bir topluluğuz. Onları sahilde bı­rakacağım."Bayan Dalloway başını biraz yana eğerek Ambrose'u anımsamakiçin elinden geleni yaptı -yoksa bu bir soyadı m ıydı?-ancak başarısız oldu. Duyduktan onu biraz tedirgin etmişti.Bilginlerin herhangi biriyle evlenebildiklerini biliyordu - çiftliklerdekiokuma toplantılarında tanıştıkları kızlarla ya da insanı"Beni değil, kocamı istediğinizi elbette biliyorum," diyetersleyen küçük varoş kadınlarıyla.Ama bu noktada Helen içeri girdi; görünüşü hafifçe ayrıksıolmakla birlikte pasaklı olmadığını, duruşunun düzgünlüğü­nü ve sesinde kendisinin hanımefendiliğin gösteıgesi diye kabulettiği ölçülülüğü fark edince, Bayan Dalloway'in içi rahatladı.Bay Pepper, özenli, çirkin takım elbisesini değiştirmezahmetine katlanmamıştı."Ne olursa olsun," diye düşündü Clarissa kendi kendine, Vinrace'inpeşi sıra yemeğe giderken, "hepsi de gerçekten ilginç."Masaya oturduğunda bu güvenceye biraz daha ihtiyaç duydu,özellikle, içeri geç gelen, kesinlikle derbeder görünen vederin bir kasvet içinde çorbasını içmeye koyulan Ridley yü­zünden.42Karı koca arasında, durumu kavradıkları ve sadakatle birbirlerinedestek olacakları anlamına gelen belli belirsiz bir işaretleşmeoldu. Bayan Dailoway neredeyse hiç duraklamadanWilloughby'e dönüp söze başladı:"Denizde bana böyleşine sıkıcı gelen şey, içinde hiç çiçek olmaması.Okyanusun ortasında gülhatmi ve menekşe tarlalarıolduğunu hayal edin! Ne şahane bir manzara!""Ama seyir için biraz tehlikeli olurdu," diye gürledi Richardbas sesiyle, karısının kemanını süslemek üzere katılanbir fagot gibi. "Aa, yabani bitkiler oldukça kötü olabiliyor, öyledeğil mi, Vinrace? Hatırlıyorum da, bir keresinde Mauretania'ylageçerken Kaptan'a -Richards- tanır mıydınız? - 'Söyleyinbana, geminizin karşılaşmasından gerçeklen en çokkorktuğunuz tehlikeler nelerdir, Kaptan Richards?' dedim,buzdağları, terk edilmiş gemiler, sis ya da o türden bir şeysöylemesini bekliyordum. Hiç de değil. Yanıtını hiç unutmam.'Sedgius aquatici,' dedi, anladığım kadarıyla bir tür sumercimeği."Bay Pepper başını kaldırıp sertçe baktı; tam bir soru soracaktıki, Willoughby devam etti:"İşleri çok z o r -ş u kaptanlar! Geminin içinde üç bin can!""Evet, gerçekten," dedi Clarissa. Derin bir şey söylüyormuşhavasıyla Helen'a döndü. "Çalışmanın insanı yıprattığını söyleyenlerinyanıldığına inanıyorum; insanı yıpratan, sorumluluktur.Herhalde aşçıya hizmetçiden daha fazla para ödenmesininnedeni bu.""Buna göre, dadılara ücretlerinin iki katının verilmesi gerekir;ama verilmiyor," dedi Helen."Evet ama tencereler yerine bebeklerle ilgilenmenin ne kadarkeyifli olduğunu bir düşünsenize!" dedi Bayan Dailoway,Helen'a, bu olası anneye, daha büyük bir ilgiyle bakarak."Dadı olacağıma aşçı olmayı çok daha Tazla yeğlerdim," dediHelen. "Hiçbir şey beni çocukların sorumluluğunu üstlenmeyeikna edemez.""Anneler hep abartırlar," dedi Ridley. "İyi yetiştirilmiş birçocuk, sorumluluk değildir. Ben, benimkilerle bütün Avru­43pa'yı dolaştım. Onları sıcacık sarıp sarmalar, rafa koyarsınız,hepsi o kadar."Helen buna güldü. Bayan Dalloway, Ridley'e bakarak bağırdı:"Tam bir baba gibi! Kocam da tıpatıp aynı. Bir de cinsiyetlerineşitliğinden söz ediyorlar!""Öyle mi?" dedi Bay Pepper."Ah, bazıları ediyor!" diye haykırdı Clarissa. "Kocam geçendönem her akşamüstü, galiba bundan başka bir şey demeyenhiddetli bir hanımın yanından geçmek zorunda kalıyordu.""Evin önünde otururdu; çok mahcup oluyordum," dediDalloway. "Sonunda cesaretimi toplayıp ona dedim ki, 'Sevgilikardeşim, durduğun yerde yalnızca yolu kapatıyorsun. Banavakit kaybettiriyorsun, kendine de bir yararın dokunmuyor.'""Kadın kocamı ceketinden yakaladı, neredeyse tırnaklarıylagözlerini oyacakıı-" diye araya girdi Bayan Dalloway."Puf - bu abartılı oldu," dedi Richard. "Hayır, onlara acıdı­ğımı itiraf ediyorum. O basamakların üstünde oturmak sonderece rahatsız edici olmalı.""Oh olsun," dedi Willoughby, kupkuru."Ah, burada size tümüyle katılıyorum ," dedi Dalloway."Böyle bir davranışın su katılmadık budalalığını ve boşunalığı-nı hiç kimse benden daha fazla kınayamaz; bütün bu kışkırı-macaya gelince, pekala! Umarım, İngiltere'de kadınların oykullanma hakkına kavuştuğunu görmeden önce, mezara girmişolurum! Tüm diyeceğim bu."Kocasının söylediklerinin ağırlığı Clarissa'yı ciddileşıirmişti."İnsanın aklı almıyor," dedi. "Sakın bana oy hakkının geniş­letilmesinden yana olduğunuzu söylemeyin," diyerek Ridley'edöndü."Şöyle ya da böyle olmuş, umurumda değil," dedi Ambrose."Kadın olsun erkek olsun, eğer bir yaratık bir oyun kendisineherhangi bir yararı olduğunu düşünecek kadar kandırılmışsa,bırakın oy kullansın. Çok geçmez aklı başına gelir.""Siyasetçi olmadığınız belli," diye gülümsedi Clarissa."Şükür değilim," dedi Ridley."Kocanız beni onaylamayacak, ne yazık ki," dedi Dalloway44alçak sesle, Bayan Ambrose'a. Helen aniden onun Parlamento'dabulunduğunu anımsadı."Siyaseti hiç sıkıcı bulduğunuz olmuyor mu?" diye sordu,ne diyeceğini tam bilemeyerek.Richard, ellerini önüne uzatıp açtı, sanki avuçlarında okunacakyazılar vardı."Siyaseti hiç sıkıcı bulduğum olmuyor mu diye sorarsanız,"dedi, "evet demek zorundayım; öle yandan, bütün olarak elealındığında hangi meslek yaşamını iyisiyle kötüsüyle en zevkli,en imrenilecek meslek yaşamı saydığımı sorarsanız, dahaciddi olan yanını saymazsak, bir erkek için, 'Siyaset Adamınınkini'demek zorundayım.""Avukatlık ve siyaset, katılıyorum," dedi Willoughby. "Paranızınkarşılığını daha fazla alıyorsunuz.""İnsanın tüm yetilerinin bir rolıı vardır,"'dedi Richard."Tehlikeli bir zemin üzerinde yürüyor olabilirim; ama ozanlarve genel olarak sanatçılar hakkında hissettiğim şu: Kendi alanınızdayenilmezsiniz - kabul; ama kendi alanınızın dışında-p ü f- ancak hoşgörüyle birşeyler yapabilirsiniz, işte, herhangibirinin beni hoşgörmek zorunda olduğunu düşünmek hiç ho­şuma gitmezdi.""Pek katılmıyorum, Richard," dedi Bayan Dalloway. "Shelley'idüşün. İnsanın istediği hemen hemen her şeyin 'Adonais'tebulunduğunu hissediyorum.""'Adonais'i mutlaka okuyun," diye kabul etti Richard. "Amane zaman Shelley'den söz edildiğini duysam kendi kendimeMatthew Amold'm sözlerini tekrarlarım: 'Nasıl bir topluluk!Nasıl bir topluluk!'"*Bu, Ridley'nin dikkatini canlandırdı. "Matthew Arnold mı?Nefret edilesi bir fazilet züppesi!" diye lafı patlattı."Fazilet züppesi - kabul," dedi Richard; "ama, bence, görmüşgeçirmiş bir adam. Asıl söylemek islediğim de burada or-( ' ) Shelley'nin özel yaşamının ahlaksızca olduğunu düşünen Amold, "Shelley"başlıklı denemesini şu sözlerle bilirin "Nasıl bir topluluk! nasıl bir dünyal­ınsan. uygunsuz ilişkiler konusundan sonsuza dek tiksindiğini hissediyor." -Ç.n.45taya çıkıyor. Kuşkusuz, biz siyaset adamlan size," (sanatlarıntemsilcisinin Helen olduğunu kestirmişti) "kaba, sıradan birinsan topluluğu gibi görünüyoruz; ancak, biz madalyonun heriki yüzünü de görürüz; beceriksiz olabiliriz, ama birşeylerikavramak için elimizden gelenin en iyisini yaparız. İşte, sizinsanatçılarınız şeyleri darmadağınık halde bulur, omuzlannı silkip-çok güzel olabildiklerini kabul edeceğim- hayallerine dö­ner ve şeyleri darmadağınık halde bırakırlar, işte bu bana insanınsorumluluklarından kaçması gibi geliyor. Ayrıca, hepimizsanat yeteneğiyle doğmayız.""Bu çok korkunç," dedi, kocası konuştuğu sırada düşünmekteolan Bayan Dallovvay. "Sanatçılarla birlikteyken, resimlerle,müzikle, güzel olan her şeyle, kendine ait küçük birdünyaya kapanmanın keyiflerini çok yoğun hissederim; sonrasokaklara çıktığımda yoksul, aç, kirli küçük suratıyla karşılaş­tığım ilk çocuk, şöyle dedirtir bana: 'Hayır, kendimi 1tapalamam- kendime ait bir dünyada yaşamayacağım. Bu tür bir şeyartık varolmayana dek resmi, yazıyı, müziği tümüyle durdurmakistiyorum.' Siz de," diye toparladı.sözlerini, Helen'a hitapederek, "yaşamın bilmez tükenmez bir çatışma olduğunu hissetmiyormusunuz?"Helen bir an düşündü. "Hayır," dedi. "Hissettiğimi sanmı­yorum."Bir duraklama oldu, kesinlikle rahatsız bir duraklama. SonraBayan Dalloway hafifçe titreyerek, kürk pelerininin getirtilmesinirica elli. Yumuşak kahverengi kürkü boynunun çevresinesarıp düzeltirken aklına yepyeni bir konu geldi."Antigone'yi," dedi, "hiçbir zaman unutmayacağımı itirafediyorum. Bundan yıllar önce Cambridge'de görmüştüm, o zamandanbu yana hiç aklımdan çıkmadı. Sizce de bugüne kadargördüğünüz en modem şey değil mi?" diye sordu Ridley'e."Bana yirmi tane Klitemneslra tanıyormuşum gibi gelmişti. İhtiyarLeydi Ditchling bunlardan biri. Tek kelime Yunanca bilmiyorum,ama onu sonsuza dek dinleyebilirdim-"Burada Bay Pepper söze başladı:467toXXd xd Seıvd, k o û 8 e v dvGpdkouSeivdxepov rtsXsi.xouxo kou rcoXiou repav7IÖVTOU %£ipEplXO VOXCDX to p ei, 7tEplPpl)%İOXOlrapcov ojı* oı'5paaı.*Bayan Dalloway, dudaklarını bastırarak ona baktı."Yunanca bilmek için yaşamımın on yılını verirdim," dedi,Bay Pepper sözünü bitirdiğinde."Size alfabeyi yarım saatte öğretebilirim," dedi Ridley, "biray içindeyse Homeros'u okuyabilirsiniz. Size ders vermeyi bironur sayarım."Bay Dalloway'le ve Avam Kamarası'nda artık azalmaya yüztutmuş olan Yunanca alıntılama alışkanlığıyla meşgul olan Helen,konuştuğumuz sürece yanıbaşımızda açık duran o kocamanbasmakalıp sözler kitabına, bütün erkeklerin, Ridley gibierkeklerin bile, aslında kadınların modaya uygun olmasınıyeğledikleri gerçeğini kaydetti.Cİarissa haykırarak daha keyifli bir şey düşünemediğinisöyledi. Bir an, kendini Browne Caddesi'ndeki oturma odasında,dizlerinin üstünde açık duran bir Platon'la hayal etti - özgünYunanca'sından Platon. Gerçek bir bilgin'in, özel olarak ilgilenirse,pek de güçlük çekmeden Yunanca'yı kafasından içerisızdırabileceğine inanmaktan kendini alamadı.Ridley ondan ertesi gün gelmesi için söz aldı."Eğer geminiz de bize bu kadar iyi davranacaksa!" diye ba­ğırdı Cİarissa, Willoughby'i de oyunun içine çekerek. Konuklarınhatırına, üstelik bunlar seçkin konuklardı, Willoughby dalgalarınbile iyi davranışına başını eğerek kefil olmaya hazırdı.( ") Bay Peppcr, Sofokles'in Antigone adlı oyununun ikinci korosundan alınlı yapıyor:Dünyadan pek çok mucize geçer,korkunç, harika,ama hiçbiri kıs yağmurunun altındadenizin gri derinliklerinin üzerinde yol alanİnsanlık kadar değil - ç.n.47"Ben çok kötüleşirim; kocam da pek iyi değildir," diye içiniçekti Clarissa."Beni hiçbir zaman deniz tutmaz," diye açıkladı Richard."En azından, yalnızca bir kez gerçekten deniz tuttu," diye dü­zeltti. "Manş denizini geçerken geçerken. Ama itiraf ederim kidenizin dalgalı olması ya da daha beleri, kabarması, beni açık­ça rahatsız eder. Asıl mesele hiçbir öğünü kaçırmamak. Yiyeceklerebakıp, 'Yapamayacağım,' dersiniz; bir lokma alırsınız,nasıl yutacağınızı Tann bilir; ama azmederseniz, çoğu kez nö­beti sonsuza dek atlatırsınız. Karım korkağın teki."Sandalyelerini geri itiyorlardı. Hanımlar kapı aralığında duraksadılar."Yolu göstersem iyi olur," dedi Helen, ilerleyerek.Rachel onu takip etti. Konuşmaya hiç katılmamıştı; kimseonunla konuşmamıştı; ama o, söylenen her sözcüğü dinlemiş­ti. Bir Bayan Dallovvay'e, bir Bay Dalloway'e bakmış, Bay Dallovvay'denyine Bayan Dallovvay'e dönmüştü. Clarissa gerçektenbüyüleyici bir manzaraydı. Beyaz bir elbise giymiş, uzun,ışıltılı bir kolye takmıştı. Giysilerinden ve kırlaşmaya başlamışsaçlar altında nefis bir biçimde pembe görünen cilveli narinyüzünden dolayı, şaşırtıcı ölçüde bir on sekizinci yüzyıl başyapıtınabenziyordu - bir Reynolds ya da bir Romney. Helen vediğerleri onun yanında kaba, derbeder kalıyorlardı. Hafifçe dikotururken, dünyaya canının istediğince davranır gibi görünü­yordu; üç boyutlu dev küre onun parmaklarının altında bir oyana bir bu yana dönüyordu. Ya kocası! O derin, telaşsız sesiylegürleyen Bay Dallovvay daha da etkileyiciydi. Makinenin, cilalıçubukların kaydığı, iteneklerin gümlediği, uğultulu, yağlımerkezinden gelir gibiydi; şeyleri nasıl da sıkıca, öte yandannasıl da gevşekçe kavrıyordu; diğerlerinin, ihtiyar kızlarınucuzlayan artıkları gibi görünmelerine neden oluyordu. Rachel,kendinden geçmişçesine, evli kadınların peşinden gitti;Bayan Dallovvay, ardında eteklerinin hafif hışırtısına, zincirlerininşıngırtısına karışan garip bir menekşe kokusu bırakıyordu.Peşlerinden giderken Rachel kendini alabildiğine alçaltarak,kendi yaşamının tüm akışını ve bütün arkadaşlarının yaşamla­48rını içine alarak düşündü, "Kendimize ait bir dünyada yaşadı­ğımızı söyledi. Doğru. Gayet saçmayız.""Burada oturuyoruz," dedi Helen, salonun kapısını açarken."Siz mi çalıyorsunuz?" diye sordu Bayan Dalloway, BayanAmbrose'a, masanın üstünde duran Tristan notalarını elinealırken."Yeğenim çalıyor," dedi Helen, elini Rachel'ın omzuna koyarak."Ah, seni ne kadar kıskandım!" Clarissa, Rachel'la ilk kezkonuşuyordu. "Bunu hatırlıyor musun? Şahane değil mi?" Yü­züktü parmaklarıyla sayfanın üstünde bir iki ölçü çaldı."Sonra Tristan böyle devam eder, Isolde ise - a h ! - hepsi çokheyecan verici! Bayreuıh'a hiç gittin mi?""Hayır, gitmedim," dedi Rachel."Öyleyse ileride gidersin. İlk Parsi/al'imi hiç unutamayaca­ğım - insanı pişiren bir ağustos günü; o şişman yaşlı Almankadınları gösterişli pahalı elbiseleriyle geliyorlar; sonra karanlıktiyatro; müzik başlıyor; insan, elinde olmadan hıçkıra hıç-kıra ağlıyor. Hatırlıyorum da, nazik bir adam gidip bana su getirmişti;benimse tek yapabildiğim onun omzunda ağlamaktı!Şurama bir şey sıkışmıştı" (boğazına dokundu). "Dünyadabaşka hiçbir şeye benzemiyor! Peki piyanon nerede?""Başka bir odada," diye açıkladı Rachel."Peki bize çalar mısın?" diye yalvardı Clarissa. "Ay ışığındadışarıda oturup müzik dinlemekten daha güzel bir şey hayaledemiyorum - yalnız, kulağa çok liseli kız işi gibi geliyor! Anlayacağınız,"dedi Helen'a dönerek, "bence müzik insana tü­müyle iyi gelmiyor - ne yazık ki gelmiyor.""Fazla gerilim yüklü olduğundan mı?" diye sordu Helen."Bir şekilde fazla duygusal," dedi Clarissa. "Bir delikanlı yada bir genç kız müzikle meslek olarak uğraştığında insan bunuhemen fark ediyor. Sir William Broadley de bana tamı tamınaaynı şeyi söylemişti. İnsanların Wagner'la ilgili takındıklarışu tür tavırlardan siz de nefret etmiyor musunuz -şunungibi-" Gözlerini tavana dikti, ellerini kavuşturdu ve yüzünebir duygu yoğunluğu ifadesi verdi. "Bu gerçekten onun dege-49rini bildikleri anlamına gelmez; aslında ben her zaman tamtersi olduğunu düşünmüşümdür. Bir sanatı gerçekten önemseyeninsanlar her zaman en az duygulananlardır. Ressam HenryPhilips'i tanır mısınız?" diye sordu."Görmüştüm," dedi Helen."İnsan ona bakınca çagm en büyük ressamlarından biri de­ğil de başarılı bir borsacı olduğunu sanabilir. Benim hoşumagiden de bu.""Borsacılara bakmaktan hoşlanıyorsanız çok sayıda başarılıborsacı var," dedi Helen.Rachel içinden şiddetle, yengesinin bu kadar aksi olmaması­nı diledi."Uzun saçlı bir müzisyen gördüğünde içgüdüsel olarakonun kötü olduğunu anlamaz ınısm?" diye sordu Clarissa,Rachel'a dönerek. "Walts ve Joachim - tıpkı senin benim gibigörünüyorlardı.""Sizdeki buklelerle çok daha güzel görünürlerdi!" dedi Helen."Mesele şu, güzelliği hedefleyecek misiniz yoksa hedeflemeyecekmisiniz?""Temizlik!" dedi Clarissa, "Bir erkeğin temiz görünmesiniislerim!""Temizlikten kastettiğiniz aslında iyi biçilmiş giysiler," dediHelen."İnsanın bir beyefendiyi tanımasını sağlayan bir şey var,"dedi Clarissa, "ama bunun ne olduğunu söyleyemek zor.""işte, kocamı ele alın, bir beyefendiye benziyor mu?"Soru, Clarissa'ya olağandışı zevksiz göründü. "Söylenemeyecekşeylerden biri," diyesi geldi. Bir kahkahadan başka verecekyanıt bulamadı."Pekala, her neyse," dedi Rachel'a dönerek, "yarın bana piyanoçalman için ısrar ediyorum."Tavrında Rachel'ın onu sevmesini sağlayan o şey vardı.Bayan Dalloway küçük bir esnemeyi gizledi, yalnızca burundelikleri genişledi."Biliyor musunuz," dedi, "müthiş uykum geldi. Deniz havasından.Galiba ben kaçacağım."50Bay Pepper'a ait olduğunu sandığı bir ses, tartışma sırasındatizleşen, salona doğru ilerlemekte olan bir erkek sesi, ona tehlikeyihaber verdi."iyi geceler - iyi geceler!" dedi. "Ah, yolu biliyorum - denizindurgun olması için dua edin! İyi geceler!"Esnemenin imgesi, onun esneyişi gibi olmalıydı. Dudakları­nı sarkıtmak, tüm giysilerini tek bir ipe bağlıymışçasına yığınhalinde yere bırakmak ve kollarıyla bacaklarını kuşetinin ucunakadar alabildiğine uzatarak gerinmek yerine Bayan Dallowayyalnızca elbisesini sayısız fırfırları olan bir sabahlıkla de­ğiştirdi; ayaklarını bir battaniyeye sarıp dizinin üstünde bir yazıtablasıyla oturdu. Bu daracık küçük kamara şimdiden niteliklibir hanımefendinin soyunma odası olmuştu, içlerinde sı­vılar olan şişeler vardı; tablalar, kutular, fırçalar, iğneler vardı.Belli ki varlığının en küçük parçası bile uygun gerecindenyoksun değildi. RachePı sarhoş eden koku havaya yayılmıştı.Böylece yerine yerleşen Bayan Dallovvay yazmaya başladı. Mü­rekkepli kalem onun ellerinde insanın kâğıdı okşadığı bir şeyedönüşüyordu; bir kedi yavrusunu sevip gıdıklarcasına şöyleyazdı:Bizi, hayal edebileceğin en garip gemiyle giderken kafandacanlandır, tatlım. Garip olan gemi değil, insanlar. İnsan yolculukederken acayip türlerle karşılaşıyor. Bunu muazzam eğ­lenceli bulduğumu söylemeliyim. Denizyolu şirketinin mü­dürü var -adı Vinrace- nazik, iri yarı bir İngiliz, pek konuş­muyor - bu tür insanları bilirsin. Geri kalanlara gelince -Punc/ı'ın* eski bir sayısından peş peşe çıkmış gibiler. Altmış­larda kroke oynayan insanlara benziyorlar. Hepsi ne zamandırbu gemide kapalı kalmış bilmiyorum -yıllardır diyebilirimamainsan küçük, apayn bir dünyaya girmiş gibi hissediyor;sanki karaya hiç çıkmamışlar ya da yaşamlarında hiç olağanşeyler yapmamışlar. Edebiyatla uğraşanlar için hep söylemi­şimdir - tüm insanlar içinde geçinilmesi en güç olanlar onlar.(*) Punch: Ingiltere'de 1841 yılında yayımına başlanan haftalık resimli mizah dergisi- ç.n.51En kötüsü de, Oxford ya da Cambridge veya ona benzer herhangibir yer tarafından yutulup çatlak kim selere dönüşıûrülmeselerdibu insanlar da -b ir adam, karısı ve yeğeni- geri kalanherkes gibi olabilirlerdi gibi geliyor insana. Adam gerçektentatlı (bir de tırnaklarını kesse), kadınınsa oldukça hoş biryüzü var, yalnız, üzerindeki giysi patates çuvalı gibi elbette,saçlarını da Liberty'deki tezgahtar kızlar gibi yapıyor. Sanattansöz ediyorlar; akşam lan giyinip kuşandığım ız için biziaşağılıyorlar. Yine de bunu yapmadan edem iyorum ; üstümüdeğiştirm eden yem eğe gitm ekten se ölm eyi yeğlerim - senyeğlemez miydin? Çorbadan çok daha fazla önem li bu. (Bugibi şeylerin gen ellikle önem li sayılan şeylerden çok dahaönemli olması garip. Tenime yapışık flanel giym ektense başı­mın kesilm esini yeğlerim .) Sonra, güzel, sıkılgan bir kız var-z a v a llıcık - keşke birisi çok geç olmadan onu çekip çıkarsa.Gözleriyle saçları pek güzel, yalnız, o da garipleşecek elbette.G ençlerin ufkunu genişletm ek için bir dernek kurm alıyız -m isyonerlerden çok daha yararlı olur, Hester! Ah, unutm u­şum, Pepper denen korkunç, küçük bir yaratık vâr. Kendi detıpkı adı gibi. Anlatılamayacak kadar önemsiz biri; mizacı dabir acayip, zavallıcık, iyi terbiye edilmemiş bir tilki-teriyerleyemeğe oturm ak gibi bir şey, yalnız insan, köpeğine yaptığıgibi tarayıp üzerine pudra serpemiyor. İnsanlara köpek gibidavranamayışımıza bazen hayıflanıyorum! Gazetelerden uzakolm am ız büyük rahatlık, böylece Richard bu kez gerçek birtatil yapacak. Ispanya tatil sayılmazdı..."Seni korkak!" dedi Richard, gürbüz suretiyle odayı neredeysedoldurarak."Yemekte görevimi yaptım!" diye haykırdı Clarissa."Yine de Yunan alfabesi uğruna yelkenleri suya indirdin.""Ah, canım! Ambrose da kim?""Cambridge'de öğretim üyesi olduğunu sanıyorum; şimdiLondra'da yaşıyormuş ve klasikleri yayıma hazırlıyormuş.""Hiç böyle çatlak bir topluluk gördün mü? Kadın bana kocasınınbir beyefendiye benzeyip benzemediğini sordu!"52"Yemekte sohbeti sürdürmek kesinlikle güçtü," dedi Richard."Neden o sınıftan kadınlar erkeklerden çok daha acayipolur?""Aslında hiç de kötü görünmüyorlar -y a ln ız - öyle tuhaflarki!"ikisi de aynı şeyleri düşünerek güldü, böylece izlenimlerinikarşılaştırmalarına gerek kalmadı."Gördüğüm kadarıyla, Vinrace'e söyleyecek epey sözümolacak," dedi Richard. "Suıton'ı ve bütün o topluluğu tanıyor.Bana kuzeyde gemi yapımcılığının koşullan hakkında çok şeyanlatabilir.""Ah, buna memnun oldum. Erkekler her zaman kadınlardançok daha iyi oluyorlar.""insanın kesinlikle her zaman bir erkeğe söyleyecek bir şeyioluyor," dedi Richard. "Ama çok geçmeden bebekler hakkındaçene çalmaya başlayacağınızdan kuşkum yok, Clarice.""Çocukları mı var? Nedense öyleymiş gibi görünmüyor.""İki tane. Bir oğlan, bir kız."Bir kıskançlık sancısı Bayan Dalloway'in yüreğini delipgeçti."Bir oğlumuz olmalı, Dick," dedi."Güzel Tanrım, genç erkekler için artık ne fırsatlar var!" dediDallovvay, konuşması onu düşünmeye itmişti. "HerhaldePitt'ten bu yana bu kadar iyi bir açılış olmamıştı.""Kahramanı da sensin!" dedi Clarissa."insanların önderi olm ak," diye konuştu Richard kendikendine. "Güzel bir meslek bu. Tanrım - ne meslek!"Göğsü, yeleğinin alımda yavaşça kabardı."Biliyor musun, Dick, İngiltere'yi düşünmeden edemiyorum,"dedi karısı düşünceli bir tavırla, başını onun göğsüneyaslayarak. "Bu gemide olmak sanki daha da canlı hale getiriyor- İngiliz olmanın gerçeklen ne demek olduğunu. İnsan,tüm yaptıklarımızı düşünüyor, donanmamızı, Hindistan'dakive Afrika'daki insanları, yüzyıllar yüzyılları kovalarken küçüktaşra köylerinden delikanlıları dışarı yollayarak nasıl devametliğimizi - ve senin gibi adamları, Dick; bunları düşününce53insan adeta Ingiliz olm am aya katlanamayacağını hissediyor!Kamara'mn üstünde yanan ışığı* düşün, Dick! Daha şimdigüvertede dururken görür gibi oldum. Londra deyince o aklageliyor.""Süreklilik," dedi Richard, özlü bir söz söylercesine. Karısıkonuşurken, kralların kralları, başbakanların başbakanları, yasalarınyasaları izlediği Ingiliz tarihinin bir hayali onu etkisialtına almıştı. Lord Salisbury'den Alfred'e istikrarlı bir biçimdeuzanan ve açılıp birşeyler, yerkürenin yaşanabilir bölgelerindendev külçeler yakalayarak bir kement gibi aşama aşama kapananmuhafazakâr siyaset silsilesini aklından geçirdi."Uzun zaman aldı, ama neredeyse hallettik," dedi; "geriyebirleşmek kaldı.""Bu insanlar ise bunu görmüyorlar!" diye bağırdı Clarissa."Dünyayı oluşturmak için bütün türler gerekli," dedi kocası."Muhalefet olmasaydı hükümet de hiçbir zaman olmazdı.""Dick, sen benden daha iyisin," dedi Clarissa. "Sen çepeçevregörüyorsun, bense yalnızca şurayı görüyorum." Kocasınınelinin tersindeki bir noktaya bastırdı. ."Yemekte açıklamaya çalıştığım gibi, bu benim işim.""Sende hoşuma giden şu ki, Dick," diye sözlerini sürdürdüClarissa, "hep aynısın, bense değişken ruh durumları olan biryaratığım.""Ne olursa olsun, güzel bir yaratıksın," dedi Richard, onadaha derin gözlerle bakarak."Böyle düşünüyorsun, öyle mi? O halde öp beni."Kocası onu tutkuyla öptü, öyle ki yarım kalan mektubu kayıpyere düştü. Richard, mektubu alıp izin istemeden okudu."Kalemin nerede?" dedi ve küçük, erkeksi elyazısıyla ekledi:R.D. diyor ki: Clarice sana yem ekte fazlasıyla güzel göründü­ğünü ve bir gönül fethederek Yunan alfabesini öğrenm e yü­kümlülüğünü üstlendiğini anlatmayı allam ış. Fırsattan yararlanarakşunu ekleyeceğim , bu uzak yerlerde ikim iz de eğleniyoruz;tek üzüntüm üz, öğretici olmayı vaat eden bu seyahati(*) Parlamenlo'nun toplandığım işaret eden ışık - ç.n.54tüm üyle eğlen celi de k ılacak d o stla rım ız ın (yan i sen in leJo h n 'm) aramızda olmayışı...Koridorun sonundan sesler duyuldu. Bayan Ambrose alçaksesle konuşuyordu; William Pepper o belirgin ve ekşi sesiyleşöyle diyordu, "Bu, açıkça hiç yakınlık duymadığımı fark etti­ğim türden bir hanımefendi. O -"Ama hükümden ne Richard yararlandı ne de Clarissa, çünkükulak misafiri olacakları belli olur olmaz Richard bir kâğıdıhışırdattı."Çoğu kez merak ediyorum," diye düşüncelere daldı Clarissayatakta, her yere götürdüğü küçük beyaz Pascal cildinin ba­şında, "Richard'm benden üstün olduğu gibi, ahlak bakımındankendinden üstün olan bir erkekle yaşamak bir kadın içingerçeklen iyi mi acaba? Bu, insanı öyle bağımlı kılıyor ki. Galibaannemin ve onun kuşağından kadınların İsa'ya hissettikleriniben ona karşı hissediyorum. Bu da tamı tamına insanınbir şey olmaksızın edemeyeceğini gösteriyor." Sonra her zamankigibi derin ve tazeleyici bir uykuya daldı; ne var ki kocamanYunan harflerinin odada gezindiği acayip rüyalar onu ziyaretedince uyandı; nerede bulunduğunu ve Yunan harflerininbirkaç metre ötede uzanmış uyuyan gerçek insanlar oldu­ğunu hatırlayınca kendi kendine güldü. Ardından dışarıda,ayın altında çalkalanan karanlık denizi düşünerek ürperdi; kocasınıve diğerlerini yol arkadaşları olarak düşündü. Aslındarüyalar onunla sınırlı değillerdi, bir beyinden ötekine gidiyorlardı.O gece hepsi rüyasında birbirini gördü, aralarındaki duvarlarınne denli ince olduğu ve hepsinin okyanusun ortasındayan yana oturup birbirlerinin yüzünün her ayrıntısını görmek,birbirlerinin her dediğini-işitmek üzere ne kadar tuhafbir biçimde yeryüzünden koparılmış bulunduğu düşünülünce,böyle olması doğaldı.55IV. BölümErlesi sabah Clarıssa herkesten önce kalktı. Giyinip güverteyeçıkmış, sakin bir sabahın taze havasını soluyarak gemiyi ikincikez geziyordu ki, dosdoğru kamarot Bay Grice'm zayıf bedeninetosladı. Özür diledi; aynı zamanda ondan kendisini aydınlatmasınıistedi: Şu parlak, pirinçten yapılmış, tepesi yan camsehpalar ne olabilirdi? Merak edip duruyor, ne olduklarınıkestiremiyordu. Bay Grice açıklamasını bitirdiğinde Clarissacoşkuyla haykırdı:"Düşünüyorum da gemici olmak gerçekten dünyadaki engüzel şey olmalı!""Gemicilik hakkında ne biliyorsunuz ki?" dedi Bay Grice,tuhaf bir tavırla parlayarak. "Bağışlayın. Ingiltere'de yetişmişherhangi bir erkek ya da kadın deniz hakkında ne bilir ki? Bildikleriniileri sürerler; ama bilmezler."Konuşmasındaki acılık, ardından gelecek olanların belirtisiydi.Bay Grice onu kendi kaldığı yere götürdü; pirinç kaplamabir masanın kenarında otururken, giderek incelen beyazbedeni, zayıf, dikkatli yüzüyle tuhaf bir martıyı andıran BayanDalloway, bağnaz bir adamın tiradını dinlemek zorunda kaldı.Öncelikle, dünyanın ne kadar küçük bir bölümünün karadanoluştuğunu fark etmiş miydi? Karayla karşılaştırıldığında de­56nizin ne denli huzurlu, ne denli güzel, ne denli müşfik oldu­ğunu? Yeryüzündeki hayvanların tüm ü yarın vebadan ölse,derin sular Avrupa'yı tek başına geçindirebilirdi. Bay Grice,dünyanın en zengin kentinde gördüğü korkunç görüntülerianımsıyordu - bir bardak yağlı çorba almak için saatlerce kuyruktadikilen erkeklerle kadınlar. "Burada, aşağılarda yakalanmayıbekleyen, yakalanmak için yalvaran güzel etleri düşündüm.Tam anlamıyla Protestan sayılmam, Katolik de değilim,ama papalık günlerinin geri gelmesi için neredeyse dua edebilirdim- oruçlar nedeniyle."Konuşurken çekmeceleri açıyor, küçük cam kavanozlar çı­karıp duruyordu. Koca okyanusun ona bağışladığı hazinelerişte buradaydı - yeşilimsi sıvılar içinde solgun balıklar, zülüfleridalgalanan deniz anası topakları, kafalannda ışıklar olanbalıklar, bunlar öyle derinlerde yaşıyorlardı ki."Kemikler arasında yüzerek gezinmişlerdir," diyerek içiniçekti Clarissa."Shakespeare'i düşünüyorsunuz," dedi Bay Grice; kitaplarındüzgünce sıralanmış olduğu bir raftan bir cildi alarak vuıgulu,genizden gelen bir sesle okudu:Tam beş kulaç derinde yatıyor babanız,*"Büyük bir adam, Shakespeare," dedi, cildi yerine koyarken.Onun böyle demesi Clarissa'nın çok hoşuna gitti."En sevdiğiniz oyun hangisi? Acaba benimkiyle aynı mı?""Beşinci Henry," dedi Bay Grice."Çok sevindim!" diye haykırdı Clarissa. "Aynı!"Hamlet, Bay Grice için fazla içedönük denebilecek bir şeydi,sonelerse fazla tutkulu; Beşinci Henry ona göre bir Ingiliz beyefendisiörneğiydi. Ama onun gözde okumaları Huxley, HerbertSpencer ve Henry George'du; Emerson'la Thomas Hardy'iise gevşemek için okuyordu. İngiltere'nin o günkü durumuhakkındaki görüşlerini Bayan Dalloway'e bildirdiği sırada kahvaltızili öyle buyurgan bir tonla çaldı ki. Bayan Dalloway tek­(*) Bay Grice, Shakespeare'in Fırtına adlı oyunundan Ariel'ın şarkısının ilk dizesiniokuyor - ç.n.57rar gelip deniz yosunlarına bakacağına söz vererek kendinikurtarmak zorunda kaldı.Önceki gece ona o kadar acayip görünen topluluk, çoktanmasanın çevresinde toplanmıştı, hâlâ uykunun etkisindeydiler,dolayısıyla pek konuşkan değillerdi, ama onun içeri girişihepsinin içini taze bir esinti gibi titretti."Hayatımın en ilgi çekici konuşmasını yaptım!" dedi, Willoughby'ninyanındaki sandalyeye otururken. "Adamlarınızdanbirinin bir filozof ve ozan olduğunun farkında mısınız?""Çok ilgi çekici biri - hep söylerim," dedi Willoughby, sözüedilen kişinin Bay Grice olduğunu ayırt ederek. "Her ne kadarRachel onu cansıkıcı bulsa da.""Hava akımlarından söz ettiği zaman cansıkıcı oluyor," dediRachel. Gözleri uykuyla doluydu, ama Bayan Dalloway onahâlâ harika görünüyordu."Cansıkıcı biriyle henüz hiç karşılaşmadım!" dedi Clarissa."Bense dünyanın onlarla dolu olduğunu söyleyebilirim!"dedi Helen. Ama gün ışığında pırıldayan güzelliği sözlerindekiaksiliği alıp götürdü."Bunun, birisi hakkında söylenebilecek belki de en kötü şeyolduğuna katılıyorum," dedi Clarissa. "Bir katil bile cansıkıcıbirine yeğlenir!" diye ekledi, o her zamanki, derin bir şey söylüyormuşhavasıyla, "insan bir katilden hoşlanacağını hayaledebilir. Aynısı köpekler için de söz konusu. Bazı köpeklermüthiş cansıkıcıdır, zavallıcıklar."Rastlantı eseri Richard, Rachel'm yanında oturuyordu. Rachelonun varlığının ve görünüşünün -iyi biçilmiş giysilerinin,hışırtılı gömlek önünün, çevresinde mavi halkalar olan man­şetlerinin, kül uçlu tertemiz parmaklarının, sol elinin serçeparmağındaki kırmızı taşın- tuhaf bir biçimde farkındaydı."Cansıkıcı bir köpeğimiz vardı, öyle olduğunu da biliyordu,"dedi serinkanlı, rahat tonlarda ona hitap ederek. "Skyeteriyeriydi, tüylerinin altından küçük ayaklan şey gibi - tırtılgibi -hayır, kanepe gibi demeliyim- çıkan şu uzun veletlerden.Neyse, o sıralarda bir köpeğimiz daha vardı, kapkara, çevikbir hayvan - galiba Schipperke deniyor onlara. Daha bü­58yük bir zuhk hayal edemezsiniz. Skye öyle ağırkanlı, telaşsız,kafasını kaldırıp dernekteki yaşlı beyefendilerden biri gibi sizebakıyor, neredeyse 'Gerçeklen bunu demek istemiyorsun, öyledeğil mi?' diyecek; Schipperke ise bıçak gibi hızlı, itiraf etmeliyim,en çok Skye'ı seviyordum. Onda dokunaklı birşeylervardı."Görünüşe göre öykünün hepsi bu kadardı."Ne oldu ona?" diye sordu Rachel."Çok üzücü bir öykü," dedi Richard, sesini alçaltarak bir elmasoyarken. "Bir gün, karımın arabasının peşinden gitti vegaddar bir bisikletli tarafından çiğnendi.""Öldü mü?" diye sordu Rachel.Ama Clarissa masanın ucundan kulak misafiri olmuştu."Bundan söz etmeyin!" diye haykırdı. "Bugün bile düşünmeyedayanamadığını bir şey."Kuşkusuz, gözlerinde yaşlar vardı?"Evcil hayvanların acı yanı da bu," dedi Bay Dalloway; "ölü­yorlar. Hatırlayabildiğim kadarıyla ilk kez, bir fındık faresininölümüyle kederlendim. Ne yazık ki üstüne oturmuştum. Yinede bu, insanın daha az üzülmesini sağlamıyor. Samuel Johnson'ınüstüne oturduğu ördek burada yatıyor, ha? Yaşıma göreiriydim.""Sonra kanaryalarımız vardı," diye sözlerini sürdürdü, "birçift halkalı kumru, bir maki ve bir keresinde de bir kırlangıç.""Taşrada mı oturuyordunuz?" diye sordu Rachel."Yılın altı ayında taşrada otururduk. 'Biz' derken, dört ablamı,erkek kardeşimi ve kendimi kastediyorum. Büyük bir ailedengelmek gibisi yoktur. Özellikle ablalar tatlıdır.""Dick, korkunç şımartılmışsın!" diye haykırdı Clarissa, masanınkarşısından."Hayır, hayır. Değerimi bilmişler," dedi Richard.Rachel'ın dilinin ucunda başka sorular vardı; daha doğrusu,sözcüklere nasıl dökebileceği hakkında en ufak bir fikrinin olmadığıtek bir dev soru. Konuşma, buna izin vermeyecek kadarhavadan sudan ilerliyordu."Lütfen anlatın bana — her şeyi." Söylemek islediği buydu.59Richard küçücük bir çatlağı aralamış, şaşırtıcı hazineler göstermişti.Böyle bir adamın onunla konuşmaya istekli olmasıona inanılmaz geliyordu. Ablalan ve evcil hayvanları vardı; birzamanlar taşrada oturmuştu. Rachel, çayını karıştırdıkça karıştırdı;fincanda yüzüp yüzüp kümelenen baloncuklar ona zihinlerininbirleşmesi gibi görünüyordu.Konuşma, bu arada hızını alıp onu geride bırakmıştı; Richardşakacı bir ses tonuyla aniden, "Eminim Bayan Vinrace'ingizliden gizliye Katolikliğe eğilimi vardır," dediğinde, ne yanıtvereceği hakkında hiçbir fikri yoktu; birden irkilince Helenkendini tutamayıp güldü.Kahvaltı sona ermişti; Bayan Dallovvay ayağa kalkıyordu."Hep dinin böcek koleksiyonu yapmaya benzediğini düşünmüşümdür,"dedi, Helen'la birlikte merdivenleri çıkarken tartışmayıtoparlayarak. "Biri kara böceklere tutkundur; öteki de­ğildir; bu konuda münakaşa etmenin yararı yok. Peki sizin karaböceğiniz nedir?""Galiba çocuklarım," dedi Helen."Ah - o başka," diye mırıldandı Clarissa. "Anlatın bana. Oğ­lunuz var, değil mi? Onları arkada bırakmak ne berbat birşey!"Sanki bir gölcüğün üzerine mavi bir gölge düşmüştü, ikisininde bakışları derinleşti; sesleri daha bir candan oldu.Rachel, kendini onların dünyasının dışında ve annesiz hissetmesineneden olan bu şanslı ve evli kadınlara içerlemişti;güverteyi adımlamaya başladıklarında onlara katılmak yerinearkasını dönüp ansızın yanlarından ayrıldı. Odasının kapısınıçarparak kapatıp müziğini çıkardı. Hepsi eski müziklerdi-Bach ve Beethoven, Mozart ve Purcell- sayfalar sararmış, kabarmıştı.Üç dakika içinde, çok güç, çok klasik bir la füge dalıpgitti; yüzü acayip, uzak, duygusuz bir ifade aldı, tam birkendini kapıırmışlık ve kaygılı tatmin ifadesi. Kâh tökezliyor,kâh bocalayıp aynı ölçüyü üst üste iki kez çalmak zorunda kalıyordu;ama sanki görünmez bir ip notaları birbirine bağlıyor,buradan da bir şekil, bir yapı ortaya çıkıyordu. Biraraya geldiklerindebütün bu seslerin nasıl durması gerektiğini bulmak60gerçeklen zor olduğundan, bu işe kendini öyle kaptırmış, lümyetilerini öyle toplamıştı ki, kapının vurulduğunu hiç duymadı.Kapı patavatsızca açıldı; Bayan Dallovvay odaya girip durdu,açık bıraktığı kapının aralığında güvenenin beyazıyla denizinmavisi bir şerit halinde belirdi. Bach fügünün şekli yeredüşüp parçalandı."Bölmeme izin verm e," diye yalvardı Clarissa. "Çaldığınıduydum; karşı koyamadım. Bach'a bayılırım!"Rachel kıpkırmızı kesilerek parmaklarını kucağında oynattı.Mahcup bir tavırla ayağa kalku."Fazlasıyla güç," dedi."Ama gerçekten muhteşem çalıyordun! Dışarıda beklemeliydim.""Hayır," dedi Rachel.Cowper'm Mektuplan'm ve Uğultulu Tepeler'i koltuğun üzerindenaşağıya kaydırarak Clarissa'yı oraya oturmaya davet etti."Ne sevimli, küçük bir oda!" dedi Clarissa, etrafa bakınarak."Ah, Cowper'm Mektupları! Hiç okumadım. Güzel mi?""Oldukça sıkıcı," dedi Rachel."Müthiş bir yazarmış, değil mi?" dedi Clarissa; "-insan butür şeyleri seviyorsa- cümlelerini perdahlayışı falan. UğultuluTepeleri Ah — bu benim alanıma daha çok giriyor. Bronteler olmaksızıngerçeklen var olamazdım! Sen de onları sevmez misin?Yine de, her şey göz önünde bulundurulduğunda, JaneAusten olmadan yaşamaktansa onlarsız yaşamayı yeğlerim."Yüzeysel ve gelişigüzel konuşmakla birlikte tavrı sıradışı bircanayakınlığı ve dost olma arzusunu iletiyordu."Jane Austen mi? Jane Austen'i sevmem," dedi Rachel."Seni canavar!" diye inledi Clarissa. "Seni ancak kıl payı ba­ğışlayabilirim. Söyle bana, neden?""Çok - ç o k - hmm, sımsıkı bir saç öıgüsüne benziyor," diyebocaladt Rachel."Ah - ne demek istediğini anlıyorum. Ama buna katılmıyorum.Yaşın ilerleyince sen de katılmayacaksın. Senin yaşındaykenyalnızca Shelley'i severdim. Bahçede onu okuyup hıçkırahıçkıra ağladığımı hatırlayabiliyorum.61Gecem izin gölgesinden yükseklere süzüldü,Hasel ve iftira ve nefret ve acı -hatırladın mı?Ona dokunamaz ve bir daha zulmedemezDünyanın ağır lekesinin sirayetinden.*Ne şahane! - yine de, ne saçma!" Tasasızca odada çevresinebakındı. "Hep, önemli olanın ölmek değil yaşam ak olduğunudüşünmüşümdür. Hayatının her gününü sütunlar dolusu sayı­yı toplamakla geçiren, tapındığı yaşlı bir buldogla masanınucunda oturan küçük, kasvetli karısının bulunduğu Brixton'dakiköşküne tırıs tırıs dönen, iki haftalığına Maıgate'e giden,yaşlı, sevimsiz bir borsa simsarına gerçeklen saygı duyarım-bunun gibi yığınla insan tanıdığımdan emin olabilirsinpekala,onlar bana gerçekten, sırf dahi oldukları ve genç öldükleriiçin herkesin tapındığı ozanlardan daha soylu geliyorlar.Ama senin bana katılmanı beklemiyorum!"Rachel'ın omzunu sıktı."Hm-m-m-" alıntılamaya devam etti—İnsanların yanlışlıkla keyif dediği huzursuzluk -"benim yaşıma geldiğinde dünyanın keyifli şeylerle tıka basadolu olduğunu göreceksin. Bence gençler bu konuda öyle yanlışşeyler yapıyorlar ki - kendilerine mutlu olma izni vermeyerek.Bazen önemli olan tek şeyin mutluluk olduğunu düşünü­yorum. Seni bunu söyleyebilecek kadar iyi tanımıyorum, amabiraz şeye eğilimin olduğunu tahmin edebilirim - insan gençve çekiciyken -söyleyeceğim şu nu !- her şey insanın ayaklarıaltındadır." Clarissa, "yalnızca modası geçmiş birkaç kitap veBach değil," der gibi etrafa bakındı."Sorular sormak için can atıyorum," diye devam etli. "Öyleçok ilgimi çekiyorsun ki. Haddimi aşarsam kulağıma yumruğupatlatmaksın."(* ) Bayan Dallovvay, Shelley'nin Adonais'inin kırkıncı bölümünden, dizelerin sırasınıdeğiştirerek alıntı yapıyor - ç.n.62"Ben de - ben de sorular sormak istiyorum," dedi Rachel,bunu öyle ciddi söyledi ki Bayan Dalloway gülümsemesinibastırmak zorunda kaldı."Yürümemizin sakıncası var mı?" dedi. "Hava öyle nefis ki."Kapıyı kapatıp güvertede dururlarken havayı bir yarış atı gibikokladı."Hayatla olmak güzel değil m i?" diye haykırarak Rachel'ınkoluna girdi."Bak, bak! Harikulade!"Portekiz sahilleri gözden kaybolmaya başlıyordu; ama çokuzakta da olsa kara yine karaydı. Tepelerin kıvrımlarına serpiştirilmişküçük kasabaları, hayal meyal yükselen dumanıayırt edebiliyorlardı. Arkalarındaki ulu mor dağlarla karşılaştı­rıldığında kasabalar pek minik görünüyordu."Bununla birlikle, doğrusu," dedi Clarissa baktıktan sonra,"manzaraları sevmem. İnsanca olmaktan çok uzaklar." Yürü­meye devam etliler."Ne tuhaf!" diye sürdürdü sözlerini, içinden geldiği gibi."Dün bu -zamanlarda birbirimizle hiç karşılaşmamıştık. Benptelde, modası geçmiş küçük bir odada, toparlanıyordum. Birbirimizhakkında kesinlikle hiçbir şey bilmiyoruz —yine d esankiseni tanıyormuşum gibi hissediyorum!""Çocuklarınız var - kocanız Parlamento'daydı?""Hiç okula gitmedin ve şeyde yaşıyorsun-?""Halalarımla birlikte Richmond'da.""Richmond'da mı?""Anlayacağınız, halalarım parkı seviyor. Sessizlikten hoşlanıyorlar.""Sense hoşlanmıyorsun! Anladım!" Clarissa güldü."Parkta tek başıma yürümeyi seviyorum; ama - köpeklerledeğil," diye bilirdi sözünü."Evet; bazı insanlar da köpektir, öyle değil mi?" dedi Clarissa,bir sırrı tahmin etmiş gibi. "Ama herkes değil - ah hayır,hepsi değil.""Hepsi değil," dedi Rachel ve sustu."Seni tek başına yürürken az çok hayal edebiliyorum," dedi63Clarissa; "ve düşünürken -kendine ait küçük bir dünyada.Ama bunun tadını nasıl da çıkaracaksın- bir gün!""Bir erkekle yürümenin tadını çıkaracağım - bunu mu demekistiyorsunuz?" dedi Rachel, iri, sorgulayan gözleriyle BayanDalloway'e bakarak."Özellikle bir erkeği düşünmüyordum," dedi Clarissa. "Amaolacak.""Hayır. Ben hiç evlenmeyeceğim," dedi Rachel kararlılıkla."Ben olsam bundan o kadar emin olmazdım," dedi Clarissa.Yan yan bakması, Rachel'a, anlaşılmaz bir biçimde komiğinegitse de onu çekici bulduğunu anlattı."İnsanlar neden evlenir?" diye sordu Rachel."İşte keşfedeceğin şey bu," diye güldü Clarissa.Rachel onun bakışlarını takip ettiğinde gözlerinin bir saniyeiçin Richard Dalloway'in gürbüz suretine takıldığını fark etti;o çizmesinin tabanında kibrit çakmakla uğraşırken, W illoughbygörünüşe bakılırsa her ikisini de çok ilgilendiren bir şeyiaçıklamaktaydı."Hiçbir şeye benzemez," diye sonlandırdı sözlerini Clarissa."Haydi, bana Ambrose'lardan söz et. Yoksa çok mu fazla sorusoruyorum?""Sizi rahatça konuşulabilecek biri olarak görüyorum," dediRachel.Bununla birlikle, Ambrose'ların kısa tasviri biraz baştansavmaydıve Bay Ambrose'un onun dayısı olduğu gerçeği dışındapek az şey içeriyordu."Annenin ağabeyi m i?"Bir ad artık kullanılmamaya başladığında, en küçük değinmebile birşeyleri belli eder. Bayan Dalloway sözlerini sürdürdü:"Sen annene mi benziyorsun7""Hayır, o farklıydı," dedi Rachel.Hiç kimseye anlatmadığı şeyleri Bayan Dalloway'e anlatmakiçin yoğun bir arzuya kapılmıştı — bu ana kadar kendisinin defarkına varmadığı şeyleri."Yalnızım," diye başladı. "İsterdim k i-" Ne istediğini bilmiyordu,bu yüzden cümleyi bitiremedi; ama dudağı titredi.64Ama arılaşılan, Bayan Dalloway sözcükler olmadan da anlayabiliyordu."Biliyorum," dedi, bir kolunu Rachel'm omzuna dolayarak."Senin yaşındayken ben de islerdim. Richard'la karşılaşana kadarkimse anlamadı. O bana istediğim her şeyi verdi. Yan erkekyarı kadındır." Gözleri, parmaklıklara yaslanmış hâlâ konuşmaklaolan Bay Dalloway'in üzerinde durdu. "Bunu onunkarısı olduğum için söylediğimi sanma - onun halalarını baş­ka herkesinkilerden daha açıkça görüyorum. İnsanın birlikleyaşadığı kişiden istediği, onu olabileceği en iyi dunımda tutmasıdır.Bu kadar mutlu olmak için ne yaptığımı sık sık merakediyorum!" dedi coşkuyla; bir gözyaşı yanağından aşağı süzüldü.Gözyaşını sildi, RachePm elini tutup sıkarak bağırdı:"Hayat ne kadar güzel!" O anda, güneş dalgaların üzerinde,Bayan Dalloway'in eli onun kolunda, taze melteme karşı dururlarken,daha önce adsız olan yaşam gerçekten de alabildiğineharika ve gerçek olamayacak kadar güzel göründü.Burada yanlarından Helen geçti; Rachel'ı görece yabancı biriylekol kola, heyecan içinde görmek komiğine gitti, aynı zamandabiraz da sinirine dokundu. Ama Willoughby ile çok ilgiçekici bir sohbetin tadını çıkarmış ve sokulgan bir ruh halindeolan Richard hemen onlara katıldı."Panamama dikkatle bakın," dedi, şapkasının siperliğinedokunarak. "Havayı güzel olmaya ikna etmek için uygun birbaşlıkla ne kadar çok şey yapılabileceğinin farkında mısınız,Bayan Vinrace? Bugünün sıcak bir yaz günü olduğuna kararverdim; sizi uyarıyorum, söyleyeceğiniz hiçbir şey beni sarsmayacaktır.Bu yüzden, oturacağım. Size de beni örnek almanızıöneririm." Yan yana sıralanmış üç sandalye onları oturmayadavet ediyordu.Arkasına yaslanan Richard dalgalan inceledi."Çok güzel bir mavi," dedi. "Ama bu kadarı biraz fazla.Manzarada çeşitlilik esastır. Bundan ölürü, tepeleriniz varsanehriniz de olmalıdır; nehriniz varsa da tepeleriniz. Benim kanımca dünyadaki en iyi m anzara, güzel bir günde BoarsHill'den görülen manzaradır - güzel bir gün olmalı, dikkatinizi65çekerim - Battaniye mi? - Ah, teşekkür ederim, canım... Güzelbir günde, çağrışımlardan da yararlanırsınız - Geçmişten.""Konuşmak mı istiyorsun, Dick, yoksa yüksek sesle okuyayımmı?"Clarissa, battaniyelerle birlikte bir kitap alıp getirmişti."İkna," diye bildirdi Richard, cildi inceleyerek."Bayan Vinrace için," dedi Clarissa. "Sevgili Jane'imize katlanamıyormuş.""Bu -iz n in iz le - onu okumamış olduğunuzdandır," dediRichard. "O, sahip olduğumuz en büyük kadın yazar, yeridoldurulamaz.""En büyüğü," diye sözlerini sürdürdü, "nedeni de şu: Erkekgibi yazmaya yeltenmiyor. Öteki kadınların hepsi buna yelteniyor;bu yüzden onları okumuyorum.""Örneklerinizi verin, Bayan Vinrace," diye devam etti, parmakuçlannı birleştirerek. "İnancımdan döndürülmeye hazırım."Bekledi, Rachel ise onun bu küçümsemesi karşısında hemcinslerinitemize çıkarmak için boş yere uğraştı."Ne yazık ki o haklı," dedi Clarissa. "Genellikle haklıdır -alçak!""îkna'yı getirdim," diye devam etti, "çünkü diğerlerinden birazdaha az bayat olduğunu düşündüm - bununla birlikte,D ick ja n e 'i ezbere biüyomıuşsun gibi yapmanın yaran yok, senihep uyuttuğu düşünülünce!""Yasama zahmetinden sonra, uykuyu hak ediyorum," dediRichard."O topları kafandan atmalısın," dedi Clarissa, Richard'ıngözlerinin hâlâ düşünceli bir tavırla dalgalan görmezlikten gelerekkarayı aradığını görünce, "donanmaları da, imparatorluklarıda, herhangi bir şeyi de." Böyle söyleyerek kitabı açıpokumaya başladı:'"Somersetshire'da, Kellynch Hall'da yaşayan Sir Walter Elliott,kendini eğlendirmek için Baronetlik'ten başka hiçbir kitabıeline almayan bir adamdı' — Sir Walter'i bilmez misin? — 'Orada,boş zamanları için bir meşgale ve üzüntülü zamanlan içinbir teselli bulurdu.' İyi yazıyor, değil mi? 'Orada Tasasız,66nüktedan bir sesle okumaya devam etti. Sir V/alter'm, kocası­nın zihnini Britanya'nın toplarından uzaklaştırarak onu zarif,acayip, şen şakrak, birazcık da gülünç bir dünyaya çekmesindekararlıydı. Bir süre sonra, o dünyada güneş batmaya başlar,saptamalar yumuşar gibi oldu. Rachel bu değişikliğe neyin nedenolduğunu görmek için başını kaldırıp baktı. Richard'mgöz kapaklan kapanıp açılıyor, açılıp kapanıyordu. Genizdengelen yüksek sesli bir soluk, onun anık görünüşlere aldırmadığım,derin uykuda olduğunu haber verdi."Zafer!" diye fısıldadı Clarissa bir cümlenin sonunda. Ansı­zın, itiraz edercesine elini kaldırdı. Bir denizci kararsızca bekliyordu;Clarissa, kitabı Rachel'a verip iletiyi almak üzere sessizbir adım attı - "Bay Grice müsait olup olmadığını bilmek istiyordu,"v.b. Clarissa onu takip etti. Kimse fark etmeksizin gizligizli dolaşmakta olan Ridley ileri doğru bir hamle yapu, durdu,iğrenme belirten bir hareketle çalışma odasına yürüdü. Uyuyansiyasetçi, Rachel'm sorumluluğuna terk edildi. Rachel bir cümleokudu; ona bir bakış attı. Uyurken, yatağın ucunda asılı duranbir cekete benziyordu; kırış kırıştı; artık içleri bacaklarla vekollarla doldurulmadığı halde yenlerle paçalar biçimlerini koruyordu.Ceketin yaşı ve durumu hakkında yargıda bulunabileceğinizen iyi zaman budur. Ona tepeden tırnağa baktı, ta kiRichard'm itiraz etmesi gerekiyormuş gibi gelene dek.Belki kırk yaşında bir adamdı; şurada, gözlerinin çevresindeçizgiler vardı, burada, yanaklarında garip çukurluklar. Hafifçeyıpranmış görünüyordu, ama azimliydi ve yaşamının en güzelçagındaydı."Ablalar ve bir fındık faresiyle birkaç kanarya," diye mırıldandıRachel, gözlerini ondan hiç ayırmadan. "Acaba, acaba?"Sustu, eli çenesinde, hâlâ ona bakıyordu. Arkalarında bir zilçaldı; Richard başını kaldırdı. Sonra, gözlüğünü kaybetmiş birmiyopun o acayip görünüşüne bir saniye için bürünüverengözlerini açtı. Genç bir hanımın karşısında horlamış, belki dehırıldamış olmanın uygunsuzluğunu üzerinden atması bir ansürdü. İnsanın uyanıp biriyle yalnız bırakılmış olduğunu görmeside biraz teditgin ediciydi.67"Uyukladım galiba," dedi. "Herkese ne oldu? Clarissa'ya?""Bayan Dallovvay, Bay Grice'm balığına bakmaya gitti," diyeyanıtladı Rachel."Tahmin etmeliydim," dedi Richard. "Sık olan bir olay. Yasiz bu parlak saatten nasıl yararlandınız? inancınızdan döndü­nüz mü?""Galiba tek satır okumadım," dedi Rachel."Benim de hep başıma gelen şey. Bakacak çok fazla şey var.Ben de doğayı çok harekete geçirici bulurum. En iyi fikirlerimaçık havada gelmiştir.""Yürürken mi?""Yürürken - ata binerken - yelken kullanırken - Hayatımınen önemli sohbetleri Trinily'nin kocaman avlusunda gezinirkengerçekleşmiş olmalı. Her iki üniversitede de bulundum. Babamınhevesiydi. Bunun ufkumu genişleteceğini düşünüyordu.Galiba ona katılıyorum. Hatırlıyorum da -nasıl da asırlar önceymişgibi geliyor!- şimdiki Hindistan Bakam'yla gelecektekibir devletin temelini kararlaştırıyorduk. Çok akıllı olduğumuzudüşünürdük. Olmadığımızdan emin değilim. Mutluyduk, BayanVinrace; gençtik - bilgeliğin yerini tutan armağanlar.""Yapacağınızı söylediklerinizi yaptınız m ı?" diye sorduRachel."Keskin bir soru! Cevabım - Evet ve Hayır. Eğer bir yandanbaşarmaya giriştiklerimi başarmamışsam -hangimiz başarmışk i?- diğer yandan şunu dürüstçe söyleyebilirim: Ülkümü al­çaltmadım."Kararlı bir tavırla bir martıya baktı, sanki ülküsü kuşun kanatlarıüzerinde uçuyordu."Peki," dedi Rachel, "ülkünüz nedir?""işte orada çok fazla soru sormuş olursunuz, Bayan Vinrace,"dedi Richard şakacı bir tavırla.Rachel yalnızca öğrenmek istediğini söyleyebildi; Richardise cevap vermesine yetecek kadar eğlenmişıi."Pekala, nasıl yamtlasam? Tek sözcükle - Birlik. Amaç birli­ği, toprak birliği, ilerleme birliği. En iyi fikirlerin en büyükalana yayılması."68"lngilizler mi?""Her şey göz önünde bulundurulduğunda lngilizler'in pekçok kişiden daha ak göründüğünü, sicillerinin daha temiz oldu­ğunu kabul ediyorum. Ama, güzel Tanrım, sakın noksanlan-k o rk u lan - orta yerimizde yapılan ağza alınmaz şeyleri görmediğimfikrine kapılmayın! Hiçbir yanılsamanın etkisinde değilim.Herhalde pek az insanın benden daha az yanılsaması vardır.Bir fabrikada hiç bulundunuz mu. Bayan Vînrace? -Hayır, sanmıyorum - bulunmadığınızı umduğumu söyleyebilirim."Rachel'ın yoksul bir caddede pek az yürüm üşlüğü vardı;yürüdüğündeyse hep baba, hizmetçi ya da halalar ona eşliketmişti."Diyecektim ki, çevrenizde ne tür şeylerin döndüğünü görmüşolsaydınız beni ve benim gibi adamları siyasetçi olmayailen şeyin ne olduğunu anlardınız. Biraz önce, yapmaya girişli­ğim şeyi yapıp yapmadığımı sormuştunuz. Pekala, hayatımıgözden geçirdiğimde, gurur duyduğumu itiraf ettiğim bir ger­çek var; Lancashire'da birkaç bin kız -v e onlardan sonra gelecekolan binlercesi- benim sayemde her gün, annelerinin dokumatezgahlarının başında geçirmek zorunda olduğu bir saati,açık havada geçirebiliyor. Üstelik, itiraf ederim, bu banaKeats'le Shelley'i bilmekten daha çok gurur veriyor."Keats'le Shelley'i bitenlerden biri olmak Rachel'a acı vermeyebaşladı. Richard Dalloway'den hoşlanmıştı; o ısındıkça Rachelda ısınıyordu. Görünüşe bakılırsa söylediklerinde ciddiydi."Hiçbir şey bilmiyorum!" diye bağırdı Rachel."Hiçbir şey bilmemeniz çok daha iyi," dedi Richard, babacanbir tavırla, "hem, kendinize haksızlık ettiğinizden eminim.Çok güzel çaldığınızı söylüyorlar; yığınla derin kitapokuduğunuzdan da kuşkum yok."Büyüklere özgü latifeler artık Rachel'ı durduramazdı."Birlikten söz ediyorsunuz," dedi. "Anlamamı sağlamak zorundasınız.""Karımın siyasetten konuşmasına asla izin vermem," dediRichard ciddi bir tavırla. "Bu nedenle. İnsanoğlunun, yaradılı­şı gereği, hem savaşıp hem de ülkülerinin olması olanaksızdır.69Eğer ben ülkülerimi koruyabildiysem, ki büyük ölçüde koruduğumusöyleyebildiğim için şükrediyorum, akşam oluncaeve, kanmın yanma gidebilmemden ve onu, gününü ziyaretlerlegeçirmiş olarak bulabilmemden ötürüdür, müzikle, çocuklarlaoynamakla, ev işleriyle - aklınıza ne gelirse; yanılsamalarıyok edilmemiştir. Karım bana devam etme cesareti verir.Kamu hayatının gerilimi çok fazladır," diye ekledi.Bu, Richard'm, insanoğlunun hizmetinde her gün en güzelaltınların birazıyla daha vedalaşan, yıpranmış bir aziz gibi gö­rünmesine neden oldu."Böyle bir şeyi," diye bağırdı Rachel, "nasıl yaptıklarını dü­şünemiyorum!""Açıklayın, Bayan Vinrace," dedi Richard. "Bu, çözmek istediğimbir mesele."Nezaketi hakikiydi; böyle değerli, yetke sahibi bir adamlakonuşmak yüreğini çarptırdığı halde Rachel onun kendisinetanıdığı fırsatı kullanmaya karar verdi."Bana şöyle geliyor," diye başladı, titrek kişisel hayalleriniönce anımsamak sonra da açıklamak için elinden gelenin eniyisini yaparak."Bir yerlerde, varsayalım Leeds'in varoşlarında, odasınıniçinde dul, yaşlı bir kadın var."Richard, dul kadını kabul ettiğini göstermek üzere başınıeğdi."Londra'da hayatınızı konuşmakla, birşeyler yazmakla, yasataşanlarını geçirmekle, doğal görüneni özlemekle geçiriyorsunuz.Bütün bunların sonucunda dul kadın, dolabına gidip birazdaha fazla çay, birkaç kesme şeker ya da biraz daha az çayve bir gazete buluyor. Ülkenin her yanında dul kadınlar bunuyapıyor, kabul ediyorum. Yine de, bir de dul kadının zihni var- duygulanımlar; sizin dokunmadan bıraktıklarınız. Ama sizde kendinizinkileri harcıyorsunuz.""Dul kadın gidip dolabını tamtakır bulursa," diye cevap verdiRichard, "tinsel durumunun etkileneceğini kabul edebiliriz.Kendine özgü faziletleri olan felsefenizde kusur bulmama izinverirseniz, Bayan Vinrace, insanın bir odacıklar topluluğu de­70ğil, canlı bir varlık olduğunu işaret ederdim. Hayalgücü, BayanVinrace; hayalgücünüzü kullanın; siz genç Liberallerinbaşarısızlığa uğradığınız yer burası. Dünyayı bir bütün olarakkavrayın. Şimdi, sözünü ettiğiniz ikinci noktaya gelelim; gençkuşağın yararına işleri düzene sokmaya çalışmakla daha yüksekyeteneklerimi harcadığımı söylediniz; sizinle kesinlikle aynıfikirde değilim. Daha yüce bir amaç hayal edemiyorum -tm paralorluk'un vatandaşı olmak. Şu şekilde bakın, BayanVinrace; devleti karmaşık bir makine olarak hayal edin; bizyurttaşlarsa o makinenin parçalarıyız; bazıları daha önemli gö­revleri yerine getirir; diğerleri (belki ben de onlardan biriyim)düzeneğin, halkın gözünden saklanan gizli birtakım parçalarıarasında bağlantı kurmaya yarar yalnızca. Ama en önemsiz vidabile görevinde başarısız olursa, bütünün doğru düzgün çalışmasıtehlikeye girer."Penceresinden dışarı bakan, konuşacak birinin özlemini çeken,kara kuru dul bir kadın imgesini, tıpkı insanın GüneyKensington'da gördüklerine benzer, gümleyen, gümleyen vegümleyetı dev bir makine imgesiyle bir araya getirmek olanak-.sızdı. İletişim girişimi başarısızlığa uğramıştı.. "Görünüşe göre birbirimizi anlamıyoruz," dedi Rachel."Sizi çok kızdıracak bir şey söyleyeyim mi?" diye yanıtladıRichard."Kızdırmayacaktır," dedi Rachel."Pekala öyleyse; siyaset içgüdüsü diyebileceğim şey hiçbirkadında yoktur. Çok büyük erdemleriniz var; bunu kabuleden ilk kişi, öyle umuyorum ki, benim; ama devlet adamlı­ğıyla kastedilenin ne olduğunu görmeyi bile başaran bir kadı­na hiç rastlamadım. Sizi daha da kızdıracağım. Öyle bir kadınaasla rasllamamayı umanm. Şimdi, Bayan Vinrace, öm ür boyudüşman mıyız?"Kibir, gerginlik ve delici bir anlaşılma arzusu onu bir giri­şimde daha bulunmaya zorladı."Caddelerin altında, lağımlarda, elektrik tellerinde, telefonlardacanlı bir şey var; demek istediğiniz bu mu? Çöp arabalarıgibi şeylerde, yollan onaran adamlarda? Londra'da dolaşırken71ve bir musluğu açtığınızda su geldiği zaman hep bunu mu hissediyorsunuz?""Kesinlikle," dedi Richard. "Anladığım kadarıyla, moderntoplumun bütününün, işbirliğine dayanan çaba üzerinde temellendirildiğinisöylemek isliyorsunuz. Keşke daha çok insanbunun farkına varsa, Bayan Vinrace, sizin şu kiralık odalardakiyapayalnız yaşlı dul kadınlarınızın sayısı daha az olurdu!"Rachel düşündü."Siz Liberal misiniz yoksa Muhafazakâr mısınız?" diye sordu."Kolaylık sağlaması bakımından kendime Muhafazakâr diyorum,"dedi Richard gülümseyerek. "Ama iki partinin ortakyanlan insanlann genellikle kabul elliğinden daha çoktur."Bir duraklama oldu; Rachel açısından bunun nedeni, söyleyecekşeylerin yokluğu değildi; her zamanki gibi söyleyeceklerinisöyleyemiyordu ve konuşma süresinin büyük olasılıklatükenmekte olduğu gerçeği kafasını daha da karıştırıyordu.Aklına saçma, karmakarışık fikirler takılıyordu - insan yeterincegeriye giderse belki de her şey anlaşılır olurdu; her şeyortaktı; çünkü Richm ond High Caddesi'ndeki tarlalardaotlayan mamutlar kaldtnm taşlarına, kurdelelerle dolu kutularave onun halalarına dönüşmüşlerdi."Çocukluğunuzda taşrada yaşadığınızı mı söylemiştiniz?"diye sordu.Tavırları ona incelikten yoksun gelmekle birlikte, Richard'ıngururu okşanmıştı. İlgisinin hakiki olduğundan kuş­ku duyulamazdı."Söyledim," diye gülümsedi."Peki ne oldu?" diye sordu Rachel. "Yoksa çok mu soru soruyorum?""Emin olun, gururum okşanıyor. Ama -b ir bakayım- ne oldu?Pekala, binicilik, dersler, ablalar. Hatırlıyorum da, türlütürlü acayip şeyin olduğu büyülü bir çöp yığını vardı. Ne garip,çocukların üzerinde neler etki bırakıyor! Oranın görünü­münü bugün bile hatırlarım. Çocukların mutlu olduğunu dü­şünmek yanılgıdır. Öyle değillerdir; mutsuzlardır. Hiçbir zamançocukken çektiğim kadar acı çekmedim."72"Neden?" diye sordu Rachel."Babamla iyi geçinemezdim," dedi Richard kısaca. "Çok becerikliama zor bir adamdı. Neyse - bu, insanı aynı günahı iplememeyekararlı kılıyor. Çocuklar adaletsizliği asla unutmazlar.Yetişkin insanların umursadığı yığınla şeyi affederler; amao günah, bağışlanamaz günahtır. Şu da var ki - başa çıkılmasıgüç bir çocuklum herhalde; ama vermeye hazır olduklarımıdüşündükçe! Hayır, bana karşı işlenen günahlar benim işlediklerimdençoktu. Ardından okula gittim, epey de başarılıydım;sonra, dediğim gibi, babam beni her iki üniversiteye degönderdi... Biliyor musunuz, Bayan Vinrace, beni düşündürdünüz.Her şeye rağmen insan birine kendi hayatı hakkındane kadar az şey anlatabiliyor! Ben burada oturuyorum; siz oradaoturuyorsunuz; ikimiz de, hiç kuşkum yok, birbirinden ilgiçekici deneyimlerle, fikirlerle, duygularla dopdoluyuz; amanasıl iletişim kuracağız? Size anlattıklarım, karşılaştığınız tümikinci şahısların anlatabileceği şeylerdi.""Ben öyle düşünmüyorum," dedi Rachel. "Önemli olan şeylerdeğil, onları söyleme biçimidir, öyle değil mi?""Doğru," dedi Richard. "Tümüyle doğru." Durakladı. "Geridönüp hayatımı gözden geçirdiğimde -k ırk iki yaşındayımgözeçarpan büyük gerçekler neler? Bana, şu ifadeyi kullanabilirsem,açınlananlar nelerdi? Yoksulların dertleri ve - (duraksayaraköne eğildi) "aşk"!Bu sözcükte sesini alçaltmıştı; bu, Rachel için göklerin pe­çesini kaldıran bir sözcüktü."Genç bir hanımefendiye söylenmesi garip bir şey," diyesözlerini sürdürdü Richard. "Ama bununla ne - ne demek istediğimhakkında bir fikriniz var mı? Hayır; elbette yok. Sözcüğügeleneksel anlamında kullanmıyorum. Genç erkeklerinkullandığı gibi kullanıyorum. Kızlar çok cahil bırakılıyor, öyledeğil mi? Belki akıllıcadır -belki-Biliniyor musunuz?"Söylediklerinin bilincinde değilmiş gibi konuşuyordu."Hayır; bilmiyorum," dedi Rachel, neredeyse mırıldanır gibikonuşarak."Savaş gemileri, Dick! Şurada! Bak!"73Deniz yosunlarının hepsini takdir ederek Bay Grice'tan kurtulmuşolan Clarissa, el kol hareketleriyle onlara doğru seğirtti.İki meşum gri gemi görmüştü, suyun altında kemik kadarçıplaktılar; biri ötekinin hemen ardından giderken, avlarınıarayan gözsüz hayvanlara benziyorlardı. Richard'm bilinci derhalyerine geldi."Aziz George!" diye bağırıp elini gözlerine siper ederek aya­ğa kalktı."Bizimkiler mi, Dick?" diye sordu Clarissa."Akdeniz Filosu," diye yanıtladı Richard.Euphrosyııe yavaşça bayrağını alçaltıyordu. Richard şapkası­nı kaldırdı. Clarissa kasılarak RachePm elini tutup sıktı."Sen de Ingiliz olduğuna memnun değil misin!" dedi.Savaş gemileri suların üzerine garip bir disiplin ve keder etkisisavurarak geçip gitti; onlar tekrar görünmez olana dek,kimse birbiriyle doğal bir tavırla konuşamadı. Öğle yemeğindesohbet hep yiğitlik, ölüm ve İngiliz amirallerin muhteşem nitelikleriüzerineydi. Clarissa bir ozandan alıntılar yaptı, Willoughbybir diğerinden. Savaş gemilerinde yaşamın müthiş olduğuüzerinde anlaştılar; denizcilerse, insan onlarla.ne zamankarşılaşırsa karşılaşşm, özellikle çok nazik ve yalındılar.Böyle olduğundan, Helen denizci bulundurmanın ona hayvanatbahçesi bulundurmak kadar yanlış geldiğini belirttiğindekimse bundan hoşlanmadı; savaş alanında ölmeye gelince,artık kesinlikle cesarete övgüler yağdırmayı kesmemizin zamanıydı- "cesaret hakkında kötü şiirler yazmayı da," diyesöylendi Pepper.Ama Helen aslında, sessizce oturan Rachel'm neden böyletuhaf ve kıpkırmızı olduğunu merak ediyordu.74V. BölümNe var ki, gözlemlerini sürdürmesi ya da herhangi bir sonucavarması mümkün olmadı, çünkü şimdi, denizde sıkça görülenkazalardan biri yüzünden yaşamlarının tüm akışı tepetaklakolmuştu.Çay saatinde bile zemin, ayaklarının altında yükselip yenidenaşağılara iniyordu; akşam yemeğindeyse gemi, bir kırbaçiniyormuş gibi inleyip geriliyordu. Bir zam anlar sağrısındapalyaçolann vals yapabileceği geniş sırtlı bir yük atıyken, otlaktakibir taya dönüşüvermişıi. Tabaklar kayarak bıçaklardanuzaklaşıyordu; kendine yemek alırken patateslerin bir o yanabir bu yana yuvarlandığını gören Bayan Dallovvay'in yüzü birara bembeyaz kesildi. Willoughby elbette gemisinin erdemlerinigöklere çıkarıyor, uzmanlann ve seçkin yolcuların gemisihakkında söylediklerini aktarıyordu, çünkü sahip olduğu şeyleriseverdi. Yine de akşam yemeği huzursuz geçti; hanımlaryalnız kalır kalmaz, Clarissa, yatmasının daha iyi olacağını itirafedip cesur bir tavırla gülümseyerek gitti.Ertesi sabah fırtına üzerlerindeydi ve hiçbir kibarlık onu yoksayamazdı. Bayan Dalloway odasında kaldı. Richard üç öğünleyüzleşip hepsinde yiğitçe yemek yedi; ama üçüncüde, yağdayüzen parlak birtakım kuşkonmazlar sonunda onu alı etti.75"Beni yendi," diyerek çekildi."İşte yine yalnız kaldık," dedi William Pepper masada çevresinebakınarak; ama kimse onunla sohbeı etmeye hazır de­ğildi; öğün sessizlik içinde sona erdi.Ertesi gün karşılaştılar - ama uçuşan yapraklar havada nasılkarşılaşırsa öyle. Hasta değillerdi; ama rüzgâr şiddetle onlarıpaldır küldür aşağıya, odalara sürükledi. Güvertede soluklarıkesilmiş olarak birbirlerinin yanından geçtiler; masalarınbir yanından öte yanına bağırdılar. Kürk ceketler giyiyorlardı;Helen, başında bandanası olmaksızın asla ortalıktagörünmüyordu. Rahat etmek için kamaralarına çekildiler,ayaklarını sımsıkı basarak gemiyi sarsılıp savrulmaya bıraktı­lar duyguları, dört nala giden bir atın taşıdığı çuvalın içindekipatateslerin duygularıyla aynıydı. Dış dünya, şiddetli, gri birkeşmekeşten ibaretti. İki gün boyunca eski duygularından tü­müyle arındılar. Rachel'ın ancak kendini bir dolu fırtınasındakırın tepesinde kalmış, tüyleri rüzgârdan yol yol olmuş bireşek sanacak kadar bilinci vardı; ardından, Atlas Okyanusu'nuntuzlu borasının durmaksızın geriye büktüğü kurumuşbir ağaca dönüştü.Öte yandan Helen, yal palaya yalpalaya Bayan Dalloway'inkapısına geldi, kapıyı vurdu, kapıların çarpması ve rüzgârındarbeleri yüzünden işitilemedi ve içeri girdi.Leğenler vardı, elbette. Bayan Dalloway yarı dik halde biryastığın üzerine uzanmıştı; gözlerini açmadı. Sonra, "Ah,Dick, sen misin?" diye mırıldandı.Helen haykırdı -çünkü lavaboya doğru savrulmuştu- "Nasılsınız?"Clarissa bir gözünü açtı. Bu, ona inanılmayacak kadar sefihbir görünüm verdi. "Berbat!" dedi soluk soluğa. Dudaklarınıniçleri beyazdı.Ayaklarını açarak yere sağlam basan Helen, içinde diş fırçasıolan bir su bardağına şampanya dökmeyi becerdi."Şampanya," dedi."İçinde diş fırçası var," diye mırıldandı Clarissa; gülümsemesi,ağlayan birinin yüzünü çarpıtmasından farksızdı. İçti.76"İğrenç," diye fısıldadı leğenleri işaret ederek. Nüktedanlığı­nın kalıntıları, yüzünde hâlâ ay ışığı gibi oyunlar yapıyordu."Daha ister misiniz?" diye haykırdı Helen. Konuşmak yineClarissa'nın gücünü aşıyordu. Rüzgâr gemiyi titreterek yan yatırdı.Solgun ıstıraplar, dalgalar halinde Bayan Dalloway'i yokladı.Perdeler çırpındıkça gri ışıklar pudra gibi üzerine serpiliyordu.Fırtınanın kasılmaları arasında Helen perdeyi tutturdu,yastıktan salladı, yatak örtülerini gerdi, sıcak bunın deliklerinive alnı soğuk esansla rahatlattı."Çok iyisiniz!" dedi Clarissa soluk soluğa. "Korkunç bir da­ğınıklık!"Düşüp yere saçılmış olan beyaz iç çamaşırlan için özür dilemeyeçalışıyordu. Bir saniyeliğine tek gözünü açtı; odanın dü­zenli olduğunu gördü. "İyi," dedi soluk soluğa.Helen onun yanından aynldı; derinlerde, çok derinlerde BayanDalloway'den bir şekilde hoşlandığını biliyordu. Onuncanlılığına ve hastalıkla boğuşurken bile düzenli bir yatak odasıarzu etmesine saygı duymaktan kendini alamıyordu. Bununlabirlikle, kombinezonu dizlerinin üstüne kadar sıyrılmıştı.Fırtına aniden pençesini gevşetti. Bu, çay zamanı oldu; boranınbeklenen galeyanı lepe noktasına erişir erişmez zayıflayıpsöndü; gemi her zamanki gibi bata çıka gitmek yerine istikrarlıbir biçimde ilerlemeye başladı. O tekdüze dalıp çıkma,kükreyip yatışma düzeni bozulmuştu; masadaki herkes başınıkaldırıp baktı, içlerinde birşeylerin gevşediğini hissediyorlardı.Gerginlik azalmış, insanca duygular yeniden gizli gizli gözkırpmaya başlamıştı, upkı bir tünelin sonunda gün ışığı görü­nünce olduğu gibi."Benimle bir gezintiye var mısın?" diye seslendi Ridley, masanınkarşı tarafındaki Rachel'a."A ptalca!" diye bağırdı Helen, ama sendeleye sendeleyemerdivenden yukarı çıktılar. Rüzgârdan solukları kesilirkenmoralleri ansızın düzeldi, çünkü bütün bu gri keşmekeşineteklerinde puslu, altın bir benek vardı. Bir anda dünya biçimkazandı; onlar artık boşlukta uçuşan atom lar değil, denizinsırtında utkulu bir gemiyi süren insanlardı. Rüzgâr ve uzam77sürgün edilmişti; dünya bir çamaşır teknesinin içindeki bir elmagibi yüzmekteydi; insanoğlunun, bağlarını koparmış olanzihni de bir kez daha o eski inançlara tutundu.Sürünerek gemiyi iki kez çepeçevre dolaşmış, rüzgârdançok sayıda sıkı şaplak yemişlerdi ki, bir denizcinin yüzününgerçekten altın gibi parladığım gördüler. Baktılar; güneşin sarırenkli tam dairesini seyrettiler; bir dakika sonra tutam tutambulutlar çaprazlamasına süzülerek güneşin üzerinden geçti;sonra güneş tamamen gizlendi. Ne var ki ertesi sabah kahvaltıvakti geldiğinde gökyüzü tertemiz olmuştu, dalgalar sarp olmaklabirlikte maviydi; hortlakların ikamet ettiği o tuhaf yeraltıdünyasını gördükten sonra insanlar her zamankinden dahabüyük bir sevinçle demliklerin, ekmek somunlarının arasındayaşamaya başladılar.Ne ki, Richard'la Clarissa hâlâ sınır bölgesindelerdi. Clarissadoğrulup oturmaya kalkışmadı; kocası ayaklarının üzerinde dikildi,yeleğiyle pantolonunu süzdü, başını iki yana salladı, sonrayeniden uzandı. Beyninin içi hâlâ kabanp iniyordu, tıpkı tiyatrosahnesindeki deniz gibi. Saat dörtle uykudan uyandığında, kırmızıpelüş perdelerle gri tüvit pantolon arasında parlak bir açıyapan gün ışığım gördü. Olağan dış dünya zihnine sızdı; giyindiğindeyine bir İngiliz beyefendisi olmuştu.Karısının yanında ayakta durdu. Clarissa onu ceketinin yakasındantutarak kendine çekip öptü; bir dakika boyunca onasımsıkı kenetlendi."Gidip biraz hava al, Dick," dedi. "Oldukça solgun görünü­yorsun... Ne kadar güzel kokuyorsun!.. Ayrıca o kadına karşıkibar ol. Bana öyle iyi davrandı ki."Hemen ardından Bayan DaIloway, yamyassı olmakla birliklehâlâ yenilmezliğini sürdüren yastığının serin tarafını çevirdi.Richard, Helen'i, içinde san kekle sade tereyağlı ekmek olaniki tabağın başında, görünmesinin kocasıyla konuşurken buldu."Çok hasta görünüyorsunuz!" diye bağırdı Helen onu gö­rünce. "Gelip biraz çay için."Fincanların üzerinde dolaşan ellerin güzelliği Richard'ındikkatini çekti.78"Kanma çok iyi davrandığınızı duydum," dedi. "Berbat birzaman geçirdi. Gelip ona şampanya içirmişsiniz. Siz de mikurtanlanlardan biriydiniz?""Ben mi? Ah, ben yirmi yıldır hasta olmadım - deniz tutmasıdemek istiyorum.""Hep söylerim, iyileşmenin üç aşaması vardır," diye arayagirdi Willoughby'nin sağlıklı sesi. "Süt aşaması, tereyağlı ekmekaşaması ve kızarmış et aşaması. Sizin tereyağlı ekmek aşamasındaolduğunuzu söyleyebilirim." Ona tabağı uzattı."Şimdi bol bol çay içmenizi salık veririm, sonra da güvertedehızlı bir yürüyüş; yemek zamanı geldiğinde et için yaygarakoparmaya başlamış olursunuz, ne dersiniz?" İşleri dolayısıylaizin isledikten sonra gülerek dışan çıktı."Ne muhteşem bir adam !" dedi Richard. "Her zaman birşeyleryapmaya hevesli.""Evet," dedi Helen, "hep öyleydi.""Bu yaptığı büyük bir girişim," diye sözlerini sürdürdü Richard."Bu iş kesinlikle gemilerle bitmeyecek, Onu Parlamento'dagöreceğiz, yoksa çok yanılıyorum demektir. Tam Parlamento'daistediğimiz türden bir adam - birşeyler yapmış olanbir adam."Ne ki Helen, görümcesinin kocasıyla pek ilgili değildi."Herhalde başınız ağrıyordur, değil m i?" diye sordu, taze birfincan çay doldururken."Hmm, ağrıyor," dedi Richard. "İnsanın bu dünyada bedenininkölesi olduğunu fark etmesi utanç verici. Biliyor musunuz,ocağın üstünde çaydanlık yoksa asla çalışamam. Fazlaçay içmem ama istersem içebileceğimi bilmem gerekir.""Sizin için çok kötü," dedi Helen."İnsanın yaşamını kısaltıyor; ama ne yazık ki, Bayan Ambrose,biz siyasetçiler buna baştan karar vermek zorundayız.Canımızı dişimize takıp çalışmamız gerek, yoksa-""Tekerinize çomak sokarlar!" dedi Helen neşeyle."Bizi ciddiye alm anızı bir türlü saglayam ıyoruz, BayanAmbrose," diye yakındı Richard. "Zamanınızı nasıl geçirdiğinizisorabilir miyim? Okumakla mt - felsefe mi?" (Kara kitabı79gördü.) "Metafizik ve balıkçılık!" diye bağırdı. "Bir kez dahayaşayacak olsam herhalde kendimi bu ikisinden birine adardım."Sayfalan çevirmeye başladı.'"O halde, iyi, tan ım lan am az,d iy e okudu yüksek sesle."Bunun hâlâ sürdüğünü düşünmek ne kadar hoş! 'Bildiğimkadarıyla, bu olguyu açıkça fark edip dile getiren bir tek elikyazan var: Profesör Henry Sidgwick.' Tam da bizim delikanlıykenkonuştuğumuz türden bir şey. Sabahın beşine kadarDuffy'le -şim di Hindistan Bakanı- o kemerli yollarda dairelerçize çize dolaşarak tartıştığımızı hatırlıyorum, sonunda, yatmakiçin çok geç olduğuna karar verir, onun yerine ata binmeyegiderdik. Herhangi bir sonuca vardığımız hiç oldu mu - obaşka mesele. Yine de önemli olan tartışmaktır. Hayatta akıldakalanlar böyle şeylerdir. O zamandan bu yana hiçbir şeyi o kadarcanlı anımsamadım. Filozoflar, bilginler," diye sözlerinisürdürdü, "meşaleyi elden ele geçiren, yaşamamızı sağlayanışığı yanık tutan insanlar onlardır. Siyasetçi olmak her zamaninsanı kör etmez, Bayan Ambrose.""Evet. Neden etsin ki?" dedi Helen. "Eşinizin şeker kullanıpkullanmadığını anımsayabiliyor musunuz?"Tepsiyi alıp Bayan Dallovvay'e gitmek üzere dışarı çıktı.Richard, kaşkolünü boynuna iki kez doladıktan sonra kendinigüçlükle güverteye attı. Karanlık odada solgunlaşıp narinleşenbedeni serin havada baştan aşağı karıncalandı. Kendinikesinlikle yaşamının en güzel çağındaki bir adam gibihissediyordu. Rüzgârın yüzünü tokatlamasına izin vererek sapasağlamdururken gözlerinde gururun ışıltısı vardı. Başınıhafifçe eğerek köşelerden döndü, uzun adımlarla yokuş yukarıilerleyip sert rüzgârı karşıladı. Bir çarpışma oldu. Çarptığıkişinin kim olduğunu bir an göremedi. "Özür d ilerim .""Özür dilerim." Af dileyen, Rachel'dı. İkisi de güldü; rüzgârda,konuşamayacak kadar çok savrulmuşlardı. Rachel, odası­nın kapısını iterek açtı; içerinin dinginliğine doğru bir adımattı. Onunla konuşmak için Richard'm onun ardından gitmesigerekiyordu. Rüzgârın girdabında durdular; kâğıtlar dairelerçizerek uçuşmaya başladı, kapı çarptı; onlarsa kahkahalarla80birer sandalyeye devriliverdiler. R ichard, Bach'm üzerineoturdu."Vay canına! Ne fırtına!" diye bağırdı."Güzel, değil m i?" dedi Rachel. M ücadele ve rüzgâr onayoksun olduğu kararlılığı vermişti; yanakları kızarmış, saçlarıçözülmüştü."Ah, ne eğlence!" diye haykırdı Richard. "Neyin üstündeoturuyorum ben? Burası sizin odanız mı? N e kadar hoş!""Şuraya - şuraya oturun," diye buyurdu Rachel. Covvper birkez daha kaydı."Yeniden görüşmemiz ne kadar hoş," dedi Richard. "Sankiyıllar geçti. Cowperin Mektupları?.. Bach?.. Uğultulu Tepeler?..Dünya hakkında tefekküre daldığınız, sonra da zavallı siyaset­çilere sorular yöneltmek üzere dışarı çıktığınız yer burası mı?Deniz tutmasının verdiği aralarda, konuşmamız hakkında çokdüşündüm. Emin olun, beni düşündürdünüz.""Sizi düşündürdüm mü? Ama neden?""Nasıl da yapayalnız buz dağlarıyız biz, Bayan Vinrace! Nekadar az iletişim kurabiliyoruz! Size anlatmak istediğim çokşey var - hakkında düşüncelerinizi duymak islediğim şeyler.Burke'ü hiç okudunuz mu?""Burke m ü?" diye yineledi Rachel. "Burke kimdi?""Hayır mı? Hmm, öyleyse size bir nüsha göndermeliyim.Fransız ihtilali Üzerine Söylev - Amerikan Ayaklanması? Hangisiolsun acaba?" Cep deflerine birşeyler kaydetti. "Sonra dabana yazıp kitap hakkında ne düşündüğünüzü anlatmalısınız.Bu suskunluk -b u yalıulmışlık- işte modem yaşamın sorunubu! Şimdi, bana kendinizden söz edin. İlgi alanlarınız, uğraşı­larınız nelerdir? Çok güçlü ilgi alanları olan bir insan olduğunuzutahmin ediyorum. Elbette öylesiniz! Güzel Tanrım! içindeyaşadığımız çağı düşününce, fırsatları ve olanaklarıyla, yapılacak,tadı çıkarılacak bir yığın şeyiyle - neden on tane değilde bir tane hayatımız var? Ama kendinizden söz edecektiniz?""Gördüğünüz gibi, kadınım," dedi Rachel."Biliyorum - biliyorum," dedi Richard, başını geriye atıpgözlerini ovuşturarak.81"Kadın olmak ne kadar tuhaf! Genç ve güzel bir kadının,"diye devam etti, özlü bir söz söylercesine, "bütün dünya ayaklarıaltındadır. Bu doğru, Bayan Vinrace. Hesapsız bir gücünüzvar - iyilik ve kötülük için. Yapamayacağınız ne var k i-" sözü­nü tamamlamadı."Ne?" diye sordu Rachel."Güzelsiniz," dedi Richard. Gemi yalpaladı. Rachel hafifçeöne düştü. Richard onu kollarına alıp öptü. Sımsıkı sarılaraktutkuyla öptü, öyle ki Rachel onun bedeninin sertliğini, yana­ğının pürüzlerinin kendi yanağında iz bıraktığını hissetti.Gözlerinin önüne kapkara dalgalar gönderen şiddetli kalpatışlarıyla sandalyesine yığılıverdi. Richard, elleriyle alnınıkavradı."Beni baştan çıkarıyorsunuz," dedi. Ses tonu dehşet vericiydi.Kavgada nefesi tıkanmış gibiydi. İkisi de titriyordu. Rachelayağa kalktı ve dışarı çıktı. Başı soğuktu, dizleri titriyordu; buduygunun bedensel acısı öyle büyüktü ki, Rachel hareket etmeyiancak yüreğinin kocaman hoplayışları üzerinde sürdürebiliyordu.Geminin parmaklıklarına yaşlandı; yavaş yavaş hiç­bir şey hissetmemeye başladı, çünkü bedeninde ve zihnindebir ürperti dolaşıyordu. Uzaklarda, dalgaların arasında küçük,siyah beyaz deniz kuşları süzülüyordu. Dalgaların çukurlarındayumuşacık, zarif hareketlerle yükselip alçalırken fazlasıylayalıtılmış ve kayıtsız görünüyorlardı."Huzur dolusunuz," dedi Rachel. Kendisi de huzurla dolmuştu,aynı zamanda içini tuhaf bir sevinç sarıyordu. Yaşamonun hiç tahmin etmediği sonsuz olasılıklar içeriyordu sanki.Parmaklıklara yaslanıp, üşüdüğünü ve yeniden tümüyle sakinleştiğinihissedene dek, dalgaların doruklarına kesik kesikserpilen gün ışığında, bulanık gri sulara baktı. Ne olursa olsun,başına harika bir şey gelmişti.Ne var ki, yemek sırasında kendini yücelmiş değil, düpedüzrahatsız hissediyordu; sanki Richard'la birlikte olağan yaşamdagizli tutulan bir şey görmüşlerdi de bu yüzden birbirlerinebakmak istemiyorlardı. Richard'ın gözleri bir kez tedirginlikleona doğru kaydı, bir daha da hiç bakmadı. Resmî, basmakalıp82sözcükler güçlükle bir araya getiriliyordu, ama Willoughbyheyecana gelmişti."Bay Dalloway'e kızarmış et!" diye bağırdı. "Haydi gelin - oyürüyüşten sonra artık et aşamasındasınız, Dalloway!"Bunu, Bright, Disraeli ve koalisyon hükümetleri hakkındaharika, erkeksi öyküler izledi; yemek masasındakilerin özelliksizve küçük görünmesine neden olan harika öyküler. Yemektensonra, sallanan büyük lambanın altında baş başa otururlarkenRachel'ın benzinin solukluğu Helen'in dikkatiniçekti. Kızın davranışlarında bir tuhaflık olduğu bir kez dahaaklına geldi."Yorgun görünüyorsun. Yorgun musun?" diye sordu."Yorgun değilim," dedi Rachel. "Ah evet, galiba yorgunum."Helen ona yatmasını tavsiye etli; Rachel uzaklaştı, Richard'ıbir daha görmedi. Çok yorulmuş olmalıydı ki hemen uykuyadaldı, ama bir iki saatlik rüyasız uykunun ardından rüya gördü.Düşünde, uzun bir tünelden aşağı yürüyordu; tünel gittik­çe daralıyordu, öyle ki Rachel iki yanındaki nemli tuğlalaradokunabiliyordu. Sonunda tünel açılıp bir kubbeye dönüşlü;Rachel kendini içeride kapana kısılmış halde buldu, nereyedönse tuğlalarla karşılaşıyordu, yere çömelmiş, anlamsız seslerçıkaran, uzun tırnaklı, küçücük, biçimsiz bir adamla yalnızdı.Adamın yüzü çiçek bozuğuydu ve bir hayvanın yüzüne benziyordu.Arkasındaki duvardan sızan nem, damlacıklar halindetoplanıp aşağıya kayıyordu. Rachel, kıpırdamaya cesaret edemeden,ölüm kadar hareketsiz ve soğuk, yatıyordu; sonundakendini yatağın öte yanına atarak bu ıstıraba son verdi ve"Ah!" diye haykırarak uyandı.Işık ona tanıdık şeyleri gösterdi: Sandalyeden düşmüş giysilerini,bembeyaz ışıldayan sürahiyi; ne var ki, korku hemenyok olmadı. Peşinde biri varmış gibi hissediyordu, bu yüzdenkalkıp kapısını kilitledi. Bir ses inleyerek onu çağırıyordu; gözleronu arzuluyordu. Bütün gece barbar adamlar gemiye saldırdılar;itişip kakışarak geçitlerden aşağı indiler ve onun kapısındadurup havayı kokladılar. Rachel bir daha uyuyamadı.83VI. Bölüm"İşte hayatın trajedisi bu - hep söylediğim gibi!" dedi BayanDaIloway. "Birşeylere başlayıp, sonlandırmak zorunda kalmak.Öyle de olsa bunun sona ermesine izin vermeyeceğim,eğer siz de kabul ederseniz." Sabahtı, deniz durgundu ve gemibu kez de, sahilden pek uzak olmayan bir başka yerde demiratmıştı.Bayan Dallovvay uzun kürk pelerinini giymiş, tüllerini başı­nın çevresine dolamıştı; gözalıcı sandıklar bir kez daha birbirininüzerinde durmaktaydı, böylece birkaç gün önceki sahnetekrarlanıyormuş gibi görünüyordu."Londra'da görüşeceğimize inanıyor musunuz?" dedi Ridleykinayeli bir tavırla. "Şuraya adımınızı atana kadar benimle ilgiliher şeyi unutmuş olacaksınız."Dalları kıpırdayan ağaçlarını artık ayrı ayrı seçebildikleriküçük koyun sahilini işaret etti."Ne kadar kötüsünüz!" diye güldü Bayan Dalloway. "Nasılolsa Rachel beni görmeye gelecek - döndüğünüz anda," dedi,Rachel'ın kolunu sıkarak. "Hemen - mazeret yok!"İkna'nın içindeki boş yaprağa gümüş bir kalemle adını veadresini yazıp, kitabı Rachel'a verdi. Gemiciler çantaları omuzlamışlardı;kalabalık biraraya toplanmaya başlıyordu. Kaptan84Cobbold, Bay Grice, Willoughby, Helen, oradalardı; mavi sü-veterli, lamdık olmayan, minnettar bir de adam vardı."Ah, zamanı geldi," dedi Clarissa. "Pekala, hoşça kalın. Senisevdim," diye mırıldandı, Rachel'ı öperken. Aralarındaki insanlarRichard'la Rachel'ın el sıkışmasına gerek bırakmamışlardı;geminin yanından aşağı inen karısının peşi sıra gitmeden önce,Richard ona bir saniye, çok resmî bir ifadeyle bakmayı başardı.Gemiden ayrılan sandal karaya doğru ilerledi; Helen, Ridleyve Rachel birkaç dakika parmaklıklardan sarkıp izlediler. BayanDalloway bir kez dönüp el salladı; ama sandal küçüldükçeküçüldü, sonunda yükselip alçalmayı kesti; kararlı iki sııttanbaşka hiçbir şey görünmez oldu,"Eh, bu da bitti," dedi Ridley, uzun bir sessizlikten sonra."Onları bir daha hiç görmeyeceğiz," diye ekledi, kitaplarınınyanına gitmek üzere arkasına dönerken. Üzerlerine bir boşlukduygusu ve hüzün çökmüştü; bittiğini, sonsuza dek ayrıldıklarınıiçten içe biliyorlardı ve bu bilgi, içlerini, tanışıklıkları­nın uzunluğunun haklı gösterebileceğinden çok daha fazlakasvetle dolduruyordu. Daha sandal uzaklaşırken Dalloway'lerinyerini başka görüntü ve seslerin almaya başladığını hissedebiliyorlardı;bu duygu öyle nahoşlu ki ona karşı koymayaçalışıyorlardı. Çünkü aynı şekilde onlar da unutulacaklardı.Tıpkı alt katta kurumuş gül yapraklarını tuvalet masasındansüpürmekte olan Bayan Chailey gibi, Helen da konuklar gittiktensonra her şeyi yeniden derleyip toplamak için can atı­yordu. Apaçık mecalsizliği ve kayıtsızlığı Rachel'ı kolay bir avhaline getiriyordu; gerçekten de Helen bir tür tuzak tasarlamıştı.Bir şey olduğundan artık neredeyse emindi; üstelik, yeterinceuzun süre birbirlerine yabancı kaldıklarını düşünmeyebaşlamıştı; kızın nasıl biri olduğunu öğrenmek istiyordu, elbettebunun nedeni biraz da Rachel'ın tanınmaya hiç hevesliolmayışıydı. Bu nedenle, parmaklıklardan çekildikleri sıradaşöyle dedi:"Alıştırma yapmak yerine gel de benimle konuş," ve katlanırkoltukların güneşin alımda uzandığı korunaklı tarafa yö­neldi. Rachel kayıtsız bir tavırla onu takip etti. Zihni Ric-85hard'la meşguldü; olanların aşın tuhaflığıyla ve daha önce bilincindeolmadığı binlerce duyguyla. Helen basmakalıp sözlerleona yaklaşmaya çalışırken, Rachel onun söylediklerini dinlemekiçin neredeyse hiç çaba göstermedi. Bayan Ambrose nakışınıdüzenler, ipekli ipliğini emip iğnesine geçirirken, o,gözlerini ufka dikerek sırı üstü yattı."O insanlan sevdin mi?" diye sordu Helen teklifsiz bir tavırla."Evet," diye yanıtladı Rachel ifadesizce."Onunla konuştunuz, değil mi?"Rachel bir dakika hiçbir şey söylemedi."Beni öptü," dedi, ses tonunda hiçbir değişiklik olmaksızın.Helen irkildi, ona baktı, ama ne hissettiğini çözemedi."M-m-m, evet," dedi biraz durakladıktan sonra. "O tür biradam olduğunu düşünmüştüm.""Ne tür bir adam?" dedi Rachel."Kendini beğenmiş ve aşırı duygusal.""Ondan hoşlandım," dedi Rachel."Yani aslında rahatsız olmadın mı?"Helen onu tanıdığından bu yana ilk kez Rachel'ın gözleri ışılışıl parlıyordu."Oldum," dedi hararetle. "Rüya gördüm. Uyuyamadım.""Ne olduğunu bana anlat," dedi Helen. Rachel'ın öyküsünüdinlerken dudaklarının seğirmesine engel olmak zorunda kaldı.Öykü büyük bir ciddiyetle, mizah duygusundan yoksunbir biçimde pat diye dökülüverdi."Siyasetten söz ettik. Bir yerlerde yoksullar yararına neleryaptığını anlattı. Ona türlü türlü sorular sordum. Bana hayatı­nı anlattı. Dünden önceki gün, fırtınadan sonra beni görmekiçin odama geldi. O sırada oldu, neredeyse birdenbire. Beniöptü. Neden, bilmiyorum." Konuştukça kızarıyordu. "Epeyceheyecanlandım," diye sözlerini sürdürdü. "Ama önce rahatsızolmadım; sonra-" durakladı; yine kabarmış küçük adamın surelinigördü - "dehşete kapıldım."Gözlerindeki bakıştan, yine dehşete düştüğü belliydi. Helengerçekten ne diyeceğini bilemiyordu. Rachel'm yetiştirilişihakkında bildiği pek az şeye dayanarak, erkeklerle kadınların86ilişkilerinden tümüyle habersiz bırakılmış olduğunu sanıyordu.Erkeklerle değil de kadınlarla birlikleyken hissettiği birutangaçlık nedeniyle, bunların neler olduğunu yalın bir bi­çimde açıklamak istemiyordu. Bu yüzden, diğer yolu tutaraktüm olayı önemsiz gösterdi."Ah, neyse," dedi, "salak yaratığın biriydi; yerinde olsambunu daha fazla düşünmezdim.""Hayır," dedi Rachel, dimdik oturarak, "öyle yapmayaca­ğım. Tam olarak ne anlama geldiğini bulana kadar bütün gece,bütün gün bunu düşüneceğim.""Hiçbir şey okumuyor musun sen?" diye sordu Helen tereddütle."Covvper'm Mektupları - o tür şeyler. Babam bana alıyor, yada halalarım."Helen, kızını, yirmi dört yaşma gelip de erkeklerin kadınlanarzuladığından neredeyse hiç haberdar olmadan, bir öpücükledehşete kapılacağı biçimde yetiştiren bir adam hakkında nelerdüşündüğünü yüksek sesle söylememek için kendini güç tutuyordu.Rachel'm kendini inanılmayacak kadar gülünç durumadüşürmüş olduğundan korkmak için sağlam nedenleri vardı."Pek fazla erkek tanımıyorsun herhalde?" diye sordu."Bay Pepper," dedi Rachel alaya bir tavırla."Yani seninle evlenmek isteyen biri hiç olmadı mı?""Hayır," diye yanıtladı açıkyüreklilikle.Helen, söylediklerinden anlaşıldığı kadarıyla Rachel'ın bunlarüzerinde enine boyuna düşüneceği kesin olduğuna göre,ona yardım etmesinin iyi olacağına karar verdi."Korkmana gerek yok," dedi. "Bu, dünyadaki en doğal şey.Erkekler seni öpmek isteyeceklerdir, tıpkı seninle evlenmekisteyecekleri gibi. Üzücü olan, şeyleri olduğundan büyük yada küçük görmektir. Bu tıpkı insanların yemek yerken ya daerkeklerin tükürürken çıkardığı seslere dikkat etmeye benziyor;ya da kısacası, insanın sinirine dokunan herhangi küçükbir şeye."Rachel bu sözlere dikkatini vermiyor gibiydi. "Söylesene,"dedi birdenbire, "Piccadilly'deki şu kadınlar kim?"87"Piccadilly mi? Onlar, fahişeler," dedi Helen."Bu, dehşet verici - iğrenç," dedi Rachel, sanki nefreti Helen'ida içine alıyordu."Öyle," dedi Helen. "Ama-""Ondan hoşlanmıştım," diye düşüncelere daldı Rachel, kendikendine konuşur gibi. "Onunla konuşmak istemiştim; neleryaptığını öğrenmek istemiştim. Lancashire'daki kadınlar-"Konuşmalarını anımsayınca, Richard'da sevmeye değer,kurmaya yeltendikleri arkadaşlıkta iyi, ayrılma biçim lerindeysetuhaf denecek kadar acıklı birşeyler varmış gibi gelmeyebaşlamıştı.Helen onun ruh halindeki yumuşamayı görebiliyordu."Görüyorsun ya," dedi, "her şeyi olduğu gibi kabul etmelisin;erkeklerle arkadaşlık etmek istiyorsan tehlikeleri göze alacaksın.Kendi adıma," diye sözlerini sürdürdü birden gülümseyerek,"buna değdiğini düşünüyorum; beni öpmelerinin sakıncasıyok; galiba Bay Dalloway'in seni öpüp beni öpmemesinide epey kıskandım. Her ne kadar," diye ekledi, "beni birhayli sıkııysa da."Ama Rachel onun gülümsemesine karşılık vermedi; Helen'inondan beklediği gibi bütün olayı aklından çıkarıp atmadıda. Zihni çok hızlı, Luıarsız ve acı vererek çalışıyordu. Helen'insözleri hep orada olan kocaman kütleleri devirmişti; içerigiren ışıksa soğuktu. Bir süre sabit gözlerle oturduktan sonrabirden patladı;"Demek bu yüzden tek başıma yürüyemiyorum!"Bu yeni ışığın altında yaşamını ilk kez, sürünen, kuşatılmışbir şey olarak görüyordu; yüksek duvarlar arasında ihtiyatlagüdülen, şurada yönü değiştirilmiş, burada karanlığa daldırılmış,köreltilmiş, sonsuza dek sakatlanmış bir şey -elindeki tekfırsat olan yaşamı- binlerce söz ve eylem, onun için apaçıkoluvermişti."Çünkü erkekler gaddar! Erkeklerden nefret ediyorum!" diyebağırdı."Ondan hoşlandığını söylemiştin galiba?" dedi Helen."Ondan hoşlanmıştım, öpülmekten de hoşlanmıştım," diye88yanıtladı Rachel, bu yalnızca sorununu daha da güçleştiriyormuşgibi.Helen, hem sarsıntının hem de sorunun ne denli hakiki olduğunugörünce şaşırmıştı, ne var ki bu güçlüğü gidermekiçin, konuşmayı sürdürmekten başka bir yol düşünemiyordu.Yeğenini konuşturmak, böylece bu oldukça sıkıcı, iyi yürekli,görünüşte dürüst siyasetçinin onun üzerinde neden bu kadarderin bir iz bıraktığını anlamak istiyordu, çünkü yirmi dörtyaşında bu kesinlikle doğal değildi."Bayan DallowayM de sevdin mi?" diye sordu.Konuşurken, Rachel'ın kızardığını gördü; söylediği aptalcaşeyleri anımsıyor, bu zarif kadına kötü davrandığının farkınavanyordu, çünkü Bayan Daflovvay kocasını sevdiğini söylemişti."Oldukça nazikti, ama yüksük kafalı bir yaratıktı," diye devametti Helen. "Bu kadar saçmalık duymamıştım! Dır-dır-vırvır-balık ve 'Yiınan alfabesi- kimsenin söylediği tek sözcüğüdinlememeler -nasıl çocuk yetiştirileceği hakkında bitmez tü­kenmez budalaca kuram lar- adamla konuşmayı çok daha yeğ­lerim. Kendini beğenmiş bir adamdı ama en azından kendisinesöylenenleri anlıyordu."Richard'ın da Clarissa'nın da büyüleyicilikleri, fark edilemeyecekkadar az da olsa, soldu. Demek, her şeye rağmen, olgunbir insanın gözünde o kadar da harika değillerdi."İnsanların içlerini anlamak çok güç," dedi Rachel; Helenonun daha doğal bir tavırla konuştuğunu hoşnutlukla gördü."Galiba aldanmışım."Helen'a göre bundan pek kuşku yoktu ama kendini tutupyüksek sesle şöyle dedi:"Denemeler yapmak gerek.""Çok da naziklerdi," dedi Rachel. "Sıradışı bir ilginçliklerivardı." Richard'ın ona sunduğu, sinirlere benzeyen su kanallarıyla,hastalıklı deri parçalanna benzeyen kötü evleriyle, canlıbir şey olarak dünya imgesini anımsamaya çalıştı. Onun düsturlarınıanımsadı -B irlik - Hayalgücü; o , ablalarından ve kanaryalarından,çocukluğundan ve babasından söz ederkenkendi çay fincanındaki baloncukların biraraya toplanışı, kü-89çûk dünyasının harika bir biçimde genişleyişi gözünün önünegeldi."Ama bütün insanlar sana eşit ölçüde ilgi çekici gelmiyor,değil mi?" diye sordu Bayan Ambrose.Rachel, o zamana kadar insanların çoğunun birer simge olduğunusöyledi; ama konuştuklarında simge olmaktan çıkıp,dönüşüyorlardı - "Onları sonsuza dek dinleyebilirim!" diyebağırdı. Sonra yerinden fırladı, alt katta bir dakikalığına gözdenkaybolup, kalın, kırmızı bir kitapla geri geldi."Kim Kimdir," dedi, kitabı Helen'in dizine koyup sayfalarıçevirirken. "İnsanların kısa yaşamlarını anlatıyor - örneğin:'Sir Roland Beal; doğumu 1 8 5 2 ; anne babası M offatllı;Rugby'de öğrenim gördü; Kraliyet Mühendisleri'ne birinciliklekatıldı; 1878'de T. Fishwick'in kızıyla evlendi; 1884-85 BechuanalandSeferi'nde görev yaptı (şeref listesinde). Dernekler:Birleşik Hizmet, Donanma ve Ordu. Özel meraklan: Coşkulubir curling oyuncusu."Güverteye, Helen'in ayaklarının dibine oturup sayfaları çevirerekbankacılann, yazarların, din adamlarının, denizcilerin,cerrahlann, yargıçların, profesörlerin, devlet adamlarının, yayımcılann,hayırseverlerin, tüccarların ve kadın oyuncularınyaşam öykülerini, hangi derneklere üye olduklarını, neredeyaşadıklarım, hangi oyunları oynadıklarını, kaç dönüm arazileriolduğunu okumayı sürdürdü.Kitaba gömülmüştü.Bu sırada Helen, nakışını işleyerek, konuştukları şeyleri birkez daha düşündü. Vardığı sonuç, mümkün olursa yeğeninenasıl yaşanacağım ya da kendi deyişiyle nasıl mantıklı bir insanolunacağını göstermeyi çok istediğiydi. Siyasetle siyasetçileriöpmek arasındaki bu karışıklıkta mutlaka yanlış birşeylerolduğunu ve yaşça büyük birinin yardım etmesi gerektiğinidüşünüyordu."Sana katılıyorum," dedi, "insanlar çok ilgi çekici; yalnız-"Rachel, parmağım sayfaların arasına koyarak başını kaldırıpsorgular gibi baktı."Yalnız, ayrım yapman gerektiğini düşünüyorum," diye bi­90tirdi sözlerini. "Dallovvay'ler gibi - hmm, ikinci sınıf insanlarlasıkı fıkı olup bunu sonradan anlamak üzücü.""Ama insan nasıl bilebilir ki?" diye sordu Rachei."Doğrusu bunu sana anlatamam," diye açıksözlülükle yanuladıHelen, bir an düşündükten sonra. "Kendin bulmak zorundasın.Ama denemelisin ve - Neden bana Helen demiyorsun?"diye ekledi. "'Yenge' berbat bir ad. Yengelerimi hiç sevmezdim.""Sana Helen demek hoşuma gider," diye yanıtladı Rachei."Beni çok mu sevimsiz buluyorsun?"Rachei, Helen'in anlamayı kesinlikle başaramadığı noktalarıgözden geçirdi; bunlar çoğunlukla aralannda neredeyse yirmiyaş fark olmasından kaynaklanıyordu, bu da böyle önemli birmeselede Bayan Ambrose'un fazla nüktedan ve serinkanlı gö­rünmesine yol açıyordu."Hayır," dedi. "Anlamadığın bazı şeyler var elbette.""Elbette," diye ona katıldı Helen. "Öyleyse anık yoluna devamedip kendi istediğin gibi biri olabilirsin," diye ekledi.Deniz gibi ya da rüzgâr gibi, başka her şeyden farklı, hiçbirşeyin içine kanşıp yitmeyecek, gerçek, sonsuz bir şey olarakkendi kişiliğinin, kendinin görüntüsü Rachel'ın zihninde parlayıverdi;yaşamak düşüncesi onu alabildiğine heyecanlandırdı."K-k-kendim olabilir miyim?" diye kekeledi. "Sana rağmen,DallONvay'lere, Bay Pepper'a, babama, halalanma rağmen, bunlararağmen?" Elini, devlet adamlarıyla ve askerlerle dolu birsayfanın üzerinde gezdirdi."Hepsine rağmen," dedi Helen ciddi bir tavırla. Sonra iğnesinibırakıp, konuştukları sırada aklına gelen bir tasarıyı açıkladı.İnsanın bütün gün bir yelpazeyle böcekleri kovarak dönduvar arasında yatmak zorunda olduğu kükürtlü, tropikal birlimana ulaşana dek Amazonlar'da gezinip durmak yerine, yapılacaken mantıklı şey kesinlikle mevsimi deniz kıyısındakiköşklerinde onlarla birlikle geçirmesiydi; başka artıların yanısıra kendisinin de orada olması-"Ne de olsa, Rachei," diye sözünü yarıda kesti, "aramızdayirmi yaş fark var diye birbirimizle insanca konuşamazmışızgibi davranmak aptallık olur."91"Evet çünkü birbirimizi seviyoruz," dedi Rachel."Evet," diye ona katıldı Bayan Ambrose.Her ne kadar bu sonuçlara nasıl ulaştıklarını söyleyemeyecekolsalar da, yirmi dakikalık sohbetlerinde başka gerçeklerinyanı sıra bu gerçek de açıklığa kavuşturulmuştu.Nasıl ulaşmış olurlarsa olsunlar, bir iki gün sonra BayanAmbrose'u görümcesinin kocasını aramaya göndermekte yeterinceciddiydiler. Bayan Ambrose onu odasında oturmuş çalışırkenbuldu, bir uzman lavnyla incecik kâğıt destelerine tombulmavi bir kalemle yazı yazıyordu. Sağma soluna kâğıtlar yayılmıştı,kocaman zarflar kâğıtlarla öyle tıka basa doluydu ki kâ­ğıtlar masaya taşıyordu. Başının üstünde bir kadın yüzünün fotoğrafıasılıydı. Londralı bir fotoğrafçının karşısında tümüylekıpırtısız oturma zorunluluğu, kadının dudaklarının acayip birbiçimde, küçücük büzülmesine neden olmuştu; gözleri de, aynınedenle, sanki lüm durumu gülünç buluyormuş gibi bakıyordu.Yine de kendine özgü, ilgi çekici bir kadının başıydı bu;onunla göz göze gelebilse dönüp Willoughby'e bir kahkaha.atacağıkuşkusuzdu; ama o, başını kaldırıp kadına bakınca derinbir iç çekti. Onun zihninde, yaptığı bu iş, Hull'da geceleri dağ­lar gibi görünen kocaman fabrikalar, okyanusu dakika şaşmadangeçen gemiler, şununla bunu birleştirip sağlam bir sanayitopluluğu kurma tasarıları, hepsi, karısına birer adaktı; başarısı­nı onun ayaklarının altına sermişti; her zaman kızını Theresa'nmhoşnut olacağı biçimde nasıl yetiştireceğini düşünüyordu.Çok hırslı bir adamdı; Helen, kansı yaşarken ona pek de iyidavranmadığını düşünse de, Willoughby şimdi onun cennettenkendisini izlediğine, içindeki iyiliği uyandırdığına inanıyordu.Bayan Ambrose, böldüğü için özür dileyerek, bir tasarısıhakkında konuşmak için izin istedi. Acaba kızını Amazonlar'agötürmek yerine karaya ulaştıklarında onlarla bırakmaya razıolur muydu?"Ona çok iyi bakarız," diye ekledi, "bu gerçekten hoşumuzagider."Willoughby çok ciddi görünüyordu; kâğıtlarını dikkatle biryana bıraktı.92"İyi bir kızdır," dedi sonunda. "Benzerlik var mı?" - başıylaTheresa'nm fotoğrafını işaret ederek içini çekli. Helen, Londralıfotoğrafçının karşısında dudaklarını büzen Theresa'yabaktı. Fotoğraf onu gülünç, insanca bir haliyle akla getiriyordu;Helen bir şakayı paylaşmak için yoğun bir arzu duydu."Elimde kalan tek şey kızım," diye içini çekti Willoughby."Yıllardır bunlardan söz etmeden yaşayıp gidiyoruz-" Sözünütamamlamadı. "Ama böylesi daha iyi. Sadece, hayat çok zor."Helen onun için üzüldü; hafifçe vurarak omzunu okşadı,ama görümcesinin kocası duygularını ifade ederken o kendinirahatsız hissediyordu; kaçışı, Rachel'ı övmekte ve tasarısınınneden iyi olabileceğini açıklamakla buldu."Doğru," dedi Willoughby, Helen sözünü bitirdiğinde. "Sosyalkoşulların ilkel olacağı kesin. Çoğu zaman dışarıda olaca­ğım. Bunu o istediği için kabul etlim. Elbette sana güvenimtam... Gördüğün gibi, Helen," diye devam etti, sır verir gibi birtavır takınarak, "onu annesinin arzu edeceği şekilde yetiştirmekistiyorum. Şu modern görüşleri onaylamıyorum - tıpkısenin gibi, ha? O, iyi, sessiz bir kız, kendini müziğine adadı -bunun birazcık daha azından zarar gelmez. Yine de müzik onumutlu elti; Richm ond'da çok sakin bir yaşam sürüyoruz.Onun daha çok insan görmesini islerim. Memlekete döndü­ğümde onu yanımda gezdirmek istiyorum. Ablalarımı Richmond'dabırakıp Londra'da bir ev kiralayarak, kızımı, benimhatırım için ona iyi davranacak bir iki kişiyle tanıştırmaya niyetliyim.Şunu anlamaya başladım ki," diye sürdürdü sözlerinigerinirken, "bütün bunlar Parlamento'ya doğru uzanıyor, Helen.İnsanın birşeyleri istediği gibi yaptırmasının tek yolu bu.Dalloway'le bunun hakkında konuştum. Bu durumda elbetteRachel birtakım şeylere daha fazla katılmayı becersin isterim.Belirli bir miktar eğlence gerekli olacaktır - yemekler, aradasırada bir akşam partisi. Seçmenler karınlarının doyurulmasındanhoşlanır herhalde. Bütün bu bakımlardan Rachel banaçok yardımcı olabilir. Bu yüzden," diye bağladı sözlerini, "bumisafirliği ayarlarsak (unutma, bunu bir iş olarak görmemizgerekiyor), kızıma yardımcı olmanın, onu takdim etmenin.93-şimdilik biraz utangaç,- onu bir kadın, annesinin isteyeceğitürden bir kadın yapmanın yolunu bulursan çok memnunolurum," diye bitirdi, başını fotoğrafa doğru sallayarak.Helen'in gördüğü kadarıyla kızma duyduğu sevgiyle tutarlıolmakla birlikte W illoughby'nin bencilliği, Helen'in, kızınonlarla kalmasını sağlamakta kararlı davranmasına neden olmuştu,ama bu arada kadınsı zarafetler üzerine eksiksiz birdizi ders vaat etmek zorunda kalmıştı. Onun yanından ayrı­lırken, bu hayale gülmekten -Muhafazakâr ev sahibesi Rachel!—kendini alamıyordu, bir babanın şaşırtıcı cehaletinehayret etmekten de.Kendisine danışıldığında Rachel, Helen'in beklediğindendaha az ilgi gösterdi. Bir an hevesleniyor, sonra kuşku duymayabaşlıyordu. Parlak kuşların üstünde uçuştuğu, tropikal gü­neşin alımda kâh maviye, kâh sarıya dönen, kâh ayın altındabeyaz, kâh kıpırdanan ağaçlarla ve sarmaşıklı kıyılardan süzü­len kanolarla birlikte gölgelere gömülmüş, kocaman bir nehringörüntüleri dört bir yandan saldırıyordu. Helen ona bir nehirvaat etli. Rachel bu kez de babasını bırakmak istemedi. Buduygu da hakiki görünüyordu ama sonunda Helen galip geldi,ne ki, davasını kazandığında kuşkular dört bir yandan saldırmaktaydı;başka bir insanın yazgısına karışmasına yol açan itkidenbirkaç kez pişmanlık duydu.94VII. Bölüm••••••••••Uzaktan Euphrosyne çok küçük görünüyordu. Büyük yolcugemilerinin güvertelerinde dürbünler onun üzerine çevrilmiş­ti; düzensiz seferler yapan bir gemi, bir yük gemisi ya da insanlarıngüvertede sığırların arasında sağa sola yuvarlandığı oküçük sefil buharlı yolcu gemilerden biri olduğuna hükmediliyordu.Dallovvay'lerin, Ambrose'ların, Vinrace'lerin böceğiandıran suretleri de gerek bedenlerinin aşın küçüklüğü gereksegerçekten canlı yaratıklar mı yoksa yalnızca halatların üzerindekişişkinlikler mi olduklarına dair, yalnızca güçlü dürbünleringiderebileceği kuşkular nedeniyle alaya alınmaktaydı.Bay Pepper bütün bilgisine rağmen bir karabatak olarak algılanıyor,sonra aynı adaletsizlikle bir ineğe dönüştürülüyordu.Geceleri salonda valsler hızım alır, yetenekli yolcular ezbereokumalar yaparken -biri havada, yükseklerde, direğin tepesindeolmak üzere, karanlık dalgalar arasındaki ışıklı birkaçboncuktan ibaret o lan - küçük gemi, dans arasında dinlenmekteolan terli eşlere gizemli, etkileyici bir şey gibi görünü­yordu. Geceleyin geçen bir gemi oluyordu - insan hayalınınyalnızlığının bir simgesi, acayip sırlar ve yakınlık dileyenapansız yakarışlar için bir fırsat.Gece gündüz kendi yolunda gitti, gitti, ta ki bir sabah şafak95söküp karayı gösterene dek. Gölgemsi görünümünü yitirenkara, önce yarılıp dağlık bir yer oldu, ardından grilere, morlaraboyandı, sonra üzerine aşama aşama birbirinden ayrılan beyazbinalar serpiştirildi, derken, geminin ilerleyişinin manzaraüzerinde gücü giderek artan bir dürbün etkisi yapmasıyla birlikte,evlerle dolu caddelere dönüşlü. Saat dokuz olduğundaEuphrosyne kocaman bir körfezin ortasında konumunu almış­tı; çapasını attı; atar atmaz da muayene edilmesi gereken sırtüstü uzanmış bir devmiş gibi küçük tekneler gelip çevresineüşüştü. Bağırış çağırışlarla çınladı; adamlar üzerine alladılar;ayaklar güvertesinde gümbürdedi. Yapayalnız küçük ada heryandan istila edildi; dört haftalık sessizlikten sonra insanlarınkonuştuğunu duymak sersemleticiydi. Yalnızca Bayan Ambrosebu çalkantıya kulak asmadı. Posta çantalarını taşıyan tekneonlara doğru yol alırken endişeden beti benzi atmıştı. Mektuplarınagömüldüğünden, Eııphrosyne'yi terk etmiş olduğununfarkına varmadı; gemi sesini yüksehip buzağısından ayrılmışbir inek gibi üç kez bögürdüğünde en ufak bir üzüntü dehissetmedi."Çocuklar iyiymiş!" diye haykırdı. Dizlerinin üstünde çantave battaniyelerden oluşan kocaman bir tümsekle karşısındaoturmakta olan Bay Pepper, "Memnuniyet verici," dedi. Denizyolculuğunun sona, ermesiyle Rachel'in bakış açısı tümüyledeğişmişti; sahilin yakınlaşması, onu hangi çocukların iyi oldu­ğunu ya da bunun neden memnuniyet verici olduğunu anlayamayacakkadar sersemletmişıi. Helen, okumaya devam etti.Küçük sandal şimdi, her bir dalganın üzerinde şaha kalkıpgülünç denecek kadar yükselerek, çok ağır hareketlerle kumlarınapak hilaline yaklaşmaktaydı. Bunun arkasında, her ikiyanında kolayca seçilen tepecikler bulunan, içerlek, yemyeşilbir vadi uzanıyordu. Sağdaki tepenin yamacına kahverengi çatılıbeyaz evler kondurulmuştu, yuva yapmış deniz kuşlarınabenziyorlardı; selviler, aralıklı siyah çizgilerle tepeyi şerit şeritkesiyordu. Yamaçları kıpkırmızı kesilmiş, tepeleriyse kel olandağlar, arkasındaki bir başka kuleyi yarı yarıya gizleyen birerkule gibi yükseliyordu. Saat henüz erken olduğundan, bütün96manzara nefis bir biçimde aydınlık ve havadardı; gökle ağacınmavileriyle yeşilleri, yoğun olmakla birlikle boğucu değildi.Yaklaşıp aynniıları ayırı edebilir duruma geldiklerinde, denizdegeçen dört haftadan sonra minicik nesneleri, renkleri vefarklı yaşam biçimleriyle toprağın etkisi baş döndürücüydü;bu da onları sessiz kalmaya zorluyordu."Üç yüz küsur yıl," dedi Bay Pepper sonunda, düşünceli birtavırla.Kimse "N e?" demediğinden, yalnızca bir şişe çıkarıp hapınıyuttu, içinde ölen bilgi parçacığı, şimdi Euphrosyne'nin durmaktaolduğu yere üç yüz yıl önce, Elizabeth dönemine ait beşbarkanın demir atmasıyla ilgiliydi. Aynı sayıdaki Ispanyol kalyonlarıyan yanya kumsala çekilmiş halde duruyordu, içlerindeinsan yoktu, çünkü ülke henüz bir peçenin ardındaki bakirbir topraktı. Suyun öte yanına süzülen İngiliz denizciler gü­müş külçelerim, keten balyalarını, sedir ağacı kerestelerini,zümrüt topuzlu altın haçları aşırdılar, lspanyollar içmektengelince kavga çıktı, iki taraf kumların alımı üstüne getirip hasımlarınıkırılan dalgaların üzerine sürdü. Mucizevi toprağın•meyveleriyle ve rahat hayatın etkisiyle iyice şişmiş olan lspanyollar,yığınlar halinde yere yıkıldılar; deniz yolculuğundanesmerleşmiş, ustura yokluğundan yüzleri kılla kaplanmış dayanıklılngilizler, çelik gibi kasları, açgözlülükle et isteyen kö­pek dişleri, altına kavuşmak için karıncalanan parmaklarıyla,yaralıların işini bitirip ölmekte olanları denize sürdüler ve çokgeçmeden yerlilerin boş inançlardan kaynaklanan hayranlığınıkazandılar. Burada bir yerleşim oluşturuldu; kadınlar ithaledildi; çocuklar büyüdü. Hepsi de Britanya tmparalorlugu'nungenişlemesini destekler görünüyordu; Birinci Charies'ın zamanındaRichard Dallovvay gibi adamlar olsaydı, haritanın o çirkinyeşil yerleri şimdi kuşkusuz kırmızı olurdu. Ama o çağınsiyasi zihniyetinin düşgücünden yoksun olduğunu varsaymakgerekir; yalnızca birkaç bin sterlinle birkaç bin adama duyulangereksinim yüzünden, muazzam bir yangına dönüşebilecekolan kıvılcım söndü. Iç kesimlerden, sinsi zehirleri, çıplak bedenleri,boyalı pullarıyla Kızılderililer geldi; denizden ise inti­97kam peşindeki Ispanyollar ve yağmacı Portekizliler geldi; bü­tün bu düşmanlara karşı savunmasız kalan lngilizler (her nekadar iklim hayret edilecek kadar yumuşak, toprak bereketliçıktıysa da) yavaş yavaş azalıp tamamen ortadan kayboldular.On yedinci yüzyılın ortalarında, koskoca Britanya sömürgesindengeriye ne kaldıysa hepsini, birkaç erkeği, birkaç kadını,belki bir düzine kara derili çocuğu içinde barındıran bir tekşalopa, uygun bir zaman kollayıp gece olduğunda sıvıştı. Bundansonra İngiliz tarihi bu yer hakkında herhangi bir bilgisiolduğunu inkâr eder. Uygarlık, şu ya da bu nedenle merkeziniyedi, sekiz yüz kilometre kadar güneydeki bir noktaya kaydırmıştırve bugün Santa Marina üç yüz yıl önce olduğundan pekde büyük değildir. Nüfus bakımından mutlu bir uzlaşma içindedir,çünkü Portekizli babalar Kızılderili annelerle evlenmiş,onların çocuklarıysa Ispanyollarla evlilik yapmıştır. Sabanları­nı Manchester'dan aldıkları halde ceketlerini kendi koyunlanndan,ipeklerini kendi böceklerinden, mobilyalarını kendisedir ağaçlarından elde ederler, bu nedenle burası sanat ve sanayibakımından hâlâ, aşağı yukarı Elizabeıh döneminde bulunduğuyerdedir.Son on yıl içinde Ingilizleri denizin öle yanına geçip küçükbir sömürge kurmaya ilen nedenleri anlatmak pek kolay değildir;bunlar belki de hiçbir zaman tarih kitaplarına kaydedilmeyecekıir.Seyahat kolaylığı, barış, iyi ticaret ve benzeri şeylerbîr yana, lngilizler arasında, bundan başka, daha yaşlı ülkelerleve onların gezginlere sunduğu yontma taş, vitray vegözalıcı kahverengi boyamalardan oluşan muazzam birikimlerleilgili bir tür tatminsizlik vardı. Yeni bir şey arayışıyla gelenhareketlenme elbette pek küçüktü, yalnızca hali vakti yerindebir avuç insanı etkilemişti. Hareket, düzensiz seferler yapanbuharlı gemilerde Güney Amerika'ya geçiş karşılığındamuhasebeci olarak hizmet veren birkaç öğretmenle başlamıştı.Yaz dönemine yetişmek için döndüklerinde deniz yaşamınınihtişamı ve güçlükleri, kaptanların nükteleri, geceyle şafağınharikaları, ülkenin mucizeleri hakkında anlattıkları öyküleryabancıları keyiflendiriyor, halta bazen yayımlanıyordu. Ülke­98nin kendisi tüm betimleme güçlerini zorluyordu, çünkü söylediklerinegöre İtalya'dan çok daha büyük ve Yunanistan'a göredaha asildi. Ayrıca, boy bos bakımından çok iri, esmer, tutkuluve bıçağa davranmakta hızlı olan yerlilerin tuhaf bir güzelli­ği olduğunu beyan ediyorlardı. Burası yeni görünüyordu, gü­zelliğin yeni biçimleriyle doluydu, buna kanıt olarak kadınlarınbaşlarına sardığı mendillerle, parlak yeşillere, mavilere boyanmışilkel yontulan gösteriyorlardı. Modalar şu ya da bu bi­çimde nasıl yayılırsa bu moda da yayıldı; eski bir manastır çabucakotele dönüştürülürken, ünlü bir buharlı gemi şirketiyolculara kolaylık olsun diye rotasını değiştirdi.Gariptir ki, Helen Ambrose'un erkek kardeşleri içinde en azbaşanlı olanı, yıllar önce, servet yapmak ve ne olursa olsunyarış atlanndan uzak durmak üzere dışanya, tam da şimdi budenli gözde olan bu noktaya gönderilmişti. Verandadaki sütunayaslanıp, Ingiliz öğretmenlerin muhasebeci olarak çalıştığıİngiliz gemilerinin buharlar salarak körfeze girişlerini sık sıkizlemişti. Sonunda biraz tatil yapmaya yetecek kadar para kazanıpbu yerden bıktığında, dağın yamacındaki köşkünü ablasınınkullanımına sunmayı önerdi. Hiçbir zaman sisin olmadı­ğı, her zaman güneşli yeni bir dünya hakkında çevresinde sü­rüp giden konuşmalar Helen'i da heyecanlandırıyordu; kışı İngilteredışında nerede geçirebileceklerini tasarladıkları böylebir zamanda bu fırsat, kaçırılmayacak kadar iyi görünüyordu.Bu nedenlerden ötürü Willoughby'nin gemisinde ücretsiz yolculuketme önerisini kabul etmeye, çocukları büyükanne vebüyükbabalarının yanma yerleştirip, hazır niyetlenmişken şuişi adamakıllı yapmaya karar verdi.Kulaklarının arasına sülün tüyleri dikilmiş uzun kuyrukluatların çektiği bir arabanın koltuklarına oturan Ambrose'lar,Bay Pepper ve Rachel, tıngır mıngır limandan çıktılar. Onlartepenin yukarılarına çıktıkça günün sıcaklığı artıyordu. Yol,erkeklerin görünüşe bakılırsa pirinç dövdüğü, "Su," diye haykırdığı,geçidin katırlar tarafından tıkanıp kırbaçlar ve küfürlerleaçıldığı, kadınların, başlarının üzerinde dengelediklerisepetlerle yalın ayak yürüdüğü, kötürüm lerin sakatlanm ış99uzuvlarını gayretle gösterdiği kasabanın içinden geçiyor, sarp,yeşil, ama çok da yeşil olmayan, aradan toprağın göründüğütarlalardan dolaşıyordu. Kocaman ağaçlar şimdi yolun ortasındanbaşka her yeri gölgelemekteydi; kenarda yol boyunca birdağ deresi seğirtiyordu, öyle sığ, öyle hızlıydı ki, akarken içiçe geçerek örülen tutamlara ayrılıyordu. Daha yukarı çıktılar,sonunda Ridley'le Rachel arkadan yürümeye başladı; sonraüzerine taşlar saçılmış bir sokağa döndüler, burada Bay Pepperbastonunu kaldırıp sessizce, seyrek yapraklarının arasında iri,mor bir çiçek barındıran fundalığı işaret etli ve sarsak bir eş­kin gidişle yolun son aşaması tamamlandı.Köşk, Kıta Avrupası'ndaki evlerin çoğu gibi, bir İngiliz'ingözüne dayanıksız, derme çatma, gülünç denecek kadar uçarıgörünen, ferah, beyaz bir evdi, insanın uyuduğu bir yerdençok bir çay bahçesindeki pagodaya benziyordu. Bahçe, birbahçevanın hizmetlerine ivedilikle gereksinim duyuyordu. Çalılardallarını sallayarak patikaların üzerinden karşıya uzatı­yorlardı; aralarında toprak alanlar bulunan yassı otları saymakmümkündü. Verandanın önünde, daire biçimindeki yerin üzerinde,içlerinden kırmızı çiçekler sarkan çatlak iki vazo duruyordu,aralarında, artık güneşten kurumuş olan, taştan bir çeş­me vardı. Daire biçimindeki bahçe, arada sırada sevgilisi içinçiçeklenmiş bir dal kestiği zamanlar dışında bahçevanın makasınınender olarak girdiği uzun bir bahçeye açılıyordu. Birkaçuzun ağaç burayı gölgelemekteydi; balmumundan yapılmışabenzeyen çiçekleriyle yuvarlak çalılar bir sıra halindetoplaşıp başlarını birbirlerine yaslamışlardı. Düzgünce çimlendirilmiş,kalın fundalık çitlerle bölünmüş, yerden yüksektekiparlak çiçek tarhlarıyla İngiltere'de duvarların arasında bulundurduğumuztürden bir bahçe, bu çıplak tepenin yamacındayakışıksız kaçardı. Burada dışarıda bırakılması gereken bir çirkinlikyoktu; köşk, kaburgasını zeytin ağaçlarının oluşturduğubir yamacın omzu üzerinden dosdoğru denize bakıyordu.Bütün mekânın yakışıksızlığı Bayan Chailey'i şiddetle sarsmıştı.Ne güneşi dışarıda bırakacak güneşlikler vardı ne de gü­neşin berbat edebileceği herhangi bir mobilyadan söz edilebi­100lirdi. Çıplak taş sofada dikilip, çatlak ve halisiz olmakla birlikteolağandışı genişlikteki merdivenleri inceleyince, buradamemleketteki teriyerlerin iriliğinde sıçanların bulunduğuna veayağını birazcık şiddetli yere vuracak olsa insanın döşemeniniçinden geçivereceğine dair bir kam öne sürecek kadar ilerigitti. Sıcak suya gelince - araştırmaları bu noktada dilinin tutulmasınaneden oldu."Zavallı yaratık!" diye mırıldandı, onları karşılamak üzeredomuzlar ve tavuklarla birlikte dışarı çıkan san benizli İspanyolhizmetçi kıza, "insana benzememene şaşmamak gerek!"Maria, bu iltifatı Ispanyollara özgü ince bir zarafetle kabul etti.Chailey'e göre bir Ingiliz gemisinde kalsalar daha iyi ederlerdi,ama görevinin burada kalmasını buyurduğunu hiç kimse ondandaha iyi bilemezdi.Eve yerleşip günlük uğraşılar bulmaya hazırlanırlarken, BayPepper'ı burada kalmaya, Ambrose'lann evini mesken tutmayaiten nedenler üzerine birtakım kurgulamalar yapıldı. Karayaçıkmadan önceki birkaç gün boyunca Bay Pepper'ın zihnindeAmazonlar'm artılarına ilişkin bir izlenim yaratmak için çabalarharcanmıştı."O muazzam akıntı!" diye başlıyordu Helen, düşsel bir çavlangörüyormuş gibi gözlerini ayırmadan bakarak, "Ben bileseninle gelmeye niyetleniyorum , W illoughby -a m a olmaz.Günbatımlarını ve ayın doğuşlarını düşünsenize- herhalderenkler inanılmazdır.""Yaban tavuskuşları vardır," diyecek kadar ileri gidiyorduRachel."Ve suda harikulade yaratıklar," diye belirtiyordu Helen."İnsan yeni bir sürüngen keşfedebilir," diye devam ediyorduRachel."Söylenenlere göre bir devrim olacağı kesinmiş," diye üsteliyorduHelen.Bu dalaverelerin etkisi, birkaç saniye Pepper'ı seyrettiktensonra içini çekerek yüksek sesle, "Zavallı adam !" diyen ve iç­len içe kadınların nezaketsizliği üzerine kurgulamalar yapanRidley tarafından biraz hafifletiliyordu.101Ne ki, görünüşte hoşnut olan Bay Pepper, içinde tek lükmobilya bulunan çok sayıdaki oturma odalarından birinde,yanında defteri, bir mikroskopla oynayarak altı gün kaldı, amayedinci günün akşamında yemeğe oturduklarında, her zamankindenhuzursuz görünüyordu. Yemek masası, Helen'in buyruğuylaperdesiz bırakılan iki uzun pencerenin arasına yerleş­tirilmişti. Bu iklimde karanlık, bir bıçak kadar keskin iniyor,ardından, daireler ve onların altında parlak noktacıklardanoluşan çizgiler halinde kasaba beliriveriyordu. Gündüz hiç gö­rünmeyen binalar gece görünüyordu; buharlı gemilerin ışıklarındananlaşıldığı kadarıyla deniz karanın hemen üzerindeakıp gidiyordu. Manzara, Londra'nın restoranlarındaki orkestralarlaaynı işi görüyordu; sessizliğin bir dekoru vardı. WilliamPepper bir süre bunu inceledi; manzarayı seyrelmek içingözlüğünü taktı."Soldaki büyük binanın ne olduğunu saptadım," diyerek çatalıylabirkaç sıra ışığın oluşturduğu kareyi işaret etti."Sebze yemeği pişirebildikleri anlaşılıyor," diye ekledi."Otel miymiş?" dedi Helen."Eskiden manastırmış," dedi Bay Pepper.Bundan sonra başka bir şey söylenmedi, ama ertesi gün BayPepper gün ortası yürüyüşünden döndüğünde, verandada kitapokuyan Helen'in karşısına sessizce dikildi."Orada bir oda tuttum," dedi."Gitmiyorsunuz, değil mi?" diye haykırdı Helen."Her şey göz önünde bulundurulursa - evet," dedi Bay Pepper."Hiçbir özel aşçı sebze yemeği pişirem ez"Onun sorulara duyduğu nefreti bildiğinden ve bir ölçüdekendisi de paylaştığından, Helen başka bir şey sormadı. Yinede William'in bir yarayı gizlemekte olduğuna dair huzursuzedici bir kuşku zihninde sinsice dolaşıyordu. Kendisinin, kocasınınya da Rachel'ın sözlerinin, adamcağızın içine işleyipcanını acilliğini düşündükçe yüzü kızarıyordu. Neredeyse,"Dur, William; açıkla!" diye haykıracak kadar duygulanmıştı;öğle yemeğinde William bir deniz yosununa yabasını saplayan,çakıl taşlan bulan, mikroplardan kuşkulanan bir adamın102hareketleriyle çatalının ucunda salata parçalarını kaldırırkenbu kadar anlaşılmaz ve soğuk görünmeseydi, Helen bu konuyadönecekti."Hepiniz tifodan ölürseniz sorumlusu ben olmayacağım!"diye laf çarptı Bay Pepper."Sen de yavanlıktan ölürsen sorumlusu ben olmayacağım,"diye yansıladı Helen, yüreğinin içinden.Ona, hiç âşık olup olmadığını henüz sormadığını düşündü.Yaklaşmak yerine gittikçe o konudan uzaklaşmışlardı; WilliamPepper bütün bilgisini, mikroskobunu, defterlerini, o hakikiiyi yürekliliğiyle sağduyusunun yanı sıra ruhunun belirgin kuruluğunuda alıp oradan ayrıldığında, Helen, elinde olmadanferahladığını hissetti. Şimdiki durumda odanın boşaltılmasınıbir bakıma rahatlatıcı bulmakla birlikle, arkadaşlıkların böylesona ermesine üzülmekten de kendini alamadı ve diğer insanların,hissedebilecekleri varsayılan şeyleri ne ölçüde hissettiklerininhiçbir zaman bilinemeyeceği düşüncesiyle kendiniavutmaya çalıştı.103VIII. BölümSonraki birkaç ay belirgin olaylar olmaksızın geçip gitli, upkıpek çok yılın geçip gidebileceği gibi; yine de, düzenleri ansızınbozulsa, böyle ayların ya da yılların diğerlerine benzemeyenbir özelliğinin olduğu görülürdü. Geçen üç. ay. onları martınbaşlangıcına getirmişti, iklim, sözünü tutmuştu; mevsiminkıştan ilkbahara dönmesi pek az şeyi değiştirmişti, öyle kielinde bir mürekkepli kalemle oturma odasında oturan Helen,bir yanında kütüklerin kocaman ateşi yanarken pencereleriaçık tutabiliyordu. Aşağıda deniz hâlâ mavi, çatılar hâlâ kahverengive beyazdı, ama gün hızla batıyordu. Her zaman genişve boş, şimdiyse her zamankinden daha geniş ve boş görünenoda alacakaranlıktı. Dizinin üstünde bir yazı tablasıyla oturmuşyazı yazarken, kendi sureti de büyüklüğün uyandırdığıgenel izlenimden ve ayrıntı yokluğundan payını alıyordu, çünküküçük yeşil tutamlan aniden yutarak dalların üzerinde ilerleyenalevler kesik kesik yanıyor, Helen'in yüzüne ve alçı duvarlaradüzensiz aydınlıklar yayıyordu. Duvarlarda resim yoklu,ama bol taç yapraklı çiçeklerle yüklü dallar, şurada buradaduvarlara yaslanarak alabildiğine yayılmıştı. Çıplak döşemeyedüşmüş, geniş masanın üzerine yığılmış kitaplara gelince, buışıkta ancak ana haılannın izini sürmek mümkündü.104Bayan Ambrose çok uzun bir mektup yazmaktaydı. "SevgiliBernard," diye başlayan mektup, geçen üç ayda San GervasioKöşkü'nde neler olduğunun betimlemesiyle sürüyordu;örneğin, yemekle Britanya Konsolosu'nu ağırlamışlar, bir İspanyolsavaş gemisine götürülmüşler, çok sayıda geçil töreniyledinsel şenlik izlemişlerdi, bunlar öyle güzeldi ki, ille birdinleri olacaksa, neden hepsinin Katolik olmadığını BayanAmbrose'un aklı almıyordu. Hiçbiri uzun olmamakla birliktebirkaç gezi yapmışlardı. Yalnızca evin oldukça yakınında yabaniolarak yetişen çiçekli ağaçların ve denizle toprağın şaşırtıcırenklerinin hatırına bile olsa, buraya gelmeye değerdi.Toprak kahverengi olacağı yerde kızıl, m or, yeşildi. "Banainanm ayacaksın," diye ekledi, "İngiltere'de buna benzeyenbir renk yok." Gerçekten de Helen, hep şapkalarına dokunarakyaltakçı bir tavırla diz kıran, kaşkollu, pembe yanaklıyaşlı bahçevanların göz kulak olduğu üşüm üş safranlarlaayazda kalmış menekşelerin şimdi kuytularda, fundalıklarda,korunaklı köşelerde yetişmeye başladığı o çorak adayı kü­çümseyen bir tavır benimsemişti. Bizzat adalıları alaya alarakmektubuna devam etli. Londra'nın baştan başa genel seçimheyecanıyla çalkalandıgına dair söylentiler burada bile onlaraulaşmıştı, "insanların," diye devam etti, "Asquilh'in yükseliş­te, Austen Chamberlain'in düşüşte olup olmadığını umursamasıbana inanılmaz geliyor; siyaset uğruna haykırmaktansesiniz kısılıyor ama iyi birşeyler yapmaya çalışan sayılı insanlarınaçlıktan kıvranmasına izin veriyorsunuz ya da onlarayalnızca gülüyorsunuz. Yaşayan bir sanatçıyı ne zaman yü­reklendirdiniz? Ya da en iyi yapıtını satın aldınız? Neden hepinizbu kadar çirkin, bu kadar yaltakçısınız? Burada hizmetkârlarinsan yerine konuyor. Seninle konuşurken eşitinmişgibi konuşuyor. Benim görebildiğim kadarıyla soylular sınıfıdiye bir şey yok."Belki de soylular sınıfından söz etmek, ona Richard Dalloway'leRachel'ı ammsatmıştı, çünkü kaleminin hızını hiç kesmedenyeğenini betimlemeye geçti."Kadınlarla hiçbir zaman iyi anlaşamadığımı ya da onlarla105pek ilişkimin olmadığını göz önünde bulundurursak," diyeyazdı, "bir kızın sorumluluğunu üstlenmeme neden olan buyazgı, tuhaf. Bununla birlikte, kadınlara karşı söylemiş oldu­ğum şeylerin bazılarını geri almalıyım. Doğru düzgün eğitildiklerindeerkeklerle hemen hemen aynı olmamaları için birneden göremiyorum - erkekler kadar başarılı, demek istiyorum;yoksa elbette çok farklılar. Mesele şu, onları nasıl eğitmekgerekir? Mevcut yöntem bana iğrenç geliyor. Bu kız yirmidört yaşında olmasına rağmen erkeklerin kadınları arzuladığınıhiç duymamıştı ve ben açıklayana kadar çocuklarınnasıl doğduğunu bilmiyordu. En az bunlar kadar önemli baş­ka meselelerdeki bilgisizliği" (burada Bayan Ambrose'unmektubundan alıntı yapılmaması daha uygun)... "tamamlanmışoldu. İnsanları bu biçimde yetiştirmek bence yalnız aptallıkdeğil, aynı zamanda bir suç. Çektikleri acı bir yana, budurum kadınların neden böyle olduğunu açıklıyor - daha belerolmamalarına şaşmak gerek. Onu aydınlatmayı üzerimealdım; şimdi, hâlâ epey önyargılı ve abartmaya eğilimli olmaklabirlikte, az çok mantıklı bir insan oldu. Onları bilgisizbırakmak elbette kendi amacını boşa çıkarıyor; anlamayabaşladıkları zaman her şeyi gereğinden fazla ciddiye alıyorlar.Görümcemin kocası gerçekten bir felakete uğramayı haketmiş — ama uğramayacak. Şimdi genç bir adamın yardımımakoşması için dua ediyorum; yani onunla açıkça konuşacak,yaşam hakkındaki fikirlerinin çoğunun ne kadar saçma oldu­ğunu ona kanıtlayacak birinin. Ne şanssızlık ki böyle erkeklerneredeyse kadınlar kadar az. İngiliz topluluğu insana kesinlikleböyle birini sağlamıyor; sanatçılar, tüccarlar, kültürlüinsanlar - hepsi aptal, gelenekçi, fingirdek..." Yazmayı kesti;elinde kalemiyle ateşe bakıp kütükleri mağaralara, dağlarabenzeterek oturdu, çünkü yazmayı sürdüremeyeceği kadarkaranlık olmuştu. Üstelik, akşam yemeği saati yaklaştığındanev hareketlenmeye başlamıştı; yan taraftaki yemek odasındatabakların tıngırdadığını, Chailey'nin etkili bir İngilizce'yleİspanyol kıza şunu bunu nereye koyacağını buyurduğunuişitebiliyordu. Zil çaldı; Helen ayağa kalkıp Ridley'le Rachel'ı106dışarıda karşıladı; akşam yemeğini yemek üzere hep birlikleiçeri girdiler.Geçen üç ay gerek Ridley'nin gerekse Rachel'ın görünüşünüpek az değiştirmişti; yine de keskin bir gözlemci, kızın tavırlarınıneskisinden daha kararlı ve özgüvenli olduğunu düşünebilirdi.Teni kararmıştı, gözleri kesinlikle daha parlaktı ve söylenenleri,sanki tersini ileri sürebilirmiş gibi dinliyordu. Yemek,biraradayken kendilerini rahat hisseden insanların o huzurlusessizliğiyle başladı. Sonra Ridley dirseğine yaslanıppencereden dışarı bakarak, güzel bir gece olduğunu belimi."Evet," dedi Helen. Aşağılarındaki ışıklara bakarak, "Sezonbaşladı," diye ekledi. Maria'ya, İspanyolca, otelin konuklarladolmaya başlayıp başlamadığını sordu. Maria yumurta satınalmanın gerçeklen güç olacağı bir zamanın geleceğini gururlabildirdi - fiyatlar dükkan sahiplerinin umurunda olmayacaktı,nasıl olsa istedikleri miktarı Ingilizler'den alacaklardı."Körfezde bir İngiliz buharlı gemisi var," dedi Rachel, aşağı­da ışıkların oluşturduğu bir üçgene bakarak. "Bu sabah erkendengeldi.""Öyleyse birkaç mektup almayı umabilir, kendimizinkileride gönderebiliriz," dedi Helen.Mektuplardan söz edilmesi nedense her zaman Ridley'nininlemesine neden olurdu; yemeğin geri kalanı karı koca arasında,Ridley'nin uygar dünyanın tamamı tarafından tümüyleyok sayılıp sayılmadığı hakkında sert bir tartışmayla geçti."En son aldığımız mektup yığınını düşünürsek," dedi Helen,"dayağı hak ediyorsun. Ders vermek üzere davet edildin, sanabir unvan teklif edildi ve salak kadının teki yalnızca kitaplarınadeğil güzelliğine de övgüler yağdırdı - Shelley elli beş yaşma gelipsakâl bırakmış olsaydı nasıl olacaksa Ridley'nin de öyle oldu­ğunu söyledi. Gerçeklen, Ridley, tanıdığım en kibirli adam olduğunudüşünüyorum," diye bitirdi sözlerini masadan kalkarken,"bunun da çok şey demek olduğunu söyleyebilirim sana."Mektubunun ateşin önünde durduğunu görünce birkaç satırdaha ekledi; sonra mektupları şimdi götüreceğini duyurdu-Ridley kendisininkileri getirmeliydi- ya Rachel?107"Halalarına yazmışsındır umarım. Zamanı geldi de geçiyorbile."Kadınlar pelerinleriyle şapkalarını giyip Ridley'i de onlarlagelmeye davet etlikten sonra, gitmek üzere arkalarını döndü­ler; Ridley bağırarak, Rachel'ın aptal olduğunu tahmin etliğini,ama Helen'in kesinlikle daha iyi bileceğini söyleyip, gelmeyikesin bir tavırla reddetti. Ateşin başında dikildi, yüzünü buruşturup,herkesten yalıtılmış bir profesörünkinden çok savaşmeydanını inceleyen bir kumandanınkine ya da ayak parmaklarınıyalayan alevleri izleyen bir şehidinkine benzeterek, gözleriniayırmadan aynanın derinliklerine baktı.Helen onu sakalından yakaladı."Ben aptal mıyım?" dedi."Bırak beni, Helen.""Ben aptal mıyım?" diye yineledi Helen."Hain kadın!" diye bağırdı Ridley ve onu öptü."Seni kendini beğenmişliklerinle baş başa bırakıyoruz," diyeseslendi Helen, kapıdan çıkarlarken.Güzel bir akşamdı, yıldızlar çıkmaya başlamakla birlikte,hâlâ yolun aşağısının büyük bölümünü görebilecekleri kadaraydınlıktı. Posta kutusu sokağın yolla birleştiği yerde bulunanyüksek sarı duvarın içine yerleştirilmişti; Helen mektuplarıkutuya attıktan sonra dönmekten yanaydı."Hayır, hayır," dedi Rachel, onu bileğinden tutarak. "Hayatıgörmeye gidiyoruz. Söz vermiştin.""Hayatı görmek" karanlık çöktükten sonra kasabada gezinmealışkanlıkları için kullandıkları deyimdi. Santa Marina'datoplumsal yaşam hemen hemen tümüyle lamba ışığında sürü­yor, gecelerin ılıklığı ve çiçeklerden derlenen kokular bunu oldukçahoş kılıyordu. Saçları muhteşem bukleler halinde taranmışgenç kadınlar kulaklarının arkasında birer kırmızı çiçekleeşiklerde oturuyor ya da balkonlara çıkıyor, delikanlılarsa aşa­ğıda arada sırada bağırarak selâmlaşıp, aşk dolu sohbetlere girmeküzere şurada burada durarak bir aşağı bir yukarı dolaşı­yorlardı. Açık pencerelerden günün muhasebesini yapan tüccarlar,kavanozları o raftan öteki rafa kaldıran yaşlıca kadınlar108görülüyordu. Caddeler insanlarla doluydu, bunların çoğunlu­ğunu bir yandan yürüyüp bir yandan dünya görüşlerini birbiriylepaylaşan, ya da yaşlı bir köıürüm gitarının tellerini tıngırdatırkenyoksul bir kızın yol kenanndaki su oluğunda haykıraraktutkulu şarkısını söylediği cadde köşelerinde, şarapmasalarının çevresinde toplanan erkekler oluşturuyordu. İkiİngiliz kadın dostça bir merak uyandırıyordu ama kimse onlarırahatsız etmedi.Helen eski püskü giysileri içinde böyle umursamaz, böyledoğal görünen farklı insanları bir tatmin duygusuyla gözlemleyerekağır ağır yürümeye devam etti."Bu gece Mail* nasıldır düşünsene!" diye bağırdı sonunda."Martın on beşindeyiz. Belki de bir tören vardır." Büyük atarabalarının geçişini görmek için soğuk ilkbahar havasındabekleşen kalabalığı düşündü. "Yağmur yağmıyorsa bile havaçok soğuktur," dedi. "Öncelikle, resimli kartpostallar satanadamlar vardır; sonra, yuvarlak şapka kutularıyla sefil küçüktezgahıâr kızlar; sonra, fraklı banka m em urları; sonra da -kim bilir kaç terzi. Güney Kensingıon halkı tek atlı kiralıkarabalarla gelir; devlet görevlilerinin birer çift doru atı vardır;diğer yandan, kontların arkasında bir piyadenin durmasınaizin verilir; düklerin iki, kraliyet ailesinden gelen düklerinse-bana söylenene g ö re- üç; kralın herhalde islediği kadar piyadesiolabiliyordun Halk da buna inanıyor!"Buralardayken, insana İngiliz halkı bedenlerinin biçimiylesatranç tahtasındaki şahlarla vezirlere, allarla piyonlara benziyormuşgibi geliyordu, aralarındaki farklar bu denli tuhaf, budenli belirgindi, bu denli soıgtısuz sualsiz inanılıyordu onlara.Bir kalabalığın çevresinden dolanmak için birbirlerinden ayrılmakzorunda kaldılar."Tanrı'ya inanıyorlar," dedi Rachel, tekrar kavuştuklarında.Kalabalığı oluşturan insanların O'na inandığını kastediyordu;çünkü yaya yollarının birleştiği yere dikilmiş, üzerlerinde alçı­(*) The Mail: Londra'da, batı ucunda Buckingham SarayTıun bulunduğu cadde -ç.n.109dan yapılmış kanayan suretler bulunan haçları ve bir Katolikkilisesindeki ayinin açıklanamaz gizemini hatırlıyordu."Hiçbir zaman anlayamayacağız!" diye içini çekti.Epey yürümüşlerdi, artık gece olmuştu ama yolun biraz aşa­ğısında, sol taraflarında, demirden yapılmış büyük bahçe kapı­sını görebiliyorlardı."Doğruca otele gitmek niyetinde misin?" diye sordu Helen.Rachel bahçe kapısını itti; kapı sallanarak açıldı; etraftakimseyi görmediklerinden ve bu ülkede hiçbir şeyin özel olmadığınahükmettiklerinden, dümdüz yürüdüler. Ağaçlı birbulvar, dümdüz yol boyunca uzanıyordu. Ağaçlar ansızın sonaerdi, yol bir köşeyi döndü ve kendilerini dikdörtgen biçimindebüyük bir binayla karşı karşıya buluverdiler. Oteli çepeçevredolaşan geniş taraçaya çıkmışlardı; pencerelerden yalnızcabirkaç metre uzaklaydılar. Bir dizi uzun pencere neredeyseyere kadar açılıyordu. Hepsi perdesizdi, hepsi ışıl ışılaydınlatılmıştı, böylece içerideki her şeyi görebiliyorlardı.Her bir pencere, oteldeki yaşamın başka bir kesitini gözlerönüne seriyordu. Pencereleri birbirinden ayıran geniş gölgesütunlarından birine sokulup içeri baktılar. Kendilerini lamyemek salonunun dışında bulmuşlardı. Salon süpürülmekteydi;bir garson, bacağını masanın köşesine uzatmış, bir salkımüzüm yiyordu. Yanda mutfak vardı, içeride bulaşıkları yıkı­yorlardı; garsonlar, suyunu kırıntılara emdirdikleri parça etlerdenoluşan öğünlerini oburca yerken beyazlar giymiş aşçı­lar kollarını kazanlara daldırıyorlardı. Yürümeye devam edipbir bitki korusunun içinde kayboldular; sonra birdenbirekendilerini, iyi bir yemekten sonra arkalarına yaslanıp koltuklarınagömülmüş hanımlarla beylerin ara sıra konuştuğuya da dergilerinin sayfalarını çevirdiği oturma salonunun dı­şında buldular. Zayıf bir kadın, parmaklarını piyanonun üzerindebir aşağı bir yukarı dolaştırıyordu."Felluka nedir, Charles?" diye sordu oğluna, pencerenin yanındakibir koltukla oturan bir dulun kolayca işitilen sesi.Parça sona ermişti; sorunun yanıtı salondaki boğaz temizlemeve dizlere vurma sesleri arasında yitip gitti.110"Bu odadakilerin hepsi yaşlı," diye fısıldadı Rachel.Sürünerek ilerlediklerinde, bir sonraki pencereden iki gençhanımla bilardo oynayan gömlekli iki adamın göründüğünüfark ettiler."Kolumu çimdikledi!" diye haykırdı tombul genç kadın, vuruşuisabetsiz olunca."Pekala, siz ikiniz - sataşma yok," diye serzenişte bulundu,sayıları tutan kırmızı yüzlü genç adam."Dikkat et yoksa görüleceğiz," diye fısıldadı Helen, Rachel'ıkolundan çekiştirerek. Başı tedbirsizce pencerenin ortasına kadaruzanmıştı.Köşeyi dönünce, dört penceresi olan ve aslında bir salon olmaklabirlikle Lobi diye adlandırılan, oteldeki en büyük odayageldiler. Duvarlarına zırhlar ve yöresel işlemeler asılmış, sedirlerleve elverişli köşeleri dışarıya kapatan paravanlarla donatılmışolan oda, diğerlerinden daha az resmîydi ve belli ki genç­lerin uğrak yeriydi. Otelin müdürü olduğunu bildikleri SinyorRodriguez onların oldukça yakınında, kapı aralığında durmuş,manzarayı inceliyordu - sandalyelere yayılıp oturan beyler,kahve fincanlarının üzerinden birbirlerine eğilmiş çiftler, tamortada, savurganca dökülen elektrik ışığı huzmelerinin altında,iskambil oyunu. Sinyor Rodriguez, sehpaların üzerindeçömleklerin durduğu, soğuk, taştan bir oda olan yemekhaneyievin en rahat odasına dönüştürme girişiminden ölürü kendikendini kutlamaktaydı. Otel çok doluydu ve onun, lobisi olmayanhiçbir otelin gelişip büyüyemeyeceğine hükmetmektekibilgeliğini kanıtlıyordu.İnsanlar, çiftler veya dörtlü topluluklar halinde dağılmışlardı;ya gerçeklen tanışıklıkları ilerlemişti ya da odanın teklifsizliğitavırlarını rahatlatıyordu. Açık pencereden, akşam karanlı­ğında çitler arasına kapatılmış bir koyun sürüsünden yükselensese benzeyen inişli çıkışlı bir mınltı geliyordu. İskambil oynayantopluluk, ön alanın merkezini işgal etmişti.Helen'la Rachel tek sözcük ayırt edemeden birkaç dakikaonların oyununu izlediler. Helen, adamlardan birini dikkatleinceliyordu. Onun yaşlarında, zayıf, birazcık ceset gibi bir111adamdı, yüzü yan yanya onlara dönüklü ve epey esmer, besbelliki yalnızca doğum yeri itibanyla İngiliz olan bir kızınoyundaki eşiydi.Ansızın, bazı sözcüklerin geri kalanlardan tuhaf bir biçimdekopup ayrılmasıyla, onun şöyle dediğini duydular:-"Size lüm gereken, alıştırma, Bayan Warringıon; cesaret vealıştırma - biri olmadan diğeri hiçbir işe yaramaz.""Hughling Elliot! Elbette!" diye bağırdı Helen. Başını derhaleğdi, çünkü adam, adının seslenilmesiyle başını kaldırıp baktı.Oyun birkaç dakika devam etti; sonra iri, yaşlı bir hanımefendiyitaşıyan bir tekerlekli sandalyenin yaklaşmasıyla kesildi;yaşlı hanımefendi masanın yanında durup şöyle dedi:-"Bu gece talihin daha iyi miydi, Susan?""Bütün talih bizden yana," dedi, şimdiye kadar sırtı heppencereye dönük olan genç bir adam. Oldukça tombul görü­nüyordu; kısacık kesilmiş sık saçları vardı."Talih mi. Bay Hewet?" dedi, oyundaki eşi olan orta yaşlıgözlüklü hanım. "Emin olun, Bayan Paley, başarımızı yalnızcaparlak oyunumuza borçluyuz.""Erkenden yatmazsam hiç uyuyamıyorum," dediği işitildiBayan Paley'nin, ayağa kalkıp sandalyeyi kapıya doğru itmeyebaşlayan Susan'a el koymasını mazur göstermek istercesine."Yerime başka birini bulurlar," dedi neşeyle. Ne ki, bundayanılıyordu. Başka bir oyuncu bulmak için hiçbir girişimdebulunulmadı; genç adam iskambil kâğıtlarından üç katlı bir evyaptıktan sonra oyuncular ağır ağır farklı yönlere yürüyerekuzaklaştılar, ev de yıkıldı.Bay Eleıveı, yüzünü tümüyle pencereye döndürdü. Gözlüklerinardına gizlenmiş iri gözleri olduğunu görebiliyorlardı;yüzünün rengi pembeydi; yanakları tertemiz tıraş edilmişti;sıradan insanlar arasında görüldüğünde ilgi çekici bir yüz gibigörünüyordu. Dosdoğru onlara yöneldi, ama. gözlerini kulakmisafirlerine değil, perdenin kat kat olduğu bir noktayadikmişti."Uyuyor musun?" dedi.Helen'la Rachel bütün bu zaman boyunca fark edilmeksizin112yakınlarında birisinin oturmakta olduğunu düşünmeye başladılar.Gölgenin içinde bacaklar vardı. Başlarının üzerinden hü­zünlü bir ses geldi."İki kadın," dedi.Çakılların üzerinde bir itişme duyuldu. Kadınlar kaçmışlardı.Hiçbir gözün karanlığa İşleyemeyeceğinden emin olanadek, otel uzaklarda, içine düzenli aralıklarla kırmızı delikleraçılmış dikdörtgen bir gölgeden ibaret kalana dek, koşmayı bı­rakmadılar.113IX. BölümBir saal geçti; otelin alt katındaki odalar loş bir ışığa bürünüpneredeyse bomboş kalırken, üzerlerindeki küçük kutulan andı­ran dikdörtgenler ışıl ışıl aydınlandı. Yaklaşık kırk elli kişi yatmayagidiyordu. Üst katta, yere koyulan şişelerin tıkırtısı veporselenlerin şıngırtısı işitilebiliyordu, çünkü odalann arasındayeleri kadar kalın bölmeler yoktu, bu yüzden Bayan Allan, aşa­ğıda briç oynayan geçkince hanımefendi, parmak eklemleriyleduvara sert bir darbe vurmaya karar verdi. Duvarın, bir büyükodadan çok sayıda küçük oda çıkarmak amacıyla oraya dikilen,birbirine geçmeli tahtalardan ibaret olduğu kanısına varmıştı.Gri kombinezonu kayarak yere düştü; eğildi, özenli, hatta sevgidolu parmaklarla giysilerini katladı, saçlarını örerek tutturdu,babasının kocaman altın kol saaüni kurdu ve Wordsworth'ünbütün yapıtlarının bulunduğu cildi açtı. "Prelüd"ü okuyordu,bunun bir nedeni yurt dışındayken hep "Prelüd"ü okumasıysa,bir nedeni de içinde Wordsworth üzerine bir paragrafın yer alacağı-BeowulPtan Swinbume'e - Ingiliz Edebiyatı Elkitabı adlı kı­sa bir kitap yazmakla uğraşıyor olmasıydı. Beşinci kitaba dalmış,aslında tam da bir not kaleme almak üzere durmuştu ki,üst kattaki döşemeye bir çift çizme peş peşe düştü. Yukarı bakıpdüşündü. Kimin çizmeleri acaba, diye merak etti. Sonra, bitişik­114ten gelen bir hışırtıyı fark etti - elbisesini yerine kaldıran bir kadındıbelli ki. Saç taramaya eşlik eden sese benzer hafif bir tıkırtıbunu izledi. Dikkatini "Prelüd" üzerinde yoğunlaştırması çokgüçtü. Tıkırtı yapan Susan Warrington mıydı? Yine de kendinizorlayıp bölümü sonuna kadar okudu, sayfaların arasına bir işaretkoyup hoşnutlukla içini çekti, sonra ışığı söndürdü.Şekil itibarıyla bir yumurta kutusunun diğerine benzediğikadar benzer olmakla birlikte, duvarın öte yanındaki oda çokfarklıydı. Bayan Allan kitabını okurken Susan Warrington saç­larım fırçalıyordu. Çağlar boyunca bu zaman, tüm ev içi eylemlerininbu en görkemlisi, kadınlar arasındaki aşk sohbetlerineadanmıştı; ama Bayan Warrington yalnız olduğundan konuşamıyordu;sadece alabildiğine kaygılı bir tavırla aynadakendi yüzüne bakabiliyordu. Başını iki yana çevirerek sık buklelerinibir o yana bir bu yana savurdu; sonra geriye doğru biriki adım alıp ciddiyetle kendini gözden geçirdi."Hoş görünüyorum ," diye karar verdi. "Güzel değilim -herhalde," sırtını biraz dikleştirdi. "Evet - çok kimse alımlı olduğumusöyleyecektir."■ Aslında Arthur Venning'in onun ne olduğunu söyleyeceğinimerak ediyordu. Onun hakkındaki duygulan kesinlikle tuhaftı.Ona âşık olduğunu ya da onunla evlenmek istediğini kendineitiraf edemiyordu, yine de tek başına kaldığı her dakikaonun kendisi hakkında ne düşündüğünü merak etmekle, bugünbirlikle yaptıkları şeylerle önceki gün birlikte yaptıklarışeyleri karşılaştırmakla geçiyordu."Beni oyuna çağırmadı ama kesinlikle peşimden salona geldi,"diye düşündü, akşamı özetleyerek. Otuz yaşındaydı; ablalarınınsayısı ve taşradaki papaz konulunda yaşamın yalıtılmışlığıyüzünden henüz hiç evlenme teklifi almamıştı. Sırlarınpaylaşıldığı bu saatlerde çoğu kez kederleniyordu; saçlarınakaba davranarak, başkalarıyla karşılaştırıldığında yaşamın onugörmezlikten geldiği duygusuna kapılarak kendini yatağına attığıbiliniyordu, iri, orantılı bir kadındı, yanaklarına kırmızılıkfazla belirgin parçalar halinde yayılıyordu ama ciddi, kaygılıhali ona bir tür güzellik veriyordu.115Tam yatak örtülerini çekip açmak üzereydi ki, "Ah, unutuyordum,"diye haykırıp yazı masasına gitti. Üzerine yılı oluş­turan rakamların basılmış olduğu kahverengi bir cilt orada duruyordu.Olgun bir çocuğun köşeli, çirkin el yazısıyla yazmayabaşladı, tıpkı nadiren göz attığı halde sakladığı günlüklerineyıllardır her gün yazdığı gibi."Öğleden önce - Bayan H. Ellioı'la taşradaki komşular hakkındasohbet etlik. Mannlar'ı tanıyormuş; Selby-Carrowayler'ide. Dünya ne kadar küçük! Onu sevdim. E. Teyze'me BayanAppleby'nin Serüveni'nden bir bölüm okudum. Öğleden sonra- Bay Perrott ve Evelyn M. ile çim kortta tenis oynadım. BayP.'den hoşlanmıyorum. Onun 'pek şey' olmadığını hissediyorum,ama kesinlikle akıllı biri. İkisini de yendim. Muhteşembir gün, manzara harika. Başta fazlasıyla çıplak gelmekle birlikteinsan hiç ağaç olmamasına alışıyor. Akşam yemeğindensonra iskambil oyunu. E. Teyze'min neşesi yerinde, ama sancı­sı olduğunu söylüyor. Not: Nemli çarşaflan sor."Diz çöküp dua etti; ardından kendini rahatça battaniyelerinarasına sıkıştırarak yatağa uzandı; birkaç dakika sonra, solukalıp verişi uyuduğunu gösteriyordu. Soluması, derinden huzurluiç çekişleri ve duraksamalarıyla, bütün gece boyuncauzun çimenler arasında dizlerinin üzerinde duran bir ineginkiniandırıyordu.Bitişik odaya göz atıldığında, yalak örtülerinin üzerinde çı­kıntı yapan bir burundan başka pek az şey görülüyordu. Pencereleraçık olduğundan ve kıymık kıymık yıldız ışıklarıyla grikareler göründüğünden, karanlığa alışınca insan, bir ölününbedenine korkunç denecek derecede benzeyen zayıf bir biçimi,uyumakla olan William Pepper'ın bedenini ayırt edebilirdi.Otuz altı, otuz yedi, otuz sekiz - buralarda Portekizli üçişadamı kalıyordu, tıkırdayan büyük bir saat kadar düzenli birhorultunun geldiğine bakılırsa büyük olasılıkla onlar da uyuyorlardı.Otuz dokuz, koridorun sonunda, köşede bir odaydı,ama geç olmakla birlikte -aşağıda saat usulca "bir"i vurmuş­tu - kapının altındaki ışık çizgisi, birinin hâlâ uyanık olduğunugösteriyordu.116"Ne kadar geç kaldın, Hugh!" dedi yalakta yalan bir kadın,hırçın ama ilgili bir sesle. Kocası dişlerini fırçalıyordu; birkaçsaniye cevap vermedi."Uyumalıydın," diye yanıtladı. "Thornbury'le konuşuyordum.""Ama seni beklerken asla uyuyamadığımı biliyorsun," dedikadın.Kocası buna cevap vermedi, yalnızca, "Peki öyleyse, ışığısöndürelim," dedi. Sustular.Şimdi koridorda bir elektrikli zilin zayıf ama içe işleyen titreşimiduyulabiliyordu. Aç ve gözlüksüz uyanan yaşlı BayanPaley, bisküvi kutusunu bulması için hizmetçisini çağırıyordu.Hizmetçi, yağmurluğuna sarınmış olmasına rağmen, bu saattebile iç karartıcı bir saygıyla zile yanıt verince koridor sessizliğeterk edildi. Aşağıda her yer boş ve karanlıktı; ama üst katta,Bayan Allan'ın başının tepesine çizm elerin öyle büyıık birağırlıkla düşmüş olduğu odada hâlâ bir ışık yanmaktaydı. Burada,birkaç saat önce perdenin gölgesinde tümüyle bacaklardanibaretmiş gibi görünen o beyefendi vardı. Koltuğuna gö­mülmüş, mum ışığında Gibbon'ın Roma'nın Gerileme ve Çökü­şünün Tflnlıi'nin üçüncü cildini okuyordu. Okurken arada birkendiliğinden sigarasının külünü çırpıp sayfayı çeviriyor, busırada muhteşem cümlelerden oluşan koca bir tören alayı genişalnından girip uygun adım yürüyerek sırayla beynininiçinden geçiyordu. Kapı açılıp, tombullaşmaya eğilimi olangenç adam kocaman çıplak ayaklarıyla içeri girmeseydi, bu sü­reç, alayın tümü karargah değiştirene dek bir saat ya da dahafazla devam edebilirmiş gibi görünüyordu."Ah, Hirst. söylemeyi unuttuğum şey -""İki dakika," dedi Hirst, parmağını kaldırarak.Paragrafın son sözcüklerini sağ salim yerlerine yerleştirdi."Söylemeyi unuttuğun şey nedir?" diye sordu."Duyguları yeterince dikkate aldığını düşünüyor musun?"diye sordu Bay Hewel. Ne söylem eye niyetlendiğini yineunutmuştu.Kusursuz Gibbon hakkında daldığı yoğun düşüncelerden117sonra, Bay Hirst, arkadaşının sorusuna gülümsedi. Kitabını biryana koyup düşündü."Zihninin fazlasıyla düzensiz olduğunu söyleyebilirim," diyegözlemde bulundu. "Duygular mı? Duygular tam da dikkatealdığımız şeyler değil mi? Sevgiyi şöyle yukarıya koyuyoruz,geri kalanlarınsa hepsini aşağılarda bir yere." Sol eliyle bir piramidintepesini, sağ eliyle de tabanını işaret etti."Ama yalağından bana bunu söylemek için çıkmadın," diyeekledi sertçe."Yatağımdan," dedi Hewet belli belirsiz, "yalnızca konuş­mak için çıktım galiba.""Bu arada üstümü çıkarayım," dedi Hirst. Gömleğinden baş­ka her şeyini çıkarmış, leğenin üstüne eğilmiş durumdaykenBay Hirst artık insanı aklının görkemiyle değil, genç ama çirkinbedeninin dokunaklılığıyla etkiliyordu, çünkü kamburunuçıkarmıştı ve öyle zayıftı ki boynuyla omuzlarındaki ayrıayrı kemiklerin arasında koyu çizgiler vardı."Kadınlar ilgimi çekiyor," dedi, çenesini dizlerine dayamış,yatağın üstünde otururken Bay Hirst'ün soyunmasıyla hiç ilgilenmeyenHewet."Öyle aptallar ki," dedi-Hirst. "Pijamalarımın üstüne olurmuşsun.""Aptaldırlar herhalde?" diye merak etti Hewet."Bu konuda iki kanı olamaz tahminimce," dedi Hirst, odanınbir yanından diğer yanına çevikçe seğirtirken, "eğer âşıkdeğilsen - Warrington adındaki şu şişman kadın mı yoksa?"diye sordu."Bir şişman kadın değil - bütün şişman kadınlar," diye içiniçekti Hewet."Bu akşam gördüğüm kadınlar şişman değildi," dedi, Hewet'inahbaplığından yararlanarak ayak tırnaklarını kesmeyekoyulan Hirst."Onları tarif etsene," dedi Hewet."Hiçbir şeyi tarif edemediğimi biliyorsun!" dedi Hirst."Başka kadınlara çok benzediklerini söyleyebilirim. Hep öyledirler."118"Hayır; ayrıldığımız yer de burası," dedi Hewet. "Ben her şeyinfarklı olduğunu söylüyorum. İki insan hiçbir zaman şu kadarcıkbile aynı değildir. Seninle beni al işle.""Eskiden ben de öyle düşünürdüm," dedi Hirst. "Ama şimdihepsi birer tip. Bizi alma, - bu oteli al. Topunun çevresineçemberler çizebilirsin; asla dışarı çıkmayacaklardır."("Bunu yaparak bir tavuğu öldürebilirsin"), diye mırıldandıHewet."Bay Hughling Elliot, Bayan Hughling Elliot, Bayan Allan,Bay ve Bayan Thombury - bir çember," diye devam elti Hirst."Bayan Warrington, Bay Arthur Venning, Bay Perrott, EvelynM. başka bir çember; sonra koca bir yerli topluluğu var; sonolarak da biz.""Hepimiz çemberimizin içinde yalnız mıyız?" diye sorduHewet."Oldukça yalnız," dedi Hirst. "Dışarı çıkmaya uğraşırsın,ama çıkamazsın. Uğraşmakla yalnızca her şeyi altüst edersin.""Ben çemberin içindeki tavuk değilim," dedi Hewet. "Ağaçtepesindeki kumruyum.""Ayak tırnağı batması dedikleri bu mu acaba?" dedi Hirst,sol ayağının baş parmağını inceleyerek."Daldan dala uçuyorum," diye devam etti Hewet. "Dünyaalabildiğine hoş." Yatağa, kollarının üzerine, sırt üstü uzandı."Senin kadar anlaşılmaz olmak gerçekten güzel mi acaba?"diye sordu Hirst, ona bakarak. "Sürekliliğin yokluğu - sendebu kadar acayip olan şey bu," diye devam etti. "Yirmi yedi ya­şına gelmiş biri olarak, ki bu neredeyse otuz demek, hiç sonuççıkarmamışa benziyorsun. Yaşlı kadınlardan oluşan bir toplulukseni hâlâ üç yaşındaymışsın gibi heyecanlandırıyor."Hewet bir an sessizlik içinde, ayak tırnaklarını özenle şömineniniçine süpüren sert hatlı genç adamı süzdü."Sana saygı duyuyorum, Hirsı," dedi."Sana imreniyorum - bazı şeylerine," dedi Hirsı. "Bir: Dü­şünmeme yeteneğin; iki: insanlar seni benden daha çok seviyorlar.Kadınlar senden hoşlanıyor herhalde.""Gerçekten en önemli şey de bu değil mi?" dedi Hewet.119Şimdi yatağın üzerine dümdüz uzanmış, elini sallayarak başı­nın üstünde belli belirsiz çemberler çiziyordu."Elbette öyle," dedi Hirst. "Ama güçlük burada değil. Güç­lük, uygun bir hedef bulmakla, öyle değil mi?""Senin çemberinde hiç dişi yok mu?" diye sordu Hewet."Gölgesi bile yok," dedi Hirst.Birbirlerini üç yıldır tanımalarına rağmen, Hirst, Hewet'ınaşklarının gerçek öyküsünü henüz hiç dinlememişti. Genelsohbetlerde bu aşkların sayıca pek çok olduğu varsayılıyorduama özelde bu konu geçiştiriliyordu. Hiç çalışmamasına yetecekkadar parasının bulunması, yetkililerle arasındaki bir anlaşmazlıkyüzünden iki dönem sonra Cambridge'i bırakması,ardından seyahate çıkıp oradan oraya sürüklenmesi, arkadaş­larının yaşamlarının birörnek olduğu pek çok noktada onunyaşamını tuhaf kılıyordu."Senin çemberlerini görmüyorum - görmüyorum," diyesözlerini sürdürdü Hewet. "Bir içe bir dışa dönen, topaç gibibir şey görüyorum - birşeylere çarpıyor - bir yandan öbür yanaatılıyor - sayıları derliyor - daha fazla, daha fazla, daha fazla,la ki her yer onlarla dolana kadar. Döne döne gidiyorlar-işte şurada, kenarda- gözden kayboldular."Parmakları, vals yapan topaçların örtünün kenarında dönerekyataktan aşağı, sonsuzluğa düşüşünü gösterdi."Bu otelde üç haftayı yalnız geçirmeyi düşünebiliyor musun?"diye sordu Hirst, bir anlık duraklamanın ardından.Hewet düşünmeye başladı."Doğrusu şu ki, insan hiçbir zaman yalnız değildir, hiçbirzaman da yanında biri yoktur," diye sonuca vardı."Yani?" dedi Hirst."Yani? Ah, küreciklerle ilgili bir şey -auralar- ne diyorsunuzonlara? Sen benim kürecigimi göremiyorsun; ben de şeninkinigöremiyorum; birbirimizde gördüğümüz yalnızca birzerre, şu alevin ortasındaki fitil gibi. Alev bizimle birlikle heryere gelir; tam olarak kendimiz değildir, ne hisseıtiğimizdir;dünya yetersiz, ya da esas olarak insanlar; her tür insan.""Seninki güzel, çizgili bir kürecikıir!" dedi Hirst.120"Benim kürecigimin bir başkasının küreciğiyle çarpışabileceğimvarsayarsak-""İkisi de patlar mı?" diye araya girdi Hirsi."O zaman - o zaman - o zaman-" diye zihninde tarttı Hewet,kendi kendine konuşur gibi, "ko-ca-man bir dünya olur," dedi,kollarını olanca genişliğiyle açarak, sanki dalga dalga kabaranevreni güçlükle de olsa kucaklıyormuş gibi, çünkü Hirst'ün yamndaykenolağandışı iyimser ve anlaşılmaz hissederdi hep."Her şey hesaba katılacak olursa, seni eskisi kadar akılsızbulmuyorum, Hewet," dedi Hirst. "Ne demek istediğini bilmiyorsunama söylemeyi deniyorsun.""Peki burada eğlenmiyor musun?" diye sordu Heweı."Her şey göz önünde bulundurulduğunda - evet," dediHirst. "İnsanları gözlemlemeyi seviyorum. Birşeylere bakmayıseviyorum. Bu ülke şaşılacak kadar güzel. Bu akşam dağın tepesininnasıl sarıya döndüğünü fark eltin mi? Gerçekten öğleyemeklerimizi alıp günü dışarıda geçirmeliyiz. İğrenç bir bi­çimde şişmanlıyorsun." Hevvet'm çıplak baldırını işaret etti."Bir gezi düzenleriz," dedi Hewet canlı bir tavırla. "Bütünöleli davet ederiz. Eşek kiralayıp-""Ah, Tanrım!" deJi Hirst, "kes şunu! Bayan Warringıon'ın,Bayan Allan'm, Bayan Elliot'm ve diğerlerinin, taşların üstüneçömelip 'Ne eğlenceli!' diye vakvakladıklarını görebiliyorum!""Venning'i, Perrotl'ı, Bayan Murgatroyd'u çağırırız - yakası­na yapışabildiğimiz herkesi," diye devam etti l lewet. "Şu gözlüktakan küçük ihtiyar çekiıgenin adı neydi? Pepper mıydı? -Pepper bize önderlik etsin.""Tanrı'ya şükür, eşekleri hiçbir zaman bulamayacaksın," dediHirst."Bunu not almalıyım," dedi Iiewet, ayaklarını yavaşça yereindirirken. "Hirst, Bayan Warrington'a eşlik eder; Pepper beyazbir eşeğin üzerinde tek başına ilerler; azıklar eşitçe dağıtı­lır - yoksa bir katır mı kiralasak? Evli kadınlar -Bayan Paleyvar, vay canına!- bir arabayı paylaşırlar.""Yanlış yapacağın yer de burası," dedi Hirst. "Bakireleri evlikadınların arasına yerleştirmek."121"Böyle bir gezi sence ne kadar sürer, Hirst?" diye sorduHeweı."On iki saatle on altı saat arası diyebilirim," dedi Hirst. "Genellikleilk doğumun aldığı zaman kadar.""Epey örgütlenme gerektirecek," dedi Hevvet. Şimdi odanıniçinde yumuşak adımlarla yürüyordu; masadaki kitapları karıştırmakiçin durdu. Üst üste yığılmış duruyorlardı."Birkaç ozan da fena olmaz," dedi. "Gibbon olmaz; hayır;Modern Aşk ya da John Donne yanında mı? Gördüğün gibi, insanlarmanzaraya bakmaktan usandıklarında oluşacak suskunluklarıdüşünüyorum; öyle zamanlarda güç bir şeyi yükseksesle okumak güzel olacaktır.""Bayan Paley ne eğlenecek," dedi Hirst."Bayan Paley'nin bundan keyif alacağı kesin," dedi Hevvet."Bildiğim en iizücü şeylerden biri bu - geçkin hanımların şiirokumayı bırakması. Yine de şu ne kadar uygun:Hayaun loş derinlikleriniİskandil eden biri olarak konuşuyorum,Sonunda açık ve kesin görüşlerDile getirebilen biri olarak..Ama - sevgiden sonra ne gelir?Kararan bir sahne,Kederli birkaç boş saat,Ve sonra, Perde.*İçimizde bunu gerçekten anlayabilen tek insan Bayan Paley'dirherhalde.""Kendisine sorarız," dedi Hirst. "Lütfen, Hevvet, eğer yalmangerekiyorsa perdemi çek. Beni ay ışığından daha fazla rahatsızeden pek az şey var."Hevvet, Thomas Hardy'nin şiirlerini kolunun altına sıkıştırıpçekildi; birbirine bitişik odalardaki yataklarında, genç adamlarınikisi de kısa sürede uykuya daldı.Hevveı'ın mumunun sönm esiyle, sabah erkenden otelin(*) Hevvet, Thomas Hardy'nin 'He Abjures Love'mın son dizelerini alıntılıyor -ç.n.122terk edilmişliğini inceleyen ilk kişi olan kara derili İspanyolçocuğun yalaklan kalkmasının arasına, birkaç saailik bir sessizlikgirdi, insan yüz kişinin derin soluk alıp verişlerini neredeyseişilebilirdi; bu kadar uykunun ortasında, ne denli dikenüstünde ve huzursuz olursa olsun, uykudan kaçmak güçtü.Pencerelerden dışarı bakıldığında görülecek tek şey karanlıktı.Dünyanın gölgedeki yansının her yerinde insanlar uzanmıştı;boş caddelerde titreşen birkaç ışık, kemlerinin kurulduğuyerleri işaretliyordu. Piccadilly'de kırmızı ve sarı otobüslerağzına kadar doluydu; pahalı kadınlar durdukları yerdesallanıyordu; oysa burada, bir baykuş karanlıkta ağaçtanağaca uçuyordu ve meltem dallan kaldırdıkça ay bir fener gi-"bi yanıp sönüyordu. Bütün insanlar yeniden uyanıncaya kadarevsiz hayvanlar dışarıda oluyordu, kaplanlar, geyikler vegölcüklerden içmek için karanlıkta aşağı inen filler. Geceleyintepelerle koruların üzerinden esen rüzgâr, gün rüzgânndandaha arı, daha tazeydi; ayrıntılardan yoksun kalan yeryüzüyseyollarla, tarlalarla bölünmüş renkli yeryüzünden daha gizemliydi.Bu derin güzelliğin varlığı altı saat sürdü; sonra doğugitgide daha da ağardıkça toprak yüzeye çıktı, yollar göz önü­ne serildi, duman kalktı ve insanlar hareketlendi; güneş, SanlaMarina'daki otelin pencerelerinde pırıldadı, ta ki perdeleraçılıp binanın her yerinde çınlayan gong kahvaltıyı haber verenedek.Kahvaltı sona erer ermez, hanımlar her zamanki gibi gazetelerialıp geri bırakarak salona dağılıp çemberler oluşturdular."Peki, bugün ne yapacaksınız?" diye sordu, amaçsızca gezinirkenkendini Bayan Warrington'm yanında bulan BayanElliot.Oxford öğretim üyesi Hughling'in kansı olan Bayan Elliot,ağlamaklı bir yüz ifadesi takınma alışkanlığında olan kısa boylubir kadındı. Gözleri, sanki "hiçbir zaman üzerinde uzun uzadıyadurmaya değecek kadar hoş bir şey bulamıyormuş gibi,bir şeyden bir şeye hareket ediyoıdu."Emma Teyze'mi dışarı çıkarıp kasabaya götürmeye çalışacağım,"dedi Susan. "Henüz bir tek şey görmedi."123"Şöminesinin yambaşından kalkıp buralara gelmesi," dediBayan Elliot, "yaşına göre çok canlı biri olduğunu gösteriyor.""Evet, ona hep gemide öleceğini söyleriz," diye yanıtladı Susan."Gemide doğmuş zaten," diye ekledi."Eski günlerde," dedi Bayan Elliot, "pek çok insan öyle doğ­muş. Zavallı kadınlara öyle acıyorum ki! Yakınacak çok şeyimizvar!" Başını iki yana salladı. Gözleri masanın üzerinde gezindi;konuyla ilgisiz olarak, "Zavallı küçük Hollanda Kraliçesi!*Gazete muhabirleri neredeyse yatak odasının kapısındadiyebiliriz!" dedi."Hollanda Kraliçesi'nden mi söz ediyordunuz?" dedi, darmadağınıkince yabancı gazetelerin arasında The Times'ın kalınsayfalarım aramakta olan Bayan Allan'ın hoş sesi."Öyle fazlasıyla düz bir ülkede yaşayan birine hep imrenmi-şimdir," diye belirtti."Ne kadar tuhaf!" dedi Bayan Elliot. "Ben düz bir ülkeyiçok iç karartıcı bulurum.""Öyleyse ne yazık ki burada pek mutlu olamayacaksınız.Bayan Allan," dedi Susan."Tersine," dedi Bayan Allan, "dağlara fazlasıyla düşkıınümdür."Az ileride The Times'ı görünce gazeteyi kapmak üzereuzaklaştı."Neyse, kocamı bülmam gerek," dedi Bayan Elliot sabırsızlanarak."Ben de teyzeme gitmeliyim," dedi Bayan Warrington; günlükgörevlerini üstlenerek uzaklaştılar.Yabancı gazetelerin inceliğinin ve harflerinin kabalığınınherhangi bir biçimde ciddiyetsizliği ve bilgisizliği işaret edenbirer kanıt olup olmadığı bir yana, nasıl ki sokakta bir adamdansatın alınan bir program, içinde söylenenlerle ilgili güvenuyandırmazsa, lngilizler'in bu gazetelerde okunan haberleripek haberden saymadıklarına kuşku yoktur. Çok saygıdeğer,geçkince bir çift, gazetelerle dolu uzun masaları teftiş ettiktensonra, başlıklardan fazlasını okumak için zaman harcamayadeğmeyeceğini düşündü.(*) Mollanda Kraliçesi 1909 yılının nisan ayında doğum yapmıştı - ç.n.124"Ayın on beşindeki müzakerenin şimdiye kadar bize ulaş­ması gerekirdi," diye mırıldandı Bayan Thornbury. Güzelce temizlenmişolan, yıpranmış yakışıklı yüzüne hava koşullarınınhırpaladığı, tahtadan bir suretin üzerindeki boya izlerine benzerbir kırmızılık yayılan Bay Thornbury, gözlüğünün üzerindenbakıp The Times'ın Bayan Allan'da olduğunu gördü.Çift, bu nedenle koltuklara yerleşip beklemeye başladı."Ah, Bay Hewet orada," dedi Bayan Thornbury. "Bay Hewet,"diye devam etti, "gelin, yanımıza oturun. Ben de kocamasizin aziz bir eski dostuma ne kadar çok benzediğinizi söylü­yordum - Mary Umpleby. Emin olun, çok tatlı bir kadındı.Gül yetiştirirdi. Eski günlerde onunla birlikte kalırdık.""Hiçbir genç adam geçkin bir kızkurusuna benzediğininsöylenmesinden hoşlanmaz," dedi Bay Thornbury."Tersine," dedi Bay Hewet, "insanlara başka birini anımsatmayıher zaman bir iltifat sayarım. Peki, Bayan Umpleby - nedengül yetiştiriyordu?""Ah, zavallıcık," dedi Bayan Thornbury, "uzun hikâye. Korkunçıstıraplar çekli. Bahçesi olmasaydı, bir keresinde aklını.yitirmesine az kalmıştı. Toprak, ona çok karşı geliyordu -kılıkdeğiştirmiş bir lütuftu bu; şafak sökerken yatağından kalkmakzorunda kalıyordu- her türlü hava koşulunda dışarıdaydı.Sonra, gülleri yiyen yaratıklar da var. Ama o galip geldi. Hepgalip gelirdi. Yürekli bir insandı." Derin derin, ama aynı zamandatevekkülle içini çekti."Gazeteyi tekelime aldığımın farkında değildim," dedi BayanAllan, onlara doğru gelirken."M üzakereyi okum ak için can atıyorduk," dedi BayanThornbury, gazeteyi kocasının adına kabul ederek."İnsan, bir müzakerenin ne kadar ilgi çekici olabildiğinioğulları donanmaya kaıılana kadar fark etmiyor. Bununla birlikle,ilgi alanlarım dengelidir; orduda da oğullarım var; biroğlum da Sendika'da konuşmalar yapıyor - bebeğim benim!""Tahminimce Hirst onu tamyordur," dedi Hewet."Bay Hirst'ün öyle ilgi çekici bir yüzü var ki," dedi BayanThornbury. "Ama onunla konuşmak için insanın çok akıllı ol­125ması gerekiyormuş gibi geliyor bana. Ee, William?" diye sordu,çünkü Bay Thombury homurdanıyordu."Yüzlerine gözlerine bulaştırıyorlar," dedi Bay Thombury.Haberin ikinci sütununa gelmişti, karışık bir sütun; Irlandalımilletvekilleri üç hafta önce, W estminster'da, donanmanınverimliliğiyle ilgili bir mesele üzerine ağız dalaşına girmişlerdi.Bozuk bir iki paragraftan sonra, sütunun baskısı yeniden düzgünceakıyordu."Okumuş muydunuz?" diye sordu Bayan Thombury, BayanAllan'a."Hayır, utanarak söylüyorum ki yalnızca Girit'teki keşifleriokudum," dedi Bayan Allan."Ah, kadim dünyayı anlamak için neler vermezdim!" diyehaykırdı Bayan Thombury. "Artık biz ihtiyarlar yalnız kaldığı­mıza göre, -ikinci balayımızdayız,- gerçekten, kendimi tekrareğitmeye başlayacağım. Ne de olsa geçmişin temelleri üzerindeyükseliyoruz, öyle değil mi Bay Hewet? Asker olan oğlum, hâlâHannibal'dan öğrenilecek çok şey olduğunu söylüyor, insanın,bildiklerinden çok daha fazlasını bilmesi gerekir. Nedense gazeteokurken önce müzakerelerden başlarım; daha bitiremedenkapı açılır-evde çok geniş bir topluluğuz- yani insan hiç­bir zaman kadim uygarlıkları, onların bizim için bütün o yaptıklarınıyeterince düşünmüyor. Ama siz baştan başlıyorsunuz,Bayan Allan.""Yunanlar'ı düşündüğümde, onları çıplak siyah adamlar olarakdüşünüyorum," dedi Bayan Allan, "eminim yanlıştır.""Ya siz. Bay Hirst?" dedi Bayan Thombury, sıska genç adamınyakınlarda olduğunu fark ederek. "Eminim her şeyi okuyorsunuzdur.""Kendimi kriket ve suçla sınırlıyorum," dedi Hirst. "Üst sı­nıflardan gelmenin en kötü yanı," diye devam etti, "insanındostlarının hiçbir zaman demiryolu kazalarında ölmemesi."Bay Thombury gazeteyi aşağı atıp kesin bir tavırla gözlüğü­nü indirdi. Yapraklar, Loplulugun ortasına düştü; hepsi dikkatlebaktı."İyi geçmemiş mi?" diye sordu karısı endişeyle.126Hewet yapraklardan birini alıp okudu, "Dün, Westminstersokaklarında yürüyen bir hanım terk edilmiş bir evin penceresindekikediyi fark etti. Açlıktan kıvranan hayvan-""Nasıl olsa bu işin dışında kalacağım," diye araya girdi BayThombury, hırçın bir tavırla."Kediler sık sık unutulur," dedi Bayan Allan."Unutma William, Başbakan cevabını sonraya saklamıştı,"dedi Bayan Thombury."Brondesbury, Eeles Parklı Bay Joshua Harris'in seksen ya­şındayken bir oğlu olmuştu," dedi Hirst."...Açlıktan kıvranan hayvan birkaç gündür işçilerin de dikkatiniçekiyordu; kedi kurtarıldı ama - vay canına! adamınelini ısırıp paramparça elti!""Açlıktan gözü dönmüştü herhalde," diye yorum yaptı BayanAllan."Hepiniz yurt dışında olmanın başlıca yararını gözardı ediyorsunuz,"dedi, topluluğa katılan Bay Hughling Elliot. "HaberleriFransızca okuyabilirsiniz, bu da hiç haber okumamakdemektir."Bay Elliot'm Kıpti dili hakkında derin bilgisi vardı, bunuolabildiğince gizli tutardı; Fransızca deyişlerden öyle zarifalıntılar yapardı ki, sıradan dili de konuşabildiğine inanmakgüçtü. Fransızlar'a saygısı sınırsızdı."Geliyor musunuz?" diye sordu iki genç adam. "İyice sıcakolmadan önce yola çıkmamız gerek.""Rica ederim sıcakta yürüme, Hugh," diye yalvardı karısı,içinde yarım piliçle biraz kuru üzüm bulunan çıkıntılı bir paketiona verirken."Hewet bizim barometremiz olacak," dedi Bay Elliot. "Bendenönce o eriyecektir."Gerçekten, pirzolalarından bir damlacık bile eriyip gidecekolsa geriye çıplak kemikleri kalırdı. Döşemenin üzerinde duranThe Times'm çevresindeki hanımlar artık yalnız kalmışlardı.Bayan Allan, babasının kol saatine baktı."On bire on var," dedi."İş zamanı mı?" diye sordu Bayan Thombury.127"İş zamanı," diye yanıl verdi Bayan Allan."Ne kadar zarif bir yaraiık!" diye mırıldandı Bayan Thombury,Bayan Allan'ın köşeli sureli erkeksi ceketinin içindeuzaklaşırken."Güç bir yaşamı olduğundan eminim," diye içini çekti BayanElliot."Ah, kesinlikle güç bir yaşam," dedi Bayan Thombury. "Bekârkadınlar -kendi geçimlerini sağlayanlar- tüm yaşamlararasında en güç yaşam.""Yine de epey neşeli görünüyor," dedi Bayan Elliot."Çok ilgi çekici bir iş olmalı," dedi Bayan Thombury. "Bilgisinegıpta ediyorum.""Ama kadınların istediği bu değildir," dedi Bayan Elliot."Ne yazık ki pek çoklarının sahip olmayı umul edebileceğitek şey bu," diye içini çekti Bayan Thornbury. "Artık bizlerinsayısının daha önce hiç olmadığı kadar çok olduğuna inanı­yorum. Daha geçen gün Sir Harley Lethbridge bana donanmayakatılacak delikanlılar bulmanın ne kadar güç olduğunuanlatıyordu - biraz da dişleri yüzünden, elbette. Genç kadınlarınşey hakkında oldukça açık bir biçimde konuştuklarınıda duydum-""Korkunç, korkunç!" diye bağırdı Bayan Elliot. "Deyim yerindeyse,bir kadının yaşamının tacı. Ben ki çocuksuz olmanınne olduğunu bilirim -" içini çekerek sustu."Ama katı olmamalıyız," dedi Bayan Thornbury. "Benimgençliğimden bu yana koşullar öyle çok değişti ki.""Annelik değişmiyor kuşkusuz," dedi Bayan Elliot."Bazı bakımlardan, gençlerden pek çok şey öğrenebiliriz,"dedi Bayan Thornbury. "Ben kendi kızlarımdan o kadar çokşey öğreniyorum ki.""Hughling'in gerçekten pek umursamadığına inanıyorum,"dedi Bayan Elliot. "Diğer yandan, onun işleri var.""Çocuksuz kadınlar başkalarının çocukları için çok şey yapabilirler,"diye yorum yaptı Bayan Thornbury tatlılıkla."Bol bol eskiz çiziyorum," dedi Bayan Elliot, "ama bu ger­çeklen bir meşgale sayılmaz. Daha yeni başlayan kızların sizin128yaptığınızdan daha iyisini yaptığını görmek insanı öyle mahcupediyor ki! Doğa zor - çok zor!""Yardım edebileceğiniz kurumlar -d em ekler- yok mu?" diyesordu Bayan Thombury."Onlar çok yorucu," dedi Bayan Elliot. "Rengimden ötürügüçlü görünüyorum; ama değilim; on bir kardeşin en küçüğühiçbir zaman güçlü olmaz.""Anne baştan özenli olursa," dedi Bayan Thombury yargı­lamasına, "ailenin büyüklüğünün bir fark yaratması için hiçbirsebep yok. Hem kardeşlerin birbirine verdiği eğitim gibisi yoktur.Bundan eminim. Kendi çocuklarımda gördüm. Büyük oğ­lum Ralph, örneğin-"Ne var ki, Bayan Elliot bu geçkin hanımefendinin deneyiminekarşı ilgisizdi; gözleri salonda gezindi."Benim bildiğim, annem iki kez çocuk düşürdü," dedi birdenbire."İlki, şu dans eden kocaman ayılardan biriyle karşılaş­tığı için oldu - onlara izin verilmemesi gerekir; diğeriyse -korkunçbir hikâyeydi- aşçımızın çocuğu olmuştu; yemekli birparti verildi. Sindirim güçlüğü çekmemi buna bağlıyorum.""Çocuk düşürmek doğum yapmaktan çok daha kötü," diyemırıldandı Bayan Thom bury dalgın bir tavırla, gözlüğünüdüzeltip The Times'ı eline alırken. Bayan Elliot kalkıp hızlauzaklaştı.Gazetede konuşan bir milyon sesten birine kulak verip, birkuzeninin Minehead'de bir din adamıyla evlendiğini fark edince- sarhoş kadınları, Girit'in altın hayvanlarını, taburların hareketlerini,akşam yemeklerini, ıslahatları, yangınları, öfkelileri,okumuşları ve yardımseverleri yok sayan Bayan Thombury,postaya verilmek üzere bir mektup yazmak için yukarı çıktı.Gazete, saatin lam altında kaldı; ikisi birarada, değişen birdünyada istikrarı simgeler gibiydiler. Bay Perrotl geçip gitti;Bay Venning bir masanın kenarında bir saniye durakladı. BayanPaley tekerlekli sandalyesiyle geçti. Peşinden Susan geliyordu.Bay Venning onun ardından ağır ağır yürüdü. Giysileriinsana dağınık yatak odalarında geç saatlerde uyandıkları hissiniveren Portekizli asker aileleri geçip gitti; kucaklarında129gürültücü çocuklar taşıyan güvenilir dadılar onlara eşlik ediyordu.Gün ortası yaklaşıp da güneş dosdoğru çatının üzerinevurunca, iri sinekler bir daire oluşturup burgaç yaparak vızıldamayabaşladılar; palmiyelerin altında buzlu içecekler sunuldu;gıcırtıyla aşağı çekilen uzun güneşlikler tüm ışığı sarı­ya dönüştürdü. Artık saatin tıkırdayacak sessiz bir salonu veuyuklayan dört beş tüccardan oluşmuş bir dinleyici topluluğuvardı. Gölgelikli şapkaları olan beyaz suretler yavaş yavaş kapıdangirerken, sıcak yaz gününün bir dilimini de içeri kabulettiler; sonra kapıyı kapatıp dışarıda bıraktılar. Loşlukla birdakika dinlendikten sonra yukarı çıktılar. Aynı anda, saat hı­rıldayarak biri vurdu; gongun yumuşak başlayıp yavaş yavaşbir çılgınlığa kapıldıktan sonra susan sesi işitildi. Bir duraklamaoldu. Sonra, yukarı çıkanların hepsi aşağı indi; kaymamakiçin iki ayağını aynı basamağa sıkı sıkı basan sakatlar geldi;dadılarının parmağını tutan şık küçük kızlar geldi; hâlâ yelekleriniiliklemekte olan şişman, yaşlı adamlar geldi. Gongbahçeden de duyulmuştu; sırt üstü uzanmış insan suretleri sı­rayla ayağa kalkıp ağır ağır yürüyerek karınlarını doyurmaküzere içeri girdiler, çünkü yine beslenme zamanlan gelmişti.Bahçede havuzlar ve gün ortasında bile iki üç konuğun çalış­mak ya da konuşmak için rahatça uzanabileceği dilim dilimgölgelikler vardı.Günün sıcaklığı yüzünden öğle yemeği genellikle insanlarınkomşularını gözlemlediği, yeni yüzleri inceleyerek kim olduklarına,ne yaptıklarına dair tahminlerde bulunmaya cüret etti­ği, sessiz bir öğün oluyordu. Yetmiş yaşını epey aşmış ve bacaklanndansakat olmasına rağmen Bayan Paley, yemeğindenve insanların acayipliklerinden keyif alıyordu. Susan'la birlikteküçük bir masada oturmuştu."Onun ne olduğunu söylemek istemem!" diye kıkırdadı,göze çarpacak bir biçimde beyazlar giymiş, yanaklarının çukurlarındaboya olan, hep geç kalan, ve hep hırpani bir kadı­nın eşlik ettiği uzun boylu bir kadını incelerken; bu söz üzerineSusan kızararak teyzesinin neden böyle şeyler söylediğinimerak etti.130Öğle yemeğine, yedi çeşidin her birinden geriye yalnızcaparçalar kalana dek, usulünce devam edildi; meyve, tıpkı birçocuğun bir papatyayı yaprak yaprak ortadan kaldırması gibi,yalnızca soyulup dilimlenecek bir oyuncaktı. Yiyecekler insanruhunun gün ortası sıcağına dayanmış olabilecek hafif alevleriüzerinde söndürücü işlevi görüyordu, ama daha sonra Susan,odasında oturdu ve teyzesine yüksek sesle kitap okurken BayVenning'in bahçede yanına gelip orada neredeyse yarım saatoturmuş olduğu gerçeğini keyifle zihninde evirip çevirdi. Erkeklerlekadınlar, fark edilmeksizin uzanabilecekleri farklı kö­şeler arıyordu; ikiden dörde kadar otelde ruhları olmayan bedenlerinikamet etliği, abartmadan söylenebilirdi. Bir yangınya da ölüm nedeniyle birdenbire insan doğasındaki kahramancabir şeye gerek duyulsa, sonuç felaket olacaktı, ama trajedileraçlık saatlerine rastlar. Saat dörde doğru, tıpkı bir alevinkara bir kömür çıkıntısını yaladığı gibi, insan ruhu yenidenbedeni yalamaya başlıyordu. Bayan Paley dişsiz çenesini böylealabildiğine açmasının yakışık almayacağım hissetti, oysa yakınlardahiç kimse yoktu; Bayan Elliot ise kızarmış yuvarlakyüzünü aynada kaygıyla inceliyordu.Yarım saat sonra, uykunun izlerini silerek buluştular; BayanPaley çay içeceğini belirtti."Siz de çayı seviyorsunuz, değil mi?" diyerek, kocası hâlâdışarıda olan Bayan Elliot'ı bir ağacın altına koydurmuş oldu­ğu özel masada ona katılmaya davet etti."Bu ülkede azıcık gümüş epeyce iş görüyor," diye kıkırdadı.Susan'ı bir fincan daha getirmesi için geri gönderdi."Burada öyle mükemmel bisküviler yapıyorlar ki," dedi, birtabak dolusu bisküviyi süzerek. "Şekerli bisküvi değil, onlarısevmem - sade bisküvi... Eskiz mi yapıyordunuz?""Ah, iki üç küçük karalama yaptım," dedi Bayan Elliot, herzamankinden epeyce yüksek sesle konuşarak. "Ama Oxfordshire'dansonra çok güç oluyor, orada öyle çok ağaç vardır ki.Burada ışık çok güçlü. Bazıları buna hayran kalıyor, biliyorum,ama ben çok yorucu buluyorum.""Pişmeye gerçekten ihtiyacım yok, Susan," dedi Bayan Pa-131ley, yeğeni döndüğünde. "Zahmet olacak ama yerimi değiştirmelisin."Her şeyin taşınması gerekiyordu. Nihayet yaşlı hanımefendi,ışığın üzerinde titreşeceği biçimde yerleştirildi, tıpkı ağdakibir balık gibi görünüyordu. Susan çay koydu; tam Wiltshire'dada havanın sıcak olduğunu söylüyordu ki, Bay Venning onlarakatılıp katılamayacağını sordu."Çaydan nefret etmeyen bir genç bulmak öyle güzel ki," dedi,keyfi tekrar yerine gelmiş olan Bayan Paley. "Erkek yeğenlerimdenbiri geçenlerde bir bardak İspanyol şarabı istedi - saatbeşte! Ona köşedeki birahanede içebileceğini söyledim, benimoturma odamda değil.""Çaysız kalmaktansa öğle yemeği yememeyi yeğlerim," dediBay Venning. "Bu tamı tamına doğru değil. İkisini de isterim."Bay Venning yaklaşık otuz iki yaşında esmer, genç bir adamdı,şu anda biraz heyecanlandığı belli olmakla birlikle, tavırlarıçok sallapati ve özgüvenliydi. Arkadaşı Bay Perrott avukattı;yanında Bay Venning olmaksızın herhangi bir yere gitmeyireddettiğinden, Bay Perrott bir şirketle ilgili olarak Santa Marina'yagelince Bay Venning'in de gelmesi gerekmişti. O da avukattıama kendisini dört duvar arasında kitapların başında tutanbu meslekten tiksiniyordu; dul annesi ölür ölmez uçmaklaciddi olarak uğraşmaya başlayacak ve uçak yapan büyük birşirkete ortak olacaktı, Susan'a böyle sır vermişti. Sohbet gelişigüzelsürmekteydi. Buraların güzellikleri ve tuhaflıkları, caddeleri,insanları ve sahipsiz san köpeklerin sayısı ele alınıyorduelbette."Bu ülkede insanların köpeklere davranışını korkunç denecekkadar acımasız bulmuyor musunuz?" diye sordu BayanPaley."Ben olsam hepsini vurdururdum," dedi Bay Venning."Ah, sevimli yavru köpekler dışında," dedi Susan."Neşeli küçük dostlar," dedi Bay Venning. "Baksanıza, sizhiçbir şey yemiyorsunuz." Kocaman bir dilim keki, titreyenbir bıçağın ucunda Susan'a sundu. Keki alırken Susan'm da elititriyordu.132"Evde çok sevimli bir köpeğim var," dedi Bayan Elliot."Benim papağanım köpeklere katlanamıyor," dedi Bayan Paley,sır verir gibi bir havaya bürünerek. "Hep ben yurt dışındaykenoğlancağıza (ya da kızcağıza) bir köpeğin sataşmış olduğundankuşkulanıyorum.""Bu sabah uzağa gitmediniz, Bayan Warrington," dedi BayVenning."Hava sıcaktı," diye cevapladı Susan. Bayan Paley'nin sağırlı­ğı ve Bayan Elliot'm, amcalarından birine ait olan, bir tek siyahbenek dışında beyaz, sert tüylü teriyerin intiharla sonuçlananuzun, üzücü tarihçesini anlatmaya girişmesi sayesinde, sohbetleriözel bir sohbete dönüşüverdi. "Hayvanlar da intihar eder,"diye içini çekti Bayan Elliot, acı bir gerçeği bildirircesine."Bu akşam kasabayı keşfe çıksak olmaz mı?" diye öneridebulundu Bay Venning."Teyzem-" diye başladı Susan."Bir tatili hak ediyorsunuz," dedi Bay Venning. "Her zamanbaşkaları için birşeyler yapıyorsunuz.""Ama beı.im hayatım bu," dedi Susan, dikkatini çaydanlığıyeniden doldurmaya vermiş gibi yaparak."Kimsenin hayatı bu değildir," diye karşılık verdi Bay Venning,"hiçbir genç insanın. Gelecek misiniz?""Gelmeyi isterdim," diye mırıldandı Susan.O anda Bayan Elliot başını kaldırıp baktı ve bağırdı, "Ah,Hugh! Yanında birini getiriyor," diye ekledi."Biraz çay hoşuna gidecektir," dedi Bayan Paley. "Susan, koşbirkaç fincan getir - o iki genç de orada.""Çaya susadık," dedi Bay Elliot. "Bay Ambrose'u tanıyormusun, Hilda? Tepede karşılaştık.""Beni buraya sürükledi," dedi Ridley, "yoksa utanmam gerekirdi.Tozlu, pis ve tatsızım." Tozdan bembeyaz olmuş çizmeleriniişaret ederken, bahçe kapısına yaslanmış bitkin bir hayvangibi düğme deliğinden sarkan bezgin çiçek, Ridley'nin yarattığıuzunluk ve dağınıklık izlenimini artırıyordu. Diğerleriylede tanıştırıldı. Bay Hewet'la Bay Hirst sandalye getirdi;Susan'ın suyu uzun bir alışıklıktan gelen beceriyle ve hep gü-133leryüzle bir çaydanlıktan diğerine çavlanlar halinde akıtmasıyla,çay yeniden başladı."Karımın erkek kardeşinin," diye açıkladı Ridley, hatırlamayıbaşaramadığı Hilda'ya, "burada bir evi var, bize ödünç verdi.Hiçbir şey düşünmeksizin bir kayanın üzerinde oturuyordumki, Elliot pantomimlerdeki periler gibi ortaya çıkıverdi.""Piliçlerimiz tuza bulanmıştı," dedi Heweı abartılı bir üzüntüyle,Susan'a. "Muzda besinin yanı sıra nem bulunduğu dadoğru değil."Hirst çoktan içmeye başlamıştı."Size sövüp sayıyorduk," dedi Ridley, Bayan Elliot'm nazik­çe karısının hatırını sormasına yanıt olarak. "Siz gezginler bü­tün yumurtaları yiyip bitiriyormuşsunuz, Helen söyledi. Bu dabir çirkinlik anıtı" - başıyla oteli işaret etti. "Ben buna iğrençbir lüks diyorum. Biz oturma odasında domuzlarla yaşıyoruz.""Fiyatlar göz önüne alındığında yiyecekler hiç de olması gerektiğigibi değil," dedi Bayan Paley ciddiyetle. "Ama insanotele gitmeyip de nereye gidecek?""Evinizde oturun," dedi Ridley. "Sık sık, keşke öyle yapsaydım,diyorum! Herkes evinde oturmalı. Ama elbette kimseoturmaz."Bayan Paley'nin içinde, beş dakikalık bir tanışıklığın ardındanalışkanlıklarını eleştiren Ridley'e karşı belirgin bir hıncıntohumları alılıyordu."Ben yurtdışı seyahatlerinin faydasına inanırım," diye belirtti,"eğer insan kendi doğduğu toprağı tanıyorsa, ki ben tanıdı­ğımı içtenlikle söyleyebileceğimi düşünüyorum. KimseninKent'i ve Dorsetshire'ı gezmeden seyahat etmesine izin vermezdim- Kent'i şerbetçiotları için, Dorsetshire'ı da eski taşkulübeleri için. Burada onlarla karşılaştırılabilecek hiçbir şeyyok.""Evet - hep kimilerinin düzlükleri, kimilerininse tepelerisevdiğini düşünmüşümdür," dedi Bayan Elliot, belirsizce.Aralıksız olarak yiyip içen Hirst, bir sigara yakarak yorumyaptı, "Ah, ama şu zamana kadar hepimiz doğanın bir hata olduğundaanlaşmıştık. Ya çok çirkin, sarsıcı denecek kadar ra­134hatsız, ya da tümüyle dehşet verici. Hangisi beni daha çok telaşlandırırbilmiyorum — bir inek mi yoksa bir agaç mı? Bir keresinde,geceleyin, tarlada bir inekle karşılaşmıştım. Yaratıkbana baktı. Emin olun, saçlanma ak düştü. Hayvanların özgürcedolaşmalarına izin verilmesi bir rezalet.""Peki inek onun hakkında ne düşündü?" diye mırıldandıVenning, Susan'a; Susan hemen zihninde, Bay Hirst'ün korkunçbir adam olduğuna karar verdi, böyle akıllıymış gibi birhavası olsa da, gerçeklen önemli olan konularda Arthur kadarakıllı değildi büyük olasılıkla."Doğanın kalça kemiklerini telafi edemediği gerçeğini keşfedenWilde değil miydi?" diye soıdu Hughling Elliot. Bu süreiçinde Hirst'ün hangi burslara ve vasıflara sahip olduğunu tamolarak öğrenmiş, onun yeteneklerine dair çok yüksek bir kanıedinmişti.Ne ki, Hirst yalnızca dudaklarını sımsıkı kapattı ve hiç yanıtvermedi.Ridley artık oradan ayrılmasına izin verilebileceğini kestirdi.Kibarlık gereği, çay için Bayan Elliot'a teşekkür edip elini sallayarakekledi, "Gelip bizi görmelisiniz."Elinin kapsadığı alan, Hirst'le Hewet't da içine alıyordu; Hewet,"Bunu çok isterim," diye yanıt verdi.Topluluk dağıldı; yaşamında kendini hiç bu kadar mutluhissetmemiş olan Susan, tam kasabada Arthur'la yapacaklarıyürüyüş için yola çıkmak üzereydi ki, Bayan Paley bir el hareketiyleonu geri çağırdı. Çifte Seylan adlı tek kişilik iskambiloyununun nasıl oynandığını kitaptan anlayamamıştı; oturupbirlikte bunu çözmeyi önerdi, böylece akşam yemeğinden öncekizamanı güzelce geçirebilirlerdi.135X. Bölüm•••••••••Bayan Ambrose'un, kalacak olursa yeğenine söz verdiği şeylerdenbiri de evin geri kalanından yalıtılmış, geniş, özel birodaydı - piyano çalabileceği, okuyabileceği, düşünebileceği,dünyaya meydan okuyabileceği bir oda, hem bir sığmak hemde bir kale. İnsan yirmi dört yaşındayken odalarırt, odadançok birer dünya gibi olduğunu biliyordu. Yargısı doğruydu;Rachel kapıyı kapatınca ozanların şarkılar söylediği, şeylerindoğru orantılarına kavuştuğu büyülü bir yere giriyordu. Geceoteli gördükten birkaç gün sonra Rachel, bir koltuğa gömülmüşolarak tek başına oturmuş, sırtında Henrik Ibsen'in Eserleriyazan, parlak kırmızı kaplı bir cildi okumaktaydı. Piyanonunüzerinde notalar açık duruyordu; müzikle ilgili kitaplariki düzensiz sütun halinde yerden yükseliyordu; ama şu aniçin müziği bırakmıştı.Sıkılmış ya da dalgın görünmek şöyle dursun, gözleri neredeysehoyratça sayfanın üzerinde yoğunlaşmıştı; yavaşlayan soluğunututmasından, zihninin çalışmasının tüm bedenini zorladığıanlaşılıyordu. Sonunda kitabı sertçe kapattı; arkasınayaslanıp, imgelem dünyasından gerçek dünyaya geçişe hepdamgasını vuran o derin hayreti ifade eden derin bir soluk aldı."Bilmek istediğim," dedi yüksek sesle, "şu: Hakikat nedir?136Bütün bunlardaki hakikat nedir?" Biraz kendisi, biraz da azönce okuduğu oyunun kadın kahramanı olarak konuşuyordu.İki saatlik süre boyunca matbaa harflerinden başka bir şey görmediğinden,dışarıdaki manzara şimdi şaşırtıcı bir gerçeklik veberraklıkta görünüyordu, ama tepede zeytin ağaçlarının gövdelerinibeyaz bir sıvıyla yıkayan adamlara rağmen şu an içinmanzaradaki en canlı şey kendisiydi - ön alanın lam ortasında,manzaraya egemen olan bir kahramanlık heykeli, lbsen'inoyunları onu hep bu durumda bırakırdı. Üst üste günlerce buoyunları oynayarak Helen'i epey eğlendirmişıi; sonra sıra Meredith'egelmiş, Rachel, Kavşaktaki Diana olmuştu. Ama Helenbunun tümüyle rol yapmaktan ibaret olmadığının, birtakım insanideğişimlerin de gerçekleştiğinin farkındaydı. Rachel sandalyeninarkalığında kaskatı duruşundan yorulunca yan dö­nüp kaykılarak rahatça yerleşti; mobilyaların üzerinden, karşıduvarda bahçeye açılan pencereden dışarı baktı. (Zihni Nora'danuzaklaşmıştı, ama kitabın ona çağrıştırdığı şeyler üzerine,kadınlar ve yaşam üzerine düşünmeyi sürdürdü.)Orada bulunduğu üç ay içinde, halalarının ev içi dedikodularıylave korunaklı bahçelerde bitmez tükenmez yürüyüşlerlegeçen zamanı dikkate değer ölçüde telafi etmişti, tıpkı Helen'inamaçladığı gibi. Ama onu herhangi bir şekilde etkiledi­ğini, ya da etkileme gücünün bulunduğuna dair en küçük birinancının olduğunu, en başta Bayan Ambrose reddederdi.Onu daha az utangaç, daha az ciddi buluyordu, bu da tamamenyarannaydı; bu sonuca yol açan zorlu sıçramalarla sonugelmez labirentleri o bile tahmin edemezdi. Güvendiği ilaçkonuşmaktı, her şey hakkında konuşmak, özgürce, savunmasızcave erkeklerle konuşma alışkanlığının onun için doğalkıldığı ölçüde açıksözlülükle konuşmak. Bayan Ambrose, erkeklerlekadınlardan oluşan karışık ev halkları içinde böyleyüksek bir değer verilen, yapmacıklık üzerine kurulmuş özgecive canayakm olma alışkanlıklarını da desteklemiyordu.Rachel'ın düşünmesini arzu ediyordu; bu nedenle ona kitaplarsunuyor, Bach, Beethoven ve Wagner'a tamamıyla bağımlıolmasını engellemeye çalışıyordu. Ne ki, Bayan Ambrose, De-137foe'yu, Maupassanı'ı ya da aile yaşamı üzerine kapsamlı birgünceyi önerirken, Rachel modern kitaplar, parlak sarı kapaklanolan kitaplar, halalanna kalsa hiç de modern zamanlardaileri sürüldüğü kadar önemli olmayan olgular üzerine,sert didişme ve tartışmaların alameti olan yaldızlardan sırtlarındabolca bulunan kitaplar seçiyordu. Ama Bayan Ambroseona karışmıyordu. Rachel, yazılı cümlelere aşina olmayan birinino garip düşgücü yoksunluğuyla, sözcükleri sanki tahtadanyapılmış, ayn ayrı büyük önemleri bulunan, masalar,sandalyeler gibi birer biçimi olan şeylermiş gibi ele alarak,kendi seçtiklerini okuyordu. Bu yolla sonuçlara varıyordu,günün serüvenlerine göre yeniden biçimlendirilmesi gerekenbu sonuçlar, RachePın canının çektiği gibi yeniden, özgürcedökümleniyor ve arkalarında her zaman küçücük bir inançzerresi bırakıyordu.Ibsen'i, amacı bir kadının düşüşünün gerçek suçlularınıbulmak olan, okuyucuyu rahatsız etmek bir kanıt ise amacınada ulaşan, Bayan Ambrose'un nefret ettiği türden bir roman izledi;Rachel kitabı yere attı, pencereden dışarı baktı, çekilipyeniden bir koltuğa çöktü.Sıcak bir sabahtı; okuma idmanı zihnini saat zembereği gibibir kasılıp bir gevşer durumda bırakmıştı. Dışarıdaki bahçeninsesleri, gün ortasının belirli hiçbir nedene bağlanamayan kü­çük gürültüleri, düzenli bir ritimle saate eşlik ediyordu. Herşey çok gerçek, çok büyük, çok duygusuzdu; bir iki saniyesonra Rachel kendi varlığıyla ilgili farkmdalığını biraz olsungeri getirmek için, işaret parmağını kaldırıp kaldırıp sandalyesininkolçağına bırakmaya başladı. Ardından, sabah vakti dünyanınortasında bir koltukta oturmakta olduğu gerçeğinin anlatılmazacayipliği onu etkisi altına aldı. Evin içinde hareketeden insanlar kimdi - şeyleri bir yerden bir başka yere taşı­yan? Ve yaşam, yaşam neydi? Yüzeyin üzerinden geçip gözdenkaybolan bir ışık yalnızca, tıpkı zamanla kendisinin de gözdenkaybolacağı gibi, oysa odadaki mobilyalar kalacaktı. Öylegevşemişti ki artık parmağını kaldıramıyordu; hep aynı noktayabakarak, dinleyerek, hiç kıpırtısız oturuyordu. Her şey tu­138haflaştı, tuhaflaştı. Şeylerin yalnızca varoluşu bile içini huşuyladolduruyordu... Kaldırabileceği parmaklarının olduğunuunuttu... Var olan şeyler öyle sınırsız, öyle terk edilmişti ki...Uzun bir zaman dilimi boyunca bu uçsuz bucaksız madde yı­ğınlarının farkında olmayı sürdürdü, saat hâlâ evrensel sessizliğinortasında tıkırdıyordu."Girin," dedi alışkanlıkla, çünkü kapıdaki ısrarlı vuruşlarbeyninin içindeki bir teli çeker gibiydi. Kapı son derece yavaşaçıldı; uzun boylu bir insan, kolunu uzatarak ona doğru geldive şöyle dedi:"Buna ne demeliyim?"Bir kadının elinde bir kâğıtla odaya girmesinin düpedüzsaçmalığı Rachel'ı şaşırttı."Ne yanıt vereceğimi bilmiyorum, Terence Hewet'ın kim olduğunuda," diye devam etli Helen, bir hayaletin tekdüze sesiyle.Üzerine inanılmaz sözcükler yazılmış bir kâğıdı Rachel'mönüne koydu:SAYIN Bayan AMBROSE - Gelecek cuma günü bir piknik dü­zenliyorum, hava güzel olursa saat on bir buçukta yola çıkıpMonte Rosa'ya tırmanmaya niyetliyiz. Biraz zaman alacak,ama manzara muhteşem olacaktır. Siz ve Bayan Vinrace topluluğakatılmayı kabul ederseniz bundan büyük zevk duyarım.- Saygılarımla,TERENCE HEWET.Rachel kendini inandırmak için sözcükleri yüksek sesleokudu. Aynı nedenle, elini Helen'in omzuna koydu."Kitaplar - kitaplar - kitaplar," dedi Helen, o dalgın tavrıyla."Hep yeni kitaplar- içlerinde ne buluyorsun merak ediyorum..."Rachel mektubu ikinci kez okudu, ama içinden. Bu kez herbir sözcük, hayaletler gibi belli belirsiz olmak yerine, şaşırtıcıbir yücelik barındırıyordu; dağların dorukları sisler arasındannasıl çıkarsa öyle dışarı çıkıyorlardı. Cuma - on bir buçuk - BayanVinrace. Kanı damarlarında akmaya başlamıştı; gözlerininparlaklaştığını hissediyordu.139"Gitmeliyiz," dedi, kararıyla Helen'i şaşırtarak. "Kesinliklegitmeliyiz" - hâlâ birşeylerin olageldiğini fark etmenin verdiğiiç rahatlığı işte böyleydi; gerçeklen de şeyler, onları çepeçevresaran siste daha da parlak görünüyordu."Monte Rosa - şuradaki dağ, değil mi?" dedi Helen; "amaHewet - o kim? Ridley'nin tanıştığı gençlerden biri herhalde.Öyleyse evet mi diyeyim? Korkunç sıkıcı olabilir."Mektubu geri alıp gitti, çünkü ulak onun yanıtını bekliyordu.Birkaç gece önce Bay Hirst'ün odasında akla gelen toplulukbiçimlenmiş, uygulama alanındaki yeteneklerini ender olarakkullanan ve bu gerilime değmesinden hoşnutluk duyan BayHewet için büyük bir tatmin kaynağı olmuştu. Davetini hepside kabul etm işti; Hirst'ün tavsiyesinin aksine, çok sıkıcı,uyumsuz ve gelmeyecekleri kesin olan insanlara teklif edildi­ğinden, herkesin kabul etmesi daha da cesaret vericiydi."Kuşkusuz," dedi, Helen Ambrose imzalı bir notu kıvırıpbükerken, "büyük bir kumandan olmak için gereken yetenekleringöze bu kadar büyük görünmesi saçmalık. Bir modem.şiirkitabı üzerine eleştiri yazmak için gereken zihinsel çabanınyaklaşık yansı, karşı cinslerden yedi sekiz kişiyi aynı' gün aynısaatte aynı noktada biraraya getirmemi sağladı. Generallikbaşka nedir ki, Hirst? Waterloo alanında Wellington bundanfazla ne yaptı? Bir patikadaki çakıl taşlarını saymak gibi, yorucuama güç değil."Bir bacağını sandalyenin kolçağının üzerine atmış, yatakodasında oturuyordu; Hirst karşısında mektup yazıyordu. Gerikalan güçlükleri işaret etmekte gecikmedi."Örneğin, hiç görmediğin iki kadın var. Varsayalım onlardanbiri kız kardeşim gibi yükseğe çıkınca rahatsızlanıyor, di­ğeriyse-''"Ah, kadınlar sana kalacak," diye araya girdi Hewet. "Onlarıyalnızca sana yararı dokunur diye çağırdım. Biliyorsun,Hirst, kendi yaşındaki genç kadınlarla birarada olmaya ihtiyacınvar. Kadınlarla nasıl anlaşacağını bilmiyorsun, dünyanınyarısının kadınlardan oluştuğu düşünülünce bu büyük birkusur."140Hirst inleyerek bunun gayet farkında olduğunu söyledi.Ne var ki, Hirsı'le birlikle buluşma yerine doğru yürürkenHewet'ın kendinden hoşnutluğu biraz azaldı. Bu insanları nediye çağırdığını, onları biraraya toplamaktan aslında ne eldeetmeyi beklediğini kendine sordu."İnekler," diye düşündü, "tarlada biraraya toplanır; gemilersedurgun sularda; yapacak başka bir şeyimiz olmadığında bizde aynıyız. Ama bunu neden yapıyoruz? - kendimizi şeyleriniç yüzünü görmekten alıkoymak için mi" (bir derenin kıyısındadurup suyu bastonuyla karıştırarak bulandırmaya başladı),"hiçlikten kentler, dağlar, koca evrenler yapıyoruz, birbirimizigerçeklen seviyor muyuz, ya da bitmez tükenmez bir belirsizlikdurumunda mı yaşıyoruz, hiçbir şey bilmeden, bir andanbir ana sıçrayarak, tıpkı bir dünyadan bir dünyaya sıçradığı­mız gibi? - her şey göz önünde bulundurulduğunda, benimeğilimli olduğum görüş bu."Derenin üzerinden atladı; Hirst insanoğlunun herhangi bireyleminin nedenini aramayı çoktan bıraktığını belirterek dö­nüp ona katıldı.Sekiz yüz metre ileride çınar ağaçlarından oluşan bir kümeninyanına, buluşma yeri olarak seçilen, dere kıyısındaki sarımsıpembe renkli çiftlik evine geldiler. Burası tam tepenindüzlükten yükseldiği yerde elverişli bir biçimde uzanan gölgelibir noktaydı. Çınar ağaçlarının ince dallan arasından, otlayanküçük eşek kümeciklerini görebiliyorlardı, uzun boylu birkadın birinin burnunu ovalıyor, başka bir kadınsa derenin kı­yısında diz çökmüş, kendi avuçlanndan su içiyordu.Gölgeli yere girdiklerinde, Helen başını kaldırıp baktıktansonra elini uzattı."Kendimi tanıtmalıyım," dedi. "Ben, Bayan Ambrose."El sıkışmalannın ardından, "Bu da yeğenim," dedi.Rachel sıkıntılı bir tavırla yaklaştı. Elini uzattı ama geri çekli."Sırılsıklam," dedi.Pek az konuşmuşlardı ki, arabalardan ilki yaklaşıp durdu.Eşekler çabucak dürlüklenerek hazır ola geçirildi; ikinciaraba da geldi. Koru yavaş yavaş insanlarla doldu - Elliot'lar,141Thornbury'ler, Bay Venning'le Susan, Bayan Allan, EvelynMurgatroyd ve Bay Perrott. Bay Hirst, boğuk sesli, hareketliçoban köpeğini oynuyordu. İğneli birkaç Latince sözcüğünyardımıyla hayvanları sıraya dizdi; çıkıntılı omzunu eğerekhanımları yukarı kaldırdı. "Hewet'ın anlamayı başaramadığışey şu ki," dedi, "gün ortasından önce tırmanışın belini kırmakzorundayız." Konuşurken, Evelyn Murgatroyd adlı gençbir hanıma yardım ediyordu. Genç hanımefendi, bir baloncukkadar hafif, yükselip yerine yerleşti. Tepeden tırnağa beyazlariçinde, geniş kenarlı şapkasından sarkan tüyüyle, BirinciCharles devrinde eyleme geçmeleri için kralcı birliklere önderlikeden yiğit bir hanımefendi gibi görünüyordu."Benimle gelin," diye buyurdu; Hirst sıçrayarak bir katırınüzerine biner binmez ikisi yola çıkıp süvari alayına önderliketliler."Bana Bayan Murgatroyd demeyin. Bundan nefret ediyorum,"dedi. "Adım Evelyn. Sizinki ne?""Sı. John," dedi."Hoşuma gitti," dedi Evelyn. "Arkadaşınızın adı ne?""Adının baş harfleri R. S. T. olduğundan ona Keşiş diyoruz,"dedi Hirst."Ah, hepiniz fazla akıllısınız," dedi Evelyn. "Ne taraftan?Bana bir dal koparın. Eşkin gidelim."Eşeğine sopayla sert bir darbe vurup öne çıktı. Evelyn Murgatroyd'undolu dolu, romantik meslek yaşamını en iyi yansı­lan, kendi sözcükleridir, "Bana Evelyn deyin, ben de size St.John diyeyim." Bunu çok hafif bir kışkırtmayla söylüyordu-soyadı da yeterliydi- ama bir sürü genç ona zaten büyük coş­kuyla yanıt vermiş olduğu halde bunu söylemeyi ve hiçbiriniseçmemeyi sürdürüyordu. Ne var ki, eşeği tökezleye tökezleyeağırdan bir koşu tutturdu; tepenin omurgalarından birindenyukarı tırmanmaya başlayan patika daraldığı ve üzerine taşlarsaçılmış olduğu için tek başına önden gitmek zorunda kaldı.Süvari alayı, oynar eklemleri olan bir tırtıl gibi kıvrıla kıvrılailerliyordu, hanımların beyaz güneş şemsiyeleriyle beylerinpanama şapkaları tırtılın sorgucunu oluşturuyordu. Toprağın142keskin bir açıyla dikleştiği bir noktada Evelyn M. eşeğindenatladı, dizginleri yerli çocuğa fırlatıp Sı. John Hirst'ün de inmesiiçin ısrar etli. Kaslarını açma ihtiyacı hissedenler onlarıtaklit etli."İnmeye hiç gerek görmüyorum," dedi Bayan Allan, hemenarkasındaki Bayan Elliot'a, "binerken çektiğim güçlük düşü­nülürse.""Bu küçük eşekler her şeye dayanıyor, n'est-ce pas?" dediBayan Elliot, kılavuza hitap ederek; o da uysalca başını eğdi."Çiçekler," dedi Helen, şurada burada, birbirinden ayn bü­yümüş küçük parlak çiçekleri toplamak üzere eğilirken. "Yapraklarınıelinizle eziyorsunuz, kokuyor," dedi, bir tanesini BayanAllan'm dizine koyarak."Daha önce tanıştırılmamış mıydık?" diye sordu Bayan Allan,ona bakarak."Tanıştırıldığımızı varsayıyordum," diye güldü Helen, çünkübuluşma kargaşasında kimse onlan tanıştırmamıştı."Ne kadar mantıklı!" diye cıvıldadı Bayan Elliot. "İnsan hepbunu ister - ama ne yazık ki mümkün değil.""Mümkün değil mi?" dedi Helen. "Her şey mümkündür.Akşam olmadan neler olacağını kim bilebilir?" diye sürdürdüsözlerini, zavallı hanımefendinin ürkekliğiyle alay ederek, birşeyin başka bir şeyden sonra gelmesine öyle sorgusuz sualsizbel bağlamıştı ki, akşam yemeğinin önemsenmeyebileceği yada masanın alışıldık yerinden iki buçuk santimetre oynatılabileceğibir dünyayı yalnızca göz ucuyla görmek bile kendi akılsağlığından kuşkulanmasına yol açıyordu.Dünyadan gitgide ayrılarak yükseklere, daha da yükseklereçıkıyorlardı. Geriye dönüp baktıklarında dünya dümdüz olmuş,soluk yeşil ve gri renkli karelerle işaretlenmişti."Kasabalar çok küçük," dedi Rachel, tüm Santa Marina'yı vevaroşlarını tek eliyle örterek. Deniz, beyaz bir fırfırla aralaragirerek sahilin bütün açılarını dolduruyordu; ötede beride, gemilermaviliğe sımsıkı tutunmuştu. Deniz, morlu yeşilli beneklerlelekelenmişti; gökyüzüyle birleştiği yerin kenarındaışıltılı bir çizgi vardı. Hava çok berrak ve sessizdi, çekirgelerin143tiz gürültüsü ve hızla geçip gözden kaybolan anların kulak tırmalayanvızıltısı dışında. Topluluktakiler durup bir süre yamaçtakibir taş ocağında oturdular."Şaşılacak kadar berrak," diye bağırdı Sı. John, topraktakiyarıkları birbiri ardına saptayarak.Evelyn M. onun yanma oturup çenesini eline yasladı. Yü­zünde belirgin bir zafer ifadesiyle manzarayı inceledi."Sizce Garibaldi buraya çıkm ış m ıdır?" diye sordu BayHirst'e. Ah, keşke ona gelin olsaydı! Keşke bu, piknik yapanbir topluluk değil de bir yurtseverler topluluğu olsaydı; diğerlerigibi kızıl gömlek giymiş olan kendisi de yavuz adamlannarasında çimlerin üzerine dümdüz uzanıp, bakışlarının dumanıdelip geçmesi için elini gözlerine siper ederek tabancasıylaaşağılarındaki beyaz taretlere nişan alsaydı! Böyle düşünürkenayağını huzursuzca kıpırdatıyordu; birden bağırdı:"Ben buna hayat demem, siz der misiniz?""Neye hayat dersiniz?" dedi Sı. John."Savaş - devrim," dedi, lanetlenmiş kentten gözlerini ayırmadan."Siz yalnızca kitaplarla ilgileniyorsunuz, biliyorum.""Çok yanılıyorsunuz," dedi Sı. John."Açıklayın," diye ısrar etti Evelyn; burada insanlara nişanalınacak ateşli silahlar olmadığından, başka bir savaş türünebaşvurarak."Neyle ilgilendiğimi mi? İnsanlarla," dedi."Eh, gerçekten şaşırdım!" diye bağırdı Evelyn. "Müthiş ciddigörünüyorsunuz. Haydi arkadaş olup, birbirimize nasıl insanlarolduğumuzu anlatalım. Tedbirli olmaktan nefret ederim, yasiz?"Ne var ki, dudaklarının aniden büzülmesinden anladığı üzere,St. John tedbirli olmakla kararlıydı ve genç bir hanımefendiyeruhunu açmaya hiç niyeti yoktu."Eşek, şapkamı yiyor," dedi ve ona yanıt vermek yerine şapkasınauzandı. Evelyn hafifçe kızardı; sonra biraz fevri bir tavırlaBay Perrott'a döndü; yeniden eşeklere bindiklerinde, onukaldırıp yerine yerleştiren de Bay Perrott oldu."Yumurta kırılınca, omlet yenmeli," dedi Hughling Elliot144zarif bir Fransızca'yla, diğerlerine tekrar yola koyulma zamanınıngeldiğini çıdatarak.Hirsı'ûn öngörmüş olduğu gün ortası güneşi ortalığı kavurmayabaşlamıştı. Yükseldikçe, gökyüzünün daha da büyük birbölümü ortaya çıktı, ta ki dağ engin bir maviye yaslanmış kü­çücük bir toprak çadıra dönüşene dek. lngilizler sessizleşti;eşeklerin yanında yürüyen yerliler ise tuhaf titreşimli şarkılarpatlatmaya, şakacı atışmalara başladılar. Yol çok dikleşmişti;yolcuların her biri, gözlerini tam önünde ağır aksak ilerleyenbiniciyle eşeğin kıvrımlı biçimine dikmişti. Bedenlerine, zevkiçin biraraya gelmiş bir topluluğun kabul edebileceğindenepey fazla gerilim yüklenmişti; Hewet, homurdanarak söylenenbir iki söze kulak misafiri oldu."Bu sıcakta geziye çıkmak belki de akılsızlık," diye mırıldandıBayan Ellioı, Bayan Allaria.Ne ki, Bayan Allan, "Doruklara çıkmayı hep sevmişimdir,"diye karşılık verdi; bu doğruydu, oysa iri bir kadındı, eklemlerikaskatıydı ve eşeğe binmeye alışık değildi, ama tatillerininsayısı az olduğundan onlardan olabildiğince yararlanıyordu.O şen şakrak beyaz suret, önde güzel güzel ilerliyordu; elineyapraklı bir dal geçirip bir çelenk gibi şapkasının çevresinedolamıştı. Birkaç dakika sessizlik içinde ilerlediler."Manzara harika olacak," diye güvence verdi Hewet onlara,yüreklendirici bir gülümsemeyle eyerinin üstünde arkasınadönerek. Onunla göz göze gelince Rachel da gülümsedi. Birsûre daha çırpındılar, gevşek taşların üzerinde didinen toynaklarıntakırtısın d an başka bir ses duyulm uyordu. SonraEvelyn'in eşeğinden indiğini, Bay Perrott'msa ParlamentoMeydanı'ndaki bir devlet adamının tavrıyla manzaraya doğrutaşlan bir kol uzatarak durduğunu gördüler. Birazcık sollarındaalçak, harap bir duvar vardı, Elizabeth dönemine ait bir gö­zetleme kulesinin kaimlisi."Daha fazla dayanamayacaktım," diye açıldı Bayan Ellioı,Bayan Thornbury'e, ama bir anda doruğa ulaşıp manzarayıgörmenin heyecanı, içlerinden birinin ona yanıt vermesini engelledi.Birbirlerinin peşi sıra doruktaki düz alana gelip hay­145retler içinde durdular. Karşılarında uçsuz bucaksız bir alangördüler -ormana karışan gri kumlar, dağlarla birleşen orman,havayla yıkanan dağlar- Güney Amerika'nın sonsuz uzaklıkları.Arazi kadar düz, neredeyse onun kadar durağan görünenbir nehir ovada akıyordu. Bu kadar geniş bir alanın etkisi baş­ta oldukça ürperticiydi. Kendilerini çok küçük hissediyorlardı;bir süre kimse bir şey söylemedi. Sonra Evelyn bağırdı, "Muhteşem!"Hemen yanındaki eli tutuverdi; bu, rastlantı eseri, BayanAllan'ın eliydi."Kuzey - Güney - Doğu - Batı," dedi Bayan Allan, başını hafifçepusulanın noktaları doğrultusunda hareket ettirerek.Birazcık öne gitmiş olan Hewel, onları buraya getirmekledoğru bir iş yaptığını kendine kanıtlamak ister gibi konuklarınabaktı. Sıraya dizilmiş, bedenleri hafifçe öne doğru eğilmiş, giysilerirüzgârdan üstlerine yapışarak bedenlerinin biçimini almışinsanlann nasıl tuhaf bir biçimde çıplak heykelleri andırdığınıgözlemledi. Topraktan kaideleri üzerinde yabancı ve soylu görü­nüyorlardı, ama bir an sonra sırayı bozdular; Hewet yiyeceklerindağıtılmasıyla ilgilenmek zorundaydı. Hirst onun yardımınakoştu; tavuk ve ekmek paketlerini birbirlerine uzattılar.Sl. John paketini verirken Helen onun yüzüne iyice bakarakdedi ki:"Hatırlıyor musunuz - iki kadın?"Sı. John, keskin bir bakışla ona baktı."Hatırlıyorum," diye cevap verdi."Demek o iki kadın sizsiniz!" diye bağırdı Hewet, bir Helen'abir Rachel'a bakarak."İşıklarınız bizi cezbetmişti," dedi Helen. "Sizi iskambil oynarkenizledik, ama izleniyor olduğumuzu hiç bilmiyorduk.""Bir tiyatro oyundaki bir şey gibiydi," diye ekledi Rachel."Hirst sizi tarif edememişti," dedi Heweı.Helen'i görüp de hakkında söyleyecek bir şey bulamamakgerçekten de tuhaftı.Hughling Elliot, gözlüğünü takıp durumu kavradı."Farkında olmadan görülmekten," dedi, bir tavuk budunueklem yerinden çekiştirirken, "daha korkunç hiçbir şey bilmi­146yorum, tnsan kesinlikle gülünç bir şey yaparken yakalandığıduygusuna kapılıyor - örneğin, at arabasında diline bakarken."Diğerleri anık manzaraya bakmayı bırakmışlardı; birarayatoplanarak oturup sepederin çevresinde halka oluşturdular."Yine de at arabalarındaki o küçük aynaların kendine özgü birbüyüleyiciliği vardır," dedi Bayan Thombury. "Yalnızca birazınıgörebildiğinizde insanın yüz hatlan öyle farklı görünüyor ki.""Yakında pek az iki tekerlekli at arabası kalacak," dedi BayanElliol. "Dört tekerlekli araba da kalmayacak - emin olun,Oxford'da bile dört Lekerlekli at arabası bulmak neredeyseimkânsız.""Atlara ne olduğunu merak ediyorum," dedi Susan."Elli börek," dedi Arlhur."Atlann soyunun tükenmesinin zamanı geldi de geçiyor,"dedi Hirst. "Huysuz olmanın yanı sıra insanı rahatsız edecekkadar çirkinler."Ne ki, atı Tann'nın yaratıklarının en soylusu kabul edereky etiştirilm iş olan Susan buna katılam azdı; V enning iseHirst'ıın konuşulması olanaksız bir budala olduğunu düşünü­yordu, ama sohbeti sürdürecek kadar kibardı."Bizi uçaklardan düşerken gördüklerinde biraz olsun öçlerinialıyorlardır lahminimce," dedi."Uçak mı kullanıyorsunuz?" dedi yaşlı Bay Thombury, onabakmak için gözlüğünü takarak."Bir gün kullanmayı umuyorum," dedi Arthur.Burada, uçaklar uzun uzadıya tartışıldı; Bayan Thomburyuçmanın savaşta çok gerekli olduğu, bizimse İngiltere'de korkunçdenecek kadar geri kaldığımız sonucuna varan ve neredeysebir söyleve dönüşen kanısını dile getirdi. "Genç bir adamolsaydım," diye sonlandırdı sözlerini, "kesinlikle gerekeni yapardım."Gri ceketi ve eteği içinde, elinde sandviçiyle, kendinibir uçağın içindeki genç bir adam olarak hayal ederken gözlerihevesle parlayan bu küçük, geçkin hanımefendi tuhaf bir manzaraoluşturuyordu. Her nedense sohbet bundan sonra kolaycaakıp gitmedi; tüm söylenenler, içecekler, tuz ve manzarayla ilgiliydi.Harap duvara sırtı dönük olarak oturan Bayan Allan.147ansızın sandviçini bırakıp boynundaki bir şeyi yakalayarak,"Her yanım küçük yaratıklarla kaplandı," dedi. Bu doğruydu;keşif heyecanla karşılandı. Karıncalar, harabenin taşlan arasınayığılmış, bir buzulu andıran gevşek topraktan aşağı doğru akmaktaydı- cilalı gövdeleri olan iri, kahverengi kanncalar. Bakmasıiçin bir ianesini elinin üzerinde Helen'a uzattı."Sizce ısınrlar mı?" dedi Helen."Isırmazlar, ama yiyecekleri istila edebilirler," dedi Bayan Allan;karıncaları yollarından çevirmek için hemen önlemleralındı. Hevvet'ın önerisiyle, istilacı orduya karşı modern savaşyöntemleri kullanılmasına karar verildi. Masa örtüsü, istila edilenülkeyi simgeliyordu; çevresine sepetlerden barikatlar kurdular,şarap şişelerinden bir sur inşa etliler, ekmeklerden istihkâmlaroluşturdular, içi tuz dolu hendekler kazdılar. Bir karıncaiçeri sızdığında, ekmek kırıntılarıyla bombardımana tutuluyordu,sonunda Susan bunun acımasızlık olduğunu belirterek,bu cesur ruhları dil biçimindeki bir ganimetle ödüllendirdi. Buoyunu oynarken gerginliklerini attılar, hatta alışılmadık ölçüdecüretkarlaştılar, çünkü çok utangaç olan Bay Perroıt, "İzninizle,"diyerek Evelyn'in boynundaki karıncayı aldı."Bir karıncanın insanın iç gömleğiyle teninin arasına girmesi,"dedi Bayan Elliot, Bayan Thornbury'e gizlice, "gerçektenhiç de komik olmazdı."Gürültü ansızın artarak yaygaraya dönüştü, çünkü uzun birkarınca dizisinin bir arka girişten masa örtüsüne doğru yolunubulduğu keşfedilmişti; başarı gürültüyle ölçülebilirse, Hewet'ın,partisinin başarılı olduğunu düşünmek için çok nedenivar demekti. Ne ki, ortada hiçbir neden yokken, içini derin birkasvet sardı."Yeterli değiller; bayağılar," diye düşündü, az ötede tabaklarıbiraraya topladığı yerden konuklarını inceleyerek. Hepsine şöylebir baktı, masa örtüsünün çevresinde eğilmelerine, sallanmaları­na, el kol hareketleri yapmalarına. Canayakın ve alçakgönüllü,pek çok bakımdan saygıdeğer, hoşnutluklarıyla ve kibar olmaarzularıyla bile sevilesi olmalarına rağmen hepsi ne kadar da aleladeydiler,nasıl da birbirlerine tatsız acımasızlıklar yapabilecek148durumdaydılar! İşte Bayan Thombury, tatlı biri ama anaç bencilliğiylesıradan; Bayan Eliiot, hiç durmadan payına düşenden şikâyeteder; kocasının da aşağı kalır yanı yok; Susan - onun benliğiyoktu, ne yandan bakılırsa bakılsın önemi olmayan biriydi;Venning bir okul çocuğu kadar dürüst ve gaddardı; zavallı yaşlıThombury yalnızca dolap beygiri gibi dönüp duruyordu ve Hewet'aöyle geliyordu ki, insan Evelyn'in kişiliğini ne kadar az inceleseo kadar iyi olurdu. Ama bunlar paralı insanlardı; dünyanınyönetimi başkalarına değil, onlara verilmişti. Aralarına yaşamıya da güzelliği umursayan daha canlı birini koysanız, onlancezalandırmak yerine elindekileri onlarla paylaşmaya çalıştığında,onu ne ıstıraplara boğar, ne zararlara uğratırlardı!"Hirst var," diye sonuçlandırdı düşüncelerini, arkadaşınınsuretine geldiğinde; dikkatini yoğunlaştırdığı zaman alnındahep oluşan küçük çizgilerle bir muzun kabuğunu soyuyordu."Günah kadar çirkin." Sı. John Hirst'ün çirkinliğinden ve çirkinliğiningetirdiği sınırlamalardan bir bakıma diğerlerini sorumlututuyordu. Yalnız yaşamak zorunda kalması onlann su­çuydu. Sonra Helen'a geldi, kahkahasını işitince dikkati onayönelmişti. Helen, Bayan Allan'a gülüyordu. "Bu sıcakta kombinezonmu giyiyorsunuz?" dedi, başkalarının işitmeyeceğineinandığı bir sesle. Hewet onun görünüşünü çok beğeniyordu,güzelliğini o kadar değil de, geri kalanların arasında taştan yapılmışkocaman bir kadınmış gibi göze çarpmasına neden olaniriliğini ve yalınlığını; böylece Hevvet'm içi biraz yumuşadı.Gözü RachePa takıldı. Diğerlerinin epey arkasında, tek dirse­ğine yaslanmış uzanıyordu; Hevvet'la tam da aynı şeyleri düşü­nüyor olabilirdi. Gözlerini kederli ama dikkatsiz bir ifadeyle,karşısında sıralanan insanlara dikmişti. Hewet, elinde bir par­ça ekmekle dizlerinin üzerinde ona doğru emekledi."Neye bakıyorsunuz?" diye sordu.Rachel hafifçe irkildi, ama derhal yanıt verdi, "tnsanlara."149XI. BölümTeker teker ayağa kalkıp gerindiler; birkaç dakika içinde ikiayrı topluluğa bölünmüşlerdi. Topluluklardan biri, aynı kitaplarıokuyup aynı sorular üzerine düşünmüş olmalarından .ötü­rü şimdi aşağılarındaki yerlerin adlarını söyleyip, ötekilere donanmalar,ordular, siyasi partiler, yerliler ve maden ürünlerihakkında bir sürü bilgi sergilemeye can atan Hughling Elliot'laBayan Thornbury'nin egemenliğindeydi - bütün bunlar birle-şince, diyorlardı. Güney Amerika'nın geleceğin ülkesi olduğukanıtlanıyordu.Evelyn M. parlak mavi gözlerini kâhinlere dikmiş, dinliyordu."İnsanın erkek olmak isleyeceği geliyor!" diye bağırdı.Bay Perrotl ovayı inceleyerek, geleceği olan bir ülkenin çokgüzel bir şey olduğu yanıtını verdi."Yerinizde olsaydım," dedi Evelyn, ona dönüp eldiveninisert bir hareketle parmaklarına geçirirken, "bir bölük kurupkocaman bir araziyi fetheder, orayı muhteşem bir hale getirirdim.Bunu yapmak için kadınlara gereksiniminiz olurdu. Hayataen baştan başlamayı çok isterdim, olması gerektiği gibi-hiçbir pislik olmadan- yalnızca kocaman salonlarla bahçeler,muhteşem erkeklerle kadınlar. Ama siz - siz yalnızca mahkemelerdenhoşlanırsınız!"150"Peki, güzel elbiseler, şekerlemeler, genç hanımefendilerinhoşuna giden bütün o şeyler olmadan gerçeklen memnun olurmuydunuz?" diye sordu Bay Perrott, kinayeli tavrının altındabir miktar acıyı gizleyerek."Ben genç bir hanımefendi değilim," diye parladı Evelyn; altdudağını ısırdı. "Sırf görkemli şeyleri seviyorum diye bana gü­lüyorsunuz. Neden artık Garibaldi gibi erkekler yok?" diyesordu."Buraya bakın," dedi Bay Perron, "bana fırsat vermiyorsunuz.Her şeye taze bir başlangıç yapmamız gerekliğini düşü­nüyorsunuz. Güzel. Ama tam olarak anlamıyorum - bir araziyifethetmek mi? Hepsi çoktan fethedildi, öyle değil mi?""Belirli bir arazi değil," diye açıkladı Evelyn. "Önemli olanfikir, anlamıyor musunuz? Öyle itaatkâr yaşamlar sürüyoruzki. Oysa ben sizin içinizde muhteşem şeyler olduğundaneminim."Hewet, Bay Perroll'ın bilge yüzündeki yara izleriyle çukurlarınacınası bir gevşemeyle rahatladığını gördü. Baroda yıldabeş yüzden fazla kazanmadığı, özel malı mülkü bulunmadığıve geçindirmesi gereken yatalak bir kız kardeşinin olduğu gözönüne alınınca, bir kadına evlenme teklif etmeyi hak edipetmediğiyle ilgili hesapların o sırada bile Bay Perrott'ın zihnindesürüp gittiği anlaşılıyordu. Ayrıca Bay Perrott, Susan'ıngünlüğünde belirttiği gibi "pek şey" olmadığını da biliyordu;Susan bununla onun pek beyefendi sayılamayacağını söylemekistemişti, çünkü o Leedsli bir bakkalın oğluydu, hayatasırtında bir küfeyle başlamıştı; şimdiyse, doğuştan bir beyefendidenneredeyse ayırt edilemez olmakla birlikte, giyiminin kusursuzdüzgünlüğüyle, tavrının rahatlıktan yoksunluğuyla,aşırı titizliğiyle ve çatal bıçağı tutuşunda, etin ender bulundu­ğu, ele alınma biçimininse hiç de zarif olmadığı günlerin kalıntısıolabilecek o tarifsiz, belirgin ürkekliği ve hassaslığıyla,kökenini keskin gözlere açık ediyordu.Ağır ağır gezinirken dağılmaya başlayan iki topluluk şimdiaşağıdaki sıcak manzaranın sarılı yeşilli yamalarını uzunuzun izlemek için biraraya geldi. Sıcak hava manzaranın üze­151rinde dans ediyor, ovadaki köyün çatılarını açık seçik görmeyiolanaksız kılıyordu. Bir meltemin hafifçe oynaştığı dağındoruğu bile çok sıcaktı; sıcak, yiyecekler, uçsuz bucaksız alanve bu kadar iyi tanımlanamayan başka nedenler, hepsinde rahatbir uyuşukluk ve mutlu bir gevşeme duygusu yaratmıştı.Fazla bir şey söylemiyorlardı, ama sessiz olmaktan rahatsız dadeğillerdi."Şuraya gidip bakalım, görülecek ne varmış!" dedi Arthur,Susan'a; çift birlikte uzaklaşırken, gidişleri kalanların içlerininbelirsiz bir duyguyla kıpırdanmasına neden oldu."Garip bir topluluk, öyle değil mi?" dedi Arthur. "Hepsinibirden zirveye çıkarmamalıydık, diye düşünmüştüm. Ama geldiğimeçok memnunum, vay canına! Hiçbir şey için bunu ka­çırmazdım.""Bay Hirst'ten hoşlanmıyorum," dedi Susan, konuyla ilgisizbiçimde. "Herhalde çok akıllı, ama akıllı insanlar neden bu kadar- tahminimce müthiş iyi biri, gerçekten," diye ekledi, kulağakaba gelebilecek sözlerini içgüdüsel olarak yumuşatarak."Hirst mü? Ah, şu okumuş adamlardan biri," dedi Arthurkayıtsız bir tavırla. "Bundan pek keyif almış gibi görünmüyor.Onu Elliot'Ia konuşurken dinlemelisin. Yapabildiğim, en fazla,onları takip etmek oluyor... Kitaplarla aram hiçbir zaman iyideğildi."Bu cümlelerle ve araya giren suskunluklarla birlikle, doruğundaincecik birkaç ağacın yetiştiği küçük bir tepeciğe ulaşular."Buraya oturmamızın bir sakıncası var mı?" dedi Arthurçevresine bakınarak. "Gölge çok hoş - manzara d a-" Oturdular;bir süre sessizce dosdoğru karşılarına baktılar."Ama bazen o akıllı adamlara gıpta ediyorum," dedi Arthur."Herhalde onlar hiçbir zaman..." Cümlesini bitirmedi."Onlara gıpta etmen için bir neden göremiyorum," dedi Susanbüyük bir içtenlikle."İnsana acayip şeyler oluyor," dedi Arthur. "Rahatın yerindeyaşayıp gidiyorsun, bir şeyin ardından başka bir şey geliyor;her şey hoş ve kolayca akıp gidiyor; hepsini bildiğini düşünü­yorsun ve birdenbire nerede olduğunu hiç mi hiç bilmiyorsun;152her şey eskisinden farklı görünüyor. İşte bugün senin arkandao patikadan yukan çıkarken, her şeyin sanki-" durakladı; birparça çimeni kökünden kopardı. Köklere yapışmış küçük çamurtopaklarını dağıttı - "Sanki bir tür anlamı olduğunu gö­rür gibiydim. Benim için bu farkı yaratan şendin," diye ağzındançıkarıverdi, "Bunu sana söylememek için bir neden göremiyorum.Seni tanıdığımdan bu yana böyle hissediyorum...Çünkü seni seviyorum."Basmakalıp şeyler söyledikleri sırada bile Susan yakınlaşmanınheyecanının bilincindeydi, bu yalnızca onun içinde değil,ağaçlarda, gökyüzünde de birşeyleri açığa çıkarır gibiydi; Arthur'unkonuşmasının kaçınılmaz görünen ilerleyişi ona ger­çekten acı veriyordu, çünkü daha önce kimse ona bu kadaryaklaşmamıştı.Arthur'un konuşması sürerken Susan kıpırtısız, kalakalmtş-tı; son sözcükler söylenirken yüreği birbirinden ayrı kocamançarpıntılarla hopladı. Parmaklarını bir taşın çevresine dolamış,dosdoğru önüne, dağın aşağısına, ovaya bakarak oturuyordu.Demek bu gerçekten onun da başına gelmişti, bir evlenmeteklifi.Arthur dönüp ona baktı; yüzü tuhaf bir biçimde çarpılmıştı.Susan öyle güçlükle soluk alıyordu ki yanıt vermekte zorlandı."Biliyordun belki de." Arthur onu kollarıyla sardı; anlaşılmazmırıltılarla birbirlerini kucakladılar, bir daha, bir daha vebir daha."Pekala," diye içini çekti Arthur, yeniden yere çökerken,"bugüne dek başıma gelen en harika şey bu." Rüyada görülenşeyleri gerçek şeylerin yanına koymaya çalışır gibiydi.Uzun bir sessizlik oldu."Bu, dünyadaki en mükemmel şey," dedi Susan, çok usulcave büyük bir inançla. Bu artık yalnızca bir evlenme teklifi de­ğildi, âşık olduğu adamın, Arthur'un evlenme teklifiydi.Bunu izleyen sessizlikte, elini sımsıkı tutarken, ona iyi bireş olabilmek için Tanrı'ya dua etti."Peki Bay Perrotl ne diyecek?" diye sordu, duası bittiğinde."Sevgili eski dost," dedi, artık ilk sarsıntıyı atlatıp muazzam153bir haz ve hoşnutluk duygusuna kendini bırakan Arthur. "Onaçok nazik davranmalıyız, Susan."Ona Perrotl'ın yaşamında ne güçlükler çektiğini, nasıl dasaçma denecek kadar kendisine, Arthur'a, bağlı olduğunu anlattı.Ardından, güçlü kişilikli, dul bir hanımefendi olan annesinianlatmaya geçti. Bunun karşılığında Susan da kendi ailesindenportreler çizdi - özellikle, herkesten çok sevdiği en kü­çük kız kardeşi Edith, "senin dışında, Arthur... Arthur," diyedevam etti, "benden hoşlanmana neden olan ilk şey neydi?""Bir gece denizde taktığın bir toka," dedi Arthur, yeterincedüşündükten sonra. "Şeye dikkat ettiğimi hatırlıyorum -aslındasaçma bir şey!- bezelye yemediğine, çünkü ben de yemem."Bundan, daha ciddi zevklerini karşılaştırmaya geçtiler, dahadoğrusu Susan, Arthur'un neleri önemsediğini soruşturup aynışeylere kendisinin de çok düşkün olduğunu ilan etti. Londra'dayaşayacaklardı, belki taşrada Susan'ın ailesinin yakınındabir de kulübeleri olurdu, çünkü onsuz olmak başlangıçta onlaratuhaf gelecekti. Başta sersemlemiş olan zihni, nişanlanması­nın getireceği değişikliklere kayıyordu şimdi -^evli kadınlarınsaflarına katılmak ne keyifli olacaktı- kendisinden çok dahagenç kızlardan oluşan topluluklara bağımlı olmamak - yaşlıbir bakirenin yaşamının uzun yalnızlığından kaçmak. Aradasırada, şaşırtıcı iyi talihinin karşısında eziliyor, bir sevgi ünlemiyleArthur'a dönüyordu.Birbirlerinin kolları arasında uzanmışlardı; gözleniyor olduklarınınhiç farkında değillerdi. Ne ki, başlarının üstündekiağaçların arasında aniden iki suret belirmişti."Burası gölge," diye başladı ki llewet, Rachel birdenbire donakaldı.Aşağılarında, yere yalmış, kucaklaşmaları sıkılaşıpgevşedikçe hafif hafif sağa sola yuvarlanan bir erkekle bir kadıngördüler. Sonra adam dimdik oturdu; artık Susan Warringtonolduğu görülen kadınsa, gözleri kapalı, yüzünde dalgın birifadeyle, pek de kendinde değilmiş gibi yerde sırt üstü uzanı­yordu. Mutlu muydu yoksa bir şeyden ötürü acı mı çekmişti,yüzündeki ifadeden çıkaramazdınız. Arthur yeniden ona dö­nüp kuzunun koyuna tos vurduğu gibi tos vurunca Hewet'la154Rachel tek söz etmeden geri çekildiler.,Hewet, rahatsız veutanmış bir haldeydi."Bundan hoşlanmadım," dedi Rachel, bir an sonra."Ben de hoşlanmadığımı hatırlıyorum," dedi Hevvel. "Şeyide hatırlıyorum-" ama fikrini değiştirerek olağan bir ses tonuyladevam etti, "Eh, nişanlanmış olduklarını varsayabiliriz.Sizce uçmayı başarabilecek mi, yoksa diğeri buna bir son muverecek?"Ne ki, Rachel hâlâ sıkıntılıydı; az önce gördükleri manzaranınetkisinden kurtulamamıştı. Hevvet'a yanıt vermek yerinediretti:"Aşk ne tuhaf bir şey, değil mi, insanın yüreğini çarptırıyor.""Muazzam önemli bir şey, gördüğünüz gibi," diye yanıtladıHewet. "Artık yaşamları sonsuza dek değişti.""İnsan onlar için üzülüyor da," diye sözlerini sürdürdüRachel, duygularının akışının izini sürerek. "İkisini de tanı­mıyorum, ama neredeyse gözyaşlarına boğulacaktım. Aptalca,değil mi?""Sırf âşık olduktan için," dedi Hewet. "Evet," diye ekledi biran düşündükten sonra, "bunun korkunç dokunaklı bir yanıvar, katılıyorum."Şimdi de korudan biraz uzaklaşıp, insanı sırlını yaslamayadavet eden yuvarlak bir çukurluğa gelmişlerdi, geçip oturdular;âşıklann etkisi gücünü biraz yitirmişti, ama, büyük olası­lıkla o görüntünün sonucu olan bir kavrayış yoğunluğu onlarlakalmıştı. Nasıl herhangi bir duygunun baskı altında tutulduğubir gün diğerlerinden farklıysa, sırf başka insanları ya­şamlarının dönüm noktalarından birinde görmüş olduklarıiçin, bugün de öyle farklıydı artık."Büyük bir çadır kampı gibi," dedi Hewet, karşısındaki dağ­lara bakarak. "Suluboya resme de benzemiyor mu -suluboyanınkâğıdın her yanında nasıl kabartılar oluşturduğunu bilirsiniz-nasıl göründüklerini merak eder dururdum."Birşeyleri eşleştirir gibi hülyalara dalan gözlerinin rengi,Rachel'a bir salyangozun yeşil etini anımsattı. Rachel da yanındaoturmuş, dağlara bakıyordu. Manzaranın devasalıgı göz­155lerini doğal sınırlarının ötesinde büyütür gibi olup, daha fazlabakmak acı vermeye başlayınca, yere baktı; Güney Amerikatoprağının bu santimetresini, her bir toprak zerresini bu kadarayrıntılı biçimde incelemek, onu en yüksek gücün kendisinebağışlanmış olduğu bir dünyaya dönüştürmek hoşuna gitti.Yassı bir otu büküp en tepedeki püskülün üzerine bir böcekyerleştirdi; böceğin, atıldığı tuhaf serüvenin farkında olup olmadığımmerak etli; milyonlarca püskül içinde başka herhangibirini değil de bu püskülü bükmesinin ne kadar tuhaf olduğunudüşündü."Bana adınızı hiç söylemediniz," dedi Hewet birdenbire."Bayan Bilmemkim Vinrace... insanların vaftiz adlarını bilmekhoşuma gider.""Rachel," diye yanıtladı."Rachel," diye yineledi Hewet. "Rachel adında bir halamvar, Peder Damien'm yaşamını vezinle kaleme almıştı. Bağnazbir dindardır - Northamptonshire'm aşağılarında, kimseciklerigörmeden yetiştirilmesinin sonucu. Sizin halalarınız var mı?""Onlarla yaşıyorum," dedi Rachel."Peki şimdi ne yapıyorlardır acaba?" diye sordu Hevvet."Büyük olasılıkla yün satın alıyorlardır," dedi Rachel. Onlarıbetimlemeye çalıştı. "Ufak tefek, oldukça uçuk benizli kadınlardır,"diye başladı, "çok titizdirler. Richmond'da yaşıyoruz.Bir de yaşlı köpekleri var, kemiklerin yalnızca iliklerini yer...Hep kiliseye giderler. Durmadan çekmecelerini düzeltirler."Ne ki, burada, insanları betimlemenin güçlüğü onu alt etti."Bütün bunların hâlâ devam ettiğine inanmak mümkün de­ğil!" diye bağırdı.Güneş arkalarmdaydı; ansızın önlerindeki toprağa iki uzungölge düştü, biri dalgalanıyordu çünkü bir eteğin gölgesiydi,diğeriyse durağandı çünkü pantolonlu bir çift bacağa aitti."Çok rahat görünüyorsunuz!" dedi Helen'in sesi, başlarınınüzerinden."Hirst," dedi Hevvet, makasa benzeyen gölgeyi işaret ederek;sonra onlara bakmak için yuvarlandı."Burada hepimize yer var," dedi.156Hirst rahatça oturduktan sonra:"Genç çifti tebrik etliniz mi?" dedi.Hevvet'la Rachel'dan birkaç dakika sonra aynı noktaya gelenHelen'la Hirst'ün de tamı tamına aynı şeyi gördükleri anlaşılı­yordu."Hayır, tebrik etmedik," dedi Hewet. "Çok mutlu görünü­yorlardı.""Hmm," dedi Hirst, dudaklarını büzerek, "ikisinden biriyleevlenmem gerekmediği sürece-""Biz çok duygulandık," dedi Hewet."Öyle olacağını düşünmüştüm," dedi Hirst. "Hangisiydi,Keşiş? Ölümsüz tutkuların düşüncesi mi yoksa Katolikier'iuzak tutacak erkek bebekler mi? Emin olun," dedi Helen'a,"her ikisi de onu duygulandırmaya yeter."Rachel, ikisine eşit ölçüde yönelik olduğunu hissettiği bulatifeden epey alınmıştı, ama ne yazık ki hazırcevap değildi."Hiçbir şey Hirst'ü duygulandırmaz," diye güldü Hewet; hiçde alınmışa benzemiyordu. "Sonlu bir sayıya aşık olan sonsuzbir sayı dışında - herhalde böyle şeyler oluyordur, matematiklebile.""Tam tersine," dedi Hirst bir nebze kızgınlıkla, "kendimiçok güçlü tutkuların insanı sayarım." Konuşma biçimindenciddi olduğu anlaşılıyordu; hanımların yanında bir yararı dokunurdiye konuşuyordu elbette."Bu arada, Hirst," dedi Hewel, bir duraklamanın ardından,"sana korkunç bir itirafta bulunacağım. Kitabın - Wordsworlh'ünşiirleri, tam yola çıkacağımız sırada masandan alıpşuraya, cebime koymuştum-""Kayboldu," diye bitirdi Hirst, onun yerine."Hâlâ bir olasılık olduğunu düşünüyorum," diye ısrar ettiHewet, sağını solunu yoklayarak, "belki de hiç almamışımdır.""Evet," dedi Hirst. "Kitap burada." Göğsünü işaret etti."Tann'ya şükür," diye bağırdı Hewet. "Artık bir çocuğu katletmişimgibi hissetmeme gerek kalmadı!""Hep birşeyler kaybettiğinizi düşüneceğim," dedi Helen,düşünceli düşünceli ona bakarak.157"Kaybetmiyorum," dedi Hewet. "Nereye koyduğumu unutuyorum.Buraya gelirken Hirst'ün benimle aynı kamarayıpaylaşmayı reddetmesinin nedeni buydu.""Birlikte mi geldiniz?" diye sordu Helen."Bu topluluğun her üyesinin yaşamöyküsünü kısaca anlatmasınıöneriyorum," dedi Hirsı, dimdik oturarak. "Bayan Vinrace,öncelik sizin; başlayın."Rachel yirmi dört yaşında olduğunu, bir gemi sahibinin kızıolduğunu, hiç doğru dürüst eğitim almadığını belirtti; piyanoçalıyordu, hiç kardeşi yoktu ve annesi ölmüş olduğundanRichmond'da halalarıyla yaşıyordu."Sıradaki," dedi Hirst, bu gerçekleri kavradıktan sonra; Hewet'iişaret etti."Bir İngiliz beyefendisinin oğluyum. Yirmi yedi yaşındayım,"diye başladı Hewet. "Babam, tilki avlayan bir toprakağasıydı. Ben on yaşındayken av sahasında öldü. Cenazesinineve gelişini hatırlayabiliyorum, bir kepengin üzerindeydi herhalde,bense tam çay için aşağı iniyordum, çayın yanında reçelolduğunu fark etmiştim, acaba bana izin verirler mi diye merakediyordum-""Evet; ama olgulara sadık kal," diye araya girdi Hirst."W inchester ve Cambridge'de öğrenim gördüm, bir süresonra bırakmak zorunda kaldım. O zamandan bu yana pekçok şey yaptım-""Mesleğin?""Yok - en azından-""Zevklerin?""Edebiyat. Bir roman yazıyorum.""Kardeşlerin?""Üç kız kardeş, erkek kardeşim yok, bir de annem.""Hakkınızda dinleyeceklerimizin hepsi bu kadar mı?" dediHelen. Çok yaşlı olduğunu belirtti - geçen ekimde kırkınabasmıştı; babası kentle danışman avukat olarak çalışırken iflasetmişti, bu nedenle pek eğitim alamamıştı -b ir yerden bir yeretaşınıp durmuşlardı- ama ağabeylerinden biri ona kitaplarınıödünç verirdi.158"Size her şeyi anlatacak olsaydım-" durup gülümsedi. "Çokuzun sürerdi," diye sonlandırdı sözlerini. "Otuz yaşında evlendim;iki çocuğum var. Kocam bir bilgin. Şimdi de - sıra sizde,"diyerek başıyla Hirsı'ü işaret etti."Birçok şeyi alladınız," diye serzenişte bulundu. "Adım St.John Alaric Hirst," diye başladı kaygısız bir ses tonuyla. "Yirmidört yaşındayım. Norfolk'taki Great Wappyng'in papazı PederSidney Hirst'ün oğluyum. Ah, her yerden burs aldım -W estminster-King's. Şimdi King's'te öğretim üyesiyim. Kulağa kasvetligelmiyor mu? Anne babamın ikisi de hayatta (ne yazıkki). İki erkek, bir kız kardeşim var. Çok seçkin bir genç adamım,"diye ekledi."İngiltere'nin en seçkin üç, yoksa beş miydi, adamından biri,"diye belirtti Hewet."Oldukça doğru," dedi Hirst."Bunların hepsi çok ilgi çekici," dedi Helen, biraz durakladıktansonra. "Ama elbette en önemli soruları atladık. Örne­ğin, Hıristiyan mıyız?""Değilim," "Değilim," diye yanıtladı genç adamların her ikiside."Ben Hıristiyan'ım," diye belirtti Rachel."Kişisel bir Tann'ya mı inanıyorsunuz?" diye sordu Hirst,dönüp gözlüğünü ona doğru sallayarak."inanıyorum ki - inanıyorum ki," diye kekeledi Rachel,"Bilmediğimiz şeyler olduğuna, dünyanın bir dakikada deği­şebileceğine ve herhangi bir şeyin ortaya çıkabileceğine inanıyorum."Helen hiç çekinmeden kahkahayla güldü. "Saçmalık," dedi."Sen Hıristiyan değilsin. Ne olduğunu hiç düşünmemişsin. -Daha pek çok soru var," diye sözlerini sürdürdü, "belki onlarıhenüz soramayız ama." Böyle serbestçe konuşmuş olmaklabirlikle, hepsi de gerçekte birbirleri hakkında hiçbir şey bilmediklerininfarkında olmanın rahatsızlığını hissediyordu."Önemli sorular," diye zihninde tarttı Hewet, "gerçekten ilgiçekici olanlar. İnsanın o sorulan sorduğundan kuşkuluyum."Birbirini iyi tanıyan kimselerin bile yalnızca çok az şey söy­159leyebileceği gerçeğini kabul etmekte zorlanan Rachel, onun nedemek istediğini öğrenmekte ısrar etti."Hiç âşık olup olmadığımız mı?" diye sordu. "Bu tür bir soruyumu kastettiniz?"Helen, bu kadar cesur ve bu kadar akılsız bir kız olduğuiçin müşfik bir tavırla üzerine avuç dolusu uzun püsküllü çimenserpiştirerek yine ona güldü."Ah, Rachel," diye haykırdı. "Seninle olmak evde bir köpekyavrusuyla olmak gibi - insanın iç çamaşırlarını salona indirenbir köpek yavrusu."Ancak, önlerindeki güneşli toprakta yine titreşen acayip suretlerbelirmişti, erkek ve kadın gölgeleri."İşte oradalar!" diye bağırdı Bayan Elliott. Sesinde bir nebzehırçınlık vardı. "Sizi bulmak için ne kadar çok iz sürdük. Saatinkaç olduğundan haberiniz var mı?"Şimdi karşılarında Bayan Elliot'la Bay ve Bayan Thornburyvardı; Bayan Elliot, saatini onlara doğru uzatmış, şakacıktankadranına vuruyordu. Heweı, bu topluluktan kendisinin, sorumluolduğu gerçeğini anımsayarak,, onları hemen gözetlemekulesine geri götürdü, eve dönmek üzere yeniden yola çıkmadanönce burada çay içeceklerdi. Duvarın tepesinde parlakvişne çürüğü renginde bir eşarp çırpmıyordu, diğerleri çıkageldiğindeBay Perrott'la Evelyn eşarbı bir taşa bağlıyorlardı.Sıcaklık, gölge yerine güneşte oturabilecekleri kadar değişmiş­ti; güneş hâlâ yüzlerini kırmızıya, sarıya boyamaya, ayakları­nın altındaki topraktan koca koca kesitleri renklendirmeye yetecekkadar sıcaktı."Hiçbir şey çayın yarısı kadar güzel olamaz!" dedi BayanThornbury, fincanını alırken."Hiçbir şey," dedi Helen. "Çocukken samanları doğrayıp-"her zamankinden çok daha hızlı konuşuyor, gözünü BayanThornbury'den ayırmıyordu, "çaymış gibi yaptığınızı ve dadı­lardan azar işittiğinizi hatırlamaz mısınız - nedendir bilemiyorum,yalnız, dadılar böyle gaddardır, en ufak bir zararı olmamasınarağmen tuz yerine biber almanıza izin vermezler. Sizindadılarınız da tıpkı böyle değil miydi?"160Bu konuşma sırasında Susan topluluğa katılmış, Helen'inyanına oturmuştu. Birkaç dakika sonra Bay Venning karşıtyönden ağır ağır geldi. Yüzü biracık kızarmıştı; kendisine nesöylense şamatacı bir tavırla yanıtlayacak bir ruh halindeydi."Yaşlı dostumuzun mezarına ne yaptınız?" diye sordu, taşlarıntepesinde dalgalanan kırmızı bayrağı işaret ederek."Üç yüz yıl önce ölmekle uğramış olduğu talihsizliği onaunutturmaya çalıştık," dedi Bay Perrotı."Berbat bir şey olurdu - ölmek!" diye haykırıverdi Evelyn M."Ölmek mi?" dedi Heweı. "Berbat bir şey olacağını düşünmüyorum.Hayal etmesi oldukça kolay. Bu gece yatağınıza girdiğinizdeelleriniz şöyle kavuşturun - soluklarınızı yavaşlatın,yavaşlatın-" Ellerini göğsünün üstünde kavuşturup gözlerinikapatarak sırt üstü uzandı, "İşte," diye mırıldandı değişmeyen,tekdüze bir sesle, "Bir daha asla, asla, asla kıpırdamayacağım."Aralarında dümdüz uzanan bedeni, onlara bir an gerçeklenölümü çağrıştırdı."Bu korkunç bir gösteri, Bay Hewet!" diye haykırdı BayanThombury."Hepimize biraz daha kek!" dedi Arthur."Emin olun bunda korkunç hiçbir şey yok," dedi Heweı,doğrulup biraz kek alırken."Çok doğal bir şey," diye yineledi. "Çocukları olanlar hergece onlara bu alıştırmayı yaptırmalı... Ölümü iple çektiğimdendeğil.""Mezardan söz açılmışken," dedi, neredeyse ilk kez konuşanBay Thornbury, "şu yıkıntıya mezar demeye hakkınız var mı?Bunun, Elizabeth dönemine ait bir gözetleme kulesinin kalıntılarıolduğunu reddetmekte sizinle tümüyle aynı düşüncedeyim- tıpkı bizim İngiltere'deki tepelerimizin üzerinde bulunanyuvarlak tümseklerin ya da höyüklerin kamp olduğunainanmadığım gibi. Antikacılar her şeye kamp diyorlar. Onlarahep soruyorum, Pekala, öyleyse atalarımızın sığırlarını neredebarındırdıklarını sanıyorsunuz? İngiltere'deki kampların yarısı,dünyanın benim bildiğim bölümünde verdiğimiz adla, kadimbir köpek kulübesi ya da çiftlik avlusundan başka bir şey de-161gildir. Kimsenin sığırlarını böyle korumasız ve erişilmez noktalardatutmayacağı savının hiç önemi yok, o günlerde bir adamınsığırlarının o adamın sermayesi, ticari stogu, kızının çeyiziolduğunu düşünürseniz. Sığırlar olmasa o adam köle olurdu,başka birinin adamı..." Bakışları yavaş yavaş yoğunluğunu yitirdi;dediklerini sonuca bağlayan birkaç sözcük mırıldanırkengarip bir biçimde yaşlı ve kimsesiz görünüyordu.Yaşlı beyefendiyi bir tartışmanın içine çekebilecek olanHughling Elliot o anda orada değildi. Şimdi, üzerine elini solgungösteren parlak renkli, hoş, zarif bir desen basılmış, dörtgenbiçiminde kocaman pamuklu bir kumaşı onlara uzatarakçıkageliyordu."Kelepir," dedi, elindekini örtünün üstüne bırakırken. "Kü­peleri olan iriyart adamdan yeni satın aldım. Güzel, değil mi?Herkese yakışmaz elbette, ama tam da -öyle değil mi, llilda?-Bayan Raymond Parry'e göre bir şey.""Bayan Raymond P arry!" diye haykırdı Iielen 'la BayanThombury aynı anda. . ' -Birbirlerine baktılar, sanki bu zamana kadar yüzleripi gizlemişolan sis dağılıp gitmişti."Ah - o harika partilerde siz de mi vardınız?" diye sordu ilgiyleBayan Elliot.Binlerce kilometre uzakta, uçsuz bucaksız bir su kıvrımınınardındaki minicik bir toprak parçasının üzerinde olmasınarağmen Bayan Parry'nin oturma odası gözlerinin önüne geldi.Daha önce hiç gerçekliği ya da dayanağı olmayan bu insanlarşimdi buna tutunmuş gibiydiler; bir anda daha elle tutulur olmuşlardı.Belki aynı anda o oturma odasında bulunmuşlardı;belki merdivenlerde birbirlerinin yanından geçmişlerdi; neolursa olsun, ortak tanıdıkları vardı. Yeni bir ilgiyle tepedentırnağa birbirlerine baktılar. Ancak, birbirlerine bakmaktanfazlasını da yapamadılar, çünkü bu keşfin meyvelerinin tadınıçıkarmak için hiç zaman yoktu. Eşekler ilerliyordu; hemeninişe geçmek yerinde olurdu, çünkü gece öyle hızlı çöküyorduki onlar eve ulaşmadan karanlık olacaktı.Bundan ötürü, yeniden sırayla eşeklere binerek tek sıra ha­162linde yamaçtan aşağı inmeye başladılar. Konuşma kırıntıları birindenötekine havada uçuşuyordu. Bir defa şakalar vardı, vekahkahalar; içlerinden bazılan yolun bir bölümünü yürüdü; çi­çekler topladılar, zıplaya zıplaya önden giden taşlar gönderdiler."Sizin fakültede en iyi Latince şiirleri kim yazıyor, Hirst?"diye arkasına dönüp seslendi Bay Elliot; Bay Hirst hiçbir fikriolmadığını söyleyerek karşılık verdi.Akşam karanlığı tıpkı yerlilerin onları uyardığı gibi ansızınçöktü, her iki yanlarında dağların oyukları karanrken patikaöyle loşlaştı ki eşeklerin toynaklanmn hâlâ sert kayalara vurduğunuişitmek şaşırtıcıydı. Sessizlik önce birinin üzerine çöktü,sonra bir başkasının, ta ki zihinleri akıp koyu mavi havayakarışırken hepsi sus pus olana dek. Yol, karanlıkta gündüz olduğundandaha kısa görünüyordu; çok geçmeden uzaklarda,ayaklarının altındaki düzlükte, kasabanın ışıkları görüldü.Ansızın birisi haykırdı, "Aa!"Bir anda, o sarı damla aşağıdaki ovadan yavaşça yenidenyükseldi; yükseldi, durakladı, bir çiçek gibi açtı ve bir damlalarsağanağı halinde yağdı."Havai fişekler," diye haykırdılar.Bir başkası daha hızlı yükseldi; sonra da başka biri; neredeysekıvrılıp kükreyişini işitebiliyorlardı."Bir azizin günü herhalde," dedi bir ses.Havada yukarı doğru süzülen fişeklerin telaşı ve kucaklaş­ması, âşıkların, kalabalığı gergin, bembeyaz yüzlerle bakakalmışdurumda bırakarak birdenbire ayağa kalkıp ateşli bir bi­çimde birleşmesini andırıyordu. Ancak, eşeklerini tepe aşağısürmekte olan Siısan'la Arthur birbirlerine asla tek söz söylemediler;kesinlikle uzak durmaya gayret ediyorlardı.Sonra havai fişekler kararsızlaşlı, çok geçmeden tümüyleyok oldu; yolculuğun geri kalan bölümü neredeyse karanlıktageçti, dağ, arkalarında kocaman bir gölgeydi, çalılarla ağaçlarsayola karanlık düşüren küçük gölgeler. Çınar ağaçlarınınarasında birbirlerinden ayrıldılar, iyi geceler demeden ya daancak yarı boğuk sesler çıkararak apar topar arabalara binipuzaklaştılar.163Otele o kadar geç vardılar ki olağan sohbetlere zaman kalmadanyataklarına çekildiler. Bununla birlikte Hirst, elinde biryakayla Hewet'in odasına geldi."Pekala, Hewet," dedi, dev bir esnemenin doruğunda, "bunubüyük bir başarı sayıyorum." Esnedi. "Ama o genç kadınlabaşını derde sokmamaya dikkat et... Genç kadınları gerçektensevmiyorum..."Açık havada geçen saatler Hewet'i yanıt veremeyecek kadaruyuşuklaştırmıştı. Aslında, topluluktakilerin her biri yaklaşıkonar dakika sonra deliksiz bir uykuya dalmıştı, Susan Warringtondışında. İşığı yanıbaşında yanarken, ellerini yüreğininüzerinde kavuşturup epey bir süre karşıdaki duvara boş boşbakarak uzandı. Tüm anlaşılır düşünceler onu çoktan terk etmişti;yüreği büyüyüp bir güneş boyutuna gelmiş gibiydi, tümbedenini aydınlatmak için tıpkı güneş gibi hiç durmadan birsıcaklık dalgası saçıyordu sanki."Mutluyum, mutluyum, mutluyum," diye yineledi. "Herkesiseviyorum. Mutluyum."164XII. Bölüm•••••••••••Susan'ın nişanı memlekette onaylanıp, otelde konuyla ilgilenenherkese duyurulduğunda - ki bu süre içinde oteldeki toplulukBay Hirst'ün betimlediklerine benzeyen görünmez tebe­şir izlerini işaret edecek biçimde bölünmüştü, haberin bir kutlamayıhak ettiği düşünüldü - bir gezi? Bu zaten yapılmıştı.Danslı bir toplantı, öyleyse. Danslı toplantının üstünlüğü, kolaycasıkıcılaşan ve briçe rağmen herkesin saçma denecek kadarerken bir saatte yalağa gitmesiyle sonuçlanan o uzun ak­şamlardan birini ortadan kaldırmasıydı.Salondaki doldurulmuş leoparın dimdik gövdesinin altındaduran iki üç kişi, çok geçmeden meseleyi karara bağladı.Evelyn bir o yana bir bu yana kayarak birkaç adım attı; döşemeninrtıükemmel olduğunu bildirdi. Sinyor Rodriguez onlaradüğünlerde keman çalan yaşlı bir Ispanyol'dan söz etti - öyleiyi çalıyordu ki bir tosbağaya bile vals yaptırabilirdi; kızı ise kö­mür tenekesi kadar kara gözleri olmasına rağmen piyano üzerindeaynı güce sahipti. Söz konusu gecede, fırıl fırıl dönmekve başkalarının dönmesini izlemek yerine oturmayı yeğleyecekkadar hasta ya da aksi birileri olursa, oturma odasıyla bilardoodası hizmeılerindeydi. Hewet, yabancıları olabildiğince kaynaştırmaişini üstlendi. Hirst'ün görünmez tebeşir izleri kura-165Imim hiç mi hiç dikkate almayacaktı. Bir iki kez terslendi, ama,ödül olarak, kendi türleriyle konuşma fırsatına kavuşmaktankeyif duyan, tanınmamış, yalnız beyler buldu; kuşkulu bir yapısıolan hanımefendiyse yakın gelecekle durumunu onaaçacağının işaretlerini verdi. Gerçekten de akşam yemeğiyle yatakarasındaki o iki üç saatin bir miktar mutsuzluk içerdiği iyiceaçığa çıkmıştı, bu gerçeklen acınası bir durumdu, demekpek çok insan arkadaş edinmede başarısızlığa uğramıştı.Danslı toplantının nişandan bir hafta sonraki cuma günüyapılması kararlaştırıldı; akşam yemeğinde Hewet tatmin olduğunuaçıkladı."Hepsi geliyor!" dedi Hirst'e. "Pepper!" diye seslendi, kolununaltında bir kitapçıkla çorbanın peşi sıra süzülerek geç­mekle olan William Pepper'ı görünce, "Balo açılışı konusundasana güveniyoruz.""Hepimizi uykusuz bırakacağı kesin," diye karşılık verdiPepper."Sen, Bayan Allan'la piste çıkacaksın," diye sözlerini sürdürdüHewet, kurşunkalemle notlar yazılmış olan bir kâğıda baş­vurarak.Pepper durup, halka oluşturularak edilen danslar, halkoyunları, kostümlü danslar ve kadriller üzerine bir söylevebaşladı; bunların hepsi, günümüzde onları hiç de adil olmayanbiçimde tahtlarından indirerek gözde olan taklit vals ile düzmecepolkadan tamamen üstündü - bu sırada garsonlar tatlı­lıkla onu köşedeki masasına yönlendirdiler.Bu sırada yemek salonu, parlak güvercinlerin durmaksızınçullandığı, tahıllar saçılmış bir çiftlik avlusunu andırıyordu.Hanımların neredeyse hepsi daha önce hiç sergilemediklerielbiselerini giymişti; saçlarıysa, onları saçtan çok gotik kiliselerdekiahşap oymalara benzeten dalgalarla kıvrımlar halindekabartılmıştı. Akşam yemeği her zamankinden daha kısa vedaha teklifsiz geçti; garsonlar bile genel heyecandan etkilenmişgörünüyorlardı. Saat dokuzu vurmadan on dakika önce,heyet, balo salonunda bir gezinti yaptı. Salon, mobilyalarındanarınmış, ışıl ışıl aydınlatılmış, kokuları havaya hafifçe ya­166yılan çiçeklerle donatılmış, harika bir göksel şenlik görünü­mü sunuyordu."Bütünüyle bulutsuz bir gecede yıldızların aydınlattığı gökyüzügibi," diye mırıldandı Hewet, havadar, boş odada çevresinebakınarak."Ne olursa olsun, şahane bir döşeme," diye ekledi Evelyn,koşup yirmi beş otuz santimetre kayarken."Şu perdeler ne olacak?" diye sordu Hirst. Uzun pencerelerinönüne vişne çürüğü renginde perdeler çekilmişti. "Dışarı­da kusursuz bir gece var.""Evet, ama perdeler güven duygusu verir," dedi Bayan Allan."Balo hızını alınca onları açarız. Pencereleri bile birazcıkaralayabiliriz... Bunu şimdi yaparsak büyükler cereyan yaptığı­nı sanacaklardır."Bayan Allan'ın akıllı olduğu çoktan kabul edilmişti; bunasaygı duyuluyordu. Bu sırada, onlar ayakta durmuş konuşurkenmüzisyenler çalgılarını çıkarıyorlardı; keman, piyanodaçalman bir notayı yineleyip duruyordu. Başlamak için her şeyhazırdı.Birkaç dakikalık bir duraklamadan sonra, baba, kız ve kornoçalan damat, uyum içinde müziğe başladılar. Kavalcınınpeşine düşen fareler gibi kapı aralığında hemen kafalar belirdi.Bir başka tören müziği daha çalındı; sonra üçlü, kendiliğinden,valsin utkulu devinimlerine geçti. Sanki odayı bir anda subasmıştı. Bir anlık duraksamanın ardından, önce bir çift, sonrabir başkası, akıntının ortasına atlayıp anaforların içinde dönedöne ilerledi. Dans edenlerin havada çıkardığı ritmik ıslık sesikulağa bir havuzdaki burgaçlar gibi geliyordu. Oda fark edilirölçüde derece derece ısındı. Oğlak derisi eldivenlerin kokusu,çiçeklerin keskin rayihasına karışıyordu. Burgaçlar giderek dahahızlı döner gibiydi, ta ki müzik güçlü bir vuruşla kesilip,halkalar birbirinden ayrı küçük parçalara bölünene dek. Çiftler,geride duvar diplerine sıkışıp kalmış büyüklerden oluşandağınık bir sıra bırakarak farklı yönlere doğru uzaklaştılar;yerde şurada bir süs parçası, burada bir mendil ya da bir çiçekduruyordu. Bir duraklama oldu; sonra müzik yeniden başladı,167burgaçlar döndü, çiftler bunların içinde daireler çizdiler, ta kigüçlü bir vuruş işitilip, halkalar birbirinden kopana dek.Bu yaklaşık beş kez olduğunda, pencerelerden birinin çerçevesineyaslanmış tuhaf bir hayvan heykeli gibi duran Hirsı,Helen Ambrose'la Rachel'm kapı aralığında dikildiğini fark etti.Öyle kalabalıktı ki kıpırdayamıyorlardı, ama Hirst, Helen'inomzundan ve Rachel'ın sağa sola dönen başından onları tanı­mıştı. Onlara doğru ilerledi; hanımlar rahat bir nefes alarakonu selamladılar."Lanetlenmişlerin azabını çekiyoruz," dedi Helen."Cehennem denince zihnimde böyle bir şey canlanıyor," dediRachel.Gözleri ışıl ışıldı; sersemlemiş görünüyordu.Neredeyse zahmetle vals yapmakta olan Hewel'la Bayan Allanduraklayıp yeni gelenleri selamladılar."Bu gerçekten güzel," dedi Hewet. "Ama Bay Ambrose nerede?""Pindaros," dedi Helen. "Ekimde kırk yaşına basan evli birkadın dans edebilir mi? Yerimde duramıyorum " Hewet'ın kollarındakayboldu sanki; birlikle kalabalığa karıştılar."Biz de onlara uymalıyız," dedi Hirsı, Rachel'a; kararlı birtavırla onu dirseğinden tuttu. Rachel uzman olmamakla birlikteiyi dans ediyordu, çünkü iyi bir ritim kulağı vardı, amaHirst müzikten hiç zevk almıyordu, Cambridge'de aldığı birkaçdans dersi ona yalnızca valsin anatomisini aktarmış, ruhundanhiçbir şey kazandırmamıştı. Bir tek dönüş, onlarayöntemlerinin bağdaşmadığını kanıtladı; kemikleri, birbirineoturmak yerine, rahatça dönmeyi olanaksız kılan, üstüne üstlük,dans eden başkalarının dairesel ilerleyişine engel olan açı­larla çıkıntı yapar gibiydi."Duralım mı?" dedi Hirst. Rachel, yüzündeki ifadeden onunsıkıldığını anlamıştı.Yalpalayarak köşedeki koltuklara gittiler, buradan odanınmanzarasına hakimdiler. Beylerin lakım elbiselerinin siyahçizgilerle araya karıştığı, mavi ve sarı dalgaların med ceziri sü­rüyordu.168"Şaşırtıcı bir manzara," dedi Hirst. "Londra'da çok danseder misiniz?" ikisi de hızlı hızlı soluk alıyordu; heyecanlarınıhiç belli etmemeye kararlı olmalarına rağmen ikisi de birazheyecanlıydı."Çok ender. Ya siz?""Akrabalarım her Noel'de danslı bir toplantı düzenler.""Dans pisti hiç fena değil," dedi Rachel. Hirst, bu beylik sö­ze cevap vermeye yellenmedi. Gözlerini dans edenlere dikmiş,sessiz, oturuyordu. Üç dakika sonra sessizlik Rachel'a öyle dayanılmazgelmeye başladı ki gecenin güzelliğiyle ilgili bir baş­ka basmakalıp söz söylemek zorunda hissetti. Hirst merhametsizceonun sözünü kesti."Geçen gün, Hıristiyan olduğunu ve hiç öğrenim görmedi­ğini söylediğinde bizimle dalga mı geçiyordun?" diye sordu."Doğru söylüyordum," diye yanıtladı Rachel. "Ama çok iyipiyano da çalarım," dedi, "tahminimce, bu odadaki herkesteniyi çalarım. Siz İngiltere'nin en seçkin adamısınız, değil mi?"diye sordu utangaç bir tavırla."Üç kişiden biri," diye düzeltti Hirst.Helen dönerek önlerinden geçerken Rachel'ın kucağına biryelpaze fırlattı."Çok güzel bir kadın," dedi Hirst.Yine sustular. Rachel, Hirst'ün onu da hoş bulup bulmadı­ğını merak ediyordu; St. John ise hiç yaşam deneyimi olmayankızlarla konuşmanın güçlüklerini düşünüyordu. Belli kiRachel hiçbir şey düşünmemiş, hissetmemiş, görmemişti; zekide olabilirdi, tıpkı geri kalanlar gibi de. Ne var ki, Hewet'ınalaylı sözleri aklından çıkmıyordu - "kadınlara nasıl davranacağınıbilmiyorsun," ve Hirst bu fırsattan yararlanmaya kararlıydı.Üzerindeki gece elbisesi Rachel'a tam da onunla konuş­mayı romantik kılan, insanda sohbet etme arzusu uyandıranbir gerçekdışılık ve farklılık kazandırmıştı, bu da Hirst'ün sinirinedokunuyordu çünkü nasıl başlayacağını bilmiyordu.Ona şöyle bir baktı; Rachel, gözüne çok soğuk ve anlaşılmaz,çok genç ve lekelenmemiş göründü. Hirst, içini çekerek sözebaşladı.169"Şimdi kitaplara gelelim. Neler okudun? Yalnızca Shakespeare'IeIncil'i mi?""Klasikleri pek okumadım," dedi Rachel. Hirst'ün şen şakrak,yapay tavırları onu biraz kızdırmıştı, erkeksi davranışlarıysakendini alçakgönüllü bir bakışla değerlendirmesine yolaçıyordu."Hiç Gibbon okumadan yirmi dört yaşına geldiğini mi söylemekistiyorsun?" diye sordu Hirsı."Evet, öyle," diye cevap verdi Rachel."Mon Dieu!" diye bağırdı Hirsı, ellerini açarak. "Yarın başlamalısın.Sana bendeki nüshayı gönderirim. Bilmek istediğim-"ona eleştirel bir tavırla baktı. "Görüyorsun ya, sorun şu, insanseninle gerçekten konuşabilir mi? Bir beynin var mı, yoksa sende geri kalan hemcinslerin gibi misin? Yaşıtın erkeklerle karşı­laştırılınca bana tuhaf denecek kadar genç görünüyorsun."Rachel ona baktı ama hiçbir şey söylemedi."Gibbon'la ilgili olarak," diye sözlerini sürdürdü Hirst."Onun değerini anlayabilecek misin? Gibbon bir sınav, elbette.Kadınları anlamak müthiş güç," diye devam, etti, "yani, ne kadarıeğitim eksikliğine bağlı, ne kadarı doğuştan yeteneksizlik.Ben anlamaman için bir neden göremiyorum -yalnız, sanırımşimdiye kadar tuhaf bir yaşam sürmüşsün- herhalde yalnızcasaçlarını sırtından aşağı salıp tek sıra halinde yürüdün."Müzik yeniden başlıyordu. Hirst'ün gözleri odada gezinerekBayan Ambrose'u aradı. O kadar iyi niyet gösterdiği halde Rachel'laiyi geçinemediklerinin farkındaydı."Sana kitaplarımı ödünç vermeyi çok islerim," dedi, eldivenleriniilikleyerek yerinden kalkarken. "Yine görüşürüz.Şimdi yanından ayrılıyorum."Ayağa kalkıp Rachel'ın yanından ayrıldı.Rachel çevresine bakındı. Herhangi bir partide, onu kemerliburunlarıyla, küçümseyen kayıtsız gözleriyle süzen düşmanlartarafından çepeçevre kuşatılmış bir çocuk gibi hissediyordukendini. Bir pencerenin yanındaydı, sert bir hareketle camıitip açtı; dışarıya, bahçeye çıktı. Hiddetinden, gözleri doludolu olmuştu.170"Lanet olsun bu adama!" diye bağırdı, Helen'in sözcüklerindenbazılarım kapmıştı. "Küstahlığına da lanet olsun!"Açtığı pencereden çimenlerin üzerine dökülen solgun ışığınoluşturduğu karenin ortasında durdu. Kocaman, siyah ağaçşekilleri karşısında yükseliyordu. Rachel kıpırdamadan duruponlara baktı, öfkeden ve heyecandan hafifçe titriyordu. Arkasında,dans edenlerin ayak vuruşlarıyla dönüşlerini duyuyordu,bir de vals müziğinin ritmik salınımını."Ağaçlar var," dedi yüksek sesle. Ağaçlar St. John Hirst'ü ba­ğışlatabilir miydi? Keşke uygarlıktan uzakta bir Acem prensesiolsaydı, dağlarda tek başına atını sürer, akşamlan nedimelerineşarkı söyletirdi, bütün bunlardan uzakta, sürtüşmelerden, erkeklerden,kadınlardan - gölgelerin arasında bir şekil belirdi;yukarılarda, siyahlığın içinde küçük, kırmızı bir ışık yandı."Bayan Vinrace, değil mi?" dedi Hewet, dikkatle ona bakarak."Hirst'le mi dans ediyordunuz?""Beni çok öfkelendirdi!" diye haykırdı Rachel hararetle."Kimsenin küstahlaşmaya hakkı yok!""Küstah mı?" diye yineledi Hewet, şaşkınlık içinde purosunuağzından çıkarırken. "Hirst mü - küstah?""Küstahtı, çünkü-" deyip sustu Rachel. Neden bu kadar öfkelendiğinitam olarak bilmiyordu. Büyük çaba harcayarakkendini topladı."Ah, pekala," diye ekledi, Helen'in hayali ve alaycılığı zihnindecanlanmıştı. "Herhalde aptallık etlim ." Balo salonunadönecekmiş gibi yaptı ama Hevvet onu durdurdu."Lütfen bana açıklayın," dedi. "Hirsl'ün sizi incitmek istemediğindeneminim."Rachel açıklamaya çalışırken çok zorlandı. Saçlarını sırtındanaşağı salıp tek sıra halinde yürüyüşünün görüntüsünüözellikle adaletsiz ve korkunç bulduğunu söyleyem edi;Hirst'ün, kendi yapısının ve deneyimlerinin üstünlüğüyle ilgilivarsayımının ona neden yalnızca sinir bozucu değil, aynı zamanda-sanki bir kapı yüzüne çarpılmış gib i- dehşet vericigeldiğini de açıklayamadı. Hevvet'la birlikte taraçada bir aşağıbir yukan gezinirken acı acı şöyle dedi:171"Yararı yok; ayrı yaşamalıyız; birbirimizi anlayamıyoruz;yalnızca birbirimizin en kötü yanlarını ortaya çıkarıyoruz."Hewet, Rachel'ın iki cinsin yapılarıyla ilgili genellemesinekulak asmadı, çünkü böyle genellemeler onu sıkıyor ve onapek doğru gelmiyordu. Bununla birlikte, Hirst'ü tanıdığından,ne olup bittiğini epeyce hatasız olarak kestirmişti; gizlidengizliye çok komiğine gitmekle birlikte, Rachehn bu olayı ya­şama dair görüşlerinin içindeki yerini almak üzere zihnininbir köşesine kaldırmamasında kararlıydı."Şimdi ondan nefret edeceksiniz," dedi, "ama bu yanlış olur.Zavallı sevgili Hirsi - yöntemini bir türlü düzeltemiyor. Ger­çeklen, Bayan Vinrace, o elinden geleni yapıyordu; size iltifatediyordu - yapmaya çalıştığı - yapmaya çalıştığı-" kahkahalarınayenik düştüğünden sözünü bitiremedi.Rachel da birdenbire değişerek bir kahkaha attı. Hirst'üngülünç bir yanı olduğunu görmüştü, belki kendisinin de."Bu da onun arkadaş edinme yolu herhalde," diye güldü."Pekala - üzerime düşeni yapacağım. Şöyle başlayacağım -'Beden bakımından çirkin, zihin bakımındansa itici olduğunuzgibi, Bay Hirst-'""İşte, işte!" diye haykırdı Hewet. "Ona böyle davranmak gerek.Anlıyorsunuz ya, Bayan Vinrace, Hirst'ü hoşgörmelisiniz.Neredeyse tüm yaşamını Japon işi baskı resimlerin, eski, hoşsandalyelerle masaların süslediği, bilirsiniz işte, en uygun yere-galiba pencerelerin arasına- bir parça rengin serpiştirilmiş olduğu,lambri kaplı güzel bir odada, aynanın karşısında geçirdi;orada, ayak parmaklarını şöminenin ateş perdesine yaslayıpsaatlerce oturur, felsefeden, Tanrı'dan, karaciğerinden, kalbindenve arkadaşlarının kalplerinden söz eder. Bu kalplerin hepsikırıktır. Bir balo salonunda Hirst'ün tam havasında olmasınıbekleyemezsiniz. Bacaklarını uzatabileceği, ancak söyleyecekbir şeyi olduğunda konuşacağı, sıcacık, dumanlı, erkeksi biryer ister. Kendi adıma, bunu oldukça iç karartıcı buluyorum.Ancak, saygı da duyuyorum. Hepsi öyle içten ki. Ciddi şeyleriçok ciddiye alıyorlar."Hirst'ün yaşam biçiminin betimlemesi Rachel'ın öyle ilgisini172çekmişti ki, ona karşı kişisel hıncını neredeyse unutmuş, saygısıyeniden canlanmıştı."Demek gerçekten çok akıllılar, öyle mi?" diye sordu."Elbette. Zeka söz konusu olduğunda, Hirst'ün geçen günsöyledikleri bence doğru; onlar İngiltere'nin en akıllı insanları.Ancak - onu yola getirmeniz gerekir," diye ekledi. "Onda şimdiyekadar keşfedilmiş olandan çok daha fazlası var. Birilerininona kahkahalarla gülmesini istiyor... Hirst'ün size hiç deneyiminizinolmadığını söylediğini düşününce! Zavallı sevgiliHirst!"Konuşma boyunca taraçada bir aşağı bir yukan gezinmişlerdi;şimdi ise karanlık pencerelerin perdeleri görünmez bir eltarafından birer birer açılıyor, ışık, eşit aralıklı dörtgenler biçiminde,düzgünce çimenlerin üstüne dökülüyordu. Oturmaodasından içeri bakmak için durduklarında, Bay Pepper'm birmasada tek başına yazı yazmakta olduğunu gördüler."Pepper orada, teyzesine mektup yazıyor," dedi Hewel."Çok saygıdeğer bir hanımefendi olmalı, Pepper onun seksenbeş yaşında olduğunu söyledi; onu New Forest'ta yürüyüşe çı­karırmış... Pepper!" diye haykırdı, pencereyi tıklatarak. "Gidipgörevini yapsana. Bayan Allan seni bekliyor."Balo salonunun pencerelerine geldiklerinde, dans edenlerinsalınımına ve müziğin kıvraklığına karşı koymak olanaksızolmuştu."Acaba biz de?" dedi Hewet; el ele tutuşup bu kocaman havuzungirdabına muhteşem bir girişle katıldılar. Daha ikincikarşılaşmalarıydı, ilkinde bir erkekle bir kadını öpüşürkengörmüşlerdi, İkincisindeyse Bay Hewet, öfkeli bir genç kadı­nın tıpkı bir çocuğa benzediğini keşfetmişti. Bu nedenle, dansederken ellerini birleştirdiklerinde kendilerini olağandan daharahat hissettiler.Gece yarısı olmuştu; danslı toplantı artık dorugundaydı.Hizmetkârlar pencerelerden içeriyi gözetliyorlardı; dışarıdaoturan çiftlerin beyaz şekilleri bahçeye saçılm ıştı. BayanThombury ile Bayan Elliot, kıpkırmızı kesilmiş genç kızlarınkucaklarına bıraktığı yelpazeleri, mendilleri, broşları tutarak173bir palmiye ağacının altında yan yana oturuyorlardı. Arada sı­rada da birbirleriyle konuşuyorlardı."Bayan Warrington gerçeklen mutlu görünüyor," dedi BayanElliot; ikisi de gülümseyip içini çekti."Epey kişilikli biri," dedi Bayan Thornbury, Arıhur'u kastederek."insana gereken de kişiliktir," dedi Bayan Elliot. "İşte şugenç adam oldukça akıllı," diye ekledi, kolunda Bayan Allan'laönlerinden geçen Hirsı'ü başıyla işaret ederek."Güçlü görünmüyor," dedi Bayan Thornbury. "Yüzününrengi iyi değil. - Bunu koparayım mı?" diye sordu, çünkü Rachelpeşi sıra sürüklenen uzun bir şeridin farkına vararak durmuştu."Umarım egleniyorsunuzdur," dedi Hewet, hanımlara."Bu benim çok alışkın olduğum bir konum!" diye gülümsediBayan Thornbury. "Beş kız büyüttüm - hepsi de dans etmeyebayılırdı! Siz de sever misiniz, Bayan Vinrace?" diyesordu Rachel'a anaç gözlerle bakarak. "Ben sizin yaşmızdaykenseverdim. Biraz daha kalayım diye anneme nasıl da yalvarırdım-şimdiyse zavallı anneleri anlıyorum- ama kızları daanlıyorum!"Canayakın bir tavırla gülümsedi; bir yandan da büyük bir ilgiyleRachel'a baktı."Görünüşe bakılırsa, birbirlerine söyleyecek çok şey buluyorlar,"dedi Bayan Elliot, uzaklaşan çiftin arkasından anlamlıanlamlı bakarak. "Piknikte dikkat ettiniz mi? Kızı konuşturabilentek kişi oydu.""Kızın babası çok ilgi çekici bir adam," dedi Bayan Thornbury."Hull'daki en büyük deniz taşımacılığı şirketlerinden birionun. Hatırlıyorsunuzdur, son seçimde Bay Asquith'e çok yerindebir yanıt vermişti. Onun gibi görmüş geçirmiş bir adamınkoyu bir korumacılık taraftarı olduğunu öğrenmek çok ilginç."Kişiliklerden daha çok ilgisini çektiğinden siyaset hakkındatartışmayı isterdi, ama Bayan Elliot, İmparatorluksan ancakdaha az soyul sözcüklerle söz edebiliyordu."İngiltere'den fareler hakkında korkunç öyküler kulağıma174geliyor," dedi. "Norwwich'te yaşayan bir görümcem kümeshayvanı satın almanın çok tehlikeli olduğunu söyledi. Veba -biliyorsunuz. Farelere saldırıyor, onlar aracılığıyla da diğeryaratıklara.""Yerel yetkililer gereken önlemleri almıyor muymuş?" diyesordu Bayan Thornbury."Onu söylemedi. Ancak, eğilimli kimselerin -k i onlar dahaiyisini bilirler- tutumunu alabildiğine duyarsız diye tanımladı.Elbette görümcem hep birşeylerle uğraşan o etkin, modem kadınlardan,bilirsiniz işte -insanın hayranlık duymakla birlikteşey hissetmediği türden bir kadın, en azından ben hissetmiyorum- bununla birlikte çelik gibi bir bünyesi var."Kendi narinliğini anımsayan Bayan Elliot, burada içini çekti."Çok canlı bir yüz," dedi Bayan Thornbury, kırmızı bir çiçe­ği göğsüne sıkıca iliştirmek için yakınlarında duran EvelynM.'ye bakarak. Çiçek bir türlü durmuyordu; Evelyn M. sabırsızbir harekede onu kavalyesinin düğme deliğine saplayıverdi.Uzun boylu mahzun delikanlı, sevgilisinin andacını alanbir şövalye gibi bu armağanı aldı."İnsanın gözlerini çok yoruyor." Sarı girdabı birkaç dakikaizledikten sonra Bayan Elliot bunu söyledi; girdaptakilerdenpek azının onun için bir adı ya da kişiliği vardı. Kalabalıktandışarı fırlayan Helen onlara yaklaşıp boş bir sandalyeye oturdu."Yanınıza oturabilir miyim?" dedi soluk soluğa gülümseyerek,"Herhalde kendimden utanmam gerek," diye devam ettiotururken, "bu yaşta."Yüzü pembeleşmiş, canlanmış olduğundan, şimdi güzelliğiher zamankinden daha görkemliydi; hanımların ikisi de aynıarzuya, ona dokunma arzusuna kapıldı."Gerçekten eğleniyorum," diye soludu. "Hareket - şaşırtıcı,değil mi?""İyi bir dansçıysanız dansın yerini hiçbir şeyin tutmadığınıhep duymuşumdur," dedi Bayan Thornbury ona bakıp gülümseyerek.Helen bir telin üzerinde otururmuşçasına hafifçe sallandı."Sonsuza dek dans edebilirdim!" dedi. "Kendilerini daha175çok kaptırmaları gerek!" diye bağırdı. "Zıplamaları, sallanmalarıgerek. Bakın! Nasıl da kibarlıktan kınlıyorlar!""O harika Rus dansçıları görmüş müydünüz?" diye sözebaşladı Bayan Elliot. Ne var ki, Helen, kavalyesinin geldiğinigörünce tıpkı ayın doğuşu gibi ayağa kalktı. Salonun onasmagidene kadar ondan gözlerini alamadılar, o yaştaki bir kadınındans etmekten keyif almasını biraz acayip bulmakla birlikte,ona hayran olmamak ellerinde değildi.Helen bir dakika yalnız kalır kalmaz, fırsat kollamakta olanSt. John Hirsı yanma geldi."Dışarıda oturmamızın bir sakıncası var mı?" diye sordu."Dans etmeyi pek beceremiyorum." Helen'i iki koltuğun hazırbeklediği bir köşeye götürdü; böylece yarı gizliliğin artılarındanyararlandı. Oturdular; Helen dansın öyle etkisinde kalmıştıki birkaç dakika boyunca konuşmadı."Müthiş!" diye bağırdı sonunda. "Nasıl bir bedeni olduğunusanıyor ki?" Bu söze neden olan, şişman beyaz suratının içinegömülü yusyuvarlak yeşil gözleri olan, tombul bir adamın kolunayaslanmış, yürümekten çok badi badi ilerleyerek önlerindengeçip giden bir hanımefendiydi. Destek gerekiyordu çünkü çoktombuldu; öyle kasılıyordu ki, bedeninin üst bölümü, bileklerinedolanan eteğinin darlığı yüzünden küçücük adımlarla sekebilenayaklarının dikkate değer ölçüde ilerisinde kalacak biçimdeasılı duruyordu. Elbisesi, bir tavuskuşunun göğsündeki renktonlarına öykünülerek şurası burası mavi ve yeşil boncuklardanyuvarlak kalkanlarla rasıgele donatılmış, parlak san renkli kü­çük bir parça atlastan oluşuyordu. Köpüğe benzeyen saçlarındaninşa edilmiş kalenin burcunda mor bir tüy dimdik duruyordu,kısa boynunu mücevherlerle şişirilmiş siyah kadife bir kurdeleçevreliyordu, eldivenli şişman kollarının etine altın bileziklersımsıkı kakılmıştı. Pudra serpintisinin alımda kırmızı alacalıyüzü, arsız ama neşeli bir domuzcuğun yüzüne benziyordu.St. John, Helen'in kahkahalarına katılamadı."Beni hasta ediyor," dedi. "Bütün bunlar beni hasta ediyor...Şunlann zihinlerini düşünün - duygularını. Bana katılmıyormusunuz?"176"Hangi türden olursa olsun, bir daha asla bir partiye gitmeyeceğimehep yemin ediyorum," diye yanıtladı Helen, "ve hepyeminimi bozuyorum."Sandalyesinde geriye yaslanıp neşeyle genç adama baktı.Gerçekten kızmış, belki biraz da heyecanlanmış olduğunu gö­rebiliyordu."Bununla birlikte," dedi Hirst, yeniden şen şakrak ses tonunakavuşarak, "herhalde tek yapılması gereken, bunu kabullenmek.""Neyi?""Dünyada konuşmaya değer beş kişiden fazlasının hiçbir zamanolmayacağını."Helen'in yüzündeki kırmızılık ve parıltı yavaşça yok oldu;her zamanki gibi dingin ve dikkatli görünüyordu."Beş kişi mi?" dedi. "Beşten fazla olduğunu söyleyebilirim.""Öyleyse çok talihlisiniz," dedi Hirst. "Ya da belki ben çoktalihsizim." Sustu."Geçinilmesi güç biri olduğumu söyleyebilir misiniz?" diyesordu ansızın."Akıllıların çoğu gençken öyledir," diye yanıtladı Helen."Ben de elbette - sınırsız ölçüde akıllıyım," dedi Hirst. "Hevvet'tanalabildiğine daha akıllıyım. Büyük olasılıkla," diye devametti o tuhaf, duygusuz tavrıyla, "gerçekten önemli biriolacağım. Bu, akıllı olmaktan tümüyle farklı bir şey, bununlabirlikle, insan, ailesinin bunu görmesini bekleyemez," diyeekledi acı acı.Helen, "Ailenizi geçinilmesi güç mü buluyorsunuz?" diyesormakta bir sakınca görmedi."Dayanılmaz... Benim bir kraliyet danışmanı ve lord olmamıistiyorlar. Buraya bir bakıma bu meseleyi çözmek üzere geldim.Bunun çözülmesi gerek. Ya baroya gireceğim ya da Cambridge'dekalmam gerekecek. Her ikisinin de apaçık sakıncaları varelbette, ama akıl kesinlikle Cambridge'den yana gibi geliyor bana.Bu tür bir şey!" elini kalabalık balo salonuna doğru salladı."Tiksinti verici. Büyük duygulanım güçlerimin de olduğununfarkındayım. Hewet kadar hassas değilim elbette. Çok düşkün177olduğum pek az insan var. Örneğin, annemin lehine söylenecekbirşeyler olduğunu düşünüyorum, pek çok bakımdan acı­nacak durumda olmasına rağmen... Cambridge'de, kaçınılmazolarak, oralardaki en önemli kişi olurum elbeııe, ama Cambridge'denkorkmamın başka nedenleri var-" sustu."Beni korkunç cansıkıcı mı buluyorsunuz?" diye sordu. Garipbir biçimde, bir dosta açılan bir dost olmaktan çıkıp birpartideki sıradan bir genç adama dönüştü."Hiç de değil," dedi Helen. "Çok hoşuma gidiyor.""Konuşacak birini bulmanın,'' diye bağırdı Hirst, neredeyseduygulu bir tarzda konuşarak, "ne çok şey fark ettirdiğini bilemezsiniz!Sizi görür görmez, beni anlayabileceğinizi hissetmiştim.Hewet'a çok düşkünüm, ama nasıl biri olduğuma dairen ufak bir fikri bile yok. Karşılaştığım kadınlar içinde, bir şeysöylediğimde ne demek istediğimi biraz olsun kavrıyormuş gibigörünen tek kadın sizsiniz."Bir sonraki dans başlıyordu; Hoffman'daki Barcarolle,* Helen'aayakkabısının burnuyla ritim tutturuyordu; ama böylebir iltifattan sonra ayağa kalkıp gitmenin olanaksız olduğunuhissetti; eğlenmenin yanı sıra gerçekten gururu okşanmıştı;Hirst'ün kibrindeki içtenlik onu çekiyordu. Onun mutlu olmadığındankuşkulanıyordu ve sır öğrenmeyi isleyecek kadardişiydi."Çok yaşlıyım," diye içini çekti."Garip olan şey şu ki, ben sizi hiç de yaşlı bulmuyorum,"diye yanıtladı Hirst. "Sanki tamı tamına aynı yaştaymışız gibigeliyor. Üstelik-" burada duraksadı, ama onun yüzündeki birbakıştan cesaret aldı, "sizinle apaçık konuşabilirmişim gibihissediyorum, tıpkı insanın bir erkekle konuştuğu gibi - cinsiyetlerarasındaki ilişkiler hakkında, şey hakkında... ve..."Emin olmasına rağmen, son iki sözcüğü söylerken yüzünehafif bir kırmızılık geldi.Helen, "Öyle olduğunu umarım!" diye bağırarak attığı kahkahaylaonun içini rahatlattı.(*) Jacques Offenbach'ın Hoffman'in Masallan'ndakj barcarolle bölümü -ç .n .178Hirst ona gerçek bir içtenlikle baktı; burnuyla dudaklarınınçevresindeki çizgiler ilk kez gevşedi."Tanrı'ya şükür!" diye bağırdı. "Arlık uygar insanlar gibidavranabiliriz."Çoğu zaman dimdik duran bir engel devrilmişti; erkeklerlekadınlar arasında genellikle ancak doktorlann ya da ölümüngölgesinin huzurunda ve ancak imayla değinilen meselelerdenarıık söz edilebilirdi. Beş dakika geçmeden, Hirst ona hayatı­nın tarihçesini anlatmaya başlamıştı. Uzun bir tarihçeydi, çünküaşın ayrıntılı olaylarla doluydu; bu tarihçe onları ahlakıntemel ilkeleri üzerine bir tartışmaya, oradan da göğsünü kabartmışgüvercinlere benzeyen hanımlardan ya da göz kamaş­tırıcı tüccarlardan biri kulak misafiri olup da onlardan burayıterk etmelerini talep etmeye kalkışır korkusuyla, bu balo salonundabile fısıltıyla tartışılması gereken çok ilginç birtakımmeselelere götürdü. Konuşmanın sonuna geldiklerinde, ya dadaha doğrusu Helen'in dikkati dağılır gibi olup, orada yeterinceuzun oturduklarını sezdirdiğinde, Hirst, "Demek bütün bugizeme hiç de gerek yokmuş!" diye bağırarak ayağa kalktı."Ingiliz olmamızın dışında, yok," diye cevap verdi Helen.Hirst'ün koluna girdi; fini fırıl dönen, artık fark edilir ölçüdedağılmış, eleştirel bir göze hiç de güzel görünmeyen çiftlerinarasında kendilerine güçlükle yol açarak, balo salonunun karşıyanına geçtiler. Bir dostluk girişiminde bulunmanın heyecanıve sohbetlerinin uzunluğu onları acıktırmışlı; yiyecek arayarak,şimdi küçük masalarda ayrı ayn yemek yiyen insanlarınbulunduğu yemek salonuna gittiler. Kapı aralığında, tekrar ArthurVenning'le dans etmeye giden Rachel'la karşılaştılar. Yüzükızarmıştı ve çok mutlu görünüyordu; Helen, onun bu ruh halindeykengenç kadınların çoğundan daha çekici olduğunufark etti. Bunu daha önce hiç bu kadar açıkça görmemişti."Eğleniyor musun?" diye sordu, bir saniyeliğine durduklarında."Bayan Vinrace," diye onun yerine cevap verdi Arthur, "azönce bir itirafta bulundu; dans etmenin bu kadar keyifli olabileceğinihiç düşünmemiş."179"Evet!" diye bağırdı Rachel. "Hayal görüşümü lümüyle de­ğiştirdim!""Deme!" diye alay etti Helen. Geçip gittiler."Tam Rachel'dan bekleneceği gibi," dedi. "İki günde bir hayatgörüşünü değiştiriyor. Biliyor musunuz, onun eğitiminitamamlamama yardım etmekte," dedi otururlarken, "tam aradığımkişi olduğunuza inanıyorum. Neredeyse bir manastırdabüyümüş. Babası öyle gülünç ki. Elimden geleni yapıyorum -ama fazla yaşlıyım, hem de bir kadınım. Neden onunla konuşmuyorsunuz-ona birşeyler açıklamıyorsunuz— demek istediğim,neden onunla benimle konuştuğunuz gibi konuşmuyorsunuz?""Bu akşam bir girişimde bulundum bile," dedi St. John."Başarılı olduğundan kuşkuluyum. Bana o kadar genç ve deneyimsizgörünüyor ki. Ona Gibbon'ı ödünç vereceğime sözverdim.""Demek islediğim tam olarak Gibbon değil," diye zihnindetarttı Helen. "Yaşamın gerçekleri, galiba — ne demek istediğimianlıyor musunuz? Gerçekte neler olup biliyor, insanlar saklamayaçalışsalar da neler hissediyor? Korkacak bir şey yok. Bu,aldatmacalardan çok daha güzeldir -h er zaman daha ilgi çekicidir-diyebilirim ki, şu tür şeylerden her zaman daha iyidir."Yakınlarında, iki kızla iki genç adamın çok yüksek sesle birbirleriyleşakalaştığı ve görünüşe bakılırsa içine bir çift çorapya da bir çift bacak hakkında lallı sözler serpiştirilen cilveli,imalı bir konuşmanın sürdüğü bir masayı başıyla işaret etti.Kızlardan biri bir yelpazeyle oynuyor, şaşakalmış gibi yapıyordu;kızların birbirlerine gizli bir düşmanlık beslediği hemenanlaşıldığından, görüntü çok tatsızdı."Bununla birlikte, yaşlandıkça," diye içini çekti Helen, "ki­şinin ne yaptığının uzun vadede pek de önemli olmadığını dü­şünmeye başlıyorum: İnsanlar her zaman kendi yollarına giderler- hiçbir şey onları etkileyemez." Başıyla, yemek yiyentopluluğu işaret elti.Ne var ki, St. John ona katılmıyordu, insanın, hayat görü­şüyle, kitaplarla ve bunun gibi şeylerle gerçeklen pek çok şeyi180değiştirebileceğini söyledi, içinde bulunduktan zamanda, kadınlarınaydınlanmasından daha önemli pek az şeyin bulunduğunuekledi. Bazen neredeyse her şeyin eğitime bağlı oldu­ğunu düşünüyordu.Bu sırada balo salonunda dans edenler kadril için kareleroluşturmaktaydı. Arthur'la Rachel, Susan'la Hewet, Bayan Allan'laHughling Elliot, kendilerini birarada buldular.Bayan Allan, saatine baktı."Bir buçuk," dedi. "Oysa yarm Alexander Pope'u bitirmemgerekiyor.""Pope!" diye homurdandı Bay Elliot. "Bilmek istiyorum,kim Pope okuyor ki? Onun hakkında okumaya gelince- Hayır,hayır, Bayan Allan; yazmak yerine dans etmekle dünyayadaha fazla katkıda bulunacağınızdan emin olun." Dünyadahiçbir şeyin dans etmenin keyifleriyle karşılaştırılamayacağıfikri, Bay Elliot'm özentili görüşlerinden biriydi - dünyadahiçbir şey edebiyat kadar sıkıcı değildi. Böylece, acınası bir şirinliklegençlerle kaynaşmaya ve alık bir kadınla evli, solgun,bilgisinin ağırlığı alımda iki büklüm, bezgin bir adam olmaklabirlikte, içlerinden en genci kadar canlı olduğunu onlara kanıtlamayauğraşıyordu."Geçim meselesi," dedi Bayan Allan, sakince. "Bununla birlikte,görünüşe bakılırsa beni bekliyorlar." Konumunu alıpayakkabısının köşeli siyah burnunu uzattı."Bay Hewet, bana doğru eğilin." İçlerinden yalnızca BayanAllan'ın dansın figürleri hakkında doğru bilgisinin olduğu hemenbelli olmuştu.Kadrilin ardından vals yapıldı; valsin ardındansa polka; sonrakorkunç bir şey oldu; beş dakikalık duraklamalarla düzenliolarak çalan müzik ansızın durdu. Kocaman kapkara gözlühanımefendi, kemanını ipeklerle sarmalamaya başladı; beyefendiysekornosunu dikkatle kutusuna koydu. Bir dans daha,yalnızca bir dans daha çalmaları için İngilizce, Fransızca, İspanyolcayalvaran çiftler onları çepeçevre sardı; henüz erkendi.Ne ki, piyanonun başındaki yaşlı adam, saatini göstererekbaşını iki yana salladı. Ceketinin yakasını yukarı kaldırıp, şen181görünüşünü tümüyle yok eden kırmızı ipek bir kaşkol çıkardı.İşin tuhafı, müzisyenler solgundu, gözleri ağırlaşmıştı; arzularınındoruk noktası, soğuk el, bira ve hemen ardından kendiniyatağa atmakmış gibi bıkkın ve cansız görünüyorlardı.Devam etmeleri için yalvaranlardan biri de Rachel'dı. Mü­zisyenler reddedince, piyanonun üzerinde duran dans müziğisayfalarını karıştırmaya başladı. Parçaların çoğu, üzerlerinderomantik sahnelerin resimleri bulunan renkli kapaklarla ciltlenmişti- ayın hilali üzerine ata biner gibi oturmuş gondolcular,bir manastır penceresinin parmaklıkları arasından bakanrahibeler ya da saçlarını aşağı salmış, tüfeklerini yıldızlaradoğrultmuş genç kadınlar. Öyle neşeyle dans etmiş olduklarımüziğin yarattığı genel etkinin, tükenmiş aşk ve masum genç­lik yıllan için tutkulu bir hayıflanma olduğunu hatırladı; korkunçkederler dans edenleri hep geçmiş mutluluklarındanayırmıştı."Böyle şeyler çalmaktan midelerinin bulanmasına şaşmamakgerek," dedi, bir iki ölçü okuduktan sonra; "bunlar aslındaçok hızlı çalınan ilahiler, içlerinde Wagner ve Beethoven kı­rıntıları var.""Siz de çalıyor musunuz? Bize çalar mısınız? Ne çalsamzolur, yeter ki dans edebilelim!" Piyano yeteneğini sergilemesiiçin her yandan ısrarlar gelince razı olmak zorunda kaldı. Hatırlayabildiğiyegâne dans müziği parçalarını çalmayı bitirir bitirmez,Mozart'ın bir sonatından ezgilerle devam etti."Ama bu dans müziği değil ki," dedi birisi, piyanonun yanındaduraklayarak."Dans müziği," diye yanıtlayan Rachel, kararlılıkla başınısalladı. "Adımlan siz uydurun." Ezgisinden emin, ezgiyi basitleştirmekamacıyla ritmi sertçe vurguladı. Helen fikri kaptı;Bayan Allan'ın kolunu kavrayıp kâh dizlerini kırarak, kâhkendi çevresinde dönerek, kâh çayırda sıçrayan bir çocuk gibibir o yana bir bu yana sekerek, odanın çevresinde dönmeyebaşladı."Bu da dans etmeyi bilmeyenlerin dansı!" diye haykırdı. Ezgibir menueıe dönüştü; Sl. John inanılmaz bir çeviklikle önce182sol, sonra sağ ayağının üstünde hopladı; ezgi tatlı tatlı akıyordu;Hewel, racasının karşısında dans eden Hintli bir bakireniniç gıcıklayıcı, hülyalı dansını taklit ederek, ceketinin eteklerinitutup kollarını sallaya sallaya odanın içinde süzüldü. Ezgi uygunadım ilerliyordu; Bayan Allan eteklerini iki yana açaraköne çıkıp, yerlere kadar eğilerek nişanlı çifti selamladı. Ayaklanritme uyum sağlar sağlamaz hepsinin sıkılganlığı gitmişti. Rachel,Mozart'tan sonra durmayıp lngilizler'in eski av şarkılanna,Noel parçalanna, ilahilere geçti, herhangi bir ezginin birazcıkçekip çevirmeyle bir dans parçasına dönüşebildiğim anlamıştı.Aşama aşama salondaki herkes, çiftler halinde ya da tek başınasekmeye, dönmeye başladı. Bay Pepper, bir zamanlar yerel birşampiyonluk kazandığı buz pateninden türetilmiş özgün, sertbir adım icra etli; bu sırada Bayan Thornbury, eski günlerdeDorsetshire'da babasının kiracılarının oynadığı eski bir halkoyununu anımsamaya çalışıyordu. Bay ve Bayan Elliot'a gelince,salonun çevresinde öyle hararetli, dolu dizgin dönüp duruyorlardıki onlar yaklaştıkça, dans eden diğerleri lir tir titriyordu.Bazılarının gösteriyi patırtılı bularak eleştirdiği duyuldu;başkalarına göreyse akşamın en eğlenceli bölümüydü."Şimdi büyük bir halka oluşturup dans edelim!" diye bağırdıHevvet. Bir anda dev bir çember oluşturuldu, dans edenlerel ele tutuşmuş, hızlı, daha hızlı, daha hızlı dönerken, "JohnPeel'ı tanır mısınız" diye haykırıyorlardı, sonunda gerilim çokarttı, zincirin bir halkası -Bayan Thornbury- pes etti, diğerlerikendilerine en elverişli gelen biçimde döşemeye, sandalyelereya da birbirlerinin kollarına yığılmak üzere salonun içinde heryöne dağıldılar.Soluksuz, darmadağınık bir halde ayağa kalkarlarken elektrikışıklarının soluklaştığını ilk kez fark ettiler; içgüdüsel olarakgözler pencerelere çevrildi. Evet - şafak sökmüştü. Onlardans ederken gece geçip gitmiş, sabah gelmişti. Dışarıda dağ­lar çok berrak ve uzaktı; çimenlerin üzerinde çiyler parıldıyordu;doğudaki uçuk sarılarla pembeler sayılmazsa, gökyüzümasmavi parlıyordu. Dans edenler pencerelere üşüştüler, camlarıiterek açıp çimenlere ayak bastılar.183"Zavallı ışıklar ne kadar da aptal görünüyor!" dedi EvelynM., kısık bir ses tonuyla. "Biz de öyle; bize hiç yakışmıyor." Budoğruydu; yarım saat önce o kadar şenlikli görünen dağınıksaçlar, yeşilli sanlı mücevherler şimdi ucuz ve derbeder görü­nüyordu. Geçkin hanımların yüzlerinin rengi solmuştu; buzgibi bir gözün üzerlerine çevrildiğini fark etmişçesine, iyi gecelerdeyip yataklanna gitmek üzere yukarı çıkmaya başladılar.Dinleyicilerinden yoksun kalmasına rağmen Rachel kendikendine çalmaya devam etmişti. John Peel'dan, şu sıralar çokilgisini çeken Bach'a geçti; daha genç dansçılardan bazılarıbahçeden birer birer içeri gelip piyanonun çevresindeki terkedilmiş yaldızlı sandalyelere oturdular, oda artık iyice aydınlandığıiçin ışıklan kapattılar. Oturmuş halde müzik dinlerkensinirleri yatıştı; aralıksız konuşma ve gülmenin dudaklarındayarattığı yanmalar ve ağrılar dindi. Birbirinin peşi sıra gelenboşlukları ve sütunlarıyla boş uzayda yükselen bir bina görmüşgibi hiç kıpırdamadan oturdular. Sonra kendilerini, ya-şamlannı, müziğin yönetimi altında çok soylu bir biçimde gelişmekteolan bütün bir insan yaşamını görmeye başladılar.Kendilerini yücelmiş hissediyorlardı; Rachel çalmayı, kestiğindeuykudan başka hiçbir şey arzu etmiyorlardı.Susan ayağa kalktı. "Bu galiba hayatımın en mutlu gecesiydi!"diye bağırdı. "Müziğe taparım," dedi, Rachel'a teşekkürederken. "Söze dökülemeyen her şeyi o söylüyor sanki." Ürkek,küçük bir kahkaha atıp, bir şey söylemek istiyormuş daanlatacak sözcükleri bulamıyormuş gibi büyük bir şefkatle tektek herkese baktı. "Herkes çok nazikti - çok çok nazik," dedi.Sonra o da yatmaya gitti.Parti bütün partiler gibi ansızın sona erdiğinde, Helen'laRachel üstlerinde pelerinleriyle kapının önünde durup bir arabanıngelmesini beklediler."Hiç araba kalmadığının farkmdasmızdır herhalde," dedi,bakmak için dışan çıkan Sı. John. "Burada uyumak zorundasınız.""Ah, hayır," dedi Helen; "yürürüz.""Biz de gelebilir miyiz?" diye sordu Hevvet. "Yatmak için184çok geç. Böyle bir sabahta yastıkların arasında uzanıp lavabonuzabaktığınızı düşünsenize - Şurada mı oturuyorsunuz?"Bulvardan aşağı yürümeye başlamışlardı; Hewet döndü, yamacınüzerinde gözlerini kapatmış gibi görünen beyazlı yeşilliköşkü işaret etti."Orada bir ışık yanmıyor, değil mi?" diye sordu Helen kaygıyla."Güneş o," dedi St. John. Üst kattaki iki pencerenin üzerindebirer altın benek vardı."Kocam hâlâ Yunanca okuyor sandım," dedi Helen. "Ne zamandırPindaros'u yayıma hazırlıyor."Kasabanın içinden geçip, kenarları hâlâ gölgelerde kaybolanama geri kalanı açık seçik görülen dik yoldan yukarı döndü­ler. Biraz yorgun olduklarından, biraz da günün ilk ışıkları onlarıdurgunlaştırdığından pek az konuşuyor, gün ortasındakindenbambaşka bir yaşam durumuna aitmiş gibi görünen nefis,taptaze havayı içlerine çekiyorlardı. Sokağın yoldan ayrıldığıyüksek sarı duvara geldiklerinde, Helen iki genç adamı göndermektenyanaydı."Yeterince uzaklaştınız," dedi. "Yataklarınıza dönün."Ancak, onlar gitmek için pek istekli görünmüyorlardı."Biraz oturalım," dedi Hevvet. Ceketini yere serdi. "Oturupdüşünelim." Oturup körfeze baktılar; çok durgundu, deniz hafifçedalgalanıyordu; yeşilli mavili çizgiler suya şeritler çizmeyebaşlamıştı. Henüz hiç yelkenli tekne yoktu, ama sisin içindetıpkı hayalete benzeyen bir buharlı gemi körfezde demirlemiş­ti; tüyler ürpertici bir çığlık attı; sonra her şey sus pus oldu.Rachel birbiri ardına gri taşlar toplayıp bunlarla küçük birkurgan inşa etmekle meşguldü; çok sessiz ve dikkatli çalışı­yordu."Demek hayal görüşünü değiştirdin, Rachel?" dedi Helen.Rachel bir taş daha ekleyip esnedi. "Hatırlamıyorum," dedi,"Kendimi denizin dibindeki bir balık gibi hissediyorum." Birdaha esnedi. Burada, şafakta, bu insanların hiçbiri onu korkutamazdı;Bay Hirsı'le bile gayet samimi olduğunu hissediyordu."Benim beynim, tersine," dedi 1 lirst, "olağandışı bir etkinlik185içinde." En sevdiği konumda oturuyordu, bacaklarım kollarıylasararak bitiştirmiş, çenesini dizlerinin tepesine dayamıştı."Her şeyin ötesini görüyorum - kesinlikle her şeyin. Artık benimiçin yaşamın hiçbir gizemi yok." İnançla konuşuyordu,ama bir yanıt bekler gibi görünmüyordu. Yakın oturmalarına,samimi hissetmelerine rağmen birbirlerine yalnızca birer gölgeolarak görünüyorlardı."Aşağıda uyumaya giden bütün o insanlar," diye başladıHewet hülyalı bir tavırla, "bambaşka şeyler düşünen o insanlar,- Bayan Warrington herhalde şimdi dizlerinin üstündedir;Elliot'lar birazcık ürkmüştür, onlar sık sık soluk soluğa kalmıyorlardır,olabildiğince çabuk uykuya dalmak istiyorlardır;sonra bütün gece Evelyn'le dans eden o zavallı zayıf gençadam var; çiçeğini suya koyarken kendi kendine soruyor, 'Buaşk mı?' -v e zavallı sevgili Perrott herhalde bir türlü uykuyadalamıyor, avunmak için en sevdiği Yunanca kitabı okuyorvediğerleri - hayır, Hirst," diye bağladı sözlerini, "bunu hiçde basit bulmuyorum.""Benim anahtarım var," dedi Hirst, bir bilmece söyler gibi.Çenesi hâlâ dizlerinin üstündeydi, gözlerini ise önüne dikmişti.Bu sözleri bir sessizlik izledi. Sonra Helen ayağa kalkıp onlaraiyi geceler diledi. "Ama," dedi, "gelip bizi görmek zorundaolduğunuzu unutmayın."iyi geceler dileyip el sallayarak ayrıldılar, ama iki genç adamotele dönmedi; yürüyüş yaptılar; bu sırada pek az konuştular,düşüncelerinin dikkate değer bölümünün konusu olan iki kadınınadlarını hiç anmadılar, izlenimlerini paylaşmak istemiyorlardı.Otele kahvaltı zamanı döndüler.186XIII. BölümKöşkle pek çok oda vardı, ama odalardan biri kendine özgübir kişiliğe sahipli, çünkü kapısı her zaman kapalıydı ve içeridenhiç müzik ya da kahkaha sesi gelmezdi. Evdeki herkes okapının ardında birşeylerin sürüp gittiğinin hayal meyal farkındaydı;bunun ne olduğuyla ilgili en ufak bir bilgileri olmaksızın,kendi kendilerine, eğer önünden geçerlerse kapınınkapalı olacağını, eğer gürülıü yaparlarsa içeride Bay Ambrose'urahatsız edeceklerini düşünüyorlardı. Bu nedenle belirliedimler faziletliydi, ötekilerse kötüydü, böylece yaşamları, BayAmbrose'un Pindaros'u yayıma hazırlamaktan vazgeçip evdekiher odaya girip çıkarak göçebe bir varoluşu benimsemesi durumundaolacağından daha ahenkli, birbirinden daha az kopukhale gelmişti. Böyleyken, dakiklik ve sessizlik gibi belirlikuralları gözetmekle, güzel yemek pişirmekle ve başka küçükgörevleri yerine getirmekle, kasidelerin birbiri ardına başarılıbir biçimde dünyaya kazandırıldıgının, kendilerininse bir bilgininyaşamının kesintisizliğini paylaşmakta olduklarının herkesfarkındaydı. Ne yazık ki insanlar arasına bir duvarı yaş, birdiğerini bilgi, bir üçüncüsünü de cinsiyet ördüğünden, BayAmbrose çalışma odasındayken en yakınındaki insanın birkaçbin kilometre uzağında oluyordu, bu kişi de, bu ev halkı ara­187sında, kaçınılmaz olarak bir kadındı. Beyaz sayfalı kitaplararasında, boş bir kilisenin içindeki bir put gibi yalnız, elininsayfanın bir yanından diğer yanına geçişi sayılmazsa kıpırtısız,piposunu havada bir an uzatmasına neden olan tek tük öksü­rükler dışında sessiz, saatlerce otururdu. Ozanın yüreğinin içine,daha da içine ilerledikçe, sandalyesi, döşemenin üzerindeaçık duran, yalnızca dikkatli bir adım atma işlemiyle geçilebilenve konuklarının genellikle durup onunla kenardan konuş­masına neden olacak kadar narin kitapların derin, daha da derinhalkalarıyla kuşatılırdı.Bununla birlikte, danslı toplantıdan sonraki sabah Racheldayısının odasına girdi; onun dikkatini çekene kadar iki kez,"Ridley Dayı," diye seslendi.Sonunda, dayısı gözlüğünün üstünden baktı."Ee?" diye sordu."Bir kitap istiyorum," diye yanıtladı Rachel. "Gibbon'm Romaîmparatorluğu'nun Tarihi'ni. Alabilir miyim?"Dayısının yüzündeki çizgilerin, sorduğu soru üzerine ağırağır yeniden düzenlenişini izledi. Rachel konuşmadan öncedayısının yüzü maske gibi dümdüzdü."Lütfen bir daha söyle," dedi dayısı, belki duymamış belkide anlamamış olduğundan.Rachel aynı sözcükleri yineledi; bunu yaparken hafifçe kı­zardı."Gibbon! Onu ne diye istiyorsun ki?" diye sordu dayısı."Birisi okumamı salık verdi," diye kekeledi Rachel."Ama ben on sekizinci yüzyıl tarihçilerinden karma bir derlemeyleseyahat etmiyorum ki!" diye bağırdı dayısı. "Gibbon!En azından on büyük cilt."Rachel, çalışmasını böldüğü için üzgün olduğunu söyleyerek,gitmek için arkasını döndü."Dur!" diye haykırdı dayısı. Piposunu bıraktı, kitabını biryana koydu, kalkıp onu kolundan tutarak odanın içinde yavaşyavaş gezdirdi. "Platon," dedi, bir dizi koyu renkli küçük kitabınilki üzerine bir parmağını koyarak, "ve kapı komşusu Jorrocks,çok yanlış. Sofokles, Swift. Alman şerhçilerle ilgilenme­188diğini varsayıyorum. Öyleyse Fransızlar. Fransızca okuyabiliyormusun? Balzac'ı okumalısın. Ardından Wordsworih'le CoIeridge'egeliyoruz. Pope, Johnson, Addison, Wordsworth,Shelley, Keats. Bir şey, bir diğerine yol açıyor. Marlowe niyeburada? Bayan Chailey, herhalde. Ama Yunanca okumadıktansonra, okumanın ne yararı var? Ne de olsa Yunanca okursanbaşka bir şey okumaya gereksinimin kalmaz, yalnızca zamankaybı - yalnızca zaman kaybı," ellerinin hızlı hareketleriyle oböyle yarı kendi kendine konuşurken dönüp dolaşıp yine dö­şemenin üzerindeki kitap çemberine geldiler ve ilerleyişleridurdu."Ee," diye sordu, "hangisi olsun?""Balzac," dedi Rachel, "ya da sende Amerikan Devrimi ÜzerineSöylev var mı, Ridley Dayı?""Am erikan Devrimi Üzerine Söylev mi?" diye sordu. Yineona büyük bir ilgiyle baktı. "Danslı partideki bir başka gençadam mı?""Hayır. Bu, Bay Dalloway'di," dedi Rachel."Güzel Tanrım!" Bay Dalloway'i anımsayınca başını geriyeattı.Rachel, kendisi için gelişigüzel bir cilt seçip dayısına verdi;bunun La Cuisine Belle olduğunu gören dayısı, eğer kitabı fazlakorkunç bulursa bir yana atmasını söyledi; tam Rachelonun yanından ayrılmak üzereyken, danslı partide eğlenip .eğ­lenmediğini sordu.Bunun ardından, otuz beş yıl önce yalnızca bir kez dansagittiğini, o zaman da hiçbir şeyin bundan daha anlamsız ve aptalcagörünmediğini düşünerek, insanların bu partilerde neyaptığını öğrenmek istedi. Bir kemanın gıcırtısı eşliğinde dö­nüp durmak onları eğlendiriyor muydu? Konuşuyorlar mıydı,güzel şeyler söylüyorlar mıydı; eğer öyleyse neden bunu dahaakla uygun koşullar altında yapmıyorlardı? Kendisine gelince- içini çekerek dört bir yanındaki sıkı çalışma göstergeleriniişaret etti; iç çekmesine rağmen yüzünde öyle bir tatmin duygusubelirdi ki, yeğeni oradan ayrılmanın iyi olacağını düşündü.Bir öpücük bağışladıktan sonra gitmesine izin verildi, ama189ne olursa olsun Yunan alfabesini öğreneceğine ve işi bitliğindeFransızca romanını geri getireceğine söz verdikten sonra; ardındanonun için daha uygun birşeyler bulunacaktı.insanların içinde yaşadığı odalar, tıpkı yüzler gibi, ilk kezgörüldüğünde bir parça sarsıntıya yol açabildiğinden, Rachelmerdivenlerden aşağı çok yavaş yürüdü, sofada duran, üzerindeonun adı yazılı bir pusulaya gözü iliştiğinde, dayısına,onun kitaplarına, danslara olan kayıtsızlığına, acayip, düpedüzanlaşılmaz, ama görünüşe bakılırsa tatmin edici hayat gö­rüşüne duyduğu hayretin içinde kaybolmuştu. Adres, hiç tanı­madığı küçük, kararlı bir elyazısıyla yazılmıştı; bir başlangıcıolmayan pusulada şöyle deniyordu:-Söz vermiş olduğum gibi, Gibbon'ın birinci cildini gönderiyorum.Kişisel olarak m odernler hakkında söylenebilecek pekaz şey buluyorum , ama işimi bitirdiğim de sana W edekind'ıgöndereceğim. Donne? VVebster'ı ve bütün o topluluğu okumuşmuydun? Onları ilk kez okuyacağın için sana im reniyorum.Dün geceden sonra tümüyle bitkin düştüm. Ya sen?Sı. J.A.H. olduğunu tahmin etliği baş harflerin süslü çizgileri,mektubu sona erdiriyordu. Bay Hirst'ün onu hatırlayıp verdiğisözü bu kadar çabuk tutması fazlasıyla gururunu okşadı.Öğle yemeğine henüz bir saat vardı; bir elinde Gibbon, di­ğerinde Balzac'la ağır ağır bahçe kapısından dışarı, tepenin yamacındakizeytin ağaçlarının arasında, çiğnenmiş çamurlakaplı küçük patikadan aşağı yürüdü. Tepelere tırmanmak içinhava çok sıcaktı, ama vadi boyunca ağaçlar ve nehir yatağınınyanı sıra uzanan çimenli bir patika vardı. Nüfusun kasabalardatoplandığı bu ülkede, yalnızca avluda kadınların kızıl köklerleuğraştığı tek lük çiftlik evlerinin ya da yamaçta dirseklerininüzerinde uzanmış, kesif bir koku yayan bir kara keçi sürüsüyleçepeçevre sarılmış küçük bir oğlanın yanından geçerek, çokkısa bir zaman içinde uygarlığı gözden yitirmek olanaklıydı.Dipteki ip gibi suyun dışında, nehir, kupkuru sarı bir taş yata­ğından başka bir şey değildi. Kıyıda, Helen'm yalnızca onlarıgörmenin bile yapılan yolculuğa değdiğini söylediği o ağaçlar190yetişiyordu. Nisan ayı ağaçların tomurcuklarım yarmıştt; cilalıyeşil yapraklarının arasında balmumuna benzer yoğun birmaddeden, zarif bir krem rengine ya da pembeye veya koyuvişne çürüğüne boyanmış taç yaprakları olan iri çiçekler taşı­yorlardı. Ne var ki, genellikle bilinmez bir nedenle başlayıpkoca koca ülkeleri, semaları kucaklayan o mantıksız sevinçlerdenbiriyle dopdolu olduğundan Rachel hiçbirini görmeksizinyürüdü. Gece, günün hakkına el uzatıyordu. Bir önceki geceçaldığı ezgiler kulaklarında uğulduyordu; şarkı söylemeye baş­ladı, şarkılar gitgide daha hızlı yürümesine neden oldu. Nereyegittiğini açık seçik görmüyordu, ağaçlar ve manzara, gökyüzününfarklı renkteki alanlarının arada sırada içine karıştığıyeşilli mavili kütlelerden ibaretmiş gibi görünüyordu. Dün gecegördüğü insan yüzleri gözlerinin önüne geliyordu; onlarınseslerini işitiyordu; şarkı söylemeyi kesip birşeyleri yenibaşlan söylemeye ya da farklı biçimde söylemeye veya söylenmişolabilecek şeyler icat etmeye başladı. Uzun, ipekli bir elbiseyleyabancılar arasında olmanın mahcubiyeti, böyle uzunadımlarla tek başına yürümeyi olağandışı ölçüde heyecan vericikılıyordu. Hevveı, Hirst, Bay Veııning, Bayan Allan, müzik,ışıklar, bahçedeki kapkara ağaçlar, şafak, - yürüdükçe kafasındadalga dalga kabarıyordu, tam olarak canı ne istiyorsa onuyapma fırsatını içinde barındıran şimdiki anın, önceki gecekindenbile daha harika bir canlılıkla içinden fırladığı keşmekeşlibir art alan.Bir ağaç araya girmeseydi, yoluyla ilgili Lüm bilgiyi yitirenedek böyle yürüyebilirdi, geçmekte olduğu patikayı kesecek bi­çimde büyümediği halde ağaç onu, dalları yüzüne çarpmışçasmaetkileyerek durdurdu. Sıradan bir ağaçtı, ama ona öyle tuhafgörünmüştü ki dünyadaki tek ağaç bile olabilirdi. Gövdesininortası koyu renkliydi; şuradan buradan fırlayan dallarınarasında ışığın göründüğü girintili çıkıntılı aralıklar o kadarkolay seçiliyordu ki, ağaç, topraktan daha o saniye çıkmış gibiydi.Yaşamı boyunca ona yetecek bir görüntü görmüş oldu­ğundan ve yaşamı boyunca o saniyeyi olduğu gibi koruyaca­ğından, ağaç bir kez daha sıradan ağaçların saflarına düştü; ar­191tık onun gölgesine oturup altında büyüyen ince yeşil yapraklıkırmızı çiçekleri toplayabilirdi. Onları yan yana koydu, çiçekçiçeğe, sap sapa, okşayarak, çünkü tek başına yürürken dünyadakiçiçeklerin, hatta çakıl taşlarının bile kendi yaşamları,mizaçları vardı ve ahbap oldukları çocukların duygularını gerigetiriyorlardı. Yukarı bakınca, dağların kıvrım kıvrım bir kırbacınucu gibi gökyüzünde capcanlı dalgalanan çizgisi gözüneilişti. Uzaklardaki solgun gökyüzüne, güneşin altında korunmasızuzanan dağ doruklarındaki yüksek çıplak yerlere baktı.Oturduğunda kitaplarını ayaklarının dibine, toprağın üstünebırakmıştı; şimdi orada, çimlerin arasında böyle köşeli durankitaplara baktı, uzun bir sap eğilip Gibbon'ın kahverengi pü­rüzsüz kabını gıdıklarken, alacalı mavi Balzac güneşin altındaçırılçıplak uzanıyordu. Açıp okumanın kesinlikle şaşırtıcı birdeneyim olacağına dair bir hisle, tarihçinin sayfasını çeviripşunları okuduHükümdarlıgınınilk dönem lerinde, generalleri, Etiyopya'nınve Mutlu Arabistan'ın sınırlarının belirlenm esi için çabaladı­lar. D önencenin güneyine doğru yaklaşık bin beş yüz kilometreyürüdüler; ama iklim in sıcaklığı çok geçmeden istilacı­ları püskürtüp, o kuytu bölgelerin savaşçı olmayan yerlilerinikorudu... Avrupa'nın kuzeyindeki ülkeler, feLih masrafına vezahm etine pek değmezdi. Almanya'nın orm anları ve bataklıkları,özgürlüksüz bir yaşamı hor gören dayanıklı bir barbarsoyuyla doluydu.Sözcükler hiç bu kadar canlı, bu kadar güzel olmamıştı -Mutlu Arabistan - Etiyopya. Ama bunlar ötekilerden, dayanıklıbarbarlardan, ormanlarla bataklıklardan daha soylu değillerdi.Sözcükler, ta dünyanın başlangıcına kadar geri giden, ikiyanındaki bulvarlarda tüm zamanların ve ülkelerin halklarınındurduğu yollar açar gibiydiler; bu yollardan geçmekle tüm bilgileronun olacaktı; dünyanın kitabı ta ilk sayfasına geri dönü­yordu. Şimdi önünde açılmakta olan bilgi olasılıkları karşısındaöyle heyecan duyuyordu ki okumayı kesti; bir meltem sayfayıçevirdi, Gibbon'ın kapaklan tatlı tatlı kırışıp birbiri üzerine ka­192pandı. Rachel bunun ardından ayağa kalkıp yeniden yürümeyebaşladı. Yavaş yavaş zihni daha az karışık hale gelerek, coşkusununiki parçadan oluşan ve biraz çabayla Bay Hirst'ün ve BayHevvet'm şahsında sınırlanabilecek olan kökenlerini aramayabaşladı. Onları sarmalayan harikuladelik pusu yüzünden, haklarındaherhangi bir çözümleme yapmak olanaksızdı. Onlarhakkında, duyguları kendisininkilerle aynı kurala uyan insanlarhakkında yaptığı gibi akıl yürütemiyordu; zihni onlarla uğ­raşırken, güneşte asılı duran parlak şeyleri düşünmenin nedenolduğu türden bir bedensel haz duyuyordu. Tüm yaşam onlardanışıyor gibiydi; kitaplardaki sözcükler bile bu ışımayı emmişlerdi.Derken içine bir kuşku düştü, bununla yüzleşmeyeöyle gönülsüzdü ki çimlerin üzerinde tökezleyip sendelediçünkü dikkati dağılmıştı, ama bir saniye içinde yeniden toparlandı.Farkında olmadan daha hızlı yürümeye başlamıştı, bedenizihnini geride bırakmaya çalışıyordu; ama şimdi, nehrinüzerinde yükselerek vadiyi gözler önüne seren küçük bir tepeciğindorugundaydı. Artık birkaç düşünceyle birden hokkabazlıkyapabilecek durumda değildi, ancak en ısrarlı olanıyla uğra-şabilirdi; heyecanının yerini bir tür hüzün almıştı. Toprağın üstüneçöküp dizlerini kucaklayarak boş boş önüne bakmayabaşladı. Bir süre, küçük düz bir taşın üzerinde kanatlarını çokyavaş açıp kapatan kocaman, sarı bir kelebeği seyretti."Âşık olmak nedir?" diye sordu uzun bir sessizliğin ardından;her sözcük, varlığa bürünür bürünmez, bilinmeyen birdenize dalar gibiydi. Kelebeğin kanatlarına bakarken, kendindengeçmiş durumda, yaşamdaki korkunç bir olasılığı keşfetmişolmanın getirdiği huşu içinde bir süre daha olurdu. Kelebekuçup gidince ayağa kalktı; kolunun altında iki kitabıyla,tıpkı savaşa hazırlanmış bir asker gibi eve döndü.193XIV. Bölüm• • • • • • • • • • •Aynı gün, güneş battığında, akşam karanlığı otelde her zamankigibi elektrik ışıklarının ansızın parlamasıyla selamlandı. Akşamyemeğiyle yatma zamanı arasındaki saatleri öldürmek her zamanyeterince güç olmuştu; danslı toplantıdan sonraki geceyseoteldekiler, zihin dağınıklığının verdiği hırçınlıkla daha da donuklaşmıştı.Yanlarında kahve fincanları, ellerinde sigaralarıylasalonun ortasındaki uzun koltuklarda arkalanna yaslanmış olanHirst'le Hewet'a göre şurası kesindi ki, akşam alışılmadık ölçüdetatsız, kadınlar alışılmadık ölçüde kötü giyimli, erkeklerse alışılmadıkölçüde aptalca bir kendini beğenmişlik içindeydi. Üstüneüstlük, yarım saat önce posta dağıtıldığında iki genç adama hiçmektup çıkmamıştı. Ötekilerin neredeyse her biri İngiltere'deniki üç tombul mektup almış, şimdi de onlan okumakla meşgulolduğundan, katlanılmaz bir haldeydiler ve bu durum Hirst'ühayvanların yemlenmesiyle ilgili iğneleyici bir söz söylemeye itmişti.Dediklerine bakılırsa, onların sessizliği, kendisine her birhayvanın pençeleri arasında bir topak çiğ el tuttuğu bir arslanbarınağının sessizliğini anımsatıyordu. Bu karşılaştırmayla gayretegelerek, kimilerini su aygırlarına, kimilerini kanaryalara, kimilerinidomuzlara, kimilerini papağanlara, kimileriniyse yançürümüş koyun leşlerinin çevresine kıvnlan tiksinti verici sü­194rüngenlere benzetmeye geçti. Kesik kesik sesler -kâh bir öksü­rük, kâh dehşet verici bir hırıltı ya da boğaz temizleme, kâh kü­çücük, hızlı bir sohbet- Hirsı'ün belirttiğine göre, kemiklerinparalanması sırasında arslan barınağında durursanız işiteceklerinizdenbaşka bir şey değildi. Ne var ki bu karşılaştırmalar,odaya dikkatsizce şöyle bir baktıktan sonra gözlerini ne yandanyaklaşırsanız yaklaşın uçlannı size doğrultacak biçimde ustalıkladüzenlenmiş yerli mızraklarından oluşan fundalığa dikmişolan Hewet'i heyecanlandırmıyordu. Belli ki çevresini unutmuş­tu; Hewet'm zihninin tümüyle boş olduğunu fark eden Hirst,bunun üzerine dikkatini öteki insanların üzerinde daha da yo­ğunlaştırdı. Ne söylediklerini duyamayacak kadar uzaklarındaydı,ama el kol hareketlerine ve görünüşlerine bakarak haklarındaküçük kuramlar oluşturmak hoşuna gidiyordu.Bayan Thornbury çok sayıda mektup almıştı. Kendini tü­müyle onlara kaptırmıştı. Bir sayfayı bitirince kocasına veriyorya da okuduklarından çıkan anlamı, boğazının gerisindeki birsesle birbiıine bağlanan bir dizi alıntıyla ona iletiyordu. "Evie,George'un Glasgow'a gittiğini yazmış. 'Bay Chadbourne'la çalış­mayı seviyor; Noel'i birlikte geçirmeyi umuyoruz ama Betty ileAlfred'i uzun mesafelere götürmek istemem (evet, çok doğru),bu sıcakta soğuk havalan hayal etmek zor olsa da... Eleanor'laRoger arabalarıyla yeni kapana takıldılar... Eleanor, onu songördüğüm kıştan bu yana kesinlikle kendini toparlamış görü­nüyordu. Artık bebeğe üç şişe veriyormuş, ki bunun akıllıca olduğundaneminim (öyle olduğundan ben de eminim), böylecegeceleri daha iyi geçiyormuş... Saçlanm hâlâ dökülüyor. Yastı­ğın üzerinde buluyorum! Ama Tottie Hali Green'den haber almakbeni neşelendirdi... Muriel ise Torquay de, danslı toplantı­larda müthiş egleniyormuş. Sonunda siyah buldoğunu gösterebilecek.'...Herben'ıan bir satır - çok meşgulmüş, zavallı adam!Ah! Margaret diyor ki, 'Zavallı ihtiyar Bayan Fairbank ayın sekizindeansızın limonlukla ölmüş, evde sadece, onu kaldıracakkadar aklı olmayan bir hizmetçi varmış, kaldınisaydı kurtanlabileceğinidüşünüyorlar, ama doktor her an olabilirdi diyor; insanıntüm yapabildiği, bu olay sokakla değil de evinde meyda­195na geldiği için şükran duymak (herhalde öyledir!). Güvercinlerkorkunç derecede çoğaldı, tıpkı beş yıl önce tavşanların çoğaldığıgibi...'" Okurken, kocası onayladığını göstermek için hafif­çe ama düzenli bir biçimde başını sallıyordu.Hemen yakınlarında. Bayan Allan da mektuplarını okuyordu.Okumayı bitirip mektupları özenle yeniden zarflarına yerleştirirken,geniş, güzel yüzünde beliren hafifçe sert ifadedenanlaşılabileceği gibi, gelen haberler çok da iç açıcı değildi.Yüzündeki kaygı ve sorumluluk çizgileriyle Bayan Allan, birkadından çok, geçkince bir adamı andırıyordu. Mektuplar onaYeni Zelanda'da geçen yılın meyve mahsulünün verimsiz çıktı­ğı haberini getirmişti, bu da ciddi bir meseleydi çünkü tek erkekkardeşi olan Hubert geçimini bir meyve çiftliğinden sağlı­yordu ve yeniden başarısız olursa oraları bırakıp Ingiltere'yegeri gelecekti; bu kez onu ne yapacaklardı? Bayan Allan'ın birdönemlik iş kaybı anlamına gelen bu yolculuğu, dakik bir bi­çimde İngiliz edebiyatı dersleri verip denemeler düzeltmeklegeçen on beş yılın ardından hak etliği adil, harika tatil olmaktançıkıp bir savurganlığa dönüşmüştü. Kendisi de bir öğretmenolan kız kardeşi Emily şöyle yazmıştı: "Hubert'm bu defackha mantıklı davranacağından kuşkum olmamakla birlikte,hazırlıklı olmamız gerek." Ardından, o makul tavrıyla, göllerdeçok iyi zaman geçirdiklerini söylemeye geçiyordu. "Tam şuanda fazlasıyla güzel görünüyorlar. Yılın bu zamanında ağaçlarınbu kadar geliştiğini çok az görmüştüm. Birkaç gün öğle yemeğimizidışarıda yedik. Alice her zaman olduğu gibi genç gö­rünüyor; sevecenlikle herkesin hatırını soruyor. Günler çokçabuk geçiyor; dönem yakında başlayacak. Benim kişisel dü­şünceme göre, siyasi göstergeler iyi değil ama Ellen'ın hevesinikırmak hoşuma gitmiyor. Lloyd George yasa tasarısını gündemegetirdij* ama şimdiye kadar pek çoklan bunu yapmıştı ve(*) Sonraki yıllarda başbakan olacak olan Lloyd Georgc'un gündeme getirdiği buyasa tasarısı, kadınlara oy kullanma hakkının tanınmasına yönelik başarısızbir çaba oldu. Sonunda, İngiltere'de otuz yaşın üzerindeki kadınlar 1918 yı­lında, yirmi bir yaşın üzerindeki kadınlarsa 1928 yılında, oy kullanma hakkı­nı elde edecekti - ç.n.196hâlâ olduğumuz yerdeyiz; ama yanılacağımı umuyorum. Herneyse, işimiz bizim için biçilmiş kaftan... Kuşkusuz, Meredith,insanın W. W.'da sevdiği o insanca nitelikten yoksun, öyle de­ğil mi?" diye sonuca bağlayarak, Bayan Allan'm son mektubundaortaya atuğı, İngiliz edebiyatıyla ilgili birtakım meseleleritartışmaya geçiyordu.Bayan Allan'm az ötesinde, sık bir palmiye kümesiyle gölgelenenve yan gizli kalan bir koltukta, Anhur'la Susan birbirlerininmektuplannı okumaktaydılar. Wiltshire'da hokey oynayangenç kadınlann iri, kaba el yazmaları Anhur'un dizindedururken. Susan, ender olarak bir sayfadan fazlasını dolduranve hep aynı şakacı, şen şakrak iyi niyet izlenimini uyandıran,hukukçulara özgü küçük el yazılarının şifresini çözmekleydi."Umarım Bay Hutchinson benden hoşlanır, Arthur," dedibaşını kaldırıp bakarak."Seni seven Flo da kim?" diye sordu Arthur."Flo Graves - sana anlattığım kız, şu korkunç Bay Vincenl'lanişanlı olan," dedi Susan. "Bay Hutchinson evli mi?"diye sordu.Zihni şimdiden dostlan hakkında iyi niyetli taşanlarla meş­guldü, daha doğrusu bir tek muhteşem tasarıyla -k i bu da basitti-hepsi evlenecekti -aynı zamanda- Susan döner dönmez,Evlilik, evlilik, doğru olan şey buydu, tek şey, tanıdığı herkesingerekli gördüğü çözüm; derin düşünmelerinin çoğu, yalnızlı­ğın, rahatsızlığın, sağlık bozukluğunun, doyurulmamış hırslann,huzursuzluğun, aynksılığın, birşeyleri ele alıp tekrar bı­rakmanın, toplum içinde konuşmanın ve insansever etkinliklerinher bir örneğinin, erkekler bakımından ve özellikle dekadınlar bakımından, evlenmek istedikleri, evlenmeye çalıştıkları,evlenmeyi başaramadıkları gerçeğine dek izini sürmeklegeçiyordu. Eğer, kabul etmek zorunda olduğu gibi, bu belirtilerkimi zaman evlilik ertesinde de sürüyorsa, bunu, yalnızcabir tek Arthur Venning'in ve onunla evlenebilecek yalnızca birtek Susan'ın var olduğunu buyuran o -talihsiz doğa yasasınabağlayabilirdi sadece. Kendi örneği, elbette, kuramını tamamendestekliyordu. İki üç yıldır evde belli belirsiz bir rahatsız­197lık duymaya başlamıştı; yol parasını ödeyen, ama ona hem hizmetçisihem ahbabıymış gibi davranan bencil, yaşlı teyzesiyleböyle bir yolculuk, insanlann ondan beklediği şeyin özgül birörneğiydi. Nişanlanır nişanlanmaz, Bayan Paley içgüdüsel birsaygıyla davranmaya başlamış, Susan her zamanki gibi onunayakkabılarını bağlamak için diz çöktüğünde kesin bir tavırlakarşı çıkmış, tamı tamına iki üç saati kendine hak görmeye alı­şıkken, Susan'm onunla bir saat ahbaplık etmesine gerçektenminnettar görünmüştü. Bu nedenle Susan, alıştığından çok daharahat bir yaşam görüyordu önünde; bu değişiklik şimdiden,başka insanlara karşı duygularını daha da sıcaklaştırmıştı.Bayan Paley kendi ayakkabılarını bağlamayalı, hatla onlarıgörmeyeli neredeyse yirmi yıl oluyordu, ayaklarının ortadankayboluşu işadamı kocasının ölümüyle az çok aynı sıralaradenk gelmiş, o olaydan kısa süre sonra Bayan Paley tombullaş­maya başlamıştı. Lancaster Gate'teki, yedi hizmetkârı ve birtemizlikçisi olan evle, Surrey'deki, bahçesi ve at arabaları olanbaşka bir evin bakımına harcadığı külliyetli bir geliri olan bencil,bağımsız, yaşlı bir kadındı. Susan'ın nişanlanması onu ya­şamının tek büyük kaygısından kurtarmıştı - oğlu Chrisıopher'ın,kuziniyle "başını derde sokacağı" kaygısından. Alışıkolduğu bu ilgi kaynağı artık ortadan kalktığından, kendini birazkeyifsiz hissediyordu ve Susan'da eskisine göre daha fazlaşeyler görme eğilimindeydi. Ona çok cömert bir düğün arma­ğanı vermeye karar vermişti, iki yüz, iki yüz elli, ya da belki,-bahçevan yardımcısına ve oturma odasının halledilmesi kar­şılığında Huths'ın göndereceği faturaya bağlı olarak- üç yüzsterlinlik bir çek.Üzerine iskambil kâğıtları saçılmış bir masanın yanında tekerleklisandalyesinde otururken, rakamları evirip çevirerektam bu meseleyi düşünüyordu. Pasyans falı her nasılsa çıkmazagirmişti; yardım etmesi için Susan'ı çağırmak islemiyordu,çünkü öyle görünüyordu ki Susan, Arthur'la meşguldü."Benden, cömertçe bir armağan beklemeye hakkı var elbette"diye düşündü, arka ayakları üzerindeki leopara dalgın dalgınbakarken, "ve bunu beklediğinden hiç kuşkum yok! Para198herkesin işine yarar. G ençler çok bencil olurlar. Ölsem ,Dakyns'ten başka hiç kimse beni özlemez; o da vasiyetnameyleavunur! Bununla birlikle, yakınmam için hiçbir neden yok...Hâlâ eğlenebiliyorum. Kimseye yük olmuyorum... Çok sevdi­ğim bir yığın şey var, bacaklarıma inat."Yine de hafifçe içi kararmış olarak, tanıdıkları arasında onahiç de bencil ya da para düşkünüymüş gibi gelmeyen, ona birşekilde genel ortalamadan çok daha zarif görünen yegâne insanlarıdüşünmeye geçti; kendisinden daha zarif olduklarınıseve seve kabul ettiği insanlar. Yalnızca iki kişiydiler. Biri, gözlerininönünde boğulan erkek kardeşiydi, diğeriyse bir kız, ilkçocuğunu dünyaya getirirken ölen, en iyi dostu. Bu olaylaryaklaşık elli yıl önce olmuştu."Ölmemeleri gerekirdi," diye düşündü. "Ama, öldüler - bizbencil yaşlı yaratıklarsa yaşamaya devam ediyoruz." Gözlerineyaşlar doldu; onlar için gerçekten üzülüyordu, gençliklerineve güzelliklerine bir tür saygı, kendi admaysa bir tür utançduyuyordu; ama gözyaşları dökülmedi; iyi ya da kötü, pek vasatya da gerçekten harika diye yargıda bulunma alışkanlığındaolduğu o sayısız romanlardan birini açtı. "İnsanlar böyleşeyleri nasıl hayal edebiliyorlar, bilemiyorum," derdi, gözlüğü­nü çıkarırken başını kaldırıp, beyaz halkaların oluşmaya baş­ladığı solgun ihtiyar gözleriyle bakarak.Doldurulmuş leoparın lam arkasında Bay Elliot, Bay Pepper'lasatranç oynuyordu. Doğal olarak yenilmekteydi, çünküBay Pepper gözlerini tahtadan pek az ayırıyor, Bay Elliot isesandalyesinde arkasına yaslanıp, bir gece önce gelen uzunboylu, yakışıklı, kafası aydın bir koçun kafasını andıran birbeye laf yeliştirip duruyordu. Havadan sudan birkaç sözdensonra, birbirlerini görür görmez değişen tavırlarından belli olduğugibi, ortak bazı tanıdıkları olduğunu keşfetmekleydiler."Ah, evet, ihtiyar Truefil," dedi Bay Elliot. "Oxford'da biroğlu var. Sık sık onlarda kalırdım. Birinci James dönemi tarzında,güzel, eski bir evdir. Zarif birkaç Greuze - bir iki HollandalIressamın, eski dostum tarafından bodrum katta saklananresimleri. Sonra, üst üste yığılmış baskı resimler vardı.199Ah, o evin pisliği! Biliyorsunuz, elisıkı bir adamdı. Oğlan,Lord Pinvvells'in kızlarından biriyle evlenmişti. Onları da tanı­rım. Koleksiyon çılgınlığı ailelere sirayet ediyor. Bu adam datoka toplar - 1580-1660 yıllan arasındaki erkek ayakkabılannıntokalan olmalıymış; tarihler doğru olmayabilir, ama ger­çek tam söylediğim gibi. Hakiki koleksiyonculann hep o türdenanlaşılmaz hevesleri olur. Başka bakımlardansa bir inekyetiştiricisi kadar sağduyuludur, ki yaptığı iş de bu zaten. Sonra,büyük olasılıkla sizin de bildiğiniz gibi, Pinwellsler de aynksılıktanpaylanna düşeni almışlardır. Örneğin, Leydi Maud-"burada, hamlesini düşünmek için biraz bekledi, - "Kediler,din adamları ve ön dişleri iri olanlar Leydi Maud'u dehşetedüşürür. Onun, masanın öteki ucuna, 'Ağzınızı kapalı tutun,Bayan Smith; dişleriniz havuç gibi sapsarı!' diye haykırdığınıduymuştum, dikkatinizi çekerim, masanın öteki ucuna. O benimiçin her zaman uygarlığın ta kendisi olmuştur. Edebiyatabulaşmışlığı vardır, aramızdan birkaçını oturma odasına toplamaktanhoşlanır, ama bir din adamından, hatta bir piskopostan,hele hele baş piskoposun kendisinden bir. söz edin, erkekhindi gibi gulu gulu yapmaya başlar. Bana bunun aileler arasıbir kan davası olduğunu söylemişlerdi - Birinci Charles devrindeyaşamış olan atalarından biriyle ilgili bir şey. Evet," diyesürdürdü sözlerini, kendisine birbiri ardına şah çekilirken,"ben hep modaya uygun gençlerimizin büyükanneleriyle ilgilibirşeyler bilmek isterim. Kanımca, onlar on sekizinci yüzyıldahayran olduğumuz ne varsa hepsini muhafaza ediyorlar, çoğununkişisel olarak temiz olmak gibi bir üstünlükleri de var.Yaşlı Leydi Barborough'a temiz demek hakaret sayılmaz. Sence,Hilda," diye seslendi karısına, "hanımefendi hazretleri nesıklıkta banyo yapıyordur?""Hiç söylemesem daha iyi, Hugh," diye kıkırdadı Bayan Elliot,"ama insan onun gibi ağustosun en sıcak gününde bile patlıcanmoru kadifeler giyince nasılsa belli olmuyor.""Pepper, beni yendin," dedi Bay Elliot. "Satrancım hatırladı­ğımdan bile kötüymüş." Yenilgiyi büyük bir ağırbaşlılıkla kabuletti, çünkü aslında konuşmak istiyordu.200Sandalyesini, yeni gelen Bay Wilfred Flushing'in yanınaçekti."Acaba işiniz bunlarla mı ilgili?" diye sordu, iyice parlatılmışhaçların, mücevherlerin ve yerli işi nakış parçalarının konuklarıcezbetmek üzere sergilendiği, önlerindeki sandığı işaretederek."Hepsi taklit," dedi Bay Flushing kısaca. "İşte, bu kilim fenadeğil." Eğilip ayaklarının dibindeki kilimin bir ucunu kaldırdı."Eski değil, elbette, ama tasarım geleneğe uygun. Alice, banabroşunu ver. Eski işlerle yenileri arasındaki farkı görün."Büyük bir dikkatle okumaya dalmış bir hanımefendi, broşunuçıkarıp kocasına verdi; bu sırada ne kocasına baktı ne deBay Elliot'ın kendisine vermeye çalıştığı tereddütlü selamı kabuletti. Eğer dinlemiş olsaydı, büyük teyzesi olan yaşlı LeydiBarborough hakkında söylenenler onu eğlendirebilirdi, ama o,çevresine aldırış etmeden okumayı sürdürdü.Birkaç dakikadır, öksürmeye hazırlanan yaşlı bir adam gibihırıldamakta olan saat, o sırada dokuzu vurdu. Ses, uyuklayantüccarları, devlet görevlilerini ve sandalyelerine yaslanmış çeneçalan, tütün içen, yarı kapalı gözlerle işlerini ölçüp biçen,rant sahibi adamları biraz rahatsız etti; sesi duyduklarındagözkapaklarını bir an kaldırıp sonra yeniden kapattılar. Sonöğünle tıka basa doymuş olduklarından, dünyanın geleceğihakkında hiç mi hiç kaygı duymayan timsahlara benziyorlardı.Sessiz, sakin, aydınlık odadaki tek rahatsızlık nedeni, saç­ları özenle yapılmış kafaların üzerinde vızıldayarak bir ışıktandiğerine hızla uçarken pek çok genç kadının sinirli sinirli ellerinikaldırıp "Biri şunu öldürmeli!" diye bağırmasına nedenolan iri bir .pervaneydi.Kendi düşüncelerine gömülmüş olan Hewet'la Hirst uzunsüredir konuşmamışlardı.Saat vurduğunda Hirsı dedi ki:"Ah, yaratıklar kıpırdanmaya başlıyor..." Dikleşip çevrelerinebir göz attıktan sonra yeniden yerlerine kurulmalarını izledi."En çok tiksindiğim şeyse," diye devam etti, "kadın göğsü.Venning'in yerinde olup Susan'la yatağa girmek zorunda kal­201dığını düşünsene! Ama en iğrenci, sıcak bir banyoda yıkanırkenne yaptığım hakkında - hiçbir şey hissetmemeleri. Kabalar,gülünçler, düpedüz dayanılmazlar!"Bunları söyleyip Hevvet'ıan hiçbir yanıt alamayınca, kendisini,bilimi, Cambridge'i, baroyu, Helen'i ve Helen'in onun hakkındane düşündüğünü düşünmeye geçti, ta ki yorgunluktanuyuyakalıp başı öne düşene dek.Ansızın, Hewet onu uyandırdı."Ne hissettiğini nasıl anlarsın, Hirst?""Âşık mı oldun?" diye sordu Hirst. Gözlüğünü yerleştirdi."Saçmalama," dedi Hewet."Pekala, oturup düşünürüm," dedi Hirst. "Birinin bunu ger­çekten yapması gerekir. Keşke şu insanlar birşeyler hakkındadüşünselerdi, dünya hepimiz için çok daha yaşanacak bir yerolurdu. Düşünmeye mi çalışıyorsun?"Son yarım saattir Hewet'ın yaptığı lam olarak buydu, ama oanda Hirst'ü canayakın bulmuyordu."Yürüyüşe çıkacağım," dedi."Dün gece uyumadığımızı unutma," dedi Hirst, geniş bir esnemeyle.Hewet ayağa kalkıp gerindi."Gidip biraz hava almak isliyorum," dedi.Olağandışı bir duygu akşam boyunca onu huzursuz etmiş,herhangi bir düşünce zincirinde karar kılmasını engellemişti.Tam olarak, sanki onu derinden ilgilendiren bir sohbetin ortasındabirisi çıkagelip sözünü kesmiş gibiydi. Konuşmayı bitirememişti;orada oturdukça, bitirmeyi daha da çok istiyordu.Kesilen konuşmayı Rachel'la yaptığından, neden böyle hissettiğinive neden onunla konuşmayı sürdürmek istediğini kendikendine sormak zorunda kalıyordu. Hirst, yalnızca onun Rachel'aâşık olduğunu söyleyecekti. Ne var ki o, Rachel'a âşık de­ğildi. Aşk, böyle mi, konuşmayı sürdürme isteğiyle mi başlardı?Hayır. Kendisi söz konusu olduğunda aşk her zaman belirlibedensel duyumlarla başlardı; şimdiyse bunlar yoktu; onubedensel olarak çekici bulmuyordu bile. Onda olağandışı birşey vardı elbette - gençti, deneyimsizdi, meraklıydı; birbirleri­202ne, genellikle olduğundan daha açıkyürekli davranmışlardı.Kızlarla konuşmayı her zaman ilgi çekici bulurdu; bunlar,onunla konuşmayı sürdürmek istemesi için iyi nedenlerdi;dün gcceyse kalabalık ve kargaşa yüzünden ancak konuşmayabaşlayabilmişlerdi. Şimdi ne yapıyordu acaba? Belki bir kanepeyeuzanmış, tavana bakıyordu. Onu böyle hayal edebiliyordu;Helen ise bir koltukta oturmuş, ellerini kolçağın üzerinekoymuştu, böylece -o koca koca gözleriyle karşıya bakıyorduahhayır, danslı toplantı hakkında konuşuyorlardı elbette.Ama ya Rachel bir iki gün içinde gidecekse, ya ziyareti sonaerdiyse, körfezde demirlemiş olan buharlı gemilerden biriylebabası gelmişse, — bu kadar az şey bilmek dayanılmazdı. Buyüzden, "Ne hissettiğini nasıl anlarsın, Hirst?" diye bağırmıştı,düşünmeyi kesmek için.Ne var ki Hirst ona yardım etmemişti; diğerleriyse amaçsızhareketleri, bilinmez yaşamlarıyla öyle rahatsız ediciydiler ki,Hewet bomboş karanlığın özlemini çekmişti. Salon kapısındandışarı adımım attığında gözlerinin aradığı ilk şey, Ambrose'-lann köşkünün ışığı oldu. Tepenin daha yukarılarında, diğerlerindenuzaktaki bir ışığın onların ışığı olduğuna kesin olarakkarar verdiğinde, içi rahatladı. Bir anda, bütün bu Lutarsızlıgıniçinde biraz olsun istikrar varmış gibi geldi ona. Kafasında belirlibir tasarı olmaksızın, sağdaki sapağa girip kasabanın içindenyürüyerek, yolların birleştiği yerdeki duvara geldi; oradadurdu. Denizin gür sesi kolayca işililebiliyordu. Dağların koyumavi kütlesi, gökyüzünün daha uçuk mavisinin önünde yükseliyordu.Ay yoktu ama sayısız yıldız vardı; Hesveı'ın dört biryanındaki karanlık toprak yükseltilerin şurasına burasına ışıklardemir almıştı. Hewet geri dönmek niyetindeydi ama Ambrose'larınköşkünün tek ışığı şimdi üç ayrı ışık olmuş, devametmesi için onu baştan çıkarıyordu. Hem, Rachel'ın hâlâ oradaolup olmadığından da emin olurdu. Hızla yürüdü; az sonraonların bahçesinin demir kapısı önünde duruyordu; kapıyıiterek açtı; evin ana çizgileriyle, verandanın solgun bir ışıklaaydınlanan taraçadaki çakılların arasından yükselen ince sütunu,ansızın keskin haılarıyla gözlerinin önünde beliriverdi.203Hewet duraksadı. Evin arkasında biri tenekeleri tıngırdatıyordu.Ön tarafa yaklaştı; taraçaya düşen ışık ona oturma odaları­nın bu yanda olduğunu göstermişti. Evin köşesinde, ışığınolabildiğince yakınında durdu; bir sarmaşığın yaprakları yüzü­ne değiyordu. Bir an sonra bir ses duydu. Ses hiç durmadandevam ediyordu; bu bir konuşma değildi, tınının sürekliliğindenanlaşıldığı kadarıyla, yüksek sesle okuyan birinin sesiydi.Hewet biraz daha yakına sokuldu; kulaklarının dibinde hışırdamalarınıönlemek için yapraklan avucunda sıkıştırarak birarayatopladı. Bu, Rachel'ın sesi olabilirdi. Gölgelerin arasındançıkıp ışığın yarı çapına adım attı; ardından, bir cümlenin söylendiğinioldukça açık seçik işitti."Ve orada 1860 yılından 1895'e kadar yaşadık, annemle babamınyaşamlannın en mutlu yıllanydı; 1862'de orada erkekkardeşim Maurice doğdu, annesiyle babasının neşe kaynağı oldu,onu tanıyan herkesin neşe kaynağı olmak onun yazgısıydı."Ses hızlandı; perdesi hafifçe yükselirken tonu sonucabağlayan bir hal aldı, sanki bu sözcükler bölümün sonundaydı.Hevvet yine gölgelerin arasına çekildi. Uzun bir sessizlik oldu.Yalnızca içeride sandalyelerin hareket ettirildiğini duyabiliyordu.Tam dönmeye karar vermişti ki, pencerede ansızın ikisuret belirdi, bir buçuk metreden az bir uzaklıktaydılar."Bu, annenin nişanlısı Maurice Fielding'di elbette," dedi Helen'insesi. Karanlık bahçeye bakarak dalgınca konuşmuştu;belli ki söylediklerini düşündüğü kadar gecenin görünümünüde düşünüyordu."Annemin mi?" dedi Rachel. Hevvet'm yüreği yerinden fırladı,bu ayrıntı onun da dikkatini çekti. Rachel'ın sesi alçak çıkmıştı,ama şaşkınlığı belli oluyordu"Bilmiyor muydun?" dedi Helen."Başka birinin olduğunu hiç bilmiyordum," dedi Rachel. Şa­şırdığı apaçıktı, ancak ikisinin de sesi alçak, ifadesiz çıkıyordu,çünkü serin, karanlık gecenin içine doğru konuşuyorlardı."Hayatım boyunca tanıdığım hiç kimseye bu kadar çok insanâşık olmamıştır," diye belirtti Helen. "Onda böyle bir güçvardı - her şeyden keyif alırdı. Güzel değildi, ama - dün gece204danslı toplantıda onu düşünüyordum. Her türden insanla anlaşırdı,hem bütün bunları öyle şaşırtıcı biçimde - eğlencelihale getirirdi ki."Görünüşe bakılırsa Helen, sözcüklerini telaşsızca seçerek,Theresa'nın ölümünden bu yana tanıdığı insanları Theresa'ylakarşılaştırarak, geçmişe dönüyordu."Bunu nasıl yaptığını bilmiyorum," diye sürdürdü sözlerini;sonra sustu; küçük bir baykuşun, bahçenin içinde bir ağaçtandiğerine hareket ederken önce buradan, sonra şuradan seslendiğiuzun bir suskunluk oldu."Tıpkı Lucy Hala'yla Katie Hala'nın dediği gibi," dedi Rachelsonunda. "Hep onun çok kederli ve çok iyi olduğunusöylerler.""Daha neler! Öyleyse neden o hayattayken onu eleştirmektenbaşka bir şey yapmamışlar?" dedi Helen. İkisinin de sesikulağa çok tatlı geliyordu, denizin dalgalan arasından dökülürgibi."Yarın ölecek olsam..." diye başladı.Hevvet'ın kulağına gelen kınk dökük cümlelerin sıradışı birgüzelliği ve yalıtılmışlığı vardı; sanki uyuyan insanlar söylü­yormuş gibi bir tür gizemleri de."Hayır, Rachel," diye devam elti Helen'in sesi, "bahçede yü­rüyüşe çıkmayacağım; ıslaktır - kesinlikle ıslaktır; ayrıca, enazından bir düzine kurbağa görüyorum.""Kurbağa mı? Onlar taş, Helen. Dışarıya gel. Dışarısı dahagüzel. Çiçekler kokuyor," diye yanıtladı Rachel.Hewet biraz daha geriye çekildi. Yüreği çok hızlı çarpıyordu.Anlaşılan, Rachel, Helen'i çeke çeke taraçaya çıkarmayaçalışıyordu; Helen ise direniyordu. Birazcık itişme, yakarış, direnişoldu; her ikisinin kahkahaları işitildi. Ardından, bir erkekbiçimi belirdi. Heweı hiçbirinin dediklerini duyamıyordu.Bir dakika sonra içeri girmişlerdi; sürgüler gıcırdadı; sonraölüm sessizliği oldu; tüm ışıklar söndü.Duvardan kopardığı avuç dolusu yaprağı buruşturmayı sürdürerekgerisin geri döndü. İçini yoğun bir haz ve rahatlamaduygusu sarmıştı; oteldeki balodan sonra her şey o kadar sağ­205lam ve huzurluydu ki, onlara âşık olsun olmasın, ki âşık değildi;hayır, ama yaşıyor olmaları iyiydi.Bir iki dakika kıpırdamadan durduktan sonra, dönüp bahçekapısına doğru yürümeye başladı. Bedeninin hareketiyle birlikteyaşamın heyecanı, romantikliği ve zenginliği beynine doluştu.Bir şiirden bir dize haykırdı, ama sözcükler aklına gelmiyordu;sözcüklerin güzelliği dışında hiçbir anlamı olmayandizelerle dize kırıntıları arasında sendeliyordu. Bahçe kapısınıkapattı; aklına gelen türlü türlü saçmalığı haykırarak, sağa solasavrula savrula tepeden aşağı koştu. "İşte buradayım," diyehaykırıyordu ritmik bir biçimde, bir sol ayağıyla bir sağ aya­ğıyla yeri döverken, "balta girmemiş ormandaki fil gibi bataçıka gidiyorum, ilerlerken dalları yolarak (yol kenarındaki birçalının sürgünlerini kapmaya çalıştı), sayısız sözcükler, sayısızşey hakkında güzel sözcükler kükreyerek, yokuş aşağı koşarkenkendi kendime yüksek sesle yollar, yapraklar, ışıklar vekaranlıkta dışarı çıkan kadınlar hakkında saçmalayarak -k a ­dınlar hakkında- Rachel hakkında, Rachel hakkında." Durupderin bir soluk aldı. Gece sınırsız ve düşmanca görünüyordu;bu denli karanlık olmasına rağmen aşağıda, limanda kıpırdayanbirşeyler var gibiydi, denizin açıklarındaysa hareket. Karanlıkonu uyuşturana dek gözlerini ayırmadan baktı; sonrakendi kendine mırıldanmayı sürdürerek hızla yürüdü. "Oysayatakta olmam gerekirdi, horlayıp rüya görerek, rüya görerek,rüya görerek. Rüyalar ve gerçekler, rüyalar ve gerçekler, rüyalarve gerçekler," diye yineleyip durdu yol boyunca, ne dediğinipek bilmeden bulvarın yukarısına yürürken, ön kapıya eri­şene dek. Burada bir saniye duraklayıp, kapıyı açmadan öncekendini toparladı.Gözleri kamaşmışıı, elleri çok üşüyordu; beyniyse heyecanlıolmakla birlikte yan uykudaydı. Kapının öte yanında her şeybıraktığı gibiydi, salonun artık bomboş olması dışında, insanlarınkonuşurken oturdukları, birbirine dönük sandalyelervardı, küçük masaların üstünde boş bardaklar, döşemeye saçılmışgazeteler. Kapıyı kapattığında kendini kare biçiminde birkutunun içine hapsedilmiş gibi hissederek aniden büzüldü.206Her şey çok parlak, çok küçüktü. Daha önce okumaya niyetlendiğibir gazeteyi bulmak için uzun masanın yanında bir dakikadurdu, ama hâlâ karanlığın ve temiz havanın etkisindeolduğundan, hangi gazeteyi aradığına ya da nerede görmüş olduğunadikkatini veremiyordu.Gazetelerin arasında dalgın dalgın aranırken, gözününucuyla, aşağı inmekle olan birinin surelini gördü. Eteklerinhışırtısını işitti; Evelyn M. onu çok şaşırtan bir tavırla yanınagelerek gazetelerden birini almasına engel olmak ister gibi elinimasanın üstüne koyup dedi ki:"Tam da sizinle konuşmak istiyordum." Sesi biraz tatsız vemadeniydi, gözleri pırıl pırıldı ve onun üzerine sabitlenmişti."Benimle konuşmak mı?" diye yineledi Hevveı. "Ama yarıuykuluyum.""Ama sizin çoğu kimseden daha iyi anladığınızı düşünüyorum,"diye cevap verdi Evelyn M.; büyük bir deri sandalyeninyanına konmuş küçük bir sandalyeye oturdu, böylece Hewetonun yanma oturmak zorunda kaldı."Ee?" dedi Hewet. Açık açık esneyerek bir sigara yaktı. Bunungerçekten başına geldiğine inanamıyordu. "Ne oldu?""Gerçekten canayakın mısınız, yoksa yapmacık mısınız?"diye sordu Evelyn M."Bunu söylemek size düşüyor," diye yanıtladı Hewet. "Galibasöyleyeceklerinizle ilgileniyorum." Hâlâ her yanının uyuş­muş olduğunu hissediyordu, bir de sanki Evelyn M.'nin onafazlaca yaklaşmış olduğunu."Herkes ilgilenebilir!" diye haykırdı Evelyn M. sabırsızlıkla."Dostunuz Bay Hirsl de ilgileniyordur herhalde. Bununla birlikle,size inanıyorum. Nedense güzel bir kızkardeşiniz varmışgibi geliyor bana." Duraklayarak giysisinin dizindeki pullarlaoynadı; sonra kararını vermiş gibi söze başladı, "Her neyse,sizden öğüt isteyeceğim. Hiç kendi zihninizi bilmediğiniz birduruma düşer misiniz? Şimdi içinde olduğum durum bu. Anlayacağınız,dün geceki danslı toplantıda Raymond Oliver,-kızılderili kanı taşıyormuş gibi görünen uzun boylu esmeroğlan, ama kızılderili olmadığını söylüyor,— neyse, birlikle dı­207şarıda oturtıyorduk; bana kendisi hakkında her şeyi anlattı,evinde ne kadar mutsuz olduğunu, burada olmaktan ne kadarnefret ettiğini. Onu iğrenç bir madencilik işine yerleştirmişler.İğrenç olduğunu o söyledi - benim hoşuma gidebilirdi, biliyorum,ama ne buradayım ne de orada. Onun için müthiş üzüldüm,insan onun için üzülmeden edemezdi; beni öpmek islediğinde,ona karşı koymadım. Bunda hiçbir fenalık görmüyorum,ya siz? Sonra bu sabah, daha fazla birşeyler kastettiğimisandığını, herhangi birinin beni öpmesine izin verecek bir insanolmadığımı söyledi. Konuştukça konuştuk. Çok aptalcadavrandım herhalde, ama insan birisi için üzüldüğünde ondanhoşlanmamak elinde olmuyor. Ondan gerçekten müthiş hoşlanıyorum-"Durakladı. "Bu yüzden ona bir bakıma söz verdim;sonra, gördüğünüz gibi, Alfred Perrott var.""Ah, Perrott," dedi Hewet."Geçen gün piknikle birbirimizi tanıdık," diye sözlerini sürdürdüEvelyn M. "O kadar yalnız görünüyordu ki, özellikle deArthur Susan'la çekip gittiğinde; insan onun aklından nelergeçtiği hakkında bir tahminde bulunmadan edemezdi. Böylece,siz harabelere bakarken aramızda oldukça uzun bir konuş­ma geçti; bana tüm yaşamını anlattı, mücadelelerini, ne kadarkorkunç güçlükler çekliğini. Çocukken bir bakkalda çalışıyormuş,alışveriş paketlerini sepetle evlere götürürmüş, biliyormuydunuz? Bu müthiş ilgimi çekti, çünkü ben hep derim ki,eğer içinizde doğru malzeme varsa kim olarak doğduğunuzönemli değildir. Bana felçli kızkardeşini anlattı, zavallı kızca­ğız; kızkardeşine çok bağlı olduğu belli olmakla birlikle insanonun ne çok çile çektiğini anlayabiliyor. Böyle insanlara ger­çekten hayran olduğumu söylemeliyim! Sizin hayran olacağı­nızı tahmin etmiyorum, çünkü çok akıllısınız. Neyse, dün gecebirlikle bahçede oturduk; elimde olmadan ne söylemek islediğinianlamaya çalıştım, onu birazcık avuttum, umursadığı­mı söyledim -gerçeklen umursuyorum- yalnız, Raymond Oliverda var. Bana söylemenizi istediğim şey şu, acaba insan aynızamanda iki kişiye âşık olabilir mi, olamaz mı?"Sessizleşti; çenesini ellerine dayayıp, aralarında tartışılması208gereken gerçek bir sorun varmış da onunla yüzleşirmiş gibi,kararlı bir ifadeyle oturdu."Bence bu nasıl bir insan olduğunuza bağlı," dedi Hevvet.Ona baktı. Ufak tefek ve güzeldi, belki yirmi yedi ya da yirmisekiz yaşındaydı, ama çarpıcı ve keskin olmakla birlikte, yüzhatları son derece canlı ve sağlıklı olduğundan başka hiçbirşey anlatmıyordu."Kimsiniz, nesiniz; gördüğünüz gibi, hakkınızda hiçbir şeybilmiyorum," diye devam etli."Pekala, ben de oraya geliyordum," dedi Evelyn M. Çenesiniellerine yaslamayı ve kararlı bir tavırla karşıya bakmayı sürdürüyordu."Annesi olan, babası olmayan bir kızım, eğer siziilgilendiriyorsa," dedi. "Bu pek de güzel bir şey değil. Taşradasık sık olur. Annem bir çiftçinin kızıymış, babamsa züppeninteki - yukarıdaki büyük evde yaşayan genç adam. İşleri hiçbirzaman yoluna koymamış -annem le hiçbir zaman evlenmemiş- ama bize epeyce para bıraktı. Akrabaları izin vermiyormuş.Zavallı babam! Onu sevmemek elimde değil. Annem onuyola getirebilecek türden bir kadın değilmiş zaten. Babam savaştaöldü. Adamlarının ona taptığına inanıyorum. Koca kocasüvarilerin, savaş alanında cesedinin başında kendilerini tutamayıpağladığını söylerler. Keşke onu tanıyabilseydim. Anneminiçindeki tüm yaşama sevinci paramparça olmuş. Dünya-"Yumruğunu sıktı. "Ah, insanlar öyle bir kadına korkunç davranabiliyorlar!"Hevvet'a döndü."Neyse," dedi, "hakkımda daha fazlasını bilmek isliyor musunuz?""Peki siz?" diye sordu Hevvet. "Size kim baktı?""Çoğunlukla kendi kendime baktım," diye güldü Evelyn M."Muhteşem dostlarım oldu. İnsanları gerçekten seviyorum!Sorun da bu. İki kişiden hoşlansaydınız, ikisinden de fazlasıylahoşlanıp en çok hangisinden hoşlandığınızı bilemeseydinizne yapardınız?""Onlardan hoşlanmayı sürdürürdüm - bekleyip görürdüm.Neden olmasın?""Ama insan bir karar vermek zorunda," dedi Evelyn. "Yoksa209siz de evliliğe falan inanmayanlardan mısınız? Buraya bakın -haksızlık bu, hep ben anlatıyorum, sizse hiçbir şey anlatmı­yorsunuz. Belki siz de tıpkı dostunuz gibisiniz" - ona kuşkuylabaktı; "belki beni sevmiyorsunuz?""Sizi tanımıyorum," dedi Hewet."Ben bir insandan hoşlandığımı onu görür görmez anlarım!Daha ilk gece, yemekte, sizden hoşlandığımı anlamıştım. Çokyazık," diye devam etli sabırsızlıkla, "keşke insanlar düşündüklerişeyleri dosdoğru söyleselerdi, ne çok sıkıntıdan kurtulurlardı!Benim yapım böyle. Elimde değil.""Ama bunun güçlüklere yol açtığı olmuyor mu?" diye sorduHewet."Bu, erkeklerin suçu," diye cevap verdi Evelyn. "Hep bunuişin içine karıştırıyorlar - aşkı yani.""Demek teklif üzerine leklif alıp durdunuz," dedi Heweı."Çoğu kadından daha fazla teklif almamışımdır herhalde,"dedi Evelyn, ama inanmadan konuşuyordu."Beş, altı, on?" diye sonnaya cüret etti Hevvet.Evelyn doğru sayının belki de on olduğunu, ancak bununaslında yüksek olmadığını sezdirir gibi konuşuyordu."Kalpsiz, fingirdek biri olduğumu düşündüğünüze inanıyorum,"diye yakındı. "Ama öyle olsa da umurumda değil. Hiçkimsenin benim hakkımda ne düşündüğü umurumda değil.Sırf meraklı olduğu için, erkeklerle arkadaşlık edip onlarla dakadınlarla konuştuğu gibi konuşmaktan hoşlandığı için insanafingirdek diyorlar.""Ama Bayan Murgatroyd-""Bana Evelyn demenizi isterdim," diye sözünü kesti Evelyn."On tekliften sonra erkeklerin kadınlarla aynı olduğuna iç­tenlikle inanıyor musunuz?""İçtenlikle, içtenlikle, - bu sözcükten nasıl nefret ediyorum!Hep fazilet züppeleri kullanır," diye haykırdı Evelyn. "Öyleolmaları gerektiğine içtenlikle inanıyorum. İnsanı bu kadardüşkınklığına uğratan da bu. insan her seferinde öyle olmayacağınısanıyor ve her seferinde öyle oluyor.""Dostluk Peşinde," dedi Hewet. "Bir komedi başlığı."210"Korkunçsunuz," diye haykırdı. "Gerçekten şu kadarcıkumurunuzda değil. Bay Hirst'ten farksızsınız.""Pekala," dedi Hewet, "düşünelim, izin verin düşünelim-"Durakladı, çünkü neyi düşünmek zorunda olduklarını o andahatırlayamamışıı. Evelyn'in kendisi, anlattığı öyküden çok dahafazla ilgisini çekiyordu, o konuştukça Hewet'm uyuşukluğuyok olmuştu; hoşlanma, acıma ve güvensizlik karışımı birduygunun farkına varıyordu. "Hem Oliver'a hem de Perrotı'aevlenme sözü mü verdiniz?" diye sonlandırdı sözünü."Tam olarak söz vermedim," dedi Evelyn. "Gerçekten, ençok hangisinden hoşlandığıma karar veremiyorum. Ah, modemyaşamdan nasıl da nefret ediyorum!" diye patladı. "Elizabelhdönemi insanları için yaşam çok daha kolay olmalı! Ge­çen gün o dağda, yalnızca genç, güzel bir hanımefendi oldu­ğumu düşünen bütün bu insanlarla boşa zaman harcayacağı­ma, o sömürgecilerden biri olup ağaçları kesmenin, yasalaryapmanın falan ne kadar hoşuma gideceğini düşündüm. Oysaöyle değilim. Gerçekten birşeyler yapabilirim ." Bir dakika sessizcedüşündü. Sonra dedi ki:"Yüreğimin derinliklerinde, Alfred Perrott'la olm ayacağındankorkuyorum. Güçlü biri değil, öyle değil mi?""Belki bir ağacı kesemez," dedi Hewet. "Sevdiğiniz biri hiçolmadı mı?" diye sordu."Sevdiğim yığınla insan oldu, ama evlenecek kadar değil,"dedi Evelyn. "Galiba çok güç beğenen biriyim. Yaşamım boyunca,hayranlık duyabileceğim birini isledim, önemli, büyük,muhteşem birini. Erkeklerin çoğu öyle küçük ki.""Muhteşem sözüyle ne demek istiyorsunuz?" diye sorduHewet. "İnsanlar - olduklarından fazla bir şey değillerdir."Evelyn'in kafası karışmıştı."İnsanları niteliklerinden ötürü sevmeyiz," diye açıklamayaçalıştı Hewet. "Sevdiğimiz, yalnızca onların kendileridir," -b irkibrit yaktı- "yalnızca budur," dedi, alevleri işaret ederek."Ne demek istediğinizi anlıyorum," dedi Evelyn, "ama sizekatılmıyorum, insanları neden sevdiğimi biliyorum; neredeysehiç yanılmadığımı düşünüyorum, içlerinde ne olduğunu he­211men görüyorum. İşte, bence siz epeyce muhteşem olmalısınız;ama Bay Hirst öyle değil."Hewet, başını iki yana salladı."O hiç bu kadar özgeci, bu kadar canayakın, bu kadar bü­yük ya da anlayışlı değil," diye devam etti Evelyn.Hewet sessizce oturmuş, sigarasını içiyordu."Ağaç kesmekten nefret ederdim herhalde," diye belirtti."Sizinle flört etmeye çalışmıyorum, oysa galiba siz öyle olduğunusanıyorsunuz!" diye saldırdı Evelyn. "Tüm yapacağı­nızın hakkımda çirkin şeyler düşünmek olacağını düşünseydimsize hiç gelmezdim!" Gözlerine yaşlar dolmuştu."Hiç flört etmez misiniz?" diye sordu Heweı."Elbette etmem," diye yakındı Evelyn. "Size söylemedim mi?Dostluk istiyorum; benden daha önemli, daha soylu birini sevmekistiyorum; bana âşık oluyorlarsa bu benim suçum değil;bunu ben istemiyorum; bundan gerçeklen nefret ediyorum."Hewet, sohbeti sürdürmenin pek yararı olmayacağını görebiliyordu,çünkü Evelyn'in istediğinin, özel olarak bir şey söylemekdeğil, açığa vurmayacağı bir nedenle mutsuz ya da gü­vensiz hissettiğinden onu kendi imgesiyle etkilemek olduğubesbelliydi. Çok yorgundu; üstelik, uçuk benizli bir garson çalımlıbir yürüyüşle salonun ortasına kadar gelmiş, onlara anlamlıanlamlı bakıp duruyordu."Kapatmak istiyorlar," dedi. "Size öğüdüm, yarın Oliver'laPerrott'a, ikisiyle de evlenmeye niyetiniz olmadığına karar verdiğinizisöylemeniz. Bu niyette olmadığınızdan eminim. Fikrinizideğiştirirseniz bunu onlara her zaman söyleyebilirsiniz,ikisi de mantıklı adamlar; anlayışla karşılayacaklardır. Hembütün bu sıkıntı da sona ermiş olur." Ayağa kalktı.Ancak, Evelyn kıpırdamadı. Başını kaldırıp, derinliklerindeHevvet'm biraz düşkınklığı ya da tatminsizlik görür gibi oldu­ğu parlak, coşkulu gözlerle ona bakarak oturmayı sürdürdü."iyi geceler," dedi Hewet."Hâlâ size söylem ek istediğim yığınla şey var," dediEvelyn. "Bir gün söyleyeceğim de. Herhalde şimdi yatmanızgerekiyor?"212"Evet," dedi Hewet. "Yarı uykudayım." Onu boş salonda tekbaşına oturur durumda bıraktı."Neden bir türlü dürüst olmuyorlar?" diye mırıldandı kendikendine, yukarı çıkarken. Farklı insanlar arasındaki ilişkilerinböyle doyuruculuktan uzak, böyle kınk dökük, böyle riskli,sözcüklerinse, başka bir insana karşı anlayışlı olma içgüdüsü­nün dikkatle incelenmesini ve büyük olasılıkla da yok edilmesinigerektirecek kadar tehlikeli olm asının nedeni neydi?Evelyn'in aslında ona söylemek istediği neydi? Bomboş salondatek başına bırakılmışken ne hissediyordu? Odasına gidenkoridorda yürürken, yaşamın gizemi ve insanın kendi duygularınınbile gerçekdışılığı bütün benliğini sardı. Koridoru loşbir ışık aydınlatıyordu, ama parlak bir sabahlığın içinde hızlaönünden geçen bir sureti, bir odadan bir başka odaya geçmekteolan bir kadının suretini görmesi için yeterliydi.213XV. BölümBir otelde gece yarısı rastlantı sonucu karşılaşan insanları birbirinebağlayan bağlar fazla zayıf ya da fazla belirsiz olsa da,bir kez birlikte yaşamaya başlamış olan ve sonsuza dek böyleyaşamaları gereken büyükleri birleştiren bağlar karşısında enazından bir üstünlükleri vardır. Zayıf olabilirler, ama canlı vehakikidirler; bunun tek nedeni, bu bağları koparma gücününkişilerden her birinin kendi elinde olması, ve bağın devamedebilmesi için hakiki bir devam etme arzusundan başka birnedenin bulunmayışıdır. İki insan yıllardır evli olunca, sankibirbirlerinin bedensel varlığının farkına varmaz olur, böylecetek başmaymış gibi hareket eder, yanıtlanmasını beklemeksizinyüksek sesle birşeyler söyler; genel olarak, yapayalnız kalmaksızıntek başmalıgm tüm rahatlığını yaşar gibidirler. Ridley'leHelen'in ortak yaşantıları da birlikte yaşamanın bu aşamasınaerişmişti; bir şeyin söylenmiş mi yoksa yalnızca düşü­nülmüş mü, paylaşılmış mı yoksa düşlenmiş mi olduğunuanımsamak için çoğu kez birinin ya da diğerinin çabalamasıgerekiyordu. İki üç gün sonra, akşamüstü saat dörtte, kocasıonun odasına açılan soyunma odasmdayken Bayan Ambroseayakta durmuş, saçlarını tarıyordu; dökülen suların arasından-kocası yüzünü yıkamaktaydı- zaman zaman yakaladığı, "Yıl­214lardır böyle sürüp gidiyor; keşke, keşke, keşke buna bir sonverebilsem," nidalarına hiç önem vermedi."Beyaz mı? Yoksa yalnızca kahverengi mi?" Kahverengilerinarasında parlaklığı kuşku uyandıran bir saç telini incelerkenkendisi de böyle mırıldanıyordu. Saç telini çekip tuvalet masasınınüstüne koydu. Aynanın biraz uzağında durmuş, gururlave hüzünle kendi yüzüne bakarak görünüşünü incelemekte,daha doğrusu beğenmekteydi ki, kocası üzerinde gömleğiyle,yüzü bir havlunun arkasında yarı gizlenmiş olarak kapı aralı­ğında belirdi."Bana hep hiçbir şeyin farkına varmadığımı söylersin," dedi."Öyleyse söyle bana, bu beyaz bir saç mı?" diye yanıtladıHelen. Saçı kocasının eline koydu."Başında bir tek beyaz saç yok," diye bağırdı kocası."Ah, Ridley, kuşkulanmaya başladım," diye içini çekti Helen;karar verebilmesi için başını kocasının göz hizasının altı­na eğdi, ama denetleme yalnızca saçlarının ayrılma çizgisininuzandığı yere kondurulan bir öpücükle sonuçlandı; sonra karıkoca, arada sırada mırıldanarak odanın içinde hareket etmeyisürdürdüler."Ne söylüyordun?" dedi Helen, üçüncü kişilerin anlayamayacağıbu sohbetin ardından."Rachel - Rachel'a göz kulak olman gerek," dedi kocası anlamlıanlamlı; Helen, saçlarım taramaya devam ederken kocasınabaktı. Onun gözlemleri genellikle doğru çıkardı."Genç beyefendiler bir amaçları olmadan genç kadınlarıneğitimiyle ilgilenmezler," diye açıkladı Ridley."Ah, Hirst," dedi Helen."Hirsı ve Hewet, benim için hepsi bir — hepsinin üstünde lekelervar," diye yanıtladı Ridley. "Ona Gibbon'ı okumasınıöğütlemiş. Bunu biliyor muydun?"Helen bunu bilmiyordu, ama gözlem gücü bakımından kocasındanaşağıda olduğunu kabul edecek değildi. Yalnızca şöylededi:"Hiçbir şey beni şaşırtmaz. Danslı partide tanıştığımız okorkunç uçan adam bile -Bay Dalloway bile- şey bile-"215"Tedbirli olmam öneririm," dedi Ridley. "Willoughby var,unutma - Willoughby"; bir mektubu işaret etti.Helen içini çekerek tuvalet masasının üstünde duran zarfabaktı. Evet, Willoughby orada duruyordu, kupkuru, ifadesiz,her daim şakacı, bütün bir kıtayı gizemden arındırıyor, kızı­nın davranışlarıyla ahlakını soruşturuyordu -onun cansıkıcıbiri olmadığını umuyor, eger öyleyse hemen bir sonraki gemiyekoyup kendisine postalamalarını rica ediyordu- sonra,bastırılmış duygular içinde minnettar olup sevecenleşiyordu,ardından, greve giderek gemilerine yükleme yapmayı reddedenküçük sefil yerlilere karşı kazandığı zaferler hakkındayarım sayfa geliyordu, sonunda kükreyerek onlara İngilizceküfürler etmişti, "olduğum gibi, üzerimde gömleğimle, başı­mı pencereden dışarı uzatıverdim. Hergeleler dağılmayı akılettiler.""Theresa, Willoughby'le evlendiyse," dedi Helen, bir firketeylesayfayı çevirerek, "insan, Rachel'ı neyin durduracağınıanlamıyor-"Ne var ki Ridley artık konudan uzaklaşmış, gömleklerininyıkanmasının tasasına düşmüştü, buradan her nasılsa HughlingElliot'ın sık ziyaretlerine geçti, cansıkıcı, ukala, bön adamıntekiydi; yine de Ridley doğrudan kapıyı gösterip ona gitmesinisöyleyemiyordu. İşin aslı şuydu ki çok fazla insanlakarşılaşıyorlardı. Vesaire, vesaire, ikisi de çaya inmeye hazırolana kadar yumuşak ve anlaşılmaz seslerle mırıl mırıl sürüpgiden bir kan koca sohbeti.Aşağı inerken Helen'in gözüne ilk ilişen, eleklerle ve şapkatepelerinde sallanan tüylerle kapıda duran at arabası oldu. İspanyolhizmetçinin iki adı acayip bir biçimde telaffuz etmesindenve Bayan Flushing'in hemen önündeki Bayan Thornbury'niniçeri girmesinden önce Helen, ancak oturma odasınaulaşacak kadar zaman bulabildi."Bayan Wilfrid Flushing," dedi Bayan Thombury, elini sallayarak."Ortak dostumuz Bayan Raymond Parry'nin arkadaşı."Bayan Flushing canlı bir hareketle elini sıktı. Belki kırk ya­şında vardı, bedenini dimdik tutuşunun gösterdiği kadar uzun216boylu olmamakla birlikte endamlı, dik, muhteşem denecekkadar gürbüz bir kadındı.Dosdoğru Helen'in yüzüne bakarak, "Sevimli bir eviniz var,"dedi.Belirgin hatları olan bir yüzü vardı, gözleri dosdoğru sizebakıyordu; yapısı gereği buyurgan bir tavrı olsa da, aynı zamandasinirliydi. Bayan Thombury çevirmen görevi yapıyor,bir dizi sevimli basmakalıp sözle bütün pürüzleri gideriyordu."Bayan Flushing'e, nazik davranıp deneyiminizden yararlanmasınaizin vereceğinize söz verdim, Bay Ambrose," dedi."Buradaki hiç kimsenin ülkeyi sizin kadar iyi tanımadığındaneminim. Kimse böyle uzun, harika yürüyüşlere çıkmıyor. Eminimsizin ansiklopedik bilginiz kimsede yoktur. Bay WilfridFlushing, koleksiyoncudur. Şimdiden gerçekten güzel şeylerkeşfetti. Köylülerin bu denli sanatçı olduğu hakkında hiçbirfikrim yoktu - bununla birlikte, geçmişle elbette-""Eski şeyler değil - yeni şeyler," diye araya girdi Bayan Flushing,kupkuru. "Yani, benim tavsiyemi dinlerse."Ambrose'lar yıllardır Londra'da pek çok insanı, en azındanadıyla, biraz olsun tanıyarak yaşamışlardı; Helen, Flushing'leriduyduğunu hatırlıyordu. Bay Flushing eski mobilya dükkanıolan bir adamdı; hep hiç evlenmeyeceğini, çünkü kadınlarınçoğunun kırmızı yanaklı olduğunu, ev almayacağını çünkü evlerinçoğunun dar merdivenli olduğunu, et yemeyeceğini çünkühayvanların öldürülünce kan döktüğünü söylerdi; sonrakesinlikle uçuk benizli olmayan, et yermiş gibi görünen, onunefret ettiği ne varsa hepsini yapmaya zorlayan, soylular sını­fından, ayrıksı bir hanımefendiyle evlenmişti - demek o hanı­mefendi buydu. Helen ona ilgiyle baktı. Bir ağacın altına çaytepsisinin yerleştirildiği bahçeye geçmişlerdi; Bayan Flushing'ineli vişne reçeline uzanmıştı. Konuştuğu zaman bedenindekendine özgü bir sarsılma hareketi oluyor, ardından şapkasınınüstündeki kanarya renkli tüy sarsılıyordu. Dudaklarıylayanaklarının koyu kırmızısıyla birleşen, küçük ama muntazamve güçlü yüz hatları, ardında kuşaklar boyu iyi terbiyeedilmiş, iyi beslenmiş ataların bulunduğunu işaret ediyordu.217"Yirmi yıldan eski olan hiçbir şey ilgimi çekmez," diye sözlerinisürdürdü. "Küflü eski resimler, eski pis kitaplar, yakılmaktanbaşka hiçbir şeye uygun olmadıktan halde onları mü­zelere dolduruyorlar.""Size büyük ölçüde katılıyorum," diye güldü Helen. "Ne varki kocam, hayatını kimsenin istemediği elyazmalarını gün ışı­ğına çıkararak harcıyor." Ridley'nin yüzündeki irkilmiş kınamaifadesi onu eğlendirdi."Londra'da John adında akıllı bir adam var, eski ustalardanbin kat iyi resim yapıyor," diye devam etti Bayan Flushing."Resimleri beni heyecanlandırıyor - eski olan hiçbir şey beniheyecanlandırmaz.""Ama onun resimleri bile eskiyecek," diye söze karıştı BayanThornbury."O zaman hepsini yaktırırım ya da vasiyetimde yakılmasınıislerim," dedi Bayan Flushing."Bayan Flushing, İngiltere'deki en güzel eski evlerden birindeyaşıyordu - Chillingley'de," diye açıkladı Bayan Thornburydiğerlerine."Bana kalsa orayı yarın yakardım," diye güldü Bayan Flushing.Saksağan çığlığına benzer bir kahkahası, vardı, irkiltici,aynı zamanda da neşesiz."Aklıbaşında bir insanın o koca koca evlerle ne işi olabilir?"diye sordu. "Karanlık çöktükten sonra alı kata inseniz üstü­nüz başınız kara böceklerle kaplanır; elektrik hep kesilir. Sı­cak suyu açtığınızda musluktan örümcekler çıksa ne yapacaksınız?"diye sordu, gözlerini Helen'a dikerek.Bayan Ambrose gülümseyerek omuzlarını silkti."Ben böyle bir şey istiyorum," dedi Bayan Flushing. Başınınsert bir hareketiyle köşkü işaret etti. "Bahçe içinde küçük birev. Bir zamanlar İrlanda'da böyle bir evim vardı. Sabahlan yatağınızdauzanırken ayak parmaklarınızla pencerenin dışındakigülleri toplayabilirdiniz.""Ya bahçevanlar, şaşırm azlar m ıydı?" diye sordu BayanThornbury."Bahçevan yoktu," diye kıkırdadı Bayan Flushing. "Dişleri218olmayan yaşlı bir kadınla benden başka kimse yoktu. Bildiğinizgibi İrlanda'da yoksullar yirmi yaşından sonra dişlerini yitirirler.Ama bir siyaset adamının bunu anlamasını bekleyemezsiniz- Arthur Balfour anlamazdı."Ridley içini çekerek, hiçbir zaman hiç kimsenin hiçbir şeyianlamasını beklemediğini söyledi, hele siyaset adamlarının, hiç."Bununla birlikle," diye sonlandırdı sözlerini, "aşırı denecekkadar yaşlı olmakta bir yarar görüyorum - insanın gıdasıylasindiriminden başka hiçbir şey zerre kadar önemli olmuyor.Tüm istediğim, tek başıma çürüyüp gitmek üzere yalnızbırakılmak. Belli ki dünya olabildiğince hızlı bir biçimde yolunadevam ediyor - Çukurun Dibine doğru; benimse tüm yapabildiğimkıpırdamadan oturup kendi dumanımdan olabildi­ğince bol miktarda tüketmek." Bu kaba hanımın havası onasevimsiz geldiğinden, inleyerek, hüzünlü bir bakışla reçeli ekmeğininüstüne sürdü."Kocam böyle söylediğinde ona hep karşı çıkarım," dedi BayanThornbury tatlılıkla. "Siz erkekler! Kadınlar olmasaydıacaba nerede olurdunuz!""Söleıı'i okuyun," dedi Ridley sertçe."Şölen'i m i?" diye haykırdı Bayan Flushing. "Latince miyoksa Yunanca mı? Söyleyin bana, iyi bir çevirisi var mı?""Yok," dedi Ridley. "Yunanca öğrenmeniz gerekecek."Bayan Flushing haykırdı, "Aa, aa, aa! Yolda taş kırarım dahaiyi. Bütün gün gözlerinde gözlükleriyle o küçük yığınların üstündeoturup taş kıran adamlara hep gıpta etmişimdir. Taş kırmayıkümes temizlemeye bin kez yeğlerim, ya da inekleriyemlemeye, ya da-"Bu sırada, elinde bir kitapla Rachel aşağı bahçeden çıkageldi."O kitap da ne?" dedi Ridley, Rachel tokalaşmayı bitirince."Gibbon," dedi Rachel, otururken."Roma İmparatorluğu'nım Gerilemesi ve Çöllüyü mü?" dediBayan Thornbury. "Bilirim, harika bir kitaptır. Sevgili babambize hep oradan alıntılar yapardı; sonuçta asla tek satırını okumamayakarar vermiştik.""Tarihçi Gibbon mı?" diye sordu Bayan Flushing. "Yaşamı­219mın en mutlu saatlerinden bazılarını onunla geçirdim. Yataktauyumak yerine, uzanıp Gibbon okurduk - Hıristiyan katliamlarını.Çift sütun yazılmış koca bir kitabı bir gece lambasınınve kapıdaki çatlaklan sızan ışığın altında okumak hiç de hafifealınacak bir şey değil. Sonra pervaneler de vardı - kaplan pervaneleri,sarı pervaneler ve korkunç mayısböcekleri. Kızkarde-şim Louisa pencerenin açık durmasından hoşlanırdı. Bensekapalı olmasını isterdim. Hayatımızın her gecesinde o pencereyüzünden kavga ettik. Siz hiç gece lambasının içinde ölen pervanegördünüz mü?" diye sordu.Yine araya girenler oldu. Hewet'la Hirst oturma odasınınpenceresinde belirdiler ve çay masasına geldiler.Rachel'm yüreği hızla çarpıyordu. Her şeyde sıradışı bir yo­ğunluk olduğunun bilincindeydi, sanki onların varlığı eşyanınyüzeyinden bir tabakayı soymuştu; ama selamlaşmalar fazlasıylasıradandı."Afedersiniz," dedi Hirst, oturur oturmaz sandalyesindenkalkarak. Oturma odasından getirdiği minderi dikkatle sandalyesininüzerine yerleştirdi."Romatizma," diye belirtti, ikinci kez otururken."Dans yüzünden mi?" diye sordu Helen."Ne zaman bitkin düşsem romatizma sancısı çekiyorum,"dedi Hirst. Bileğini sertçe geriye doğru büktü. "Küçük kireçparçalannın ufalanışını işitiyorum!"Rachel ona baktı. Komiğine gitmişti, ancak saygılıydı da;böyle bir şey mümkünse, yüzünün üst bölümü gülerken altbölümü kahkahalarına engel olmaya çalışır gibiydi.Hewet yerde duran kitabı eline aldı."Beğendiniz mi?" diye sordu alçak sesle."Hayır, beğenmedim," diye yanıtladı Rachel. Gerçekten deakşamüstü boyunca kitabı okumaya çalışmıştı; başlangıçtafark ettiği görkem bir nedenle uçup gitmişti ve ne kadar okursaokusun, anlamı zihniyle kavrayamıyordu."Muşamba rulosu gibi yuvarlanıyor da yuvarlanıyor," demeyecüret elti. Belli ki bu sözü yalnızca Hewet'ın işitmesi içinsöylemişti, ama Hirst, "Ne demek istiyorsunuz?" diye sordu.220Aniden, ağırbaşlı bir eleştiri diliyle açıklayamadığı için, yaptığıbenzetmeden utanç duydu."Üslup bakımından, bugüne dek oluşturulmuş en kusursuzüslup olduğuna kuşku yok," diye devam etti Hirst. "Her cümleneredeyse kusursuz; nüktelerse-""Beden bakımından çirkin, zihin bakımındansa itici," diyedüşündü Rachel, Gibbon'ın üslubu hakkında düşünmek yerine."Evet, ama zihin bakımından güçlü, araştırıcı, boyun eğ­mez." Orantısız bir bölümünü alnın oluşturduğu kocaman kafasına,dürüst, haşin gözlerine baktı."Sizden umudumu kesiyorum," dedi Hirst. Bunu kayıtsızcasöylemişti, ama Rachel ciddiye aldı ve Gibbon'ın üslubunahayranlık duymadığı için bir insan olarak değerinin azaldığınainandı. Ötekiler şimdi topluca Bayan Flushiııg'in ziyaret etmesigereken yerli köyleri hakkında konuşuyorlardı."Ben de umutsuzum," dedi Rachel, fevri bir tavırla. "İnsanlarınasıl yalnızca zihinleriyle yargılayabilirsiniz?""Tahminimce, kızkurusu teyzemle hemfikirsiniz," dedi St.John, konuşmakla olduğu kişiyi haksız yere beceriksiz ve ciddigösterdiği için insanın sinirine dokunan o şen şakrak tavrıyla.'"İyi ol, tatlı kız'* - artık Bay Kingsley'le teyzemin modasıgeçti sanıyordum.""İnsan bir tek kitap okumadan da çok nazik biri olabilir,"dedi Rachel. Sözleri kulağa çok basit ve aptalca geliyor, onuaşağılanmaya açık hale getiriyordu."Bunu hiç inkâr ettim mi?" diye sordu Hirst, kaşlarını kaldırarak.Bayan Thombury beklenmedik bir biçimde söze karıştı, belkiher şeyin pürüzsüz olmasını sağlamayı kendine görev bildi­ğinden, belki de tüm genç erkekleri oğlu gibi gördüğü için nezamandır Bay Hirst'le konuşmayı istediğinden."Tüm yaşamımı teyzenize benzeyen insanlarla geçirdim,Bay Hirst," dedi, sandalyesinde öne doğru eğilerek. Sincabı andırankahverengi gözleri her zamankinden daha parlaktı.(*) Hirst, Charles Kingsley'nin 'A Farevvell'inden alıntı yapıyor - ç.n.221"Gibbon'ı hiç duymamışlardı. Onların tek ilgilendiği, sülünlerleköylülerdir. At sırtında çok güzel görünen koca kocaadamlardır, herhalde tıpkı büyük savaşların olduğu günlerdeyaşamış insanlar gibi. Onlar hakkında istediğinizi söyleyin —hayvan gibidirler, aydın değildirler; kendileri okumadıkları gibibaşkalarının da okumasını islemezler, ama yeryüzündeki enzarif, en nazik insanlardır! Öyle öyküler var ki anlatsam şaşardınız.Taşranın yüreğinde sürüp giden aşk serüvenlerini hiçtahmin edemezsiniz. Bana öyle geliyor ki Shakespeare yenidendünyaya gelecek olsa, arasından çıkacağı insanlar oradakilerolurdu. Tepelerin arasındaki o eski evlerde-""Teyzem," diye sözünü kesti Hirsı, "yaşamını Doğu Lambeth'la,en alt kesimden yoksulların arasında geçiriyor. Teyzeminsözünü etmemin tek nedeni, 'aydın' dediği insanları canındanbezdirmeye bayılması; Bayan Vinrace'in de böyle yaptığındankuşkulanıyorum. Şimdi moda bu oldu. Akıllıysanız,canayakınlıktan, anlayıştan, sevecenlikten -gerçekten önemliolan her şeyden— tümüyle yoksun olduğunuz varsayılıyor.Ah, siz Hıristiyanlar! Krallıktaki en kibirli, tepeden bakan,ikiyüzlü, yaşlı düzenbazlarsınız! Elbette," diye sürdürdü sözlerini,"şu sizin taşralı beylerin büyük meziyetleri olduğunuilk kabul edenlerden biri benim. Bir kere, büyük olasılıklatutkuları hakkında.açıkyürekliler, bizse öyle değiliz. Norfolk'tadin adamı olan babam, taşradaki toprak ağalarındanneredeyse hiçbirinin-""Peki ya Gibbon?" dedi Hevvet. Hepsinin yüzüne sinen tedirginlikifadesi, Mewet'ın araya girmesiyle giderildi."Onu tekdüze buluyorsunuz herhalde. Ama bildiğiniz gibi-"Kitabı açıp, yüksek sesle okuyabileceği parçalar aramaya başladı;kısa süre sonra, iyi bir tane buldu. Ne var ki dünyada Ridley'ikendisine yüksek sesle birşeyler okunmasından daha fazlasıkan hiçbir şey yoklu; ayrıca, hanımların giyimleriyle davranışlarıkonusunda kılı kırk yararcasına titizdi. On beş dakikaiçinde, başındaki turuncu tüyün yüz rengine uymamasından,fazla yüksek sesle konuşmasından ve bacak bacak üstüne almasındanyola çıkarak Bayan Flushing hakkında olumsuz bir222karara varmıştı; sonunda, Hewet'ın sunduğu sigarayı kabul ettiğinide görünce yerinden fırlayıp "barlar ve meyhanelerle"ilgili birşeyler söylenerek yanlarından ayrıldı. Ridley'nin ayrılı­şı belli ki Bayan Flushing'i rahatlatmıştı. Sigarasını tüllürdü,bacaklarını uzattı ve ortak dostları Bayan Raymond Parry'ninkişiliği ve şöhreti ile ilgili Helen'in ağzını aradı. Bir dizi küçükkurnazlıkla Helen'in Bayan Parry'i geçkince, güzellikle uzaktanyakından ilgisi olmayan, bol makyajlı - sözün kısası, verdiğipartiler yalnızca tuhaf şahsiyetlerle tanışıldığı için eğlenceliolan küstah cadalozun biri diye tanımlamasını sağladı; amaHelen kendi adına, karısı oturma odasında eğlenirken alt kattamücevher dolu kutularla kapalı tutulduğu anlaşılan BayParry'e hep acıyordu. "İnsanların Bayan Parry hakkında söylediklerineinandığımdan değil - elbette bazı ipuçları veriyoram a-" Bunun üzerine Bayan Flushing neşeyle haykırdı:"O benim kuzinim! Devam edin — devam edin!"Bayan Flushing gitmek üzere ayağa kalktığında, yeni tanışlarınınonu pek neşelendirdiği belliydi. Arabaya doğru giderken,buluşmak ya da geziye çıkmak veya satın almış oldukları şeyleriHelen'a göstermek için birbirinden farklı üç dört tasan yaptı. Bubelirsiz ama muhteşem davet orada bulunan herkes içindi.Helen bahçeye döndüğünde, Ridley'nin uyarıları akima geldi;bir an duraksayarak, Hirst'le Hewel'ın arasında oturan Rachel'abaktı. Ama hiçbir sonuç çıkaramadı, çünkü Hewet yükseksesle Gibbon okumayı sürdürüyordu, Rachel ise yüz ifadesinebakılırsa bir deniz kabuğundan farksızdı; sanki Hevvet'tnsözleri kulaklarını ovalayan suydu, tıpkı suyun bir kayanınsırtındaki deniz kabuğunu ovaladığı gibi.Hewet'ın sesi çok hoştu. Dönemin sonuna gelince sustu;kimse eleştiri yapmaya gönüllü olmadı."Soylular sınıfına bayılıyorum!" diye bağırdı Hirsı, bir anlıkduraklamanın ardından. "İlkesizlikleri öyle şaşırtıcı ki. Hiçbirimizo kadının davrandığı gibi davranmaya cüret etmezdik.""Hoşuma giden yanları," dedi Helen otururken, "boy boslarınınçok yerinde olması. Çıplakken Bayan Flushing müthişolurdu. Böyle giyinince gülünç elbette."223"Evet," dedi Hirsı. Yüzünden bir kasvet gölgesi geçti. "Hayalımdaaltmış beş kilonun üzerine hiç çıkmadım," dedi, "boyumgöz önünde bulundurulduğunda gülünç kaçıyor; aslındaburaya geldiğimizden bu yana kilo da kaybettim. Romatizmamınnedeni bu olmalı." Helen kireç taşlarının ufalanışını işitsindiye tekrar bileğini sertçe geriye doğru hareket ettirdi. Helen,elinde olmadan gülümsedi."Emin olun, bence hiç komik değil," diye yakındı Hirst."Annem müzmin hasta, ben de her an kalp hastası olduğumunkeşfedilmesini bekliyorum. Romatizma sonunda hep kalbegider.""Tann aşkına, Hirst," diye karşı çıktı Hewet; "duyan da seniseksen yaşında sakal bir ihtiyar sanır. Ona bakılırsa, benim dekanserden ölen bir teyzem vardı ama hiç korkm uyorum -"Ayağa kalkıp sandalyesini arka ayaklan üzerinde bir arkaya biröne sallamaya başladı. "Yürüyüşe çıkmak isteyen var mı?" dedi."Evin arkasında, yukanda muhteşem bir gezi yolu var. Biruçuruma çıkıyorsunuz ve dosdoğru denizin dibine bakıyorsunuz.Kayalar kıpkırmızı; suyun içinde onları görebilirsiniz.Geçen gün gerçekten soluğumu kesen bir manzara gördüm -yarı saydam, pembe, uzun serpantinleri olan yaklaşık yirmidenizanası dalgaların tepesinde yüzüyordu.""Denizkızı olmadıklarından emin misin?" dedi Hirst. "Havatepeye tırmanmak için fazla sıcak." Hiçbir hareket belirtisigöstermeyen Helen'a baktı."Evet, fazla sıcak," dedi Helen.Kısa bir sessizlik oldu."Ben gelmek isterim," dedi Rachel."Bunu nasıl olsa söyleyecekti," diye düşündü Helen kendikendine, Hevvet'la Rachel birlikte uzaklaşırken; Helen, St.Jo h n 'la yalnız kalmıştı, St. Jo h n 'm bundan hoşnut olduğubelliydi.Hoşnut olabilirdi, ama bir konunun diğerinden daha dikkatedeğer olduğuna karar vermekte hep çektiği güçlük, bir süreonu konuşmaktan alıkoydu. Yanmış bir kibritin başına kararlılıklagözlerini dikip oturdu; bu sırada Helen -gözlerindeki224ifadeden anlaşıldığı kadarıyla- içinde bulundukları anla pekde yakından ilgili olmayan bir şey düşünüyordu.Sonunda St. John bağırdı, "Canı cehenneme! Her şeyin canıcehenneme! Herkesin canı cehenneme!" diye ekledi. "Cambridge'dekonuşulabilecek insanlar vardır.""Cambridge'de konuşulabilecek insanlar vardır," diye ritmikolarak onu yansıladı Helen, dalgın dalgın. Sonra uyandı."Bu arada, ne yapacağınıza karar verdiniz mi — Cambridgemi olacak, yoksa baro mu?"Hirst dudaklarını büzdü ama hemen yanıt vermedi, çünküHelen hâlâ biraz ilgisiz görünüyordu. Rachel'ı ve onun ikigenç adamdan hangisine âşık olacağını düşünüyordu; şimdiHirsı'ün karşısında otururken, düşündü, "Öyle çirkin ki. Bukadar çirkin olmalan çok yazık."Bu eleştiri Hevvet'e değildi; tanıdığı ve Hirst'te iyi bir örneğinibulduğu akıllı, dürüst, ilgi çekici genç erkekleri düşünüyor,düşünmenin ve bilginliğin onların bedenlerini neden böylehırpaladığını ve zihinlerini insan ırkının onlara düzlüklerdekıvranan sıçanlarla fareler gibi göründüğü çok yüksek bir kuleyetaşıdığını merak ediyordu."Ya gelecek?" diye düşündü, Hirsl'e gitgide daha da fazlabenzemeye başlayan bir erkekler ırkıyla, RachePa gitgide dahada fazla benzemeye başlayan bir kadınlar ırkını hayal meyalzihninde canlandırırken. "Ah hayır," diye sonuca vardı Hirst'ebakarak, "insan seninle evlenmez. Pekala, öyleyse ırkın gelece­ği Susan'la Arthur'un ellerinde; hayır - bu korkunç. Tarla işçilerininellerinde; hayır - Ingilizler'in elinde hiç değil, RuslarlaÇinliler'in elinde." Bu düşünce zinciri onu tatmin etmediği gibi,tekrar konuşmaya başlayan St. John tarafından kesildi:"Keşke Bennett'i tanısaydınız. Dünyamn en müthiş adamıdır.""Bennett mi?" diye sordu Helen. Gitgide içi rahatlayan St.John, tavırlarındaki yoğun kabalığı bir yana bırakarak Bennett'inCambridge'e on kilometre uzaklıktaki eski bir yel de­ğirmeninde yaşayan bir adam olduğunu söyledi. St. John'a gö­re, kusursuz bir yaşam sürüyordu, çok yalnız, çok basil, sadeceşeylerdeki hakikati umursayarak, konuşmaya her zaman225hazır, ve zihin bakımından en büyüklerden biri olmasına rağ­men sıradışı denecek kadar alçakgönüllü."Sizce de," dedi St. John, onu betimlemeyi bitirdiğinde, "otür şeyler bu tür şeyleri önemsiz kılmıyor mu? Çayda zavallısevgili Hewet'ın nasıl da konuyu değiştirmek zorunda kaldığı­na dikkat etliniz mi? Herkesin uygunsuz bir şey söyleyeceğimisanarak nasıl da üstüme çullanmaya hazır olduğuna? Hiçbirşey yoktu, gerçekten. Bennett olsaydı, tam olarak ne söylemekistiyorsa onu söylerdi ya da kalkıp giderdi. Ama bunun kişilikiçin oldukça kötü bir yanı var - yani insanda Bennett'in kişili­ği yoksa. İnsanı sivri dilli kılıyor. Sivri dilli olduğumu söyleyebilirmisiniz?"Helen yanıt vermedi; Hirst sözlerini sürdürdü:"Elbette öyleyim, iğrenç denecek kadar sivri dilliyim; böyleolmak iğrenç bir şey. Ama en kötü yanım, çok kıskanç olmam.Herkesi kıskanıyorum. Birşeyleri benden daha iyi yapan insanlarakatlanamıyorum -tümüyle saçma şeyleri bile - yığınlatabağı dengede tutan garsonlara- Arıhur'a bile, çünkü Susanona âşık. İnsanların benden hoşlanmasını istiyorum; hoşlanmıyorlar.Tahminimce biraz da görünüşümden dolayı," diyedevam etti, "Yahudi kanı taşıdığımı söylemek katışıksız bir yalanolur ama - aslında Hirstbourne Hall'lu Hirstler olarak enazından üç yüz yıldır Norfolk'tayız. Sizin gibi olmak müthişrahatlatıcı olmalı - herkesin sizi hemen sevmesi.""Emin olun sevmiyorlar," diye güldü Helen."Seviyorlar," dedi Hirst inançla. "Birincisi, hayatımda gördüğümen güzel kadınsınız; İkincisi, müthiş nazik bir yapınızvar."Hirst kararlılıkla çay fincanına bakmak yerine Helen'a baksaydı,onun biraz zevkten, biraz da ona böyle çirkin, böyle sı­nırlı görünmüş ve yine görünecek olan genç adama ani bir itkiylehissettiği sevecenlikten ötürü kızardığını görecekti. Onaacıyordu, çünkü acı çekliğinden kuşkulanıyordu; ona ilgi duyuyordu,çünkü söylediği şeylerin çoğu ona doğru görünüyordu;gençlerin ahlaklılığına hayrandı, yine de kendini tutsakhissediyordu. İçgüdüleri onu parlak renkli, duygusuz, elleriyle226tutabileceği bir şeye sığınmaya sürüklemişcesine, eve girip nakışıylageri döndü. Ne var ki Hirst onun nakışıyla ilgilenmiyordu;bakmadı bile."Bayan Vinrace'e gelince," diye söze başladı, - "ah, bakın,artık Sı. John ve Helen ve Rachel ve Terence olalım - nasıl biridir?Akıl yürütür mü, hisseder mi, yoksa yalnızca bir türayak taburesi midir?""Ah hayır," dedi Helen, büyük bir kararlılıkla. Çaydaki gözlemlerindensonra Hirst'ün Rachel'ı eğilecek kişi olduğundankuşku duyuyordu. Gün geçtikçe yeğeniyle ilgilenmeye, ona düş­kün olmaya başlamıştı; bazı yanlarından hiç hoşlanmıyordu,başka bazı yanlarıysa komiğine gidiyordu; ama her şey gözönünde bulundurulduğunda onun biçimlenmemiş olsa da canlı,deneyler yapan, yaptığı deneylerde her zaman şanslı olmayan,ama belirli güçleri ve hissetme yeteneği olan biri olduğunu hissediyordu.Aynca, yüreğinin derinlerinde bir yerde, Rachel'a cinsiyetino anlaşılmaz olsa da yok edilemez bağlarıyla bağlıydı."Anlaşılmaz biri gibi görünebilir, ama kendine ait bir istenci vardır,"dedi, bu süre içinde onun niteliklerini gözden geçirmiş gibi.Zor deseni, dikkatle ölçüp biçmeyi gerektiren renkleriyle birdüşünme nesnesi olan nakış, görünüşe bakılırsa, Helen'in konuşurkenipek yumaklarına gömüldüğü ya da başını hafifçegeriye atıp gözlerini kısarak bütünün yaratacağı etkiyi düşündüğüaksamalara neden oluyordu. Bu nedenle, St. John "Ondanbenimle yürüyüşe çıkmasını rica edeceğim," deyince Helenyalnızca "Hm-m-m," diye karşılık verdi.Belki de St. John, Helen'in dikkatinin böyle bölünmesineiçerlemişti. Helen'i dikkatle izleyerek sessizce oturdu."Kesinlikle mutlusunuz," dedi sonunda."Evet?" diye sordu Helen, iğnesini batırırken."Evlilik, herhalde," dedi St. John."Evet," dedi Helen, iğnesini usulca dışarı çekerek."Çocuklar?" diye sordu Sı. John."Evet," dedi Helen, iğnesini yeniden batırırken. "Nedenmutlu olduğumu bilmiyorum," dosdoğru onun yüzüne bakarakbirdenbire güldü. Uzun bir duraklama oldu.227"Aramızda uçurum var," dedi St. John. Sesi kayalıkların arasındakibir mağaranın derinliklerinden çıkıyormuş gibiydi."Benden çok daha yalınsınız. Kadınlar hep öyledir, elbette.Güçlük de burada, insan bir kadının oraya nasıl ulaştığını aslabilemez. Bütün bu zaman boyunca, 'Ah, ne kadar hastalıklı birgenç adam!' diye düşündüğünüzü düşündükçe!"Helen elinde iğnesiyle ona bakarak oturdu. Bulunduğu konumdan,bir manolya ağacının karanlık piramidinin önündeonun başını görüyordu. Bir ayağını kaldırıp sandalyenin basamağınakoymuş, dikiş dikme duruşuyla dirseğini bükmüş olururkenkikendi suretinde ise; yazgının ipini eğiren, kadimdünyadan bir kadının yüceliği vardı - bir şeyi ovalamanın yada dikiş dikmenin gerektirdiği duruşu aldıklarında günümüzkadınlarının pek çoğunda bulunan bir yücelik. St. John onabaktı."Herhalde hayalınız boyunca kimseye iltifat etmemişsinizdir,"dedi, havadan sudan konuşur gibi."Ridley'i epeyce şımartırım," dedi Helen."Size doğrudan soracağım - benden hoşlanıyor musunuz?"Helen biraz durakladıktan sonra yanıt verdi, "Evet, kesinlikle.""Tanrfya şükür!" diye bağırdı St. John. "Bu bir lütuf. Gördüğünüzgibi," diye devam etti duygulu bir tavırla, "hayatımboyunca karşılaştığım herkesten çok sizin benden hoşlanmanızıyeğlerim.""Ya o beş filozof?" dedi Helen kahkahayla, kumaşına hızlıhızlı sağlam ilmikler atarken. "Onları betimlemenizi islerdim."Hirst betimlemek için fazla istekli değildi, ama onları dü­şünmeye başlayınca yatışıp güçlendiğini fark etti. Uzaklarda,dünyanın öbür ucundaki dumanaltı odalarda, ortaçağdan kalmagri mahkeme salonlarında olsalar da saygıdeğer bir görü­nümleri vardı, insanın yanlarında rahat edebileceği, açıkyü-rekli kimselerdi; buradaki insanlarla karşılaştırılamayacak kadarince duyguluydular. Ona hiçbir kadının, Helen'in bile, kesinlikleveremeyeceği şeyler veriyorlardı. Onların düşüncesiyleiçi ısınmış olarak, kendi durumunu Bayan Ambrose'a açıkla­228maya geçti. Cambridge'de mi kalmalıydı, yoksa baroya mı girmeliydi?Bir gün bir şey düşünüyordu, bir başka gün başka birşey. Helen dikkatle dinledi. Sonunda, lafı uzatmadan kararımbildirdi."Cambridge'i bırakıp baroya gir," dedi. Hirst, nedenlerinisöylemesi için üsteledi."Bence Londra'da daha fazla keyif alırsın," dedi Helen. Pekince düşünülmüş bir neden gibi görünmüyordu ama Helenbunun yeterli olduğuna inanmışa benziyordu. Helen, çiçeklenmekteolan manolyanın önündeki Hirst'e baktı. Manzaradamerakını uyandıran bir şey vardı. Balmumundan yapılmışabenzeyen ağır çiçekler böyle pürüzsüz ve bulanıkken onunyüzünün -şapkasını bir yana fırlatmıştı, saçları karmakarışıktı,gözlüğünü elinde tutuyordu, bu nedenle burnunun iki yanındakırmızı izler belirmişti- böyle üzgün ve geveze olmasıydıbelki de. Çok geniş bir alana yayılan güzel bir bitkiydi; parçaparça gölgeler, yaprakların biçimi, kocaman beyaz çiçeklerinyeşilliğin ortasında duruşu, orada oturup konuştuktan süreboyunca Helen'in dikkatini çekmişti. Bunu yarı bilinçsizcefark etmişti ama yine de bu desen konuşmalarının bir parçasıolmuştu. Nakışını bırakıp bahçede bir aşağı bir yukarı yürü­meye başladı; Hirst de ayağa kalkıp onun yanına geldi. Olduk­ça huzursuz, rahatsız ve düşünceliydi. İkisi de konuşmadı.Güneş batmaya başlıyordu; dağlara bir değişiklik gelmişti,sanki özleri olan topraktan yalıtılmışlardı da yalnızca yoğun,mavi sisten oluşuyorlardı. Kenarlan devekuşu tüylerinin kenarkıvrımlarına benzeyen flamingo kırmızısı uzun ince bulutlar,gökyüzünün farklı yüksekliklerinde alt alta üst üsteydiler.Kasabanın çatıları her zamankinden aşağıya balmış gibiydi;selviler çatıların arasında kapkara görünüyordu; çatı­larsa kahverengi beyazdı. Akşamları hep olduğu gibi, aşağı­dan yükselen tek tek çığlıklar, tek tek çan sesleri işitilir halegelmişti.Sı. John ansızın durdu."Pekala, bunun sorumluluğunu siz üstlenmelisiniz," dedi."Kararımı verdim; baroya gireceğim."229Sözleri çok ciddi, neredeyse duyguluydu; Helen bir saniyelikduraksamanın ardından içinde bulunduğu ana döndü."Doğru karar verdiğine eminim," dedi sıcak bir tavırla; kendisineuzatılan eli sıktı. "Büyük bir adam olacaksın, bundankuşkum yok."Sonra, onun bakmasını sağlamak istercesine, manzaranınuçsuz bucaksız çevresini eliyle taradı. Denizden başlayarak kasabanınçatılarının üzerinden dağların doruklarım aşıp nehrive ovayı geçli, yine dağların doruklarını aşıp köşke, bahçeye,manolya ağacına ve Hirst'le kendisinin yan yana suretlerineerişene dek taradı, sonra eli yana düştü.230XVI.BölümHevvet'la Rachel, aşağıya, denize doğru baktığınızda denizanalanylayunuslara rastlayabileceğiniz, uçurumun kenarındaki oyere çoklan ulaşmışlardı. Öte yana baktıklarında toprağın uç­suz bucaksız enginliği, ne kadar geniş olursa olsun İngiltere'dekihiçbir manzaranın veremediği bir duygu uyandırıyordu;orada köylerle tepelerin birer adı vardı ve ufkun en uza­ğındaki tepeler çoğu kez alçalarak bir sis çizgisi gibi görünendenize karışırdı; buradaysa güneşin kuruttuğu sonsuz bir toprakmanzarası vardı, kuleler biçiminde sivrilen, engin engellerbiçiminde yığılan toprak, denizin sınırsız zemini gibi genişleyerekuzaklara, daha da uzaklara yayılan toprak, gündüz vegecenin yıpratıp şenlendirdiği, ünlü kentlerin kurulduğu, insanırklarının ilkel kara derililerden uygar beyazlara dönüşüpyine ilkel kara derililere döndüğü, farklı bölgelere ayrılan toprak.Belki de damarlarındaki İngiliz kanı yüzünden bu görü­nüm onlara rahatsız edici ölçüde duygusuz ve düşmancageliyordu, yüzlerini bir kez o yana çevirdikten sonra denizedöndüler ve kalan süre boyunca denize bakarak oturdular. Buradadalgalanmaya ya da kudurmaya gücü yetmezmiş gibi gö­rünen köpüklü, cılız bir suya dönüşen deniz, sonunda daralı­yor, saf, uçuk rengi grilerle buğulanıyor, dar kanallar boyunca231girdaplar yaparak granit kayalara çarpan sulan dağılıp paramparçaoluyordu. Thames'in ağzına kadar akıp giden denizdibu; Thames ise Londra kentinin köklerini yıkamaktaydı.Hevvet'ın düşünceleri buna benzer bir akış izlemişti, uçurumunkenannda durduklarında söylediği ilk söz şu oldu-"Ingiltere'de olmak isterdim!"Rachel dirseğinin üzerine uzandı, açık bir görüş elde edebilmekiçin kenarda büyümüş yüksek otları araladı. Su çok durgundu;uçurumun dibinde sarsılarak yükselip alçalıyordu; öyleberraktı ki dibindeki taşların kırmızısı görülebiliyordu.Dünya doğduğunda böyleydi, o zamandan bu yana böyle kalmıştı.İnsanoğlu büyük olasılıkla bu suları sandalla ya da bedeniylehiç yarmamıştı. Rachel bir itkiyle bu ebedi huzurubozmaya karar vererek, bulabildiği en iri çakıl taşını fırlattı.Taş suya çarptı; suyun yüzeyine giderek genişleyen dalgacıklaryayıldı. Hevvet da aşağıya baktı."Harika," dedi, dalgacıklar genişleyerek yok olurken. Bu tazelik,bu yenilik ona harika görünüyordu. Bir çakıl taşı da ofırlattı. Neredeyse hiç ses çıkmadı."Peki Ingiltere," diye mırıldandı Rachel, bakışları bir görüntüüzerinde yoğunlaşan birinin dalgın sesiyle. "İngiltere'ninnesini isliyorsunuz?""Başta dostlarım ı," dedi Hevvet, "ve insan ne yapıyorsahepsini."Fark ettirmeden Rachel'a bakabiliyordu. Rachel hâlâ suya,ve çok derin olmasa da kayalara çarpan denizin çağrıştırdığı onefis, haz veren duyumlara kendini kaptırmış durumdaydı.Hevvet, Rachel'ın, bedenini sararak onun biçimini alan yumu­şak, ince pamuklu kumaştan, koyu mavi renkli bir elbise giydiğinifark etti. Genç bir kadının henüz gelişmemiş bedenininaçılarıyla çukurluklarına sahip olmakla birlikte, hiç de biçimsizolmayan, bu nedenle ilgi çekici, hatta beğenilebilecek birbedendi bu. Hevvet gözlerini kaldırıp onun başını inceledi;şapkasını çıkarmış, yüzünü eline yaslamışıı. Aşağıya, denizebakarken dudakları hafifçe aralanmıştı. Yüzünde çocuksu birkararlılık ifadesi vardı, sanki bir balığın berrak kırmızı kayala­232rın üzerinden yüzerek geçip gitmesini bekliyordu. Bununlabirlikte, yirmi dört yıllık yaşamı ona ketum bir görünüm vermişti.Hafifçe içe bükülmüş parmaklarıyla yere koyduğu eli bi­çimli ve yetenekliydi; uçlan köşeli lediıgin parmaklan bir mü­zisyenin parmaklanydı. Hewet, albenisiz olmak şöyle dursun,Rachehn bedeninin ona çok çekici geldiğini ıstıraba benzerbir duyguyla fark etti. Rachel birdenbire başını kaldırıp baktı.Gözleri hevesle, ilgiyle doluydu."Roman yazıyorsunuz, değil mi?" diye sordu.Hewet bir an için ne diyeceğini bilemedi. Rachel'ı kollarınaalma arzusuna kapılmıştı."Ah evet," dedi. "Daha doğrusu, yazmak istiyorum."Rachel kocaman gri gözlerini onun yüzünden ayırmıyordu."Roman," diye yineledi. "Neden roman yazıyorsunuz ki?Beste yapmalısınız. Müzik, gördüğünüz gibi" -gözlerini kaçırdı;beyninin çalışmaya başlamasıyla yüzünde meydana gelendeğişiklik arzulanırlığını azalttı- "müzik her şeyi doğrudanyakalar. Söylenebilecek her şeyi bir kerede söyler. Yazı yazarken,baha öyle geliyor ki" -b ir ifade bulmak için duraklayıpparmaklarıyla toprağı ovaladı- "kibriti kutuya çok fazla sürtmekgerekiyor. Bu öğleüstü Gibbon'ı okumakla geçirdiğim zamanınçoğunda korkunç denecek kadar, ah inanılmayacak kadar,lanet edecek kadar çok sıkıldım !" Kahkahalarla sarsılasarsıla gülerek Hewet'a baktı; o da gülüyordu."Ben size kitap vermem," dedi."Acaba neden," diye sözlerini sürdürdü Rachel, "sizinleykenBay Hirst'e gülebiliyorum da onun yüzüne karşı gülemiyorum?Çayda tümüyle ezilmiştim, çirkinliğinin karşısında değil- zihninin karşısında." Elleriyle havada bir daire çizdi. Hewet'lane kadar kolay konuşabildiğini büyük bir rahatlık duygusuylafark eui, bazı ilişkilerin yüzeyini yırtan o dikenlerlepütürlü köşeler giderilmişti."Farkına varmıştım," dedi Hewet. "Bu, beni şaşırtmaktanasla geri kalmayan bir şey." Kendi üzerindeki egemenliğini, birsigara yakıp içebilecek ölçüde yeniden kurmuştu; Rachel'ınrahatlığını hissedince o da mutlu olup rahatlamıştı.233"Kadınların, iyi eğitim almış çok yetenekli kadınların bile,erkeklere duyduğu saygı," diye sürdürdü sözlerini. "Atlarüzerinde sahip olduğumuz türden bir güce sizin üzerinizdede sahibiz galiba. Onlar bizi olduğumuzdan üç kat daha bü­yük görüyorlar, yoksa bize asla boyun eğmezlerdi. Tam da bunedenden ötürü, oy hakkını kazandığınızda bile birşeyler yapacağınızdankuşku duyuyorum." Düşünceli bir tavırla onabaktı. Rachel çok pürüzsüz, duyarlı ve genç görünüyordu."Mahkemelere, iş yerlerine girebilecek kadar nasırlaşabilmenizen az altı kuşak sürecektir. Sıradan bir erkeğin ne kadarzorba olduğunu bir düşünün," diye devam etli, "sıradan, çokçalışan, bakması gereken bir ailesi ve koruması gereken birkonumu olan, hırslı bir avukat ya da bir işadamı. Hem, elbettekızlar da oğullara yol vermek zorunda; oğulların eğitilmesigerek; onlar zorbalık yaparak karılarıyla ailelerine yol açacaklar;böylece her şey yeniden başlıyor. Bu arada, art alanda kadınlarvar... Oy hakkının size bir yararı olacağına gerçekleninanıyor musunuz?""Oy hakkı mı?" diye yineledi Rachel. Soruyu anlamak içinönce bir kutunun içine atacağı küçük bir kâğıt parçasını gö­zünde canlandırmak zorunda kaldı; birbirlerine baktılar, sorudabir saçmalık olduğunu fark edip gülümsediler."Bana değil," dedi Rachel. "Ama ben piyano çalıyorum... Erkeklergerçekten de öyle mi?" diye sordu, ilgisini çeken meseleyedönerek. "Ben sizden korkmuyorum." Rahatça ona baktı."Ah, ben farklıyım," diye yanıtladı Hewet. "Yılda altı yüzleyedi yüz arasında, kendime ait bir gelirim var. Hem, çok şü­kür, hiç kimse bir roman yazarını ciddiye almaz. Bir erkekherkes tarafından çok çok ciddiye alınıyorsa, -randevularveriyorsa, görevleri, unvanı, adına yazılmış sürüyle mektubu,kurdele parçalan ve payeleri varsa- bu, kuşkusuz, mesleğininyorucu yönlerini telafi etmeye yardımcı olur. Bazen canımdanbezdirseler de, onlara bir hıncım yok - ne şaşırtıcı bir karışım!Dünyanın erkekçe kavranışı nasıl bir mucize -yargıçlar, devletmemurları, ordu, donanma, Parlamento Kamaraları, belediyebaşkanları- bütün bunlardan nasıl bir dünya yarattık! İşte,234Hirst'e bakın. Emin olun," dedi, "buraya gelişimizden bu yanaonun Cambridge'de mi kalması yoksa baroya mı girmesi gerekliğiüzerine bir tartışmanın olmadığı bir gün bile geçmedi.Onun meslek yaşamı - kutsal meslek yaşamı. Bunu ben yirmikez duyduysam, eminim annesiyle kız kardeşi beş yüz kezduymuştur. Aile toplantılarını gözünüzün önüne gelirin, çalış­ma odasının Sl. John'a kalması için kız kardeşine dışarı çıkıptavşanlan beslemesinin buyurulduğunu - 'St. John çalışıyor,''Sı. John çayının getirilmesini istiyor.' Bu lür şeyleri bilmezmisiniz? Sl. John'ın bunun epeyce önemli bir mesele olduğunudüşünmesine şaşmamak gerek. Öyle de. Hayatını kazanmasıgerekiyor. Ama Sı. John'ın kız kardeşi-" Hewet sessizcesigarasını tüttürdü. "Kimse onu ciddiye almıyor, zavallıcık. O,tavşanları besliyor.""Evet," dedi Rachel. "Yirmi dört yıl boyunca tavşanlan besledim;şimdi tuhaf geliyor." Düşünceli görünüyordu; içgüdüleriylekadınca bir bakış açısına odaklanıp rastgele konuşmuşolan Hewet ise artık onun kendi hakkında konuşacağını anlamıştı,bu da istediği bir şeydi, böylece birbirlerini tanıyabilirlerdi.Rachel, geçmiş yaşamını düşünüyordu."Gününüzü nasıl geçirirsiniz?" diye sordu Hewet.Rachel hâlâ düşünüyordu. Öyle görünüyordu ki, günleriöğünlerle dört parçaya ayrılıyordu. Bu çok katı bir bölünmeydi,günün içerikleri bu dört katı çizginin arasında kendine yerbulmak zorundaydı. Dönüp yaşamına baktığında gördüğübuydu."Dokuzda kahvaltı; birde öğle yemeği; beşte çay; sekizde ak­şam yemeği," dedi."Pekala," dedi Hewet, "sabahları ne yapardınız?""Saatlerce piyano çalardım.""Ya öğle yemeğinden sonra?""Sonra halalarımdan biriyle alışverişe çıkardım. Ya da birinigörmeye giderdik, bir haber götürürdük; veya yapılması gerekenbir şeyi yapardık -su sızdıran musluklar, sözgelimi. Yoksullarısık sık ziyaret ederler- bacakları tutmayan ihtiyar gün­235delikçi kadınlar, hastaneye giriş belgesine ihtiyacı olan kadınlar.Ya da tek başıma parkla yürürdüm. Çaydan sonra kimi zamanbirileri gelirdi; ya da yazın bahçede oturur veya kroke oynardık;kışın onlar çalışırken yüksek sesle okurdum; akşamyemeğinden sonra ben piyano çalardım, onlar mektup yazardı.Babam evdeyse, akşam yemeğinde arkadaşlarını ağırlardık;yaklaşık ayda bir. kez de tiyatroya giderdik. Arada sırada ak­şam yemeğini dışarıda yerdik; kimi zaman Londra'ya danslıpartilere giderdim ama geri gelmek güç oluyordu. Görüştüğü­müz insanlar eski aile dostlarıyla akrabalardı, pek fazla kimseyigörmezdik. Rahip vardı, Bay Pepper vardı, bir de Hunılar.Babam genellikle eve geldiğinde sessizlik islerdi, çünküHull'da çok çalışıyor. Ayrıca halalarım da pek güçlü değiller.Ev işlerini doğru düzgün yaparsanız çok zamanınızı alır. Hizmetkârlarımızhep kötüydü; Lucy Hala mutfakla epey vakitgeçirirdi, Clara Hala da galiba sabahın büyük bölümünü oturmaodasının tozunu alıp örtülerle gümüşleri gözden geçirmeyeayırıyordu. Sonra, köpekler de vardı. Yıkanıp taranmaları­nın yanı sıra idman yapmaları da gerekiyordu. Sandy öldü,ama Clara Hala'mın Hindistan'dan gelen çok yaşlı bir papağanıvar. Evimizdeki her şey," diye haykırdı, "bir yerlerden gelmiştir!Ev eski mobilyalarla dolu, aslında eski değil, Victoriadönemine ait, annemin ailesinden ya da babamın ailesindenkalma şeyler, herhalde atmak istememişler, oysa gerçekten evdeonlara yer yok. Oldukça güzel bir ev," diye devam elli, "birazcıkkasvetli olmasının dışında - daha doğrusu cansız." Evdekioturma odasını gözünün önüne getirdi; bahçeye açılankare biçimindeki penceresiyle, uzun, dikdörtgen bir odaydı.Yeşil pelüş sandalyeler duvara yaslanmıştı; kapakları camlı,ağır, oyma bir kitaplık vardı, ve rengi atmış kanepe örtülerininbıraktığı genel bir izlenim, soluk yeşil renkli geniş alanlar, iç­lerinden yün örgüsü parçalar dökülen sepetler. Duvarlara eskiİtalyan başyapıtlarının fotoğrafları, aile üyelerinin yıllar öncegörmüş olduğu Venedik köprüleriyle İsveç çağlayanlarınınmanzaraları asılmıştı. Ayrıca, babaların ve büyükannelerin biriki portresiyle, John Stuart Mill'in, Watts tarafından yapılan236resminden esinlenilmiş bir gravürü vardı. Belirli bir kişiliği olmayanbir odaydı, ne açıkça çirkin ne güçlü bir biçimde sanatsalne de gerçekten rahat. Rachel bu bildik resmi düşünmektensıyrıldı."Ama bunlar size pek ilgi çekici gelmez," dedi, başını kaldı­rıp bakarak."Ulu Tanrım!" diye bağırdı Hewet, "hayatımda hiçbir şey bukadar ilgimi çekmemişti." Rachel, Richmond'ı düşündüğü sü­re boyunca Hewet'in gözlerini yüzünden hiç ayırmadığını ozaman fark etti. Bunu bilmek onu heyecanlandırdı."Devam edin, lütfen devam edin," diye üsteledi Hewet. "Varsayalımgünlerden çarşamba. Hepiniz öğle yemeğindesiniz. Sizorada oturuyorsunuz, Lucy Hala şurada, Clara Hala da burada;"aralarındaki çimenlerin üzerine üç çakıl taşı yerleştirdi."Clara Hala kuzunun gerdanından parçalar kesiyor," diyedevam etti Rachel. Bakışlarını çakıl taşlarına dikmişti. "Önümdeçok çirkin bir porselen sehpa var, döner tepsi dediklerinden,üzerinde üç tabak duruyor, biri bisküviler için, biri tereyağ,biri de peynir için. Bir eğreltiotu saksısı var. Sonra, burnundakibir sorun yüzünden sürekli burnunu çeken hizmetçiBlanche var. Konuşuyoruz - ah evet, Lucy Hala'nm akşamüstüWalworth'e gitme günü, bu nedenle öğle yemeğini oldukçahızlı yiyoruz. Lucy Hala gidiyor. Mor bir çantası var, bir de siyahdefteri. Çarşamba günleri oturma odasında Clara Hala'nınK.D.D.* toplantısı dedikleri bir toplantısı olur, bu yüzden kö­pekleri gezdirmeye çıkıyorum. Sekilerin yanından yürüyerekRichmond Tepesi'ne çıkıp parka gidiyorum. Nisanın on sekizi- buradaki gibi. İngiltere'de ilkbahar. Yerler ıslak. Yine de yolunkarşısına geçip çimenlere çıkıyorum, yürüyoruz, yalnızkenhep yaptığım gibi şarkı söylüyorum, ta ki berrak bir gündebütün Londra'yı ayaklarınızın altında görebildiğiniz o açıklığagelene dek. Hampstead Kilisesi'nin kulesinin çatısı şurada,Westminster Katedrali şurada, fabrika bacalarıysa buralardabir yerde. Londra'nın alçak kesimlerinin üstleri genellikle pus­(*) KDD: Kadın Dayanışma Dcmcgı - ç.n.237lu olur; ama Londra sisler içindeyken parkın üstü çoğu kezmavidir. Hurlingham'a giden balonların geçtiği açıklık burası­dır. Balonlar uçuk sarıdır. Hmm, sonra, hava çok güzel kokar,özellikle oradaki bekçi kulübesinde odun yakıyorlarsa. Şimdisize bir yerden bir yere nasıl gideceğinizi, tamı tamına hangiağaçların yanından geçeceğinizi, yolun neresinden karşıya ge­çeceğinizi söyleyebilirim. Anlayacağınız, küçükken oradaoyun oynardım, ilkbahar güzeldir, ama en güzeli sonbahardır,geyiklerin bağırdığı zaman; sonra hava kararır, caddelerdengeçerek eve dönerim, insanları tam olarak göremezsiniz; çokhızlı gelip geçerler, yalnızca yüzlerini görürsünüz, sonra gidiverirler-hoşum a giden de b u - ne yaptığınız hakkında hiçkimsenin bir fikri yoktur-""Ama herhalde çay için dönmeniz gerekir, öyle değil mi?"diye onu durdurdu Hewet."Çay mı? Ah evet. Saat beşte. O zaman neler yaptığımı anlatırım,halalarım da neler yaptıklarını anlatırlar; belki de biri çı­kagelir: Diyelim, Bayan Hunt. Bir bacağı aksayan yaşlı bir hanımefendi.Sekiz çocuğu var, ya da bir zamanlar varmış; onlarınhatırını sorarız. Dünyanın dört bir yanma dağılmışlar; nerelerdeolduklarını sorarız; kimi zaman hastadırlar ya da kolerabölgesinde görev yapmaktadırlar veya yalnızca beş ayda biryağmur yağan bir yerdedirler. Bir ayı," dedi gülümseyerek,"Bayan Hunt'ın oğullarından birini pençelerinin arasında sıkaraköldürmüş."Burada durup, kendisini eğlendiren şeylerin ona da eğlenceligelip gelmediğini anlamak için Hevvet'a baktı, içi rahatladı.Ama yine özür dilemesi gerektiğini düşündü; çok fazla konuşuyordu."Ne kadar ilgimi çektiğini bilemezsiniz," dedi Hewet. Ger­çeklen de sigarası sönmüştü; başka bir tane yakması gerekti."Neden ilginizi çekiyor?" diye sordu Rachel."Bir bakıma, kadın olduğunuz için," diye yanıtladı Heweı.Bunu söyleyince, her şeyi unutup çocuksu bir ilgi ve haz durumunadönmüş olan Rachel rahatlığını yitirip sıkılganlaştı.St. John Hirst'ün yanındayken olduğu gibi, birden kendini tu­238haf ve gözlem altında hissetti. İkisinin de birbirine karşı acıduygular hissetmesine neden olacak bir tartışmaya girişmekve sözcüklerin yükleyeceği anlamlardan çok daha önemsizduygulan açıklamak üzereydi ki, Hewet onun düşüncelerinifarklı bir yöne çekti."Bütün insanların sıraya dizilerek yaşadığı, evlerin birbirinetıpatıp benzediği caddeler boyunca yürürken pek çok kez içeridekadınların ne yaptığını merak etmişimdir," dedi. "Düşü­nün bir kere: Yirminci yüzyılın başındayız ve birkaç yıl öncesinekadar bir kadının kendi başına çıkıp birşeyler söylemişligiyoktu. Bu garip, sessiz, betimlenmemiş yaşam binlerce yıldırart alanda sürüp gitmekteydi. Elbette biz hep kadınlar hakkındayazıp duruyoruz - onlara sövüyoruz, onlarla eğleniyoruzya da onlara tapıyoruz; ama kadınların kendilerinden gelenhiçbir şey yok. Hâlâ nasıl yaşadıkları, neler hissettikleri ya dalam olarak neler yaptıktan hakkında en ufak bir bilgimizin olmadığınainanıyorum. İnsan erkekse, yalnızca genç kadınlardanaşk ilişkileri hakkında sırlar öğrenebiliyor. Ama kırklı yaş­larındaki kadınların yaşamlan, evlenmemiş kadmlann, çalışankadınların, halalarınız gibi kadınların ya da Bayan Thornbury'ninveya Bayan Allan'ın yaşamlan - insan onlar hakkındaen ufak bir şey bilmiyor. Size anlatmazlar. Ya korkuyorlar yada erkeklere davranma biçimleri böyle. Gördüğünüz gibi, öneçıkan hep erkeğin görüşü. Bir demiryolu trenini düşünün: Sigaraiçmek isleyen erkekler için on beş vagon. Bu s'zin tepeniziattırmıyor mu? Ben kadın olsaydım binlerinin beynini dağı­tırdım. Bize bol bol gülmüyor musunuz? Bütün bunlar sizebüyıî.k bir düzenbazlık gibi gelmiyor mu? Siz, yani - bütünbunlar sizi nasıl etkiliyor?"Hevvett'm öğrenmekteki kararlılığı konuşmalarına anlamkazandırmakla birlikte, Rachel kapana kısılmış gibi hissediyordu;Hewet giderek daha fazla üsteliyor, her şeyi olduğundanönemli gösteriyordu. Yanıt vermesi biraz zaman aldı; busüre içinde, yaşamının yirmi dört yılını, bazen bir noktaya bazenbir başkasına ışık tutarak, tekrar tekrar gözden geçirdi -halaları, annesi, babası; sonunda zihni halalarıyla babasına la-239kılıp kaldı ve Rachel onları bu uzaklıktan kendisine nasıl gö­rünüyorlarsa öyle anlatmaya çalıştı.Babasından çok korkarlardı. Babası evde, her sabah Times'dabetimlenen koca dünyaya onun aracılığıyla tutundukları bü­yük, belirsiz bir güçtü. Ama evin gerçek yaşamı bundan oldukçafarklı bir şeydi. Bu, Bay Vinrace'ten bağımsız olarak sü­ren, kendini ondan gizleyen bir yaşamdı. Babası onlara karşıdostça, ama küçümser bir tavır içindeydi. Rachel hep onungörüş açısının haklı olduğunu, temelinde bir insanın yaşamı­nın bir başkasının yaşamından daha önemli olduğu ülküselbir ölçeğin olduğunu ve bu ölçekte onların, babasından çokdaha az önemli olduğunu kabul etmişti. Ama buna gerçekteninanıyor muydu? Hevvet'ın sözleri onu düşündürmüştü. Babasınaher zaman boyun eğmişti, tıpkı onlar gibi, ama gerçekteonu etkileyen halalarıydı; evdeki yaşantılarının zarif, sıkı dokunmuşözünü kuran halaları. Onlar babası kadar muhteşemdeğildiler ama babasından daha doğaldılar. Rachel'ın bütünhiddeti onlara karşı olmuştu; böyle yakından incelediği, par­çalayıp atomlarına ayırmayı böyle hararetle istediği, onlarındünyasıydı, dört öğünüyle, dakikliğiyle, saat on buçukla merdivenlerdegörülen hizmetkârlarıyla. Bu düşüncelerin ardındanbaşım kaldırıp baktı ve şöyle dedi:"Bunun bir tür güzelliği var - işte tam bu anda orada, Richmond'dabirşeyler kuruyorlar. Belki tümüyle yanılıyorlar, amabunun bir tür güzelliği var," diye yineledi. "Kurdukları şey öylebilinçsiz, öyle alçakgönüllü ki. Yine de birşeyler hissediyorlar.İnsanlar öldüğünde umursuyorlar. Yaşlı kızkuruları hepbirşeyler yapar. Ne yaptıklarını pek bilmiyorum. Yalnızca, onlarlayaşarken hissettiğim buydu. Bu çok gerçekti."Halalarının Walworth'e, bacakları tutmayan gündelikçi kadınlara,şunun bunun için yapılan toplantılara, şuraya burayayaptıkları küçük yolculukları gözden geçirdi, tamı tamına neyapmaları gerektiğine dair kesin bir görüşten doğan küçücükhayır işlerini, özgeciliklerini, dostluklarını, beğenilerini, alış­kanlıklarım; bütün bunları, dökülen, sayısız günler boyuncadökülerek bir ortam yaratan, katı bir külle, bir art alan oluştu­240ran kum zerreleri gibi gördü. Bunu düşündüğü sırada Hewetonu inceliyordu."Mutlu muydunuz?" diye sordu.Rachel yine başka bir şeye dalmıştı; Hewet onun olağandışıbir canlılıkla kendine dönmesini sağladı."İkisi de," diye yanıtladı. "Muduydum ve mutsuzdum. Bununnasıl bir şey olduğunu bilemezsiniz - genç bir kadın olmanın."Dosdoğru ona baktı. "Korkular ve ıstıraplar var," dedi,küçücük bir kahkaha belirtisini bile kaçırmamak istercesinegözünü ondan ayırmadan."Buna inanabilirim," dedi Heweı. Rachel'ın bakışına kusursuzbir içtenlikle karşılık verdi."İnsanın sokaklarda gördüğü kadınlar," dedi Rachel."Fahişeler mi?""Onlan öpen erkekler."Hewet başıyla onayladı."insanın tahmin ettiği şeyler.""Size hiç anlatan olmadı mı?"Rachel, başını iki yana salladı."Sonra," diye başlayıp durdu. Burada, daha önce hiç kimseniniçeri sızmadığı o kocaman yaşam alanı işe karışıyordu. Babası,halaları, Richmond Parkı'ndaki yürüyüşler, saati saatinene yaptıkları hakkında söylemiş olduğu her şey yalnızca yü­zeydeydi. Hewet onu izliyordu. Bunu da tarif etmesini istemişmiydi acaba? Neden bu kadar yakınında oturuyor, gözleriniondan ayırmıyordu? Neden bu arayışa, bu ıstıraba bir son vermiyorlardı?Neden yalnızca birbirlerini öpmüyorlardı? Rachelonu öpmek istiyordu. Ne var ki hep sözü uzatıp duruyordu."Bir kız, bir oğlandan daha yalnızdır. Ne yaptığı kimseninşu kadarcık umurunda değildir. Ondan hiçbir şey beklenmez.Çok güzel değilseniz kimse söylediklerinizi dinlemez... Benimhoşuma giden de bu," diye ekledi canlılıkla, bu onu çok mutlueden bir anıymışçasına. "Richmond Parkı'nda kendi kendimeşarkı söyleyerek yürümek ve bunun hiç kimse için şu kadarcıkönemli olmadığını bilmek hoşuma gidiyor. Olup bitenleri görmekhoşuma gidiyor - tıpkı o gece siz bizi görmezken bizim241sizi görmemiz gibi - bu özgürlük hoşuma gidiyor - rüzgâr olmakya da deniz olmak gibi bir şey." Ellerini garip bir harekeı-le savurarak dönüp denize baktı. Dans ederek göz alabildiğineuzanan deniz hâlâ masmaviydi, ama üzerindeki ışık daha sarıydıve bulutların rengi flamingo kırmızısına dönmekteydi.O konuşurken Hevvet'ın zihninden yoğun bir bunalım hissigeçiyordu. Rachel'ın hiçbir zaman bir insanı diğerinden dahafazla umursamayacağı açıkça görülüyordu; belli ki ona karşıkayıtsızdı; birbirlerine çok yaklaşmış gibi görünüyorlardı, sonraher zamanki kadar uzaklaşıyorlardı ve Rachel'ın dönerkenyaptığı hareketin tuhaf bir güzelliği vardı."Saçmalık," dedi Hewet ansızın. "İnsanları seviyorsunuz. Sizehayran olunması hoşunuza gidiyor. Hirst'e hınç duymanı­zın gerçek nedeni, onun size hayran olmaması."Rachel bir süre yanıt vermedi. Sonra dedi ki:"Bu, büyük olasılıkla doğru. Elbette insanlan seviyorum -tanıştığım insanların neredeyse hepsini seviyorum."Denize arkasını dönerek Hewet'a eleştirel olsa da dostçagözlerle baktı. Her zaman yiyecek yeterince el, soluyacak yeterincetemiz hava bulmuş biri olarak yakışıklı olduğu söylenebilirdi.Başı büyüklü; gözleri de iriydi; bakışları genellikle dalgınolmakla birlikte etkili de olabiliyordu; dudaklarıysa duyarlıydı.İnsan onu epeyce tutkulu, canlılığı ara ara gidip gelen,gerçeklerle pek de ilişkisi olmayan ruh hallerinin insafına kalmayayatkın bir adam olarak görebilirdi; hem hoşgörülü hemde güç beğenen bir adam. Alnının genişliği düşünme yeteneğinigösteriyordu. Rachel'ın ona bakışındaki ilgi sesinde de işitiliyordu."Nasıl romanlar yazıyorsunuz?" diye sordu."Sessizlik hakkında bir roman yazmak istiyorum," dedi Hewet;"insanların söylemediği şeyler hakkında. Ama bunungüçlükleri sınırsız." içini çekti. "Ne var ki bu sizin umurunuzdadeğil," diye devam etti. Rachel'a neredeyse haşin bir bakışlabaktı. "Kimsenin umurunda değil. Bir romanı okumanızın teknedeni yazarın ne tıır bir insan olduğunu ve eğer onu tanıyorsanızhangi arkadaşlarını romanına koyduğunu görmek. Ro­242manın kendisine gelince, kavrayışın bütünü, insanın meseleyinasıl gördüğü, onun hakkında ne hissettiği, başka şeylerlebağlantısını nasıl kurduğu, milyonda bir kişi bile bununla ilgilenmiyor.Yine de bazen bütün dünyada yapmaya değer başkabir şeyin olup olmadığını merak ediyorum. Şu ötekiler," oteliişaret etti, "hep elde edemeyecekleri birşeyleri istiyorlar. Amayazmanın, yazma girişiminin bile, sıradışı bir doyumu var. Azönce söylediğiniz doğru: insan birşeyler olmayı istemiyor, yalnızcabirşeyleri görmesine izin verilmesini istiyor."Gözlerini dikmiş denize bakarken, sözünü ettiği doyumunbirazı yüzüne gelmişti.Bunalma sırası şimdi RachePdaydı. Hewet yazmaktan sözederken birdenbire duygusuzlaşmışlı. Hiçbir zaman hiç kimseyiumursamayabilirdi; Rachel'ın neredeyse canını acıtacakkadar üstüne geldiğini hissettiği bütün o arzu, Hewet'in onutanıma, ona ulaşma arzusu tümüyle yok olup gitmişti."iyi bir yazar mısınız?" diye sordu."Evet," dedi Hewet. "Birinci sınıf değilim elbette; ikinci sınıfiyiyim; hemen hemen Thackeray kadar iyi diyebilirim."Rachel şaşırıp kalmıştı. Bir kere, Thackeray'e ikinci sınıfdendiğini duymak onu şaşırtmıştı; ayrıca, görüş açısını, günü­müzde büyük yazarların olabileceğine, varsa bile, tanıdığı herhangibirinin büyük bir yazar olabileceğine inanacak kadar genişleıemiyoıdu;Hewet'm özgüveni onu hayretler içinde bırakmıştı;Hewet ise gitgide daha da uzaklaşıyordu."Diğer romanım," diye sözlerini sürdürdü Hewet, "bir fikre- beyefendi olma fikrine saplantısı olan genç bir adam hakkında.Yılda yüz sterlinle Cambridge'de yaşamayı başarıyor. Birceketi var; bir zamanlar çok iyi bir ceketmiş. Ama pantolonu -o kadar da iyi değil. Neyse, sabahın erken saatlerinde Serpentinekıyılarında yaşadığı bir serüven sayesinde Londra'ya gidipseçkin bir topluluğa giriyor. Yalanlar söylemeye ililiyor -gördüğünüzgibi, amacım, ruhun aşama aşama çürüyüşünü göstermek- Devonshire'da büyük bir Loprak sahibinin oğlu oldu­ğunu söylüyor. Bu arada ceket giderek eskimekte; pantolonugiymeye de pek cesaret edemiyor. Muhteşem bir sefahat akşa-243minin ardından sefil adamın bu giysileri süzüşünü hayal edebiliyormusunuz - onlan yalağın ucuna asışım, bir tümüyleaydınlığa, bir gölgeye yerleştirip onlar mı kendisinden, kendisimi onlardan uzun yaşayacak diye merak edişini? Zihnindenintiharla ilgili düşünceler geçiyor. Bir de dostu var, Uxbridgeyakınlarındaki tarlalarda tuzak kurduğu küçük kuşlan satarakher nasılsa geçimini sağlayan bir adam: Her ikisi de bilgin.Böyle açlıktan kıvranan, kızarmış ringa balığının yanında yarımlitre siyah bira içerken size Aristoteles'ten alıntılar yapanbir iki sefil yaratık tanıyorum. Kahramanımı bütün koşullardagöstermek için son moda yaşantıyı da uzun uzadıya betimlememgerekecek. Kahramanımın, doru kısrağını durdurmaşansını yakaladığı Leydi Theo Bingham Bingley, yaşlı, çok zarifbir Muhafazakâr lordun kızı. Eskiden gitmiş olduğum türdenpartileri betimleyeceğim - bilirsiniz, en son çıkan kitabı masalarınınüstünde bulundurmaktan hoşlanan son moda aydınlar.Partiler verirler, nehir partileri, oyunlar oynadığınız partiler.Olayları hayal etmenin güç bir yanı yok; güçlük, onları biçimlendirmekle- Leydi Theo gibi sürüklenip gitmemekte. Onuniçin her şey felaketle sonlandı, zavallı kadın, çünkü kitap, tasarladığımhaliyle, derin ve bayağı bir saygıdeğerlikle sonlanacaktı.Babası tarafından reddedilerek kahramanımla evleniyor;kahramanımın emlakçilik yapmaya başladığı Croydon kasabasınındış kesimlerinde, sıcacık küçük bir köşkte yaşıyorlar.Her şeye rağmen kahramanım gerçek bir beyefendi olmayıhiçbir zaman başaramıyor. Kitabın ilginç yanı da bu. Size okumakisleyeceğiniz türden bir kitapmış gibi geldi mi?" diye sordu;"belki de Stuart tragedyamı daha çok beğenirdiniz," diyedevam etti, onun yanıt vermesini beklemeden. "Düşüncem şuki, geçmişin, sıradan tarihsel roman yazarının saçma gelenekleriyletamamen harap ettiği belirli bir güzelliği var. Ay, GöklerinNaibi oluveriyor. İnsanlar atlarına mahmuzlarıyla vuruyorlarfalan filan. İnsanları sanki tam olarak bizimle aynılarmışgibi ele alacağım. Bunun üstünlüğü şu ki, modem koşullardanbağımsız olunca, insan onlan bizim gibi yaşayan insanlardandaha yoğun, daha soyul kılabiliyor."244Rachel bûlün bunları dikkatle, ama biraz şaşkınlık içindedinlemişti. İkisi de kendi düşüncelerine dalarak oturdu."Ben Hirsl gibi değilim," dedi Heweı, bir duraklamanın ardından;düşünceli bir tavırla konuşuyordu; "insanların ayaklarınınarasında tebeşirle çizilmiş halkalar görmüyorum. Bazenkeşke görsem diyorum. Bana fazlasıyla karmaşık ve kanşık geliyor.insan bir türlü bir karara varamıyor; yaıgıda bulunmayeteneği giderek azalıyor. Size de böyle geliyor mu? Sonra, insanherhangi birinin ne hissettiğini asla bilemiyor. Hepimizkaranlıktayız. Bulup ortaya çıkarmaya çalışıyoruz, ama bir insanınbaşka bir insanla ilgili fikirlerinden daha gülünç bir şeyhayal edebiliyor musunuz? İnsan, bildiğini sanarak yoluna devamediyor; ama gerçekte bilmiyor."Bunu söylerken dirseğine yaslanmış, öğle yemeğindeki Rachel'lahalalarını temsil eden taşlan tekrar tekrar düzenliyordu.Rachel'la olduğu kadar kendi kendisiyle de konuşmaktaydı.Yoğun bir biçimde geri dönmüş olan o arzuya, onu kollarınaalma, dolaylılığa bir son verme, tam olarak ne hissettiğiniaçıklama arzusuna karşı mantığını kullanıyordu. Söyledikleriinandıklarına tersti; onun hakkında önemli olan her şeyi biliyordu;bunları çevrelerindeki havada hissediyordu; ama hiçbirşey söylemedi; taşları düzenlemeyi sürdürdü."Sizden hoşlandım; siz de benden hoşlandınız mı?" dediRachel birdenbire."Sizden sınırsız ölçüde hoşlandım," diye yanıtladı Heweı,beklenmedik bir biçimde söylemek islediklerini söyleme fırsatıverilen birinin iç rahatlığıyla konuşarak. Çakıl taşlarını oynatmayıbıraktı."Birbirimize Rachel ve Terence diyemez miyiz?" diye sordu."Terence," diye yineledi Rachel. "Terence - bir baykuşunçığlığına benziyor."Ansızın basıırıveren bir neşeyle başını kaldırıp baktı; zevktenirileşmiş gözlerle Terence'a bakarken arkalarında gökyüzü­nün uğradığı değişikliği fark etti. Elle tutulur mavi gün soluklaşarakdaha uçuk, daha göksel bir maviye dönmüştü; bulutlarpembeydi, çok uzaklarda toplaşıp birbirlerine yaklaşmışlardı;245yürüyüşlerine başladıkları güneye özgü akşamüstü sıcaklığı,yerini akşamın huzuruna bırakmıştı."Geç olmuş galiba!" dedi.Saat neredeyse sekiz olmuşlu."Ama saatin sekiz olmasının burada bir önemi yok, öyle de­ğil mi?" diye sordu Terence, ayağa kalkıp yeniden kasabanınmerkezine yöneldiklerinde. Zeytin ağaçlarının arasındaki kü­çük bir patikada tepeden aşağı oldukça hızlı bir biçimde yürü­meye başladılar.Birbirlerine daha yakın hissediyorlardı, çünkü saatin sekizolmasının Richmond'da ne anlama geldiğiyle ilgili bir bilgiyipaylaşıyorlardı. Yan yana sığabilecekleri kadar yer olmadığından,Terence önde yürüyordu."Tahminimce, benim roman yazmakla yapmak istediğim şeysenin piyano çalarken yapmak istediğine çok benziyor," diyesöze başladı, dönüp omzunun üzerinden konuşarak. "Şeylerinarkasında ne olduğunu bulup onaya çıkarmak istiyoruz, öyledeğil mi? - Aşağıdaki ışıklara bak," diye devam etti, "gelişigü­zel sağa sola saçılmışlar. Hissettiğim şeyler bana tıpkı ışıklarıngeldiği gibi geliyor... Onları birleştirmek isliyorum... Şekilleroluşturan havai fişeklerden hiç gördün mü?.. Ben şekilleroluşturmak istiyorum... Senin yapmak islediğin de bu mu?"Artık yola çıkmışlardı; yan yana yürüyebiliyorlardı."Piyano çalarken mi? Müzik farklı... Ama ne demek istedi­ğini anlıyorum." Kuramlar uydurmaya, kuramlarını birbiriyleuzlaştırmaya çalıştılar. Hevvet'ın hiç müzik bilgisi olmadığından,Rachel onun bastonunu alıp Bach'ın füglerini nasıl yazdı­ğını açıklamak için ince beyaz toprağın üzerine şekiller çizdi."Benim müzik yeteneğim," diye açıkladı Hewet bu gösterimlerinbirinden sonra, yürümeye devam ederlerken, "icat ettiğisimgeleştirme yöntemini bana öğretmeye çalışan, memleketimdekiköy orgcusu tarafından harap edildi, sonuçta ezgiçalmayı hiçbir zaman öğrenemedim. Annem müziğin oğlançocuklarına uygun, erkekçe bir şey olmadığını düşünüyordu;benim sıçanları, kuşları öldürmemi istiyordu - taşrada yaşamanınen kötü yanı bu. Devonshire'da oturuyoruz. Dünyanın246en güzel yeridir. Yalnız - yetişkinliğe erişince memleketle ya­şamak hep güç olur. Kız kardeşlerimden birini tanımanı isterim...Ah, işte sizin bahçe kapısı-" Kapıyı ilerek açtı. Bir andurakladılar. Rachel onu içeri davet edemedi. Yine karşılaşmayıumduğunu söyleyemedi; söylenecek hiçbir şey yoktu; bunedenle tek söz etmeden kapıdan içeri girdi; çok geçmedengözden kayboldu. Hewet onu gözden yitirir yitirmez o eskihuzursuzluğun öncekinden daha da şiddetli olarak geri geldi­ğini hissetti. Konuşmaları, tam da söylemek istediği şeylerisöylemeye başlarken orta yerinde kesilmişti. Her şeye rağmenne söyleyebilmişlerdi ki? Söyledikleri şeyleri zihninden geçirdi,burgaçlar halinde dönüp durarak, bütün zamanı tüketmişolan, onları birbirlerine böyle yaklaştırıp böyle uzaklara savuran,sonunda onu böyle doyumsuz, Rachel'm ne hissettiği, nasılbiri olduğu hakkında böyle bilgisiz bırakan, gelişigüzel, gereksizşeyleri. Konuşmanın, yalnızca konuşup durmanın neyararı vardı ki?247XVII. BölümMevsimin en civcivli zamanı gelmişti; İngiltere'den gelen hergemi Santa Marina kıyılarına otele çıkacak birkaç kişi bırakı­yordu. Ambrose'larm, otelin insan sıcaklığından yoksun ortamındanuzaklaşabilecekleri bir evlerinin olması yalnızcaHirst'le Hewet için değil, Elliot'lar, Thornbur'ler, Flushing'ler,Bayan Allan ve Evelyn M.'nin yanı sıra, kimliklerinin ayrıntılarıpek az bilindiğinden, Ambrose'lann birer adlan olduğunubile fark etmedikleri başka kimseler için de gerçek bir haz kaynağıydı.Biri büyük biri küçük iki binanın arasında bir tür bağ­lantı kurulmuştu, öyle ki günün büyük bölümünde binalardanbirindekiler diğerinde neler olup bitliğini kestirebiliyorlardı;"köşk" ve "otel" sözcükleri iki ayn yaşam düzenini çağnştınrolmuştu. Tanışıklıklar gelişerek arkadaşlığa dönüşüyordu,çünkü Bayan Parry'nin oturma odası aracılığıyla kurulan o tekbağ, kaçınılmaz olarak, İngiltere'nin farklı bölgelerine uzananbaşka birçok bağa ayrılmıştı; düzenli Ingiliz yaşantısının destekleyiciarı alanından yoksun olduklarından, bu bağlaşımlarkimi zaman kuşku uyandıracak kadar kırılgan, kimi zamansaacı verecek kadar yoğundu. Ayın ağaçlar arasından yusyuvarlakortaya çıktığı bir gece, Evelyn M., Helen'a yaşam öyküsünüanlatıp onun ebedi dostluğunu istedi; başka bir keresinde, sırf248bir iç geçirme, bir duraklama ya da düşüncesizce söylenmiş birsöz yüzünden zavallı Bayan Elliol, gururunu inciten bu soğuk,kurumlu kadınla bir daha asla görüşmemeye yemin ederekköşkü neredeyse gözyaşlan içinde terk etti; gerçekten bir dahahiç görüşmediler. Bu kadar zayıf bir arkadaşlığın parçalarınıbiraraya getirmek için uğraşmaya değmezdi.Heweı, şu sıralar köşkte, "Sessizlik ya da İnsanların SöylemediğiŞeyler" adını alacak olan romanın bazı bölümleri içingerçekten mükemmel malzeme bulabilirdi. Helen'la Rachelçok sessizleşmişlerdi. Bir sım n varlığını sezen ve Rachel'ın bunuondan saklamaya niyetli olduğuna karar veren Bayan Ambrose,anlayış gösterip saygılı davranıyordu, ama bu nedendenötürü ikisi de tuhaf bir ketumluk içindeydiler. Her konudakigörüşlerini paylaşıp, bir fikrin peşine düşerek bir yerlere gitmekyerine, çoğunlukla, gördükleri insanlar hakkında yorumyapmak için konuşuyorlardı; aralarındaki sır, Thornbury'lerleElliot'lar hakkında söyledikleri şeylerde bile kendini hissettiriyordu.Yargılarında her zaman sakin kalan, duygularına kapılmayanBayan Ambrose şimdilerde kötümserliğe daha yatkındı.Bireylere karşı haşin olmamakla birlikte, yazgının sevecenliği,kader, uzun vadede olacak olanlar hakkında kuşkucuydu vebütün bunların çoğu kez, iyi şeyler hak eden insanların aleyhindeişlediğini düşünüyordu. Bu kuramı bile, karmaşanınutkulu olduğu, şeylerin hiçbir neden olmaksızın olageldiği,herkesin bir yanılsama ve bilgisizlik içinde el yordamıyla aranıpdurduğu bir kuramın hatırına çöpe atmaya hazırdı. Memlekettengelen bir mektubu bahane ederek bu görüşleri yeğenineanlatırken belirgin bir zevk duydu: Mektup iyi haberlerveriyordu, ama kötü haberler de verebilirdi pekala. Tam şu andaçocuklarının her ikisinin de motorlu taşıtların altında kalmadığını,cesetlerinin yerde yatmadığını nereden biliyordu?"Başkalarının başına geliyor: Benim başıma neden gelmesin?"diye akıl yürütecekti, beklenen kederin etkisiyle yüzü metinbir ifadeye bürünürken. Bu görüşler ne denli içtenlikli olursaolsun, bunları çağrıştıran, kuşkusuz, yeğeninin zihninin mantıksızdurumuydu. Zihni öyle dalgalanıyor, sevinçten umuı-249suzluga öyle hızlı geçiyordu ki, karşısına sağlam, sağlam oldu­ğu kadar karanlık bir kanıyla çıkmak gerekli görünüyordu.Belki de Bayan Ambrose konuşmayı bu yana çekmekle Rachel'maklından geçenlerin ne olduğunu ortaya çıkarabileceğinidüşünüyordu, ama bir yargıya varmak güçtü, çünkü Rachelkimi zaman söylenen en kasvetli şeye bile katılırken, başka zamanlardadinlemeyi reddediyor, kahkahalarıyla, gevezelikleriyle,aşırı alaycılığıyla ve "bir kuzgunun balçıkta gaklayışı"diye adlandırdığı şeyin patlamasına yol açabildiği azgın öfkesiyle,Helen'in kuramlarım boğazına tıkıyordu."Bu olmadan da yeterince zor," dedi."Ne zor?" diye sordu Helen."Yaşam," diye yanıtladı Rachel; sonra ikisi de sustu.Helen, yaşamın neden zor olduğuyla, belki de bir saat sonrayaşamın neden, Rachel'm gözlerinin onu izleyen bir gözlemciyegerçek bir coşkuyu yansıttığı harika ve capcanlı bir şey oluverdiğiyleilgili kendince sonuçlar çıkarabilirdi. İnancına sadık kalarak,karışmaya yeltenmedi, oysa daha ilkesiz biri için onu birazsıkıştırıp her şeyi öğrenmenin çok kolay olabileceği o zayıfbunalım anlan yeterince çoklu; belki Helen'in bu yolu seçmeyi-şi Rachel'ı da üzüyordu. Bütün bu ruh halleri,. Helen'in, çağlayanadoğru ilerleyen bir nehrin hızlı, daha hızlı, daha da hızlıakmasına benzettiği genel bir izlenim yaratıyordu, içinden,Dur! diye haykırmak geliyordu ama Dur! diye haykırmanın biryaran olsaydı bile şeylerin kendi yollarını tutmasının en iyisiolduğunu düşünerek bundan kaçınırdı, su akıyordu çünkü yeryüzüonun akmasını sağlamak üzere biçimlendirilmişti.Rachel ise gözlenmekte olduğundan ya da tavrında dikkatçekici herhangi bir şeyin bulunduğundan hiç kuşkulanmıyormuşgibi görünüyordu. Ona ne olmuştu, bilmiyordu. Zihni,Helen'in benzetmesindeki akan suyla aynı durumdaydı. Terence'ıgörmek isliyordu; o yokken durmaksızın onu görmeyi diliyordu;onu görmeyi özlemek bir ıstıraptı; onun yüzünden ıstıraplargününün her yanını kuşatıyordu, ama yaşamını yönetenbu gücün nereden çıktığını kendine hiç sormadı. Rüzgârındurmaksızın aşağı doğru bastırdığı bir ağaç, rüzgâr tarafından250aşağı bastırılmanın sonuçlarını ne kadar ölçüp biçerse, Rachelda herhangi bir sonuç hakkında o kadar düşünüyordu.Yürüyüşlerinden bu yana geçen iki ya da üç hafta içinde,Terence'tan gelen yarım düzine pusula çekmecesinde birikmiş­ti. Onları okuyup bütün sabahı mutluluktan afallayarak geçiriyordu;kendini çözümleme becerisi, pencerenin dışındaki gü­neşli toprağın kendi rengini, sıcaklığını çözümleme becerisindenfazla değildi. Böylesi ruh hallerindeyken okumak ya da piyanoçalmak olanaksız geliyordu, kıpırdamak bile istemiyordu.Zaman, o farkına varmadan geçiyordu. Karanlık oluncaotelin ışıkları onu pencereye çekiyordu. Yanıp sönen ışıklardanbiri Terence'm penceresindeki ışıktı: Orada oturmuş, belkiokuyordu, ya da kitapları birbirinin peşi sıra raftan çekerek biraşağı bir yukarı yürüyordu; şimdi yeniden sandalyesine oturmuştu;Rachel onun ne düşündüğünü hayal etmeye çalıştı.Durağan ışıklar, Terence'ın, çevresinde devinen insanlarlaoturduğu odaları belirtiyordu. Otelde kalan herkesin kendineözgü bir romantikliği, ilginçliği vardı. Onlar sıradan insanlardeğillerdi. Bilgeliği Bayan Elliot'a, güzelliği Susan Warrington'a,muhteşem bir canlılığı Evelyn M.'ye uygun görüyordu,çünkü Terence onlarla konuşuyordu. Bunalımlı ruh hallerinide aynı şekilde dışa vurmuyor, içine atıyordu. Zihni, dışarıdakimanzaranın bulutlar altında, karanlıkta, rüzgâr ve doluylaacımasızca kırbaçlanan hali gibiydi. Yine edilgin bir biçimde,acıya karşı korumasız, sandalyesinde oturuyordu; Helen'in hayalperestya da kasvetli sözleri, onu yaşamın güçlüğü karşısındahaykırması için dürten küçük oklar gibiydi. Tüm nıh hallerininiçinde en iyisi, bu duygu geriliminin yine hiç neden olmaksızıngevşediği ruh halleriydi; yaşam her zamanki gibi devamediyordu, yalnız, yaşanan olaylarda daha önceleri bilinmeyenbir sevinç ve renk oluyordu; bu olayların o ağaçla görmüşolduğuna benzer bir anlamları vardı: Geceler, onu gündenayıran siyah parmaklıklardı; bütün günleri bir tek uzun,kesintisiz duyguya dönüştürmek islerdi. Bu ruh halleri doğrudanya da dolaylı olarak Terence'm varlığından veya onu dü­şünmekten kaynaklandığı halde ona âşık olduğunu kendi251kendisine hiç söylememiş, böyle şeyler hissetmeyi sürdürürseneler olacağım da hiç düşünmemişti, öyle ki Helen'in çağlayanadoğru ilerleyen nehir imgesi gerçeklerle büyük benzerlikiçindeydi ve Helen'in kimi zaman hissettiği telaşı haklı çıkarı­yordu.İçindeki garip, çözümlenmemiş duygularla, zihni üzerindeherhangi bir etkisi olabilecek bir tasarı kurmayı beceremiyordu.Kendini rastlantıların merhametine terk etmişti, bir günTerence'ı özlüyor, ertesi gün onunla buluşuyor, mektuplarınıher zaman şaşkınlıktan sıçrayarak alıyordu. Kur yapma sürecininilerleyişi konusunda deneyimli herhangi bir kadın, bütünbunlardan ona en azından üzerine gideceği bir kuram verecekbelirli kanılar edinirdi; ama daha önce hiç kimse Rachel'a âşıkolmamıştı; o da hiçbir zaman kimseye âşık olmamıştı. Üstelik,Uğultulu Tepeler'den insan, Üstün insan'a ve Ibsen'in oyunları­na kadar, okumuş olduğu kitapların hiçbirinde aşkla ilgili çö­zümlemeler, kadın kahramanların onun şimdi hissetmekte olduğuşeyi hissettiğini akla getirmiyordu. Duygularının adıyokmuş gibi geliyordu ona.Terence'la sık sık buluşuyordu. Buluşmadıkları zamanlardaTerence bir kitapla birlikte ya da bir kitap hakkında pusulalargönderiyordu, çünkü, ne de olsa, o yakınlaşma girişimini gözardıetmeyi başaramamıştı. Ama kimi zaman yst üste birkaç güngelmediği ya da yazmadığı oluyordu. Tekrar buluştukları zaman,buluşmalarında canlandırıcı bir sevinç ya da tedirgin edicibir umutsuzluk olabiliyordu. Bütün vedalaşmalarının üzerinde,her ikisini de doyumsuz bırakan bir yarıda kesilmişlik hissi asılıkalıyordu; aynı duyguyu paylaştıklarından habersizlerdi.Rachel kendi duygularından habersizse, onunkilerden büsbütünhabersizdi. Önceleri Terence bir tanrı gibi hareket ediyordu;onu daha iyi tanımaya başladığında hâlâ ışığın merkeziydi,ama bu güzellik harika bir güçle, Rachel'ı atılgan, kendindenemin kılma gücüyle birleşiyordu. Kendisinde bulunduğunuhiç tahmin etmediği duyguların, güçlerin, ve dünyada,bu zamana kadar bilinmeyen bir derinliğin farkına varıyordu.İlişkilerini düşünürken, akıl yürütmekten çok, görüyordu,252Terence'ın ne hissettiği hakkmdaki kendi görüşünü, onun, gelipyanıbaşında dursun diye odanın karşı tarafına çizilmiş birresmiyle simgeliyordu. Odanın bir tarafından öteki tarafına bugeçiş, bedensel bir duyuma neden oluyordu, ama bunun neanlama geldiğini bilmiyordu.Zaman, yüzeyde dingin, parlak bir görünümle böyle akıp gidiyordu.İngiltere'den mektuplar geliyordu, Willoughby'denmektuplar geliyordu; günler, yılı biçimlendiren küçük olaylarıbiriktiriyorlardı. Dış görünüşle, Pindaros'un odlarından üçüonarılmış, Helen nakışından yaklaşık on iki santimetre katetmişve St. John bir oyunun ilk iki perdesini tamamlamıştı. ArtıkRachel'la çok iyi arkadaş olduklarından, bunları yükseksesle ona okuyordu; Rachel, ritimlerdeki maharetten, sıfatlarınçeşitliliğinden ve bunların yanı sıra onun Terence'm dostu olduğugerçeğinden öyle samimi etkileniyordu ki, St. John, hukukladeğil de edebiyatla uğraşmak için mi doğmuş olduğunumerak etmeye başlamıştı. Birden fazla çiftle pek çok bekâr insaniçin derin düşünceler ve ani açmlamalar zamanıydı.Rachel'la İspanyol hizmetçi dışında köşkteki kimsenin pekumurunda olmayan bir pazar günüydü. Rachel hâlâ kiliseyegidiyordu, çünkü Helen'a göre bu konuda düşünme zahmetinehiç katlanmamıştı. Daha önce otelde ayin düzenlemiş olduklarından,bahçeden ve otelin salonundan geçmenin onakeyif vereceğini umarak, Terence'ı göreceğinden ya da onunlakonuşma fırsatını bulacağından çok kuşkulu olduğu halde,oraya gitti.Oteldeki konukların büyük çoğunluğu İngiliz olduğundan,pazar günüyle çarşamba günü arasında neredeyse İngiltere'dekikadar fark vardı; pazar günü burada da oradaki gibiydi, yo­ğun iş günlerinin dilsiz kara hayaleti ya da tövbekâr ruhu. Ingilizlergün ışığını solduramıyorlardı, ama mucizevi bir biçimdesaatleri yavaşlatabiliyor, olayları yavanlaştırabiliyor, öğünleriuzatabiliyor, hizmetkârlarla komilerin bile sıkıntılı ve edeplibir tavır takınmasına yol açabiliyorlardı. Herkesin en iyi giysilerinigiymesi genel etkiyi güçlendiriyordu; hanımların hiçbiritertemiz kolalanmış kombinezonunu kıvırmadan oturamıyor,253beylerin hiçbiri kaskatı gömlek önünden gelen ani bir hışırtıolmaksızın soluk alamıyordu.Saatin kolları on bire yaklaştığında, kırmızı yapraklı küçükkitaplarını elleriyle kavrayan çeşitli insanlar yavaş yavaş salondatoplanmaya başladılar. Tombul, kara bir suret, çevresindekilerinfarkında olduğu halde selamları kabul etmemeyi yeğ­lermiş gibi dalgın bir ifadeyle salondan geçip koridorun aşağı­sında gözden kaybolduğunda saat on bire birkaç dakika kaldı­ğını gösteriyordu."Bay Bax," diye fısıldadı Bayan Thombury.Küçük topluluk tombul kara suretle aynı yöne doğru hareketetmeye başladı. Onlara katılmak için hiçbir çaba göstermeyeninsanlann acayip bakışları altında, bir istisnayla, yavaş yavaş,dikkatle merdivenlere yöneldiler, istisna, Bayan Flushing'di.Koşa koşa merdivenlerden aşağı inip uzun adımlarlasalondan geçLİ, soluk soluğa tören alayına katılarak heyecanlıbir fısıltıyla Bayan Thombury'e, "Nereye, nereye?" diye sordu."Hepimiz gidiyoruz," dedi Bayan Thombury usulca; çok geç­meden ikişer ikişer merdivenlerden iniyorlardı. Rachel ilk inenlerinarasındaydı. Terence'la Hirst'ün kara birer ciltle değil de,Sl. John'ın kolunun altında taşıdığı, açık mavi renk bir kumaşlaciltlenmiş, incecik bir tek kitapla en arkadan geldiğini görmedi.Kilise, keşişlerin eski kilisesiydi. Yüzlerce yıl boyunca Kudasayinini tekrarladıkları, soğuk ay ışfğında kefaret ödedikleri,kahverengi eski resimlere ve duvar oyuklarında şükran duasıylaellerini kaldırmış duran aziz yontularına taptıkları derin,serin bir yerdi. Katolik tapınmadan Protestan tapınmayageçişle köprüyü, ayinlerin olmadığı, burada yağ kavanozları­nın, içkilerin ve katlanır koltukların istiflendiği bir terk edilmişlikzamanı kurmuştu; otel gelişirken dinsel bir toplulukburayı ele geçirmiş, cilalanmış sarı renkli birkaç sıra ve şaraprengi taburelerle döşemişti; küçük bir vaiz kürsüsü ve sırtındaİncil taşıyan, pirinçten bir kartalı vardı, çeşitli zamanlarda sofukadınlar buraya kare biçiminde çirkin halılar ve adlarınınbaş harflerini altın sırmalarla yazdıkları, ağır işlemelerle bezenmişuzun nakış şeritleri yerleştirmişlerdi.254Cemaat içeri girdiğinde, bir armonyumdan çıkan yumuşak,tatlı akorlarla karşılandı, çuha bir perdeyle gözlerden saklananBayan Willett kararsız parmaklarla sert akorlar basıyordu. Ses,suya düşen bir taştan yayılan halkalar gibi küçük kilisenin içineyayılıyordu. Cemaati oluşturan yirmi, yirmi beş kişi öncebaşlarını eğdi, sonra dik oturup çevrelerine baktılar. İçerisiçok sessizdi; burada, aşağıda, ışık yukarıdaki ışıktan daha solgungibiydi. Alışıldık selam ve gülümsemelere gerek duymadı­lar, ama birbirlerini göz ucuyla süzdüler. Göklerdeki Babamızduası okunuyordu. Seslerin çocuksu çağıltısı yükseldikçe, pekçoğu yalnızca merdivende karşılaşmış olan cemaat dokunaklıbir biçimde birleştiğini, birbirine sevecen duygular beslediğinihissediyordu. Sanki dua, benzine değdirilen bir meşaleydi de,kendiliğinden bir duman yükselip içerisini memleketlerindekisayısız pazar sabahının sayısız ayininin hayaletleriyle dolduruyordu.Özellikle Susan Warrington, elleriyle yüzünü kapatıpparmaklarının arasından bükülmüş sırtlara bakarken kardeşlikduygusunun en tatlısını hissediyordu. Kendini ve yaşamıonaylayan duygulan, sakin, dengeli bir biçimde kabarıyordu.Her şey ne kadar sessiz, ne kadar iyiydi. Ama bu huzurlu havayıyaratmış olan Bay Bax birdenbire sayfayı çevirip bir mezmurokudu. Sesinde hiç değişiklik olmadığı halde ortam bozulmuştu."Bana merhamet et, ey Tanrım," diye okuyordu, "çünkü insanoğlubeni yiyip bitirmeye uğraşıyor: Her gün savaşıyor vebeni rahatsız ediyor... Her gün sözlerimi yanlış anlıyorlar:Tüm hayal ettikleri bana kötülük yapmak. Hepsi birbirine tutunupbirbirine yakın duruyor... Onlann dişlerini kır, ey Tanrım,ağıziannın içinde; o arslanlann çene kemiklerini ez, eyTanrım: Hızla akan su gibi dökülüp gitmelerini sağla; oklarınıfırlattıklarında yanlış yere gitmesini sağla."Susan'ın bununla örtüşen bir tek deneyimi bile yoktu; şeyyaşamamıştı; Lear'ın yüksek sesle okunan konuşmalarını dinlerkengösterdiğiyle aynı türden, alışkanlıktan gelen bir saygıylatakip etmekle birlikte, içinde hiç dil sevgisi bulunmadı­ğından, böylesi sözlerle ilgilenmeyi çoktan bırakmıştı. Zihni255hâlâ dingindi ve kendi doğasını övmekle, Tanrı'yı övmeklemeşguldü - yani, dünyanın ağırbaşlı ve tatminkâr düzenini.Ama yüzlerine şöyle bir bakıldığında ötekilerin çoğunun,özellikle erkeklerin, bu yaşlı vahşinin apansız araya girmesininuygunsuzluğunu hissettiği görülebiliyordu. Baldırlarınadoladığı bezle çölde bir kamp ateşinin başında, hararetli el kolhareketleriyle lanetler okuyan yaşlı siyahi adamın zırvalamalarınıdinledikçe, daha laik ve eleştirel görünüyorlardı. Bununardından, sınıftalarmış gibi bir sayfa çevirme sesi duyuldu;sonra Eski Ahit'ten kuyu yapmakla ilgili küçük bir parça okudular,tıpkı Fransızca dilbilgisini kapatıp Onbinlerirı Dönü­şü nden kolay bir parçanın çevirisini yapan okul çocuklarınabenziyorlardı. Sonra, Yeni Ahit'e, Isa'nın üzgün ve güzel suretinedöndüler. İsa konuşurken, onun hayatla ilgili yorumunukendi yaşadıkları hayata uydurmak için bir kez daha çabaladı­lar, ama hepsi çok farklı olduklarından, kimi sağduyulu, kimihırslı, kimi aptal, kimi delidolu ve deneyci, kimi âşık, diğerleriyserahatlık duygusu dışındaki herhangi bir duygudan çoklangeçmiş olduklarından, İsa'nın sözleriyle birbirinden çokfarklı şeyler yaptılar.Yüzlerinden anlaşıldığı kadarıyla çoğu hiç de çaba harcamı­yor, iğne oyası yapan o hamarat kadınlardan birinin, yaygısındakiparlak çirkin deseni güzellik diye kabul etmesine benzerbiçimde, deyim yerindeyse, yan gelip yatarak, sözcüklerin aklagetirdiği fikirlerin iyiliği temsil ettiğini kabul ediyordu.Üzerinde düşünülmesine gerek olmayacak kadar aşina, garip,hoş bir duygu bulutunun içine hemen süzülüvermek yerine,Rachel, kim bilir hangi nedenle, hayatında ilk kez, söylenenlerieleştirel bir biçimde dinledi. Düzensiz bir biçimde duadanmezmura, mezmurdan tarihe, tarihten şiire savrulduklarıve Bay Bax'in metnini okuduğu süre boyunca Rachel şiddetlibir rahatsızlık içindeydi. Başarısız bir müzik parçası kötü birbiçimde çalınırken orada oturmaya zorlandığında hissettiği rahatsızlıkda böyle olurdu. Yanlış yerlere vurgu yapan orkestraşefinin beceriksiz duyarsızlığı onu nasıl boş vaatlerle kıvrandı-rıp hiddetlendiriyorsa, bilmeden ya da umursamadan uysalca256övüp razı olan kalabalık dinleyici sürüsü onu nasıl kızdırıyorsa,şimdi de öyle kıvranıyor, hiddetleniyordu, yalnız burada,yarı kapalı gözlerle ve büzülmüş dudaklarla zoraki ciddiyethavası öfkesini artırmaktaydı. Dört bir yanında, hissetmedikleribir şeyi hissediyormuş gibi yapan insanlar vardı, oysa başı­nın üstünde bir yerlerde içlerinden hiçbirinin kavrayamadığı,kavrar gibi yaptığı o fikir uçuşuyordu, hep ulaşılamayacak biryere kaçan güzel bir fikir, kelebeğe benzeyen bir fikir. Dünyadabu sarsak çabanın ve yanlış anlamanın durmaksızın sürüpgittiği .devasa, katı, soğuk büLün kiliseler birbirinin peşi sıragözünün önünde belirdi; açıkça göremeyen, sonunda görmeçabasından vazgeçen, gözlerini yan kapatıp dudaklarını büzerekuysalca övgüye ve razı oluşa geri dönen sayısız erkekle vekadınla dolu kocaman binalar. Bu düşüncede, hep basılı sayfaylagözlerin arasına giren buğu tabakasının neden olduğu rahatsızlıklaaynı türden bedensel bir rahatsızlık vardı. Ayin devamederken, o tabakayı sıyırıp tapınılacak birşeyler hayal etmekiçin elinden geleni yaptı, ama Bay Bax'in fikri çarpıtanşeyler söyleyen sesi ve meleyen anlamsız insan seslerinin, dörtbir yanına dökülen nemli yapraklar misali çıkardığı mırıltı yü­zünden hep yolunu şaşırıp başarısız oldu. Bu çaba yorucu vemoral bozucuydu. Dinlemeyi bırakıp gözlerini yakındaki birkadının, adanmış dikkat ifadesi ne olursa olsun tatmin duydu­ğunu kanıtlar gibi görünen bir hastane hemşiresinin yüzünedikti. Ama ona dikkatle bakınca, hastane hemşiresinin yalnızcakörü körüne razı olduğu, tatmin olmuş görünümünün hiçde içinden gelen muhteşem bir Tanrı kavrayışından kaynaklanmadığısonucuna vardı. Gerçekten, onunki gibi sıradan,ufak tefek ödevlerle ufak tefek garezlerin çizgiler bıraktığı kü­çük yuvarlak kırmızı bir yüzü olan, cansız mavi gözleri yo­ğunluktan, bireysellikten yoksun bakan, yüz hallan bulanık,duyarsız, nasır tutmuş bir kadın nasıl olur da kendi deneyimininçok dışındaki herhangi bir şeyi kavrayabilirdi? Sığ ve kendinibeğenmiş bir şeye tapıyor, bir denizminaresinin gayretkeşliğiyleona tutunuyordu, dediğim dedik ağzı bunun kanı­tıydı; hiçbir şey onu kendi erdemine ve dininin erdemlerine257duyduğu sözde alçakgönüllü inançtan koparamazdı. Duyarlıyanım bir kayaya yapıştırmış, yanından geçip giden taze, güzelşeylerin koşturmacasına sonsuza dek ölü yanını dönmüş birdenizminaresiydi o. Bu inanan insan yüzü Rachel'm zihninekeskin bir korku izlenimiyle kazındı; Hıristiyanlık'a duyduğunefreti ilan ederken Helen'in ne demek istediğini, St. John'ınne demek istediğini bir anda kavradı. O anda duygularınadamgasını vuran şiddetle, eskiden örtük olarak inandıklarınınhepsini yadsıdı.Bu arada Bay Bax ikinci dersin yarısına gelmişti. Rachel onabaktı. Esnek dudakları, hoşa giden tavrıyla görmüş geçirmişbir adamdı, akıllılıkla uzaktan yakından ilgisi olmamakla birliktegerçekten de çok iyi yürekli, basit biriydi, ama Rachel'ınruh hali böyle niteliklerden ötürü kimseyi övmeye uygun de­ğildi; onu, ayinindeki tüm erdemsizliklerin timsaliymiş gibiinceledi.Kilisenin tam arkasında Bayan Flushing, Ilirst ve Hewet,çok farklı bir ruh haliyle bir sırada oturuyorlardı. Hewet bacaklarınıöne uzatmış, çatıya bakıyordu, hiçbir zaman ayiniherhangi bir duygusuna ya da fikrine uydurmaya çalışmadı­ğından, hiçbir engel olmaksızın dilin güzelliğinin tadını çıkarabiliyordu.Zihni ilkin önündeki kadınların saçları, yüzlerevuran ışık gibi rastlantısal şeylerle meşgul oldu; sonra onamuhteşem gelen sözcüklerle, sonra da, daha belli belirsiz, ötekiinananların kişilikleriyle. Ama ansızın Rachel'ı fark edincebütün bu düşünceler kafasından çıktı; yalnızca onu düşündü.Mezmurlar, dualar, karşılıklı okuma, vaaz, hepsi, önce duraklayıpsonra biraz daha yükselerek ya da biraz daha alçalarakyinelenen bir tek teraneye indirgendi. Sırayla bir Rachel'a birtavana bakıyordu, ama şimdi yüzündeki ifade, gördüklerindendeğil, zihnindeki bir şeyden kaynaklanıyordu. Rachel düşüncelerindennasıl canı yanacak kadar rahatsızlık duyuyorsa, oda kendininkilerden neredeyse o kadar rahatsızlık duyuyordu.Ayinin başlarında Bayan Flushing yanına dua kitabı yerineİncil almış olduğunun farkına varmıştı; Hirst'ün yanında oturduğundan,onun omzunun üzerinden kaçamak bir göz attı.258Hirsi hiç durmaksızın ince uçuk mavi cildi okuyordu. Ne olduğunuanlayamayan Bayan Flushing daha yakından dikkatlebaktı, bunun üzerine Hirsl kibarca kitabı onun önüne koyarakönce Yunanca bir şiirin ilk dizesini, sonra da karşısındaki çevirisiniişaret etli."Bu nedir?" diye fısıldadı Bayan Flushing merakla."Safo," diye yanıtladı Hirst. "Swinbume'ünki - bugüne dekyazılmış olan en iyi şey."Bayan Flushing böyle bir fırsata karşı koyamadı. Karşılıklıokuma sırasında Afrodit'e Yakanş'ı yalayıp yuttu, Safo'nun nezaman yaşadığını, okumaya değer başka neler yazdığını sormamakiçin kendini güç tutuyor, duanın sonuna tam zamanındakatılmayı ustalıkla başarıyordu, "günahların bağışlanacağına,bedenin dirilişine ve ebedi hayata. Amin."Bu arada Hirst bir zarf çıkarıp arkasına birşeyler çiziktirmeyebaşladı. Bay Bax vaiz kürsüsüne çıktığında zarfını sayfalarınarasına koyup Safo'yu kapattı, gözlüğünü yerleştirip bakışları­nı kararlılıkla din adamına dikti. Kürsüde dururken çok iri veşişman görünüyordu; vitraysız yeşilimsi pencere camından ge-. len ışık, yüzünün çok iri bir yumurta gibi pürüzsüz ve beyazgörünmesine neden oluyordu.İçlerinden bazıları onun büyükbabası, büyükannesi olacakyaşta olduğu halde mülayim bir ifadeyle yukanya, kendisine bakanbütün o erkek ve kadın yüzlerine baktı ve ciddi, ağırbaşlıbir tavırla metnini okudu. Vaazın anafikri, bu güzel topraklanziyaret edenlerin, tatilde olsalar bile, yerlilere bir görev borçluoldukianydı. Doğrusu, haftalık gazetelerdeki genel ilgi uyandı­racak konularla ilgili bir başmakaleden pek farkı yoktu. Canayakınbir laf kalabalığıyla bir başlıktan diğerine gezinirken, bü­tün insanogullarının derileri altında birbirleriyle aynı olduğunu,ima ediyor, bunu, küçük İspanyol oğlanlann oynadığı oyunlarlaLondra sokaklarındaki küçük oğlanların oynadığı oyunlarınbirbirine benzemesiyle örneklendiriyor, çok küçük şeylerin, insanları,özellikle yerlileri etkilediğini öne sürüyordu; gerçektende Bay Bax'in çok sevgili bir dostu ona Hindistan'daki, o uçsuzbucaksız ülkedeki egemenliğimizin başarısının, büyük ölçüde,259lngilizler'in yerlilere karşı kibar davranmalarını öngören kurallarınkatı bir biçimde uygulanmasına dayandığım söylemişti,buradan, küçük şeylerin ille de küçük olmadığını söylemeyegeçti, oradan da bir şekilde duygudaşlığın erdemine, ki bu, içindeyaşadığımız deneyler ve başkaldırılar çağında - uçak ve telsiztelgraf bunun kanıtıydı - bugün her zamankinden daha fazlaihtiyaç duyulan bir erdemdi, hem babalarımıza kendini pekgöstermemiş olan, ama kendine adam diyen hiç kimsenin çözmedenbırakamayacağı başka sorunlar da vardı. Burada Bay Baxdaha belirgin bir biçimde din adamına benzedi, bütün bunlarınsamimi Hıristiyanlar'a özel bir görev yüklediğini işaret ederken,böyle bir şey olanaklıysa, masum bir kurnazlıkla konuşur gibiydi.Şimdi insanların söyleme eğiliminde oldukları şey şuydu,"Ha, o mu - o bir papaz." Bizim onların söylemesini istediğimizşeyse, "O iyi bir adam" - başka deyişle, "O benim kardeşim."Onlan modem insanlarla teması kesmemeye teşvik etti; ne türkeşifler yapılırsa yapılsın yeri doldurulamayacak olan, aralarındaki,en başarılı ve en parlak kişiler için de tıpkı babalan içinolduğu gibi bir gereklilik olan bir keşfin bulunduğunu görebilmekiçin, onlann çok çeşitli ilgi alanlarına anlayış göstermeliydiler.En mütevazı olan, yardım edebilirdi; en önemsiz şeylerinbir etkisi vardı (burada tavrı belirgin biçimde papazlara yakışırbir hal aldı, sözleri kadınlara yönelik gibiydi, çünkü ger­çekten de Bay Bax'in cemaatleri çoğunlukla kadınlardan oluşurduve din adamlarına özgü masum kampanyalannda onlara gö­rev yüklemeye alışkındı). Daha kesin talimatları bir yana bırakarakdevam etti; ele aldığı izlek genişleyerek bir toparlamayadönüştü, uzun bir soluk alarak dimdik durdu, - "Tıpkı buluttanaynlıp koca okyanusa düşen yalıtılmış, yalnız, diğerlerinden ayrıbir su damlasının, bilimadamlannın bize söylediği üzere, yalnızcadoğrudan okyanusta düştüğü o noktayı değil, birlikte kocabir su evrenini oluşturan bütün o sayısız damlaları değiştirdi­ği gibi ve böylece yerkürenin parçalarının düzenlenişini, milyonlarcadeniz yaratığının yaşamlarını, son olarak, geçimini sahillerdearayan erkeklerle kadınların yaşamlarını değiştirdiği gibi-tıpkı bütün bunların, herhangi bir yağmurun kendilerini260yeryüzünde yitirmek üzere milyonlarcasını gönderdiği bir teksu damlasının gücü dahilinde olduğu gibi, kendilerini yitirmeküzere diyoruz ama onlar olmadan yeryüzünün meyvelerininserpilemeyecegini çok iyi biliyoruz- her birimizin erişebileceğibir mucize de işte bununla karşılaştırılabilir, her birimiz, içineküçük bir sözcük ya da küçük bir iş bırakıvermekle koca evrenideğiştiririz; evet, bu ciddi bir düşünce, değiştiririz, iyiye ya dakötüye doğru, bir tek an için değil ya da bir tek havalide değil,bütün bir ırk boyunca ve ebediyete dek." Alkışa meydan vermemekistercesine ansızın dönüp, aynı solukla ama farklı bir sestonuyla devam etti, - "Şimdi, Göklerdeki Babamız..."Onları kutsadı; ardından, perdenin arkasındaki armonyumdanyine ağırbaşlı akorlar yükselirken insanlar ayaklarını sü­rümeye, el yordamıyla aranmaya, hantal adımlarla ve dikkatlekapıya doğru ilerlemeye başladılar. Üst kata çıkarken yan yolda,yukarıdaki dünyanın ışıklanyla ve sesleriyle aşağıdakininloşluğunun ve ölmekte olan ilahi nağmesinin birbiriyle çekiş­tiği bir noktada, Rachel omzuna bir elin konduğunu hissetti."Bayan Vinrace," diye fısıldadı Bayan Flushing buyurgan birtavırla, "öğle yemeğine kalın. Öyle kasvetli bir gün ki. Öğleyemeğinde bir et bile vermiyorlar. Lütfen kalın."Dışan çıkıp salona geldiler, pazar günü kiliseye gitmeselerde, giysilerinden ötürü az daha gidecekmiş gibi görünen insanlarınmeraklı, saygılı bakışları küçük topluluğu bir kez dahaselamladı. Rachel bu ortama daha fazla katlanamayacağınıhissediyordu, tam geri gitmek zorunda olduğunu söylemeküzereydi ki, Evelyn M.'yle konuşmaya dalmış olan Terenceyanlarından geçti. Bunun üzerine Rachel, insanların çok saygı-değer göründüğünü söylemekle yetindi, Bayan Flushing ise buolumsuz sözü onun kalacağına yordu."Yurldışındaki Ingilizler!" diye karşılık verdi, düşmanca bircanlılıkla parlayarak. "Ne berbatlar değil mi! Ama biz buradakalmayacağız," diye devam etti Rachel'ın kolunu çekiştirerek."Yukarıya, odama gelin."Hewet'ın, Evelyn'in, Thornbury'lerin ve Elliot'ların yanındangeçerek onu götürdü. Hevveı öne doğru bir adım attı.261"Öğle yemeği-" diye söze başladı."Bayan Vinrace öğle yemeğini benimle yiyeceğine söz verdi,"dedi Bayan Flushing, sonra İngiltere'nin orta sınıfları arkalarındankovalıyormuş gibi merdivenleri güçlü adımlarıyladöverek yukarı çıkmaya başladı. Yatak odasının kapısını arkalarındançarparak kapatana kadar da durmadı."Ee, ne düşündünüz?" diye sordu, kesik kesik soluyarak.Rachel'ın biriktirdiği tüm tiksinme ve dehşet, denetimindençıkıp boşanıverdi."Hayatımda gördüğüm en tiksinti verici gösteri olduğunudüşündüm!" diye patladı. "Nasıl yapabilirler - nasıl cüretederler - ne demek isliyorlar - Bay Bax, hastane hemşireleri,yaşlı adamlar, fahişeler, iğrenç-"Hatırladığı noktaların, elinden geldiğince hızlı bir taklidiniyaptı, ama durup duygularını çözümleyemeyecek kadar içerlemişıi.Başıyla ve elleriyle hareketler yaparak odanın ortasındadikilmiş haykırırken, Bayan Flushing yoğun bir tat alarak onuseyretti."Devam edin, devam edin, haydi devam edin," diye kahkahaattı, ellerini çırparak. "Sizi dinlemek çok keyifli!"'"Peki neden gidiyorsunuz?" diye sordu Rachel."Kendimi bildim bileli her pazar günü giderim," diye kıkırdadıBayan Flushing, sanki bu başlıbaşına bir nedenmiş gibi.Rachel ansızın pencereye döndü. Böyle bir tutkuya kapılmasınaneyin neden olduğunu bilmiyordu artık; salonda Terence'ıgörmek düşüncelerini karman çorman etmişti, içerlemişve öylece kalakalmıştı. Dağın yamacının ortasındaki kendiköşklerine baktı. Camın çerçevesinden görüldüğünde en tanı­dık manzaranın bile insana tanıdık gelmeyen bir farklılığı vardır;Rachel, baktıkça sakinleşti. Sonra, iyi tanımadığı birır inyanında olduğunu hatırladı; dönüp Bayan Flushing'e baktı.Bayan Flushing hâlâ yatağın kenarında oturmuş yukan bakı­yordu, dudakları, güçlü beyaz dişlerini iki sıra halinde gösterecekbiçimde aralanmıştı."Söyleyin bana," dedi, "hangisini daha çok seviyorsunuz,Bay Hevveı'ı mı yoksa Bay Hirst'ü mü?"262"Bay Hewet'ı," diye yanıtladı Rachel, ama sesi kulağa doğalgelmiyordu."Kilisede Yunanca okuyan hangisi?" diye sordu Bayan Flushing.İkisi de olabilirdi; Bayan Flushing ikisini de tarif edip ikisininde onu korkuttuğunu, ama birinin diğerinden daha çokkorkuttuğunu söylemeye geçtiğinde Rachel sandalye arıyordu.Oda, elbette, oteldeki en geniş, en konforlu odalardan biriydi.İçeride kalın kahverengi kumaşla kaplanmış çok sayıda kolluklakanepe vardı, ama bunların her biri kare biçiminde kocabir parça san karton tarafından işgal edilmişti; karton parçalannınhepsi parlak yağlı boya noktalarla ve çizgilerle benek benekve çizgi çizgiydi."Ama onlara bakmamaksınız," dedi Bayan Flushing, Rachel'ıngöz gezdirdiğini görünce. Ayağa fırlayarak elinden geldi­ğince kartonlan yere yüz üstü çevirdi. Ne var ki, Rachel içlerindenbirini elinde tutmayı başarmıştı; Bayan Flushing birsanatçının kibriyle, endişeli, "Ee, ee?" diye sordu."Bir tepe," diye yanıtladı Rachel. Bayan Flushing, kuşkusuz,toprağın ansızın havaya doğru şiddetle savruluşunu betimlemişti;toprak girdap yaparken çamur topaklarının uçuşununeredeyse görebilirdiniz.Rachel birinden ötekine geçiyordu. Hepsinde yaratıcılarınınkasılmasından ve kararlılığından birşeyler vardı; hepsi tepeninya da ağacın çağrıştırdığı, yan farkına varılmış bir fikrin üzerinesaldıran fırçanın eğitimsiz hücumlarıydı; hepsi bir şekildeBayan Flushing'e özgüydü."Şeyleri hareket halinde görüyorum," diye açıkladı BayanFlushing. "Bu yüzden" - eliyle havayı bir metre boyunca taradı.Sonra Rachel'ın kenara bıraktığı kartonlardan birini aldı,bir tabureye oturup bir parça kömürü elinde sallamaya başladı.O, başkalannın konuşmaktan aldığı keyifle çizmeye devamederken, çok huzursuzlanan Rachel çevresine bakındı."Elbise dolabını açın," dedi Bayan Flushing bir duraklamanınardından, ağzındaki boya fırçası yüzünden söyledikleri zoranlaşılıyordu, "ve oradaki şeylere bakın."263Rachel tereddüt edince, ağzında hâlâ boya fırçası olan BayanFlushing gelip elbise dolabının kanatlarını açarak yatağın üzerinebir sürü şal, kumaş, pelerin, nakış fırlattı. Rachel onlarıellemeye başladı. Bayan Flushing bir kez daha gelerek kat katkumaşların arasına bir sürü boncuk, broş, küpe, bilezik, püskül,tarak bıraktı. Sonra taburesine dönüp sessizce resim yapmayabaşladı. Kumaşlar renkli, koyu ve solgundu; aralarındaduran kırmızımsı mücevher yumrularıyla, tavuskuşu tüyleriyle,berrak uçuk renkli bağa taraklarla birlikte yatak örtüsününüzerinde çizgilerle renklerden tuhaf bir yığın oluşturuyorlardı."Kadınlar yüzlerce yıl önce bunları takarmış, hâlâ da takı­yorlar," dedi Bayan Flushing. "Kocam sağı solu dolaşıp bunlarıbuluyor; ederini bilmiyorlar, böylece ucuza alıyoruz. Sonrada Londra'daki şık kadınlara satıyoruz," diye kıkırdadı, bu hanımlarındüşüncesi, gülünç görünüşleri onu eğlendiriyordusanki. Birkaç dakika resim yaptıktan sonra birden fırçasını bı­rakıp gözlerini Rachel'a dikti."Size ne yapmak istediğimi söyleyeyim," dedi. "Oraya gidipher şeyi kendim görmek istiyorum. İngiltere'de deniz kenarındaymışızgibi bir sürü ihtiyar kızla burada kalmak- aptallık.Ben nehir yukarı gidip yerlileri kendi kamplarında görmek isliyorum.Çadır bezinin altında on gün geçirmek yeter. Kocambunu yapmıştı. İnsan, geceleri ağaçların altına uzanır, gündüzlerinehir aşağı sürüklenir; güzel bir şey görürsek seslenip onlaradurmalarını söyleriz." Ayağa kalkıp önerisinin Rachel'ınüzerinde nasıl bir etkisi olduğunu anlamak için ona bakarken,uzun, altın bir iğneyle tekrar tekrar yatağı delmeye başladı."Bir topluluk oluşturmalıyız," diye sürdürdü sözlerini. "Onkişi bir tekne kiralayabilir. Şimdi, siz gelirsiniz, Bayan Ambrosegelir, acaba Bay Hirst'le öteki beyefendi gelir mi? Kalemyok mu?"Tasarısını geliştirdikçe daha da kararlı oluyor, daha da heyecanlanıyordu.Yatağın kenarına oturup şaşmaz bir biçimdeyanlış yazdığı soyadlarından oluşan bir listeyi kâğıda döktü.Rachel coşkuluydu, bu fikir gerçekten de ona ölçüsüz bir keyifvermişti. Nehri görmeyi hep büyük bir tutkuyla istemişti;264üzerine Terence'ın adının ışıltısının düşmesi, bu olasılığı neredeysegerçek olamayacak kadar iyi kılıyordu. Adlar önererek,bunları doğru yazmasına yardımcı olarak, parmak hesabıylahaftanın günlerini sayarak, Bayan Flushing'e yardım etmekiçin elinden geleni yaptı. Bayan Flushing, önerilen insanlarınher birinin soyu sopu, işi gücü hakkında Rachel'ın anlatabileceğiher şeyi bilmek islediğinden ve sanatçıların yaradılışları,alışkanlıkları, eski günlerde Chillingley'e gelen, aynı adı taşı­yan, ama kendileri de Mısırbilime meraklı çok akıllı adamlarolmakla birlikle kuşkusuz aynı olmayan insanlar hakkındakendi delidolu öykülerini aralara serpiştirdiğinden, bu iş birazzaman aldı. Parmak hesabıyla gün sayma yönteminin başarısızolduğuna hükmeden Bayan Flushing sonunda ajandastnı aramayabaşladı. Yazı masasındaki bütün çekmeceleri açıp kapattı;sonra öfkeyle haykırdı, "Yarmouıh! Yarmouth! Lanet olsunbu kadına! Ne zaman bir iş çıksa ortadan kaybolur!"O anda öğle yemeği gongu gün ortası çılgınlığıyla çalmayabaşladı. Bayan Flushing, zilini sertçe çaldı. Kapı, neredeyse hanımıkadar dik duran alımlı bir hizmetçi tarafından açıldı."Ah, YarmouLh," dedi Bayan Flushing, "hemen ajandamıbulup, önümüzdeki on günün bizi nereye getireceğine bak; salongörevlisine bir hafta boyunca kürek çekerek sekiz kişiyinehir yukarı götürmek için kaç adam gerekeceğini sor, kaçamal olacağını da, sonra bunları bir kâğıda yazıp tuvalet masamınüzerine bırak. Şimdi—" o enfes işaret parmağıyla kapıyıgösterdi, böylece Rachel önden gitmek zorunda kaldı."Ah, Yarmouth, bir de," diye seslendi Bayan Flushing omzununüstünden, "şu şeyleri kaldırıp doğru yerlerine as, aferinsana, yoksa Bay Flushing çıngar çıkarır."Bütün bunlara Yarmouth sadece, "Peki efendim," diye yanuverdi.Uzun yemek salonuna girdiklerinde genel hava hafifçe dağılmayabaşlamakla birlikte günlerden pazar olduğu hâlâ belli oluyordu.Flushing'lerin masası pencerenin önüne yan olarak konulmuştu,böylece Bayan Flushing içeri giren her bir sureli tetkikedebiliyordu; yoğun bir merak içinde olduğu anlaşılıyordu.265"Yaşlı Bayan Paley," diye fısıldadı, Arthur'un arkadan ittiğitekerlekli sandalye ağır ağır kapıdan girerken. Ardından"Thornbury'ler" geldi. "Şu nazik kadın," Bayan Allan'a bakmasıiçin Rachel'ı dürttü. "Adı ne onun?" Hazırlanmış bir gülümsemeyle,sahneye çıkıyormuş gibi seke seke odaya giren ve herzaman geç kalan o boyalı hanım, Bayan Flushing'in bütün birboyalı hanımlar kabilesine duyduğu çelik gibi düşmanlığı dışavuran dik bakışılarını görse, korkusundan titrerdi. Ardından,Bayan Flushing'in topluca Hirst'ler diye adlandırdığı iki gençadam geldi. Geçiş yolunun öte yanına, karşıya oturdular.Bay Flushing'in karısına davranışında hayranlıkla zaaf birbirinekarışıyordu, onun konuşmasının kabalığını kendi terbiyelive akıcı konuşmasıyla telafi ediyordu. Karısı atılıp haykırırken,o, Rachel'a Güney Amerika sanal tarihinin bir taslağınıçizdi. Karısının ünlemlerinden biriyle meşgul oluyor, sonraher zamanki rahatlığıyla konusuna dönüyordu. Sıkıcı ya da iç­li dışlı olmaksızın öğle yemeğinin hoş bir biçimde geçmesininasıl sağlayacağını çok iyi biliyordu. Rachel'a, toprağın derinliklerindeharika hâzinelerin saklandığı kanısına vardığını söyledi;Rachel'ın görmüş olduğu şeyler kısacık bir yolculuk sırasındatoplanan ıvır zıvırdan ibaretti. Dağın yamacında taştanyontulmuş dev tanrıların olabileceğini, yerlilerden başka kimseninayak basmadığı uçsuz bucaksız yeşil çayırlıkların ortasındatek başlarına dikilen muazzam suretlerin bulunabilece­ğini düşünüyordu. Avrupa sanatının şafağından önce ilkel avcılarlarahiplerin devasa taş levhalardan tapınaklar inşa ettiğine,karanlık kayalarla koca sedir ağaçlarına biçim vererek,heybetli tanrı ve hayvan suretlerinin yanı sıra, içinde yaşadıklarıbüyük güçlerin, su, hava ve ormanın simgelerini oluşturduklarınainanıyordu. Ağaçların arasındaki açıklık yerlerde bukadim ırkın yapıtlarıyla dolu, Yunanistan'da ve Asya'da bulunanlarabenzer tarih öncesi kasabalar olabilirdi. Oralara kimsegitmemişti; pek az şey biliniyordu. O böyle konuşup kuramlarınınen çarpıcı olanlarını sergilerken, Rachel'ın dikkati onunüzerine sabitlenmişti.Hevvet'ın, geçiş yolunun öte yanından, ellerinde tabaklarla266telaş içinde geçip giden garsonların suretleri arasından ona bakıpdurduğunu görmedi. Hewet dikkatini arkadaşına veremiyordu;Hirst de onu çok aksi ve tatsız buluyordu. Olağan konularınhepsine değinmişlerdi - siyasete ve edebiyata, dedikoduyave Hıristiyanhk'a. Hewet'a göre her bakımdan Safo kadargüzel olan ayin hakkında tartışmışlardı; zındıklığı caka satmaktanbaşka bir şey değildi. Sırf Safo okumak için, diye soruyorduHewet, ne diye kiliseye gidiyordu ki? Hirst, vaazın her sözcü­ğünü dinlediğini belirtti, Hewet tekrarlamasını isterse bunu kanıtlayabilirdi; kiliseye Yaradan'mın doğasını anlamak için gidiyordu,bunu da o sabah, kendisine İngiliz edebiyatında Tann'yayakarış niteliğindeki en şahane üç mısrayı yazma esininiveren Bay Bax sayesinde, çok canlı bir biçimde yapmıştı."Halamdan gelen son mektubun zarfının arkasına yazdım,"diyerek zarfı Safo'nun yapraklarının arasından çıkardı."Pekala, dinleyelim şunu," dedi Hewet, edebi bir tartışmaolasılığı karşısında biraz sakinleşerek."Sevgili Hewet'ım, ikimizin de çileden çıkmış bir Thornbury'lerve Elliot'lar güruhu tarafından otelden dışarı atılmamızımı istiyorsun?" diye sordu Hirst. "En ufak bir fısıltı bilesonsuza dek suçlu bulunmama yetecektir. Tanrım!" diye patladı,"dünya böyle lanet olası aptallarla doluyken yazmayı denemeninne yaran var? Ciddiyim, Heweı, sana edebiyattanvazgeçmeni tavsiye ederim. Ne yaran var ki? Okuyucuların iş­te bunlar."Avrupahlar*dan oluşan kanşık bir topluluğun şimdi alız yabancıkümes hayvanlarını yem ekle, bazen de kemirmeklemeşgul olduğu masalan başıyla işaret etli. Hewel baktı; dahada çileden çıktı. Hirst de baktı. Gözleri Rachel'a takıldı; eğilerekona selam verdi."Düşünüyorum da, Rachel bana âşık galiba," dedi, gözlerinitabağına çevirirken. "Genç kadınlarla arkadaşlık etmenin enkötü yanı da bu - hemen âşık oluyorlar."Hevvet buna yanıt vermeyerek hareketsiz bir biçimde oturdu.Hirst yanıt almamayı umursamış görünmüyordu, çünküyeniden Bay Bax'e dönerek vaazının su damlası hakkmdaki267bölümünü alıntıladı; Hewet bu sözlere de pek yanıt vermeyince,yalnızca dudaklarını büzüp bir incir seçerek, hoşnut bir tavırla,bolca biriktirmiş olduğu kendi düşüncelerine daldı. Öğleyemeği sona erince kahve fincanlarını salonun farklı bölümlerinegötürerek ayrıldılar.Paimiye ağacının altındaki sandalyesinden Hewet, Rachel'ınFlushing'lerle birlikte yemek salonundan çıktığını gördü; sandalyearayarak çevrelerine bakındıklarını, özel konuşmalarınısürdürebilecekleri bir köşede duran üç ianesini seçtiklerinigördü. Bay Flushing kendini söylediklerine kaptırmıştı. Konuş­masını sürdürürken üzerine çizimler yapacağı bir parça kâğıtçıkardı. Hewet, Rachel'ın parmağıyla şunu bunu işaret ederekuzanıp baktığını gördü. Sıcak bir iklim için aşın denecek kadariyi giyinmiş, tavrı epey özenli olan Bay Flushing'i çok ikna edicibir dükkan sahibine benzeterek eğlendi. Bu arada, onlara bakarakotururken, bir iki dakika etrafta dikilip durduktan sonraellerinde fincanlarıyla çevresindeki sandalyelere yerleşenThornbury'lerle Bayan Allan'ın arasında sıkışıp kalmıştı. OnunBay Bax hakkında birşeyler bilip bilmediğini öğrenmek istiyorlardı.Bay Thornbury her zamanki gibi hiçbir şey söylemedenoturuyor, dalgın dalgın karşıya bakıyordu, arada sırada, takmakislermiş gibi gözlüğünü kaldırıyordu ama hep son anda,iyisi mi, diye düşünüp yeniden bırakıyordu. Biraz konuştuktansonra hanımlar Bay Bax'in kesinlikle Bay William Bax'in oğluolmadığına karar verdiler. Bir suskunluk oldu. Sonra BayanThornbury, ulusal marşı söylerken alışkanlıktan hâlâ Kral yerineKraliçe dediğini belirtti. Bir suskunluk daha oldu. Sonra BayanAllan düşünceli bir tavırla, yurıdışında kiliseye gittiğindehep bir denizcinin cenaze törenine katılmış gibi hissettiğinisöyledi. Ardından, artık sonuncu olabilecek çok uzun bir suskunluğagömülmüşlerdi ki, bereket, hemen hemen bir saksa­ğan boyunda ama madeni mavi renkte bir kuş, terasın oturduklarıyerden görülebilen bölümünde beliriverdi. Bu, BayanThornbury'nin, bütün ekin kargalarımız mavi olsaydı acabahoşumuza gider miydi diye sormasına yol açtı - "Sen ne düşü­nüyorsun, William?" diye sordu, kocasının dizine dokunarak.268"Bütün ekin kargalarımız mavi olsaydı," dedi, -gözlüğünükaldırıp gerçekten burnunun üstüne yerleştirdi,- "Wiltshire'dauzun yaşamazlardı," diye sonlandırdı sözlerini; gözlüğünütekrar yanma bıraktı. Artık, üç geçkince insan, epey bir zamanboyunca manzaranın ortasında durarak yeniden konuşmaları­nı gereksiz kılan kuşa düşünceli bir tavırla bakıyordu. Hewet,Flushing'Ierin köşesine geçip geçemeyeceğini düşünmeye baş­lamıştı ki, arkalarında Hirst belirdi, Rachel'ın yanındaki birsandalyeye süzülüp gayet teklifsiz bir görünümle onunla konuşmayabaşladı. Hewet buna daha fazla dayanamayacaktı.Ayağa kalktı, şapkasını aldı ve kapıdan dışarı fırladı.269XVIII. BölümGördüğü her şey ona tatsız geliyordu. Güneyin mavisiyle beyazından,yoğunluğuyla kesinliğinden, uğultusuyla sıcağındannefret ediyordu; manzara ona bir sahnedeki karton art alan kadarsert, bir o kadar da romantik görünüyordu; dağ, maviyeboyanmış bir bezin önündeki tahta panodan başka bir şey de­ğildi. Terence, güneşin sıcaklığına rağmen hızla yürüyordu.Doğu tarafında iki yol kasabanın dışına gidiyordu; biriAmbrose'lann köşküne doğru dallanıyor, diğeri ise taşraya uğ­rayıp sonunda ovadaki bir köye ulaşıyordu, ama toprak ıslakkenyer etmiş olan çok sayıda yaya yolu, kocaman kuru tarlalarıaşıp oraya buraya serpiştirilmiş çiftlik evlerine ve zenginyerlilerin köşklerine doğru uzanıyordu. Hevvet, şen köylü topluluklarınıveya bir ağın altında yer yer top çıkını gibi kabaranhindileri ya da yeni evli bir çiftin pirinç karyolasıyla siyah tahtakutularını taşıyan öküz arabalarıyla kiralık külüstür at arabalarınınsürekli küçük bulutlar halinde tozunu kaldırdığı anayolun sertliğinden ve sıcağından kaçınmak için yoldan ayrılıpbunlardan birine girdi.Bu idman gerçeklen de sabahın yüzeysel gerginliklerini giderdi,ama Hevvet'ın perişanlığı aynı kaldı. Rachel'ın ona kar­şı kayıtsız olduğu kuşku götürmez biçimde kanıtlanmış gi­270biydi, çünkü ona pek bakmamıştı ve onunla konuşurkengösterdiği ilginin tıpatıp aynısını Bay Flushing'le konuşurkende göstermişti. Son olarak, Hirst'ün çirkin sözleri zihnine birkırbaç gibi vurdu; onu Hirst'le konuşurken bıraktığını hatırladı.Şu anda Hirst'le konuşuyordu; ona âşık olduğu doğruolabilirdi, tıpkı Hirst'ün söylediği gibi. Bu varsayımı destekleyentüm kanıtlan gözden geçirdi - Hirst'ün yazılan na duydu­ğu ani ilgi, onun kanılarından saygıyla ya da yalnızca yarımbir kahkahayla alıntılar yapması; ona yakıştırdığı "büyükAdam" takma adının bile ciddi bir anlamı olabilirdi. Aralarındabir anlayışın olduğu varsayılırsa, bu onun için ne anlamagelecekti?"Lanet olsun hepsine!" kendi kendine sordu, "ona âşık mı­yım?" Kendine yalnızca bir tek yanıt verebiliyordu. Aşkın nedemek olduğunu biliyorsa, ona kesinlikle âşıktı, ilk gördü­ğünden bu yana ona ilgi duyuyor, onun çekiciliğine kapılı­yordu, gitgide daha da ilgi duyar, daha da kapılır olmuştu,neredeyse Rachel'dan başka bir şey düşünemez olana dek.Ama tam kendisiyle onun hakkındaki o uzun düşünce şölenlerindenbirine doğru kayıp gidecekken, onunla evlenmeyi isteyipistemediğini sorarak kendine engel oldu. Gerçek sorunbuydu, çünkü bu dertlerle ıstıraplara katlanmak olanaksızdakararını vermesi gerekiyordu. Aniden, kimseyle evlenmek islemediğinekarar verdi. Biraz da Rachel onu sinirlendirdiğiiçin, evlilik fikri sinirine dokunuyordu. Bu fikir ona derhalateşin başında yapayalnız oturan iki kişinin resmini çağrıştırı­yordu; adam okuyor, kadınsa dikiş dikiyordu. İkinci bir resimdaha vardı. Bir adamın ayağa fırladığını, iyi geceler diyerektopluluktan ayrılıp, kesin mutluluğa kaçamak yapmakla olanbirinin sessiz, gizemli görünüşüyle telaş içinde uzaklaştığınıgörüyordu. Bu resimlerin ikisi de nahoşlu, karı koca ve dostunolduğu üçüncü bir resim daha da nahoştu; evli olanlar,daha derindeki hakikati bildiklerinden, birşeyleri sorgulamaksızıngeçiştirmeye razılarmış gibi birbirlerine bakıyorlardı.Bunu başka resimler izledi - sinirinden, çok hızlı yürüyordu;bunlar, bilinçli bir çaba olmaksızın, bir sayfanın üzerinde­271ki resimler gibi gözünün önüne geliyordu. Çocuklarını çevrelerinetoplamış oturan, çok sabırlı, hoşgörülü ve akıllı, yorgunkarı koca. Ama bu da nahoş bir resimdi. Arkadaşlarınınyaşamlarından çekip alarak her türden resmi denedi, birbirindenfarklı pek çok evli çift tanıyordu; ama onları hep içindeateş yanan sıcak bir odada, duvarlarla çevrelenmiş olarak gö­rüyordu. Öte yandan, evli olmayan insanları düşünmeye baş­ladığında onları sınırsız bir dünyada etkin halde görüyordu;her şeyden önce, bir korunakları ya da üstünlükleri olmaksı­zın, geri kalanlarla aynı yere basarken. Arkadaşları içinde enbireysel, en insancıl olanları bekâr erkeklerle kadınlardı; ger­çekten de en çok hayranlık duyduğu, en iyi tanıdığı kadınlarınevli olmayan kadınlar olduğunu fark etmek onu şaşırtı­yordu. Evlilik, onlar için, erkekler için olduğundan daha kö­tüymüş gibi görünüyordu. Bu genel resimleri bir yana bırakıpson zamanlarda otelde gözlemlediği insanları düşündü. SusanlaArthur'u ya da Bay ve Bayan Thornbury'i veya Bay veBayan Elliot'ı izlerken bu soruları sık sık zihninde evirip çevirmişti.Nişanlı çiftin utangaç mutluluklarıyla şaşkınlıkları­nın, aşama aşama nasıl rahat, hoşgörülü bir zihin durumunadönüştüğünü gözlemlemişti, Sanki yakınlaşma serüvenineçoktan son vermişlerdi de rollerini benimsemekteydiler. Susanelinde bir süveterle Arıhur'un peşinden koşuyordu, çünküArıhur bir gün erkek kardeşlerinden birinin zatürreden öldüğünüağzından kaçırmıştı. Bu görüntü komiğine gitmiştiama Arthur'la Susan'ın yerine Terence'la Rachel'ı koyduğunuzdahoş olmuyordu; hem Arıhur sizi bir köşeye çekipuçakların düzenekleri ve uçmak üzerine konuşmaya artık çokdaha az hevesliydi. Durulacaklardı. Ardından, yıllardır evliolan çiftlere baktı. Bayan Thornbury'nin bir kocası olduğu,çoğunlukla da kocasının sohbete katılmasını sağlamakta harikuladebir başarıya ulaştığı doğruydu, ama insan onların yalnızkaldıklarında birbirlerine neler söylediklerini hayal edemiyordu.Başbaşa oldukları zamanlarda büyük olasılıkla açık­ça atışmaları dışında, Elliot'lar için de aynı güçlük söz konusuydu.Bazen herkesin önünde de atışıyorlardı, ne ki, bu an­272laşmazlıkların üslü kadın tarafından binbir gayretle ve küçükyapmactklıklarla örtülüyordu, çünkü kocasından çok dahaaptaldı ve onu elinde tutmak için çaba göstermek zorundaydı.Hiç kuşku yok ki, diye karar verdi, bu çiftler ayrılsa dünyaiçin çok daha iyi olurdu. Derin bir hayranlık ve saygı duydu­ğu Ambrose'lar bile - aralarındaki tüm sevgiye rağmen onlarınevliliği de bir uzlaşma değil miydi? Kadın kocasına boyuneğiyordu; onu şımartıyordu; her şeyi onun için düzenliyordu;başkalarına karşı tümüyle içten olan bu kadın, kocasına karşıiçten değildi, kocasıyla uyuşmazlığa düşmeleri halinde dostlarınaiçten değildi. Bu, onun doğasındaki tuhaf, acıklı birkusurdu. Öyleyse belki de Rachel o gece bahçede, "Birbirimizinen kötü yanlarını ortaya çıkarıyoruz - ayrı yaşamalıyız,"derken haklıydı.Hayır, Rachel düpedüz yanılıyordu! RachePın saçmalığıapaçık olan akıl yürütmesine gelene dek tüm akıl yürütmelerevlilik yükünü üstlenmenin karşısındaymış gibi görünüyordu.Döndü, kovalanan olmaktan çıkıp kovalayana dönüştü.Evlilik aleyhindeki kanıtları geçiştirerek Rachel'm bunu söylemesineneden olan kişilik özelliklerini ele almaya başladı.Gerçekten böyle mi demek istemişti? Kuşkusuz, insanın, belkide tüm yaşamını birlikle geçireceği birinin kişiliğini bilmesigerekir; bir roman yazarı olduğuna göre, bırakalım onunnasıl bir insan olduğunu keşfetmeye çalışsın. Onunla bir aradaykenonun niteliklerini çözümleyemiyordu, çünkü bunlarıiçgüdüsel olarak biliyormuş gibiydi, ama ondan uzaktayken,kimi zaman onu hiç mi hiç tanımıyormuş gibi geliyordu.Gençti, ama yaşlıydı da; özgüveni azdı, ama yine de iyi bir insansarrafıydı. Mutluydu; ama onu mutlu eden neydi? Başba-şa kalsalardı, heyecanlan yıpranmış olsaydı, günün sıradangerçekleriyle baş etmek zorunda olsalardı, ne olurdu? Gözlerinikendi kişiliğine diktiğinde iki şeyi gördü: Hiç dakik olmadığınıve pusulalara yanıt vermekten hoşlanmadığını. Bildiğikadarıyla Rachel dakik olma eğilimindeydi, ama onuelinde bir kalemle gördüğünü hatırlamıyordu. Bunun ardından,bir yemekli toplantı hayal etsin, diyelim ki Crooms'ta;273Rachel'ı dışarı çıkarmış olan Wilson, Liberal Parti'nin durumuhakkında konuşuyor olsun. Rachel şöyle derdi - elbettesiyaset hakkında tümüyle cahildi. Bununla birlikte kesinliklezekiydi, dürüsttü de. Ruh hali belirsizdi -buna dikkat etmiş­ti- evcimen değildi, rahat değildi, sessiz değildi, bazı ışıklaraltında ve bazı elbiseler içinde olduğu zamanlar dışında güzelde değildi. Ondaki büyük yetenek, kendisine söylenenleri anlamasıydı;biriyle konuşmak söz konusu olduğunda onun gibisihiç olmamıştı. Herhangi bir şey söyleyebilirdiniz - her şeyisöyleyebilirdiniz, yine de hiçbir zaman yaltakçılık yapmazdı.Burada kendini toparladı, çünkü birdenbire, onunhakkında başka herhangi biri hakkında bildiğinden daha azşey biliyormuş gibi geldi. Bu düşüncelerin hepsi daha öncepek çok kez aklına gelmişti; bunları tartışıp akıl yürütmeyisık sık denemişti ve yine o eski kuşku durumuna ulaşmıştı.Onu tanımıyordu; onun ne hissettiğini, birlikte yaşayıp yaşayamayacaklarını,onunla evlenmek isteyip istemediğini bilmiyordu;yine de ona âşıktı.Ona gidip şöyle dediğini varsaydı (adımlarını yavaşlatıpRachel'la konuşur gibi yüksek sesle konuşmaya başladı):"Sana tapıyorum, ama evlilikten tiksiniyorum, evliliğin kendinibeğenmişliğinden, güvenliğinden, uzlaşmacılığından vesenin işlerime karışıp beni kösteklemen düşüncesinden nefretediyorum; yanıtın nedir?"Durdu, bir ağacın gövdesine yaslanıp, hiç görmeksizin, kurunehir yatağının kıyısına saçılmış taşlara baktı. Rachel'ınyüzünü açık seçik görüyordu, gri gözlerini, saçlarını, ağzını;pek çok ifadeye bürünebilen - albenisiz, boş, neredeyse anlamsızya da delidolu, tutkulu, neredeyse güzel olabilen, yinede ona bakışındaki, hissettiği gibi konuşmaktaki sıradışı özgürlüğüyleonun gözünde hep aynı olan o yüzü. Yanıtı neolurdu? Ne hissediyordu? Onu seviyor muydu yoksa o akşamüstüsöylediği gibi rüzgâr kadar, deniz kadar özgür oldu­ğundan, ona ya da başka herhangi bir erkeğe en ufak bir şeyhissetmiyor muydu?"Ah, sen özgürsün!" diye bağırdı, onu düşünmenin verdiği274sevinçle "ben de seni özgür bırakırdım. Birlikte özgür olurduk.Her şeyi paylaşırdık. Hiçbir mutluluk bizimki gibi olamazdı.Hiçbir yaşam bizimkiyle karşılaştırılamazdı." Ona vedünyaya aynı kucaklamayla sarılmak istercesine kollarını kocamanaçtı.Artık evliliği düşünemez, Rachel'ın doğasının ne olduğunu,birlikle yaşasalardı nasıl olacağını zihninde serinkanlılıkla tartamazolunca çökerek yere oturup onunla ilgili düşünceleregömüldü; çok geçmeden yine onun yanında olma arzusuylakıvranmaya başladı.275X IX . BölümAma Hewet'ın, Hirst'ün hâlâ Rachel'la konuşuyor olduğunuhayal ederek ıstırabım artırmasına gerek yoktu. Topluluk çokkısa bir sûre sonra dağılmıştı, Flushing'Ier bir yöne, Hirst baş­ka bir yöne giderken Rachel salonda kalmış, birini bırakıp di­ğerine geçerek resimli gazeteleri evirip çeviriyordu, hareketlerizihnindeki biçimlenmemiş kıpır kıpır arzuyu dışa vuruyordu.Bayan Flushing çayda boy göstermesini buyurmuştu ama gitmelimiydi, kalmalı mıydı, bilmiyordu. İlahilerin notalarınınbulunduğu bir kâğıt yaprağının üzerinde parmaklarıyla gamlarçalan Bayan Willetl'la, ayakkabısının bağcıkları bağlanmamışolduğu ve yeterince güleryüzlü görünmediği için kızdanhoşlanmayan, bundan ötürü, dolaylı bir düşünme süreci sonundakızın da kendilerini sevmeyeceği düşüncesine varmış,çok varlıklı bir çift olan Carterlar dışında salon boştu. Onlarıgörmüş olsaydı, Bay Carter'ın bıyığına pomat sürmesi, BayanCarter'ın bilezikler takması gibi mükemmel nedenlerden ölü­rü Rachel kesinlikle onlan sevmezdi; belli ki onlar da Rachel'ısevmeyecek türden insanlardılar; ama Rachel kendi huzursuzluğunaöyle gömülmüştü ki düşünecek ya da bakacak durumdadeğildi.Bir Amerikan dergisinin kaygan sayfalarını karıştırdığı sıra-276da salon kapısı savrularak açıldı, bir ışık dilimi döşemeye düş­tü ve ışığın üzerine odaklanmış gibi göründüğü küçük beyazbir suret odanın karşısından dosdoğru ona yöneldi."Ne! Burada mısın?" diye bağırdı Evelyn. "Seni öğle yeme­ğinde göz ucuyla gördüm; ama sen bana bakmaya tenezzül etmedin."Pek çok kez karşılaştığı ya da karşılaşacağını hayal ettiğiterslemelere rağmen, tanımak istediği insanların peşine düş­mekten hiçbir zaman vazgeçmemek Evelyn'in kişiliğinin birparçasıydı; genellikle de uzun vadede onları tanımakta, hattaonlara kendini sevdirmekte başarılı olurdu.,Çevresine bakındı. "Buradan nefret ediyorum. Bu insanlardannefret ediyorum," dedi. "Keşke benimle yukarıya, odamagelsen. Seninle konuşmayı gerçeklen istiyorum."Rachel ne gitmek ne de kalmak islediğinden, Evelyn onu bileğindentutarak salondan çıkarıp merdivenlerden yukarı sü­rükledi. Basamakları ikişer ikişer atlayarak yukarı çıkarlarkende Rachel'ın elini tutmayı sürdüren Evelyn, başkalarının nedediğine hiç kulak asmamak hakkında kırık dökük cümlelerhaykırıyordu. "İnsan haklı olduğunu biliyorsa neden kulak assınki? Hepsinin cehenneme kadar yolu var! İşte böyle düşü­nüyorum!"Büyük bir heyecan içindeydi; kollarındaki kaslar sinirli sinirliseğiriyordu. Rachel'a her şeyi anlatmak için yalnızca kapınınkapanmasını beklediği belliydi. Gerçekten de, odasınagirer girmez yatağın ucuna oturup, "Herhalde deli olduğumudüşünüyorsundur," dedi.Rachehn ruh hali kimsenin akıl durumu hakkında açıklıkladüşünmeye elverişli değildi. Bununla birlikte, aklına geleni sonuçlarındankorkmaksızm, dosdoğru söylemeye elverişliydi."Biri sana evlenme teklif etmiş," dedi."Bunu nasıl tahmin etlin?" diye bağırdı Evelyn, şaşkınlığınabiraz da hoşnutluk karışmıştı. "Az önce bir evlenme teklifi almışgibi mi görünüyorum?""Her gün evlenme teklifleri alıyormuş gibi görünüyorsun,"diye yanıtladı Rachel.277"Ama senin aldıklarından daha çok değildir herhalde," dediEvelyn, yapmacık bir gülüşle."Ben hiç teklif almadım.""Ama alacaksın - sürüyle - dünyanın en kolay şeyi - Ama buakşamüstü olanlar tam olarak bu değildi. Olanlar - Ah, olanlarbir karmaşa, nefret edilesi, korkunç, iğrenç bir karmaşa!"Lavaboya gidip yanaklarını soğuk suyla ovmaya başladı; yanaklarıalev alev yanıyordu. Ovmayı sürdürürken hafifçe titreyerekdönüp gergin heyecanını belli eden yüksek perdeden birsesle açıkladı: "Alfred Perroıı onunla evlenmeye söz verdiğimisöylüyor; ben de asla söz vermediğimi söylüyorum. Sinclaironunla evlenmezsem kendini vuracağını söylüyor; ben de diyorumki, 'Pekala, vur kendini!' Ama elbette vurmaz - hiçbirzaman vurmazlar. Bu akşamüstü Sinclair beni yakalayıp biryanıt vermem için sıkıştırmaya, Alfred Perrott'la cilveleşmeklesuçlamaya başladı; bana kalpsiz olduğumu, bir Siren'den baş­ka bir şey olmadığımı söyledi, ah, bunun gibi bir sürü hoş şeysöyledi. Sonunda ona şöyle dedim, 'Pekala, Sinclair, artık.yeterincekonuştun. İzin ver de gideyim.' Sonra beni yakalayıp öptü-iğrenç yaratık— o pis kıllı yüzünü hâlâ tam şurada hissedebiliyorum- sanki söylediklerinden sonra bunu yapmaya hakkıvarmış gibi!"Sol yanağındaki bir noktayı hızlı hızlı ovdu."Bir kadınla karşılaştırılabilecek bir erkeğe hiç rastlamadım!"diye haykırdı; "vakarları yok, cesaretleri yok, hayvancatutkularıyla kaba güçlerinden başka hiçbir şeyleri yok! Bir kadınhiç öyle davranır mı - bir erkek onu istemediğini söylese?Bizim çok fazla özsaygımız var; onlardan çok daha zarifiz."Bir havluyu ıslak yanaklarına hafif hafif dokundurarak odanıniçinde yürüdü. Soğuk su damlalarıyla birlikte gözyaşlarıda akıyordu şimdi."Bu beni öfkelendiriyor," diye açıkladı, gözlerini kurularken.Rachel olurmuş onu izliyordu. Evelyn'in durumunu düşünmüyordu;yalnızca dünyanın azap çeken insanlarla dolu oldu­ğunu düşünüyordu."Burada gerçeklen hoşuma giden bir tek erkek var," diye278sözlerini sürdürdü Evelyn; "Terence Hewet. İnsan ona güvenebilirmişgibi hissediyor."Bu sözler üzerine Rachel tarifsiz bir ürperti hissetti; yüreğinisoğuk eller sıkıştmyormuş gibi oldu."Neden?" diye sordu. "Neden ona güvenebilirsin?""Bilmiyorum," dedi Evelyn. "Senin insanlar hakkında hislerinolmaz mı? Doğru olduklarından tümüyle emin olduğunhisler? Geçen gece Terence'la uzun uzun konuştuk. Daha sonragerçekten dost olduğumuzu hissettim. Onun içinde kadıncabirşeyler var-" Terence'm ona anlattığı çok özel şeyleri düşü­nüyormuş gibi durakladı, ya da en azından Rachel onun bakı­şını böyle yorumladı.Kendini, "Sana evlenme teklif etti mi?" demek için zorlamayaçalıştı, ama bu fazla korkunç bir soruydu; bir an sonraEvelyn en zarif erkeklerin kadın gibi olduklarını, kadınlarınerkeklerden daha soylu olduğunu söylemeye geçti - örneğin,insan Lillah Harrison gibi bir kadının bayağı bir şey düşündü­ğünü ya da aşağılık bir yanı olduğunu hayal edemezdi."Onu tanımanı ne kadar isterdim!" diye bağırdı.Çok daha sakinleşmişti; artık yanakları epey kuruydu. Gözleriher zamanki yoğun canlılığını yeniden kazanmıştı; Alfred'i,Sinclair'i ve duygıilannı unutmuş gibi görünüyordu."Lillah, Deptford Yolu'nda ayyaş kadınlar için bir bakımeviişletiyor," diye devam etti. "Kendisi kurdu, yönetti, her şeyikendi çabasıyla yaptı; şimdi orası İngiltere'de benzerlerinin enbüyüğü oldu. O kadınların -ve evlerinin- nasıl olduğunu bilemezsin.Ama o, günün ve gecenin her saati onların arasına giriyor.Ona sık sık eşlik ettim... İşte bizim sorunumuz da bu...Birşeyler yapmıyoruz. Sen ne yapıyorsun?" diye sordu, hafif kinayelibir gülümsemeyle Rachel'a bakarak. Rachel bütün bunlarıpek dinlememişti; yüzünde boş ve mutsuz bir ifade vardı,içinde, Lillah Harrison'la onun Deptford Yolu'ndaki işine,Evelyn M.'yle onun bereketli aşk serüvenlerine karşı eşit birnefretin tohumları atılıyordu."Piyano çalıyorum," dedi Rachel, duygusuz bir dinginlikle."İşte bu!" diye güldü Evelyn. "Hiçbirimiz oyun oynamaktan279başka bir şey yapmıyoruz. Senin benim gibi yirmi kişiye bedelolan Lillah Harrison gibi kadınların canını dişine takıp çalış­mak zorunda kalmasının nedeni de bu. Ama ben oynamaktanusandım," diye devam etli, yatağa dümdüz uzanıp kollarınıbaşının üstüne kaldırırken. Böyle uzandığında her zamankindendaha da minik görünüyordu."Birşeyler yapacağım. Muhteşem bir fikrim var. Bana bak,sen de katılmalısın. Sende de birşeyler olduğuna eminim, şeygibi görünsen de - hmm, bütün yaşamım bir bahçede geçirmişgibi görünsen de." Dikleşip olurdu; heyecanla açıklamayagirişti. "Londra'da bir derneğe üyeyim. Her cumartesi toplanır,bu nedenle Cumartesi Derneği deniyor. Sanattan söz etmemizbekleniyor, ama ben sanattan söz etmekten bıktım -ne yararı var ki? İnsanın çevresinde türlü türlü gerçekler olupbilerken? Hem sanat hakkında söyleyecek birşeyleri olduğundanda değil. Bu yüzden onlara sanal hakkında yeterince konuştuğumuzu,değişiklik olsun diye yaşamdan söz etmemizindaha iyi olacağını söyleyeceğim. İnsanların yaşamları için ger­çekten önemli olan sorunlar, Beyaz Köle Ticareti, KadınlarınOy Hakkı, Sigorta Yasa Tasarısı falan. Ne yapmak istediğimizekarar verince, onu yapmak için bir derneğe dönüşebiliriz...Eminim, bizim gibi insanlar meseleleri polislerle yargıçlarabırakmak yerine ipleri ellerine alsalardı, allı ay içinde - fahi­şeliğe" -bu çirkin sözcüğü söylerken sesini alçalttı- "son verebilirdik.Bence bu gibi meselelerde kadınlarla erkekler birleşmeli.Piccadilly'e gidip o zavallı sefil yaratıklardan birinidurdurmalı ve ona şöyle demeliyiz: 'Buraya bak, ben sendendaha iyi değilim, daha iyiymişim gibi de yapmıyorum, amasen hayvanca olduğunu bildiğin bir şeyi yapıyorsun, hayvancaşeyler yapmana izin vermeyeceğim, çünkü derilerimizinaltında hepimiz aynıyız ve senin hayvanca bir şey yapman beniilgilendiriyor.' Bu sabah Bay Bax de bunu söylüyordu ve sizakıllı insanlar -sen de akıllısın, değil m i?- buna inanmasanızda bu doğru."Evelyn konuşmaya başlayınca -bu, onu sık sık pişman edenbir gerçekti- düşünceleri öyle hızlı geliyordu ki başka insanla­280rın düşüncelerini dinlemeye hiç zamanı olmuyordu. Sadecesoluk almak için duraklayarak devam ediyordu."Cumartesi Derneği üyelerinin bu yolda büyük işler yapmamalarıiçin bir neden görmüyorum," diye sözlerini sürdürdü."Elbette bunun için örgütlenme gerekecek, hayatlarını bunaverecek birileri gerekecek, ama ben bunu yapmaya hazırım.Bence öncelikle insanları düşünmeliyiz; soyut fikirler kendibaşının çaresine baksın. Lillah'nın yanlışı şu ki -eğer bir yanlı­şı varsa- önce Yeşilaycılığı düşünüyor, sonra kadınları. İşte,kendi hakkımda olumlu bulduğum bir şey var," diye devametti; "aydın ya da sanatçı ya da o türden herhangi bir şey değilim,ama fazlasıyla insanım." Yataktan aşağı kayarak döşemeyeoturup Rachel'a baktı. Onun yüzünde birşeyler aradı, bu yü­zün arkasında nasıl bir kişiliğin gizlendiğini okumaya çalışırgibiydi. Elini Rachel'ın dizine koydu."Önemli olan insan olmaktır, öyle değil mi?" diye devam etti."Gerçek olmak. Bay Hirst ne derse desin. Sen gerçek misin?"Rachel, tıpkı Terence'ın hissettiği gibi, Evelyn'in ona fazlayakın olduğunu hissediyordu; bu yakınlıkta tatsız ama aynızamanda heyecan verici birşeyler vardı. Soruya bir yanıt bulmagereğinden kurtuldu, çünkü Evelyn devam etli, "Herhangibir şeye inanıyor musun?"Rachel bu parlak mavi gözlerin tetkikine bir son vermek vekendi bedensel huzursuzluğunu gidermek için sandalyesinigeriye ilip "Her şeye!" diye bağırarak parmağıyla farklı nesneleriişaret etmeye başladı, masanın üstündeki kitapları, fotoğ­rafları, pencerenin önünde iri bir toprak çömlekte duran, yapraklarıyeni çıkmış, sert tüylü bitkiyi."Yatağa inanıyorum, fotoğraflara, çömleğe, balkona, güneşe,Bayan Flushing'e," dedi, zihninin gerisinde onu genellikle söylenmeyenşeyleri söylemeye zorlayan bir şeyle, pervasızca konuşmayısürdürerek. "Ama Tanrı'ya inanmıyorum. Bay Bax'einanmıyorum, hastane hemşiresine inanmıyorum. Şeye de inanmıyorum-"Eline bir fotoğraf alıp baktı, cümlesini bitirmedi."O benim annem," dedi, yere oturup kalmış, dizlerini kollarıylasararak bitiştirmiş, merakla Rachel'ı seyreden Evelyn.281Rachel portreyi gözden geçirdi. "Eh, annene de pek inanmı­yorum," dedi bir süre sonra, alçak bir ses tonuyla.Bayan Murgaıroyd gerçekten de içindeki tüm yaşama sevinciparamparça olmuş gibi görünüyordu; bir sandalyenin, üzerindediz çökmüş, korumak istercesine yanağına bastırdığı Pomeranyaköpeğinin arkasından acıklı acıklı bakıyordu."Bu da babam," dedi Evelyn, tek çerçevede iki fotoğraf vardı.İkinci fotoğrafta, düzgün yüz hatlan ve gür siyah bir bıyığıolan yakışıklı bir asker görülüyordu; eli, kılıcının kabzasındaydı;Evelyn'le aralarında apaçık bir benzerlik vardı."Başka kadınlara yardım edecek olmamın da," dedi Evelyn,"nedeni onlar. Herhalde hakkımda birşeyler duymuşsundur.Anlayacağın, evli değillerdi; ben hiç kimse değilim. Bundan daşu kadarcık utanç duymuyoaım. Ne olursa olsun, birbirleriniseviyorlarmış; bu da çoğu kimsenin anne babası hakkındasöyleyebileceğinden fazla bir şey."Rachel elinde iki resimle yatağın üstüne oturup onları karşı­laştırdı - Evelyn'in dediğine göre birbirini sevmiş olan adamlakadını. Bu gerçek, Evelyn'in bir kez daha anlatmaya başladığıtalihsiz kadınlar yararına kampanyadan daha çok ilgisini çekiyordu.Tekrar önce birine sonra diğerine baktı."Sence," diye sordu, Evelyn bir dakika duraklayınca, "âşıkolmak nasıl bir şey?""Hiç âşık olmadın mı?" diye sordu Evelyn. "Ah hayır - bunuanlamak için sana bir kez bakmak yeler," diye ekledi. Dü­şündü. "Bir zamanlar gerçekten âşık oldum," dedi. Düşünceleredaldı, gözleri, parlak canlılığını yitirerek şefkate benzer birifadeye büründü. "Şahaneydi! - devam etliği sürece, işin kötü­sü, devam etmiyor, bende devam etmiyor. Sıkıntı da burada."Hakkında Rachel'm öğüdünü istermiş gibi yaptığı Alfred veSinclair'le ilgili güçlüğü düşünmeye başladı. Ama öğüt istemiyordu;yakınlık isliyordu. Hâlâ yatağın üzerinde fotoğrafları inceleyenRachel'a baktığında, onun başka şeyler düşündüğü gö­zünden kaçmadı. Ne düşünüyordu öyleyse? Evelyn, içindeki,hep başka insanlara ulaşmaya çalışan ve hep geri püskürtülenküçük yaşam kıvılcımı yüzünden azap çekiyordu. Sessizleşerek282konuğuna baktı, ayakkabılarına, çoraplarına, saçındaki taraklara,kısacası giyim kuşamının tûm ayrıntılarına, sanki bûlûn ayrıntılarıyakalarsa onun içindeki yaşama yaklaşabilecekti.Rachel, sonunda fotoğrafları bırakıp pencereye yürürken,"Tuhaf, insanlar aşk hakkında da din hakkında konuştuklarıkadar konuşuyorlar," dedi."Oturup biraz konuşsan," dedi Evelyn sabırsızlıkla.Rachel bunun yerine, iki uzun pano biçimindeki pencereyiaçıp aşağıdaki bahçeye baktı."ilk gece kaybolduğumuz yer şurası," dedi. "Şu çalılıklarınarasında olmalı.""Orada tavukları öldürüyorlar," dedi Evelyn. "Bıçakla kafalarınıkesiyorlar - iğrenç! Ama söylesene bana - n e-""Oteli gezmek istiyorum," diye sözünü kesti Rachel. Başınıiçeri çekip, hâlâ yerde oturmakta olan Evelyn'e baktı."Tıpkı diğer oteller gibi," dedi Evelyn.Öyle olabilirdi, oysa Rachel'm gözünde buradaki her odanın,koridorun ve sandalyenin kendine ait bir kişiliği vardı;ama anık bir tek yerde kalmak ona zor geliyordu. Ağır ağır kapıyadoğru hareket etti."istediğin nedir?" dedi Evelyn. "Hep bir şey düşünüp de söylemiyormuşsungibi bir duyguya kapılıyorum... Söylesene!"Ama Rachel bu çağrıya da tepki vermedi. Parmaklan kapı­nın kolunda, durdu, sanki bir açıklamanın yerinde olacağınıhalırlaytvermişti."Herhalde içlerinden biriyle evlenirsin," dedi, sonra koluçevirdi ve kapıyı arkasından kapattı. Elini yanındaki duvarasürterek yavaş yavaş koridorda yürüdü. Ne tarafa gittiğini dü­şünmüyordu; böylece, yalnızca bir pencereyle bir balkona çı­kan bir geçitten yürüdü. Aşağıya, mutfak arazisine baktı, otelyaşamının bu yanlış tarafı, küçük çalılardan oluşan bir labirentledoğru taraftan ayrılmıştı. Toprak çıplaktı, etrafa eski tenekekutular saçılmıştı; çalılar başlarına kurusun diye havlularlaönlükler takmışlardı. İkide bir beyaz önlüklü bir garsondışarı çıkıp bir yığının üstüne çöp atıyordu. Pamuklu elbiseleriçinde iki iri kadın, önlerinde kan sıvaşmış kalaylı tepsiler ve283dizlerinin üstünde sarı bedenlerle bir bankta oturuyordu. Kuş­ları yoluyorlardı; yolarken de konuşuyorlardı. Birdenbire birtavuk yarı uçarak yarı koşarak çırpma çırpına oraya geldi, seksendenaşağı göstermeyen üçüncü bir kadın tarafından kovalanıyordu.Pörsümüş bacakları üzerinde dengede duramadığıhalde ötekilerin kahkahalarıyla şevke gelen kadın, takibi sürdürüyordu;yüzünde yoğun bir hiddet ifadesi vardı ve koşarkenİspanyolca küfrediyordu. Burada el çırpışlardan şurada birpeçeteden ürken kuş sert açılar yaparak bir o yana bir bu yanakoştu; sonunda dosdoğru, onu içine hapsetmek için dar grieleğini açan yaşlı kadına doğru kanat çırptı, kadın bir bohçagibi tavuğun üzerine kapandı; sonra onu uzatıp kindar bircanlılığın zaferle karıştığı bir ifadeyle kafasını kesiverdi. Kanve çirkin kıvranışlar Rachel'ı büyülemişti, öyle ki arkasındanbirinin yaklaşıp yanında dikildiğini fark ettiği halde, yaşlı kadındiğerlerinin yanına, bankın üstüne yerleşene dek arkasınadönmedi. Sonra, gördüklerinin çirkinliğinden ötürü sertçe ba­şını kaldırıp baktı. Yanında dikilen, Bayan Allan'dı."Güzel bir manzara değil," dedi Bayan Allan, "yine de bizimyöntemlerimizden daha insancıl herhalde... Sen benimodama hiç gelmedin," diye ekledi ve Rachel'ın onu takip etmesiniişaret edercesine döndü. Rachel onu takip etti, her yeniinsanın, ona yük olan gizemi üzerinden kaldırması mümküngörünüyordu.Oteldeki yatak odalarının hepsi, kimilerinin daha geniş kimilerinindaha küçük olması dışında, birömekti; döşeme koyukırmızı seramikti; cibinliklerle örtülmüş yüksek birer yatakvardı; her birinde bir yazı masası, bir tuvalet masası, birkaç dakoltuk bulunuyordu. Ama bir kutunun içi boşaltılır boşaltılmazoda bambaşka oluveriyordu, bu nedenle Bayan Allan'ınodası Evelyn'in odasına hiç benzemiyordu. Onun tuvalet masasındarenk renk şapka iğneleri yoklu; koku şişeleri yoktu;küçük kıvrık makaslar yoktu; büyük bir ayakkabı ve çizme çe­şitliliği yoktu; sandalyelerin üzerinde duran ipek kombinezonlaryoktu. Oda, aşın denecek kadar düzgündü. Görünüşegöre, her şeyden iki çift vardı. Buna karşılık, yazı masası öbek284öbek müsveddelerle doluydu; koltuğun yanına bir masa çekilmişti,üzerinde iki ayrı yığın halinde koyu renkli kütüphanekitaptan duruyordu, içlerindeyse farklı kalınlık derecelerindendışan taşan çok sayıda kâğıt parçası vardı. Bayan Allan, yapacakbir şeyi olmadığından bekleyip durduğunu düşünerekRachel'ı nezaketen içeri çağırmıştı. Ayrıca, genç kadınları severdi,pek çoklanna öğretmenlik etmişti; Ambrose'lardan böylebüyük bir konukseverlik gördüğü için bunun minik bir bö­lümünün karşılığını verebilmekten hoşnuttu. Bu yüzden, onagösterecek bir şey bulmak için etrafa bakındı. Oda pek fazlaeğlence sunmuyordu. Müsveddeye dokundu. "Chaucer Devri;Elizabeth Devri; Dryden Devri," dedi, "daha çok devir olmadı­ğı için memnunum. Hâlâ on sekizinci yüzyılın ortasmdayım.Oturmaz mısın, Bayan Vinrace? Sandalye küçük olmakla birliktesağlamdır... Euphues. İngiliz romanının tohumu," diyedevam etti, başka bir sayfaya göz atarak. "Bu, ilgini çeken türdenbir şey mi?"Dilediği herhangi bir şeyi ona sunmak için elinden geleninen fazlasını yapacakmış gibi büyük bir nezaket ve yalınlıklaRachel'a baktı. Dert ve düşünceyle çizgi çizgi de olabilen biryüzde, bu ifadenin çarpıcı bir sevimliliği vardı."Ah hayır, seninki müzik, öyle değil mi?" diye devam elli,anımsayarak, "genellikle ikisinin birlikle yürümediğini görmüşümdür.Bir de dâhilerimiz var elbette-" Bir şey bulmakiçin etrafına bakınıyordu; o sırada şömine rafının üzerinde birkavanoz gördü ve uzanıp alarak Rachel'a verdi. "Parmağını bukavanozun içine sokarsan bir parça konserve zencefil çıkarabilirsin.Sen dâhi misin?"Ne var ki zencefil derindeydi ve ulaşılamıyordu."Zahmet etmeyin," dedi Rachel, Bayan Allan başka bir şeybulmak için etrafa bakınırken. "Konserve zencefili sevmezdimherhalde.""Hiç denemedin mi?" diye sordu Bayan Allan. "Öyleyseşimdi denemeyi görev kabul etmelisin. Aa, hayata yeni birzevk ekleyebilirsin; hem hâlâ genç olduğun için-" Bir düğmekancasının işe yarayıp yaramayacağını merak etti. "Ben her şe­285yi denemeyi kural haline getirmişimdir," dedi. "Zencefili ilkkez ölüm döşegindeyken tatsan ve bir şeyin hiç bu kadar ho­şuna gitmediğini fark etsen öfkelenmez miydin? Ben olsamöyle kızardım ki sırf bu yüzden iyileşirdim."İşte, başarılı olmuştu; düğme kancasının ucunda bir zencefiltopağı belirdi. O düğme kancasını silmeye giderken, Rachelzencefili ısırdı; ısırır ısırmaz da haykırdı, "Bunu tükürmek zorundayım!""Gerçeklen tadını aldığından emin misin?" diye sordu BayanAllan.Yanıt olarak Rachel zencefili camdan dışarı fırlattı."Yine de bir deneyimdi," dedi Bayan Allan sakin bir tavırla."Bakayım - sana sunacak başka hiçbir şeyim yok, eğer şunuda tatmak istemezsen." Yatağının üstünde küçük bir dolap ası­lıydı; içinden, parlak yeşil bir sıvıyla dolu narin, zarif bir kavanozçıkardı."Crème de Menthe," dedi. "Likör, biliyorsundur. İçiyormu­şum gibi görünüyor, değil mi? Aslına bakarsan, bu, ne denliölçülü içen bir insan olduğumu kanıtlıyor.. O kavanoz yirmialtı yıldır bende," diye ekledi, gururla bakarak kavanozu eğerken;sıvının yüksekliğinden şişeye hâlâ el sürülmemiş olduğuanlaşılabiliyordu."Yirmi altı yıl mı?" diye bağırdı Rachel.Bayan Allan keyiflendi, niyeti Rachel'ı şaşırtmaktı."Yirmi altı yıl önce Dresden'a gittiğimde," dedi, "bir dostumbana bir hediye vermek istediğini söyledi. Bir gemi faciası yada kaza durumunda bir uyarıcının yararlı olabileceğini düşü­nüyordu. Ne var ki hiç gerek duymadığım için dönüşümdeonu geri verdim. Ne zaman yurıdışma seyahat edecek olsamüzerinde aynı pusulayla aynı şişe hep boy gösterir; sağ salimdöndüğümde hep geri verilir. Onu kazalara karşı bir tür tılsımsayıyorum. Bir keresinde önümdeki trenin yaptığı kaza nedeniyleyirmi dört saat alıkondugıım halde kendim hiç kaza ge­çirmedim. Evet," diye sözlerini sürdürdü, bu kez şişeye seslenerek,"birlikte pek çok iklim, pek çok dolap gördük, değilmi? Önümüzdeki günlerden birinde üzerinde bir ithaf bulu­286nan gümüş bir etiket yaptırmaya niyetliyim. Görebileceğin gibi,o bir beyefendi; adı Oliver... Oliver'ımı kırarsan. Bayan Vinrace,seni bağışlayabileceğimi sanmıyorum," dedi, şişeyi kararlıbir tavırla Rachel'm elinden alıp yeniden dolaba koyarken.Rachel şişeyi boynundan tutmuş sallıyordu. Bayan Allan öyleilgisini çekmişti ki az daha şişeyi unutuyordu."Pekala," diye bağırdı, "Bu gerçeklen tuhaf; yirmi altı yıllıkbir dostunuzun olması, ve bir şişenizin, ve - bütün o yolculuklarıyapmış olmanız.""Hiç de değil; ben buna tuhafın tam tersi derim," diye yanıtladıBayan Allan. "Kendimi her zaman tanıdığım en sıradaninsan saymışımdır. Benim kadar sıradan olmak gerçekten birayrıcalık. Unutmuşum - sen dâhi misin, yoksa dâhi olmadığı­nı mı söylemiştin?"Çok nazik bir tavırla Rachel'a gülümsedi. Odanın içindehantal hareketlerle gezinirken öyle çok şey bilirmiş, öyle çokşey deneyimlemiş gibi görünüyordu ki, insan onu bunları anlatmayaikna edebilse, sözlerinde kesinlikle tüm ıstıraplaramerhem bulunurdu. Ne var ki, o sırada dolabın kapağını kilitlemekteolan Bayan Allan, yıllardır üzerine kar gibi yağan sü­kutu bozacağına ilişkin hiçbir belini göstermiyordu. Rahatsızbir his Rachel'ı sessiz kalmaya iliyordu; bir yandan döne döneyükselip o serin pembe tende bir kıvılcım çaktırmayı diliyordu;diğer yandan, sessizlik içinde birbirlerinin yanından geçipgitmekten başka yapacak bir şey olmadığını fark ediyordu."Dâhi değilim. Demek istediğim şeyleri söze dökmek, banaçok güç gelir-" diye düşüncesini belimi sonunda."Ben bunun bir yaradılış meselesi olduğuna inanıyorum,"dedi Bayan Allan. "Bazı insanlar hiç güçlük çekmez; bensekendi adıma, doğrudan söyleyemediğim bir yığın şey olduğunufark ediyorum. Ama zaten kendimi çok yavaş biri sayarım.Şimdi, meslektaşlanmdan biri, senden hoşlanıp hoşlanmadığı­nı şöyle anlar -bakayım, nasıl yapıyordu?- kahvaltıda günaydındeme biçimine bakarak. Benimse karar vermem kimi zamanyıllar süren bir meseledir. Ama görünüşe bakılırsa gençlerinçoğuna kolay geliyor, öyle değil mi?"287"Ah hayır," dedi Rachel. "Zor!"Bayan Allan hiçbir şey söylemeden sessizce Rachel'a baktı;birtakım güçlüklerin bulunduğundan kuşkulanıyordu. Sonraelini başının arkasına koydu; gri saç buklelerinden biriningevşemiş olduğunu keşfetti."Saçımı yapacağım," dedi ayağa kalkarken, "umarım benimazur görürsün. Bir türlü uygun bir firkete bulamıyorum. Ayrıca,elbisemi de değiştirmeliyim; yardım edersen sevinirim,çünkü yorucu bir kopçalar öbeği var, kendi kendime ilikleyebiliyorumama on on beş dakika sürüyor; oysa senin yardı­mınla-"Ceketini, eteğini ve bluzunu üzerinden sıyırdı; aynanın kar­şısında durup saçını yaptı, cüsseli, gösterişsiz bir suret; kombinezonuöyle kısaydı ki Bayan Allan arduvaz grisi bir çift kalınbacağın üzerinde duruyordu."Gençliğin hoş olduğunu söylerler; ben orta yaşı çok dahahoş buluyorum," dedi, firketelerle tarakları çıkarıp fırçasınıeline alırken. Serbestçe salındığında saçları ancak boynunadek iniyordu."İnsan gençken," diye sürdürdü sözlerini, "eğer yapısı öyleyse,her şey fazlasıyla ciddi görünür... Şimdi, elbisem."Hayret edilecek kadar kısa bir süre içerisinde saçları her zamankibuklelerine kavuşmuştu. Bedeninin üst yarısı şimdiüzerinde siyah şeritler olan koyu yeşil bir renk almıştı; ancaketeğin çeşitli açılardan kopçalanması gerekiyordu; Rachel kop­çaları iliklere uydururken yere diz çökmek zorunda kaldı."Hatırlıyorum da, bizim Bayan Johnson hayatı hiç tatminedici bulmuyordu," diye devam etti Bayan Allan. Sırtını ışığadöndü. "Sonra, benekleri için hint domuzu yetiştirmeye meraksardı ve kendini buna kaptınverdi. Az önce san hint domuzununsiyah bir yavrusu olduğunu duydum. Bunun için altıpeniye bahse girmiştik. Çok kıvanç duyacak."Etek tutturulmuştu. Yüzünde genellikle aynaya bakarkenoluşan garip bir kasılmayla, aynada kendine baktı."İnsan içine çıkabilecek durumda mıyım?" diye sordu. "Nasıldıunuttum -am a siyah hayvanların çok ender olarak renkli288bebekleri olduğunu bulmuşlar- tam tersi de olabilir. Bu banaöyle çok açıklandı ki yine unutmuş olmam çok aptalca."Sessiz bir güçle küçük nesneler toplayıp bunları üzerine takıştırarakodanın içinde dolandı - bir madalyon, zincirli birsaat, ağır, altın bir bilezik ve oy hakkı demeğinin rengarenkbir düğmesi. Sonunda, pazar çayı için tam teçhizaılı olarakRachcl'm karşısına dikilip ona kibarca gülümsedi. Patavatsızbir kadın değildi; yaşamı ona dilini tutmayı öğretmişti. Aynızamanda, içinde başkalarına, özellikle de gençlere karşı iyi niyetvardı, bu yüzden sık sık, konuşmanın bu denli güç olması­na esef ediyordu."inelim mi?" dedi.Bir elini Rachel'm omzuna koydu; eğilip diğer eliyle bir çiftyürüyüş ayakkabısı aldı; kapısının önüne düzgünce yan yanayerleştirdi. Koridorda yürürlerken çok sayıda bot ve ayakkabı­nın yanından geçtiler; kimi siyah, kimi kahverengi, hepsi yanyana ve hepsi farklıydı, birlikte durma biçimleri bile."Hep insanların botlarına ne kadar da benzediklerini dü­şünmüşümdür," dedi Bayan Allan. "Şu, Bayan Paley'n in -" amao konuşurken kapı açıldı; kendisi de çay için hazırlanmış olanBayan Paley, sandalyesiyle dışarı çıktı.Bayan Allan'la Rachel'ı selamladı."Tam da insanların botlarına ne kadar benzediğini söylüyordum,"dedi Bayan Allan. Bayan Paley duymadı. Bayan Allandaha yüksek sesle tekrarladı. Bayan Paley duymadı. Bayan Allanüçüncü kez tekrarladı. Bayan Paley duydu, ama anlamadı.Bayan Allan dördüncü kez tekrarlamak üzereydi ki, Rachelbirdenbire anlaşılmaz bir şey söyleyerek koridorda gözdenkayboldu. Geçidin tümüyle tıkanmasına neden olan bu yanlışanlama ona katlanılmaz gelmişti. Zıt yönde hızla ve kör gibiyürüdü; kendini bir çıkmazın sonunda buldu. Bir pencere vardı;pencerenin önünde ise bir masayla bir sandalye; masanınüzerinde paslı bir yazı takımı, bir kültablası, bir Fransız gazetesinineski bir nüshası ve ucu kırılmış bir mürekkepli kalemduruyordu. Rachel, Fransız gazetesini inceleyecekm iş gibioturdu ama bulanık Fransızca yazının üzerine bir gözyaşı dü­289şerek yumuşak bir leke oluşturdu. Rachel, başını sertçe kaldı­rarak yüksek sesle bağırdı, "Dayanılmaz bir şey!" Gözyaşlarıylapuslanmış olmasa bile hiçbir şey görmeyecek olan gözlerlepencereden dışarıya bakarken, sonunda bütün bir güne şiddetlesövme arzusuna boyun eğdi. Baştan sona berbat bir günolmuştu; önce küçük kilisedeki ayin; sonra öğle yemeği; sonraEvelyn; sonra Bayan Allan; sonra geçidi tıkayan yaşlı BayanPaley. Bütün gün boyunca boş vaatlerle kıvrandırılarak alıkonmuştu.Artık, bir buhranın sonucu olan, sonunda dünyanınhakiki orantılarıyla gözler önüne serildiği o yükseltilerden birineulaşmıştı. Bu görünüşten hiç mi hiç hoşlanmamıştı -k iliseler,siyasetçiler, uyumsuzlar, dev şarlatanlıklar- Bay Dallowaygibi adamlar, Bay Bax gibi adamlar, Evelyn ve gevezelikleri,geçidi tıkayan Bayan Paley. Bu arada nabzının sürekli vuru­şu altta akmakta olan sıcak duygu akımını simgeliyordu; vuruyor,mücadele ediyor, yıpranıyordu. O anda bedeni, patlayıpburada -orada- çıkmaya çalışan dünyadaki tüm yaşamın kaynağıydıve kâh Bay Bax'ın, kâh Evelyn'in, kâh tüm dünyanınağırlığı olan yorucu aptallığın baskısı altındaydı. Böyle azapçekerken, ellerini birleştirip büküyordu, çünkü her şey yanlış­tı, tüm insanlar aptaldı. Aşağıdaki bahçede insanlar olduğunugörünce, onları şuraya buraya uçuşan, amaçsız, ona engel olmaktanbaşka amacı olmayan madde kütleleri olarak hayal etti.Ne yapıyorlardı dünyadaki şu diğer insanlar?"Kimse bilmiyor," dedi. Öfkesinin gücü tükenmeye başlı­yordu; dünyanın capcanlı olan görüntüsü sönükleşmişti."Bu bir rüya," diye mırıldandı. Paslı yazı takımını, mürekkeplikalemi, kül tablasını, eski Fransız gazetesini gözden ge­çirdi. Bu küçük değersiz nesneler, insan yaşamlarını temsilediyormuş gibi göründü ona."Uykudayız ve rüya görüyoruz," diye yineledi. Ama o sıradaaklına gelen bir olasılık, o şekillerden birinin Terence'a ait olmasıolasılığı, onu mahzun rehavetinden sıyırdı. Oturmadanönceki huzursuzluğu yeniden duydu. Artık dünyayı ayakları­nın altına serilmiş bir kasaba olarak göremiyordu. Bunun yerinedünya hummalı, kırmızı bir sis buğusuyla kaplanmıştı.290Rachel bütün gün boyunca içinde bulunduğu duruma geridönmüştü. Düşünmek kaçış değildi. Bedenini harekete geçirmek,odalann içinde ve dışında, insanların zihinlerinin içindeve dışında, ne olduğunu bilmediği bir şeyi aramak tek sığına­ğıydı. Bu yüzden ayağa kalktı, masayı iterek aşağı indi. Salonunkapısından dışarı çıktı; otelin köşesini dönünce kendinipencereden gördüğü insanların arasında buldu. Ne var ki, gölgelikoridorlardan sonra berrak günışığı ve rüyalardan sonracanlı insanların elle tutulurlugu yüzünden topluluk ona ürkü­tücü bir yoğunlukta göründü, sanki her şeyin üzerindeki tozluyüzey soyulmuş, geriye yalnızca gerçeklik, o an kalmıştı. Geceleyinkaranlığın üzerine baskısı çıkarılmış bir hayal gibiydiher şey. Beyaz, gri, mor şekiller yeşilin üzerine serpiştirilmişti;yuvarlak, sepet örgüsü masalar; ortada çay semaverinin alevi,havayı kusurlu bir cam levha gibi dalgalandırıyordu; tepelerindedevasa yeşil bir ağaç, dinlenmeye bırakılmış hareketli birgüç gibi dikiliyordu. Yaklaşırken, Evelyn'in sesinin tekdüzebirşeyler yinelediğini işitebiliyordu, "Haydi buraya - buraya -cici köpecik, buraya gel;" bir an hiçbir şey olmuyormuş gibigöründü; her şey kıpırdamadan durdu; sonra şekillerden birininHelen Ambrose olduğunu fark etti; toz yeniden inmeyebaşladı.Topluluk birbirine karışarak biraraya gelmişti; bir çay masasıbaşka bir çay masasıyla birleştirilmişti, katlanır koltuklar ikitopluluğu birleştirmeye yarıyordu. Ama buyurgan bir tavırladimdik oturan Bayan Flushing'in topluluğa egemen olduğuuzaktan bile görülebiliyordu. Masanın karşısından hararetleHelen'la konuşmaktaydı.'Çadır bezi altında on gün," diyordu. "Konfor yok. Konforistiyorsanız gelmeyin. Ama şunu söyleyebilirim ki, gelmezsenizhayatınız boyunca pişmanlık duyarsınız. Evet mi diyorsunuz?"O anda Bayan Flushing'in gözüne Rachel ilişti."Ah, işte yeğeniniz. Bize söz verdi. Geliyorsunuz, değil mi?"Planını olgunlaştırmış, bir çocuğun canlılığıyla peşinden gidiyordu.291Rachel üzerine düşeni hevesle yerine getirdi."Elbette geliyorum. Sen de öyle, Helen. Bay Pepper da."Oturunca, çevresindekilerin tanıdık olduğunu ama aralarındaTerence'ın bulunmadığını fark etti. Topluluktakiler çeşitli yönlerden,teklif edilen gezi hakkındaki fikirlerini söylemeye baş­ladılar. Kimine göre hava sıcak olacak, ama geceler soğuk ge­çecekti; başkalarına göreyse daha çok bir tekne bulmakta vedil konusunda güçlük çekilecekti. Bayan Flushing, kocasınınbütün bunları halledeceğini duyurarak gerek insanla gereksedoğayla ilgili tüm itirazları bertaraf etti.Bu sırada Bay Flushing gezinin aslında basit bir mesele olduğunuHelen'a sessizce açıkladı; en fazla beş gün sürüyordu;gidilecek yer -b ir yerli köyü- İngiltere'ye dönmeden önce kesinliklegörmeye değerdi. Helen belirsiz birşeyler mırıldandı;şu ya da bu yanıtla kendini kısıtlamadı.Çay partisi genel bir sohbetin gelişemeyeceği kadar farklıinsanları içeriyordu; Rachel açısından bunun, kendisinin konuşmasınıgereksiz kılmak gibi büyük bir yararı vardı. Az.ötedeSusan'la Arthur, gezi teklifini Bayan Paley'e bildiriyorlardı;meseleyi kavrayan Bayan Paley, eski bir gezgin olarâk, yanları­na iyisinden konserve sebzeler, kürk pelerinler ve böcek tozualmalarını salık verdi. Bayan Flushing'e doğru eğildi ve gözlerinikırpıştırmasından anlaşıldığı kadarıyla, büyük olasılıklaböceklerle ilgili birşeyler fısıldadı. O sırada Helen, masanınüzerinde duran altı peniyi kazanmak için olacak, St. JohnHirst'e ezbere "Çanlar Kahramanlar için Çaisın"ı okumaktaydı;diğer yanda Bay Hughling Elliot, Lord Curzon'la üniversiteöğrencisinin bisikleti hakkındaki büyüleyici anekdotuyla kendidinleyicilerini sessizliğe gark etmişti. Bayan Thornbury,mutlaka okumaları gereken bir kitap yazan, başka bir Garibaldiolabilecek bir adamın adını hatırlamaya çalışıyordu; BayThornbury ise isleyen herkesin hizmetine sunabileceği birdürbününün olduğunu hatırlamıştı. Bu arada Bayan Allan,kızkurularının köpeklerle kurabildiği o garip samimiyetle,Evelyn'in sonunda yanlarına gelmeye ikna ettiği tilki teriyerinebirşeyler mırıldanmaktaydı. Yukarıdaki dallar iç çektikçe292küçük toz ya da çiçek parçacıkları arada sırada tabakların üzerinedüşüyordu. Rachel her şeyden biraz görür ve işitir gibiydi,tıpkı bir nehrin, içine düşüveren sürgünleri hissedip yukarıdakigökyüzünü gördüğü gibi, ama bakışları Evelyn'inhoşuna gitmeyecek kadar dalgındı. Karşıdan gelip Rachel'ınayaklarının dibine, yere oturdu."Ee?" diye sordu birdenbire. "Ne düşünüyorsun?""Bayan W arrington'ı," diye yanıtladı Rachel tedbirsizce,çünkü bir şey söylemek zorundaydı. Gerçekten de, Bayan Elliot'abirşeyler mırıldanan Susan'ı görebiliyordu, bu sırada Arthur,kendi aşkına olan eksiksiz güveniyle, dimdik Susan'abakıyordu. Rachel ve Evelyn, Susan'm söylediklerini dinlemeyebaşladılar."Siparişler, köpekler, bahçe, ders almak için gelen çocuklar,"diye listeyi gözden geçirir gibi ritmik bir biçimde devametti sesi, "tenisim, köy, babama yazılacak mektuplar, kulağaçokmuş gibi gelmeyen bin tane küçük şey var; ama kendimeayıracak bir anım bile yok, yalağa girdiğimde o kadar uykumoluyor ki başım yastığa değmeden içim geçiyor. Ayrıca teyzelerimleçokça birlikte olmayı seviyorum - ne kadar sıkıcıyım,değil mi, Emma Teyze?" (başını hafifçe eğmiş, düşünceli birsevecenlikle keki seyreden yaşlı Bayan Paley'e gülümsedi), "vebabamın kış soğuklarında çok dikkatli olması gerekiyor, bu daepey koşuşturma demek, çünkü kendine bakmaz, tıpkı seningibi, Arthur! Bütün bunlar önümde bir tepe gibi yükseliyor!"Yaşamından ve kendi doğasından duyduğu tatminin lallı esrikliğiylesesi de yükseliyordu. Rachel birdenbire onda iyi yü­rekli, alçakgönüllü, hatta acınası olan her şeyi yok sayarak Susan'akarşı şiddetli bir nefrete kapıldı. İçtenliksiz ve acımasızgörünüyordu; Rachel onun tombullaşıp doğuıganlaştığını gördü,o sevecen mavi gözler artık sığ ve suluydu, yanaklarınınpembeliği, kuru, kırmızı kanallardan oluşan bir ağ halindepıhtılaşmışlı.Helen ona döndü. "Kiliseye gittin mi?" diye sordu. Altı peniyikazanmıştı; gitmeye hazırlanır gibiydi."Evet," dedi Rachel. "Son kez," diye ekledi.293Eldivenlerini giymeye hazırlanan Helen, tekini düşürdü."Gitmiyorsunuz, değil mi?" diye sordu Evelyn, onları alı­koymak istercesine eldiven tekini alarak."Gitme zamanı geldi de geçiyor," dedi Helen. "Baksana herkesnasıl suskunlaştı-?"Biraz sohbetin ulaştığı yerden, biraz da birinin yaklaşmaktaolduğunu görmelerinden kaynaklanan bir sessizlik hepsininüzerine çökmüştü. Helen kim olduğunu kestiremedi, amagözlerini Rachel'a dikince gördüğü bir şey, ona, "Demek Hevvet'mış,"dedirtti. O anın anlamıyla ilgili garip bir hisle eldivenlerinigiydi. Sonra ayağa kalktı, çünkü Bayan Flushing deHevvet'ı görmüş, nehirler ve tekneler hakkında bilgi talep ediyordu,bu da bütün sohbetin baştan alınacağını gösteriyordu.Rachel onu takip etti; bulvardan aşağı sessizlik içinde yürü­düler. Görüp anladığı şeye rağmen o sırada Helen'in zihninikaplayan duygu garip bir biçimde aksiydi; bu geziye gidersebanyo yapamayacaktı; bu çaba gözüne büyük ve tatsız görü­nüyordu."Pek tanımadığın kimselerle bir yere tıkılmak öyle tatsızki," dedi. "Çıplak görülmeyi umursayan kimselerle.""Gitmeye niyetin yok mu?" diye sordu Rachel.Söyleyişindeki hararet Bayan Ambrose'un sinirine dokundu."Gitmeye de, gitmemeye de niyetim yok," diye yanıt verdi.Giderek daha da ilgisizleşiyor, kayıtsızlaşıyordu."Ne de olsa, görülecek ne varsa hepsini gördük herhalde;hem oraya ulaşma zahmeti de var, ne derlerse desinler rahatsızve berbat bir yolculuk olacak."Rachel bir süre yanıt vermedi; ama Helen'in söylediği hercümle onun burukluğunu artırıyordu. Sonunda patladı-"Tann'ya şükür, Helen, senin gibi değilim! Bazen senin dü­şünmediğini, hissetmediğini, umursamadığını, herhangi birşey yapmadığını, yalnızca var olduğunu düşünüyorum! BayHirsı gibisin. Birşeylerin kötü olduğunu görüyorsun ve bunlarısöylemekten gurur duyuyorsun. Bu senin dürüst olmak dediğinşey; aslında bu tembel olmak, sıkıcı olmak, hiçbir şey olmamak.Yardım etmiyorsun; birşeylere son veriyorsun."294Helen saldırıdan keyif almış gibi gülümsedi."Ee?" diye sordu."Bu bana kötü görünüyor - hepsi o," diye yanıl verdi Rachel."Çok mümkün," dedi Helen.Başka herhangi bir zamanda yengesinin önyargısızlığı Rachel'ıbüyük olasılıkla sustururdu; ama bu akşam herhangi biritarafından susturulacak bir ruh hali içerisinde değildi. Bir kavgahiç fena olmazdı."Sadece yan yarıya canlısın," diye devam etti."Bay Flushing'in davetini kabul etmediğim için mi?" diyesordu Helen, "yoksa her zaman mı böyle düşünüyorsun?"O anda Rachel, güzelliğine, yücegönüllülüğüne ve aralarındakisevgiye rağmen, Euplırosyne'deki o ilk geceden bu yanaHelen'da hep aynı kusurları gördüğünü fark etti."Ah, herkesin derdi neyse bu da o yalnızca!" dedi. "Kimsehissetmiyor - kimse incitmekten başka bir şey yapmıyor. Dinle,Helen, dünya kötü. Bu bir ıstırap, yaşamak, istem ek-"Burada, kendini denetim altına almak için bir çalıdan avuçdolusu yaprak koparıp elinde ezdi."Bu insanların yaşam ları," diye açıklamaya çalıştı, "buamaçsızlık, yaşama biçimleri. Birinden diğerine gidiyorsun;hep aynı. İnsan hiçbir zaman hiçbirinden istediğini alamıyor."Helen tartışmayı ya da onun ağzından sır almayı isteseydi,Rachel'ın duygusal durumu ve kafasının karışıklığı onu kolaybir av haline getirirdi. Ama yürümeye devam ederlerken,o, konuşmak yerine derin bir sessizliğe gömüldü. Amaçsız,önemsiz, anlamsız, ah hayır - çayda gördüğü şey buna inanmasınıolanaksız kılıyordu. Akşamın küçük şakaları, gevezelikleri,şapşallıkları gözlerinin önünde pörsümüştü. Hoşlanmalarınve garezlerin, biraraya gelmelerin ve ayrılmaların altındabüyük şeyler olmaktaydı - bu kadar büyük olmalarındanötürü de korkunç şeyler. Güvenlik duygusu sarsılmıştı,sürgünlerle ölü yaprakların altında bir yılanın kıpırtısını gö­rür gibiydi. Sanki bir anlık molaya izin veriliyordu, bir anlıkkandırmacaya; sonra yine o derin, nedensiz yasa kendini295gösteriyor, hepsini keyfine göre biçimlendiriyor, yapıp yokediyordu.Yanında yürüyen Rachel'a baktı, hâlâ parmaklarının arasındayaprakları eziyordu; kendi düşüncelerine gömülmüştü.Âşık olmuştu; ona derinden acıyordu. Kendini bu düşüncelerdensıyırıp özür diledi. "Çok üzgünüm," dedi, "ama eğer sıkı­cıysam, bu benim yapım, elden bir şey gelmez." Yine de budoğal bir kusursa kolay bir çare buldu, Bay Flushing'in planı­nın çok iyi olduğunu düşündüğünü söyleyerek devam etti,yalnız biraz gözden geçirilmesi gerekiyordu, eve varmalarınakadar geçen sürede bunu yapmıştı. Eve vardıklarında, ısraredilirse daveti kabul etmeyi kararlaştırdılar.296X X . BölümBay Flushing ve Bayan Ambrose ayrıntılara girince, gezinin netehlikeli ne de güç olduğu ortaya çıktı. Hatta sıradışı bile de­ğildi. Her yıl bu mevsimde Ingiiizler topluluklar halinde nehrinyukarısına doğru buhar gücüyle kısa bir yolculuk yapıyor,karaya çıkıp yerlilerin köyüne bakıyor, yerlilerden birşeylersatın alıp akıl sağlıkları ya da bedenleri zarar görmeksizin geridönüyorlardı. Alu kişinin aynı şeyi istediği ortaya çıkınca kısasürede düzenlemeler yapıldı.Kraliçe Elizabelh devrinden bu yana pek az kimsenin gördüğünehrin görüntüsünü o dönemin deniz yolcularının gö­züne göründüğünden farklı kılmak için hiçbir şey yapılmamıştı.Suyun o kıyılar arasmda akmasından, yeşil fundalarınkaynaşmasından, küçük ağaçların yalnızlık içinde büyüyüpdev, buruş buruş ağaçlara dönmesinden bu yana geçen çağlarlakarşılaştırıldığında, Elizabelh dönemiyle şimdiki zaman arasındayalnızca bir anlık bir mesafe vardı. Dünyanın başka yerlerindebir şehrin harabeleri üzerinde bir başka şehir yükselir,şehirlerdeki insanlar gitgide daha düzgün konuşmaya ve birbirinebenzememeye başlarken, yalnızca güneşin ve bulutlarındeğişmesiyle değişen bu dalgalı yeşil kütle orada durm uş,yüzyıllar yüzyılları kovalarken kimi zaman Loprağı, kimi za­297man ağaçların dallarını aşındıran su, onun kıyıları arasındahiç durmadan akmıştı. Bu nehrin birkaç kilometresi, oteldengelen topluluğun bir iki hafta önce piknik yaptığı dağın tepesindengörülebiliyordu. Susan'la Arthur öpüşürken, Terence'laRachel oturup Richmond hakkında konuşurken, Evelyn'lePerrott ise dünyayı sömürgeleştirmek üzere gönderilmiş bü­yük kaptanlar olduklarını hayal ederek etrafta gezinirken onugörmüşlerdi. Denize döküldüğü yerde kumsalın üzerindekigeniş mavi izi, daha yukarıda ağaçların yeşil bulutunun onunçevresinde toplandığını ve sonunda sularını tümüyle gözlerdensakladığını görmüşlerdi. Aşağı yukarı ilk otuz kilometreboyunca kıyıya aralıklarla evler serpiştirilmişti; evler aşamaaşama yerini barakalara bırakıyordu; daha sonrasında ise nebaraka vardı ne de ev, yalnızca, yürüyen ya da yelkenle seyredenama hiç yerleşmeyen avcıların, kâşiflerin ya da tüccarlarıngörebildiği ağaçlarla çimenler.Son haliyle altı kişiden oluşan topluluk, Sanla Marina'yı sabaherkenden terk edip otuz iki kilometre arabayla, on üç kilometrede at sırtında giderek, gece çökerken nehrin kenarınaulaştı. Tırıs giden allarla ağaçların arasından geldiler - Bay veBayan Flushing, Helen Ambrose, Rachel, Terence ve Sı. John.Sonra yorgun küçük atlar kendiliğinden durdu; tngilizler indiler.İçi içine sığmayan Bayan Flushing uzun adımlarla nehirkıyısına yürüdü. Uzun ve sıcak bir gün geçirmişti, ama hızdanve açık havadan keyif almıştı; nefret ettiği oteli terk etmiş, zevkineuygun ahbaplar bulmuştu. Nehir karanlıkla kıvrıla kıvrı­la akıp gidiyordu; suyun kıpırdayan pürüzsüz yüzeyini ancakayırt edebiliyorlardı; hava nehrin sesiyle doluydu. Kocamanağaç gövdelerinin ortasında boş bir alanda durdular; uzaklardabir yukarı bir aşağı hafifçe hareket eden küçük yeşil bir ışıkonlara binecekleri çatananın yerini gösteriyordu.Hep birlikte güvertesinde durduklarında teknenin çok kü­çük olduğunu fark ettiler; tekne birkaç dakika altlarında hafif­çe titreşti, sonra suları yumuşacık yardı. Gecenin yüreğinedoğru yol alır gibiydiler, çünkü ağaçlar önlerini kapatıyorduve dört bir yanlarında yaprakların hışırtısını duyabiliyorlardı.298Muazzam karanlık olağan etkisini gösterdi, seslerin cılızlaşıpsöylenenlerin önemsizleşmesi tüm iletişim arzularını alıp gö­türdü; güvertenin çevresinde üç dört kez yürüdükten sonrabir araya kümelenip, derin derin esneyerek kıyılardaki aynıderin kasvet noktasına baktılar. Havadan bunalanların yaptığıgibi çok alçak sesle ritmik tonda mırıldanan Bayan Flushingnerede uyuyacaklarını merak etmeye başladı, aşağıda uyuyamazlardı,yağ kokulu bir köpek deliğinde uyuyamazlardı, gü­vertede uyuyamazlardı, uyuyamayacaklardı - Derin derin esnedi.Tıpkı Helen'in öngördüğü gibi olmuştu; yan uykuda, üstelikbirbirleri için neredeyse görünmez oldukları halde çıplaklıksorunu şimdiden baş göstermişti. Helen, Sı. John'ın yardımıylabir tente gerdi, Bayan Flushing! bunun arkasında giysileriniçıkarabileceğine, kırk beş yıldır gözlerden saklanan biryeri tesadüfen insanların gözü önünde çıplak kalırsa kimseninfark etmeyeceğine ikna elti. Şilteler yere atıldı, battaniyeler serildive üç kadın yumuşacık açık havada birbirinin yanmauzandı.Beyler birkaç sigara içtikten sonra parlayan izmaritleri nehrebırakıp bir süre altlarındaki kara suyu buruşturan dalgacıklarabaktılar, onlar da soyundular ve teknenin öteki ucundauzandılar. Çok yorgunlardı; karanlık, bir perde gibi onlarıbirbirlerinden gizliyordu. Bir fenerin ışığı birkaç halatın, gü­vertenin birkaç kalasının ve teknenin parmaklıklarının üzerinedüşüyordu, ama onun ötesinde kesintisiz karanlık vardı,yüzlerine ya da nehrin kenarlarında toplanmış ağaçlara hiçışık ulaşmıyordu.Çok geçm eden W ilfrid Flushing uyudu; Hirst uyudu.Yalnızca Hewet uyanıktı, dosdoğru yukarıya, gökyüzünebakarak uzanıyordu. Usulcacık hareket ve hiç durmadan gözlerininönünden sürüklenerek geçen kara şekiller, düşünmesiniolanaksız kılıyordu. Rachel'ın bu denli yakın olması, dü­şünceyi ninnilerle uyuluyordu. Bu kadar yakınında, yalnızcabirkaç adım ötede teknenin öteki ucunda olunca, Rachel hakkındadüşünmek Terence için olanaksızdı, tıpkı çok yakınındadurup alnını alnına dayasa onu görmesinin olanaksız olacağı299gibi. Tuhaf bir biçimde tekne Terence'la özdeşleşivermişti; nasılki ayağa kalkıp tekneyi kullanmanın ona yararı olmayacaksa,kendi duygularının karşı konulmaz gücüyle daha fazla mü­cadele etmenin de ona yararı yoktu. Tekne nehrin pürüzsüzyüzeyinde süzülürken, Terence bildiği her şeyin gitgide dahauzağına, engellerin üzerinden kayıp nirengi noktalarını geçerekbilinmeyen sulara sürükleniyordu. Derin bir huzur içinde,gecelerdir olmadığı kadar derin bir bilinçsizlikle sarmalanmışolarak güvertede yatıp, ağaç tepelerinin gökyüzüne karşı hafif­çe konum değiştirmelerini, eğilmelerini, alçalıp dev kuleler gibiyükselmelerini seyretti, ta ki onları görmekten, uçsuz bucaksızağaçların gölgesi altında uzanıp yukarıya, gökyüzünebaktığı rüyalara geçene dek.Ertesi sabah uyandıklarında nehrin yukarısına doğru epeyyol almışlardı; sağda, ağaçtan sorguçlarla süslenmiş sarı kumluyüksek bir kıyı vardı, soldaysa, tepelerine hafif hafif sallananparlak yeşil ve sarı kuşların tünediği uzun kamışlarla veyüksek hezarenlerle kıpır kıpır bir bataklık. Sıcak ve durgunbir sabahlı. Kahvaltıdan sonra sandalyelerini biraraya getirippruvada düzensiz bir yarım daire oluşturdular. Başlarının üzerindekitente onları güneşin sıcaklığından koruyor, teknedenyumuşacık, serinleten bir esinti geliyordu. Bayan Flushingşimdiden tuvalini beneklerle, şeritlerle dolduruyordu, başı, tahıltaneciklerini toplayan bir kuşun harekeliyle bir o yana birbu yana sinirli sinirli sallanıyordu; diğerlerininse kucaklarındakitaplar, kâğıtlar ya da nakışlar vardı, bunlara ara ara göz alıpyine karşılarındaki nehre bakıyorlardı. Bir ara Hevvet yükseksesle bir şiirden bir bölüm okudu, ama çevrelerindeki devinimsözlerinin etkisini tamamen yok ediyordu. Okumayı kesti;kimse konuşmuyordu. İlerlemeye devam ederek ağaçların korunağıaltına girdiler. Kâh soldaki küçük adacıklardan birindekamını doyuran bir kırmızı kuş sürüsü görüyorlardı, kâh feryatederek ağaçtan ağaca uçan mavili yeşilli bir papağan. Onlarilerledikçe arazi gitgide yabanileşiyordu. Toprağa yakın yerlerdeağaçlarla altlarındaki bitkiler kalabalık bir güreşte birbirleriniboğazlar gibiydiler; şurada burada görkemli bir ağaç, yığı­300nın tepesinde bir kule gibi yükseliyor, cılız yeşil şemsiyesiniyukarıda, havada hafif hafif sallıyordu. Hewet yeniden kitabı­na baktı. Tıpkı gece gibi sabah da huzurluydu, ancak çok tuhaftı,çünkü aydınlıktı ve Hewet, Rachel'ı görebiliyor, sesiniişitebiliyor, ona yakın olabiliyordu. Kendini, bekliyormuş gibihissediyordu, sanki üzerinden geçen şeylerin, onu çevreleyenşeylerin, seslerin, insan bedenlerinin, kuşların arasında o hernasılsa durağandı, yalnızca Rachel onunla birlikte bekliyordu.Zaman zaman, birlikte bekliyor olduklarını, herhangi bir dirençgöstermeden birbirlerine doğru çekildiklerini onun dabilmesi gerekiyormuş gibi Rachel'a bakıyordu. Yine kitabınıokudu:Şimdi beni elinde tulan sen, her kim olursan ol.Bir tek şey olmazsa hiçbiri işe yaramayacak.*Bir kuş vahşi bir kahkaha attı, bir maymun kıkırdayarak kö­tü niyetli bir soru sordu; tıpkı güneşin sıcak ışıklarında ateşinsolduğu gibi, Hewet'in sözleri titreşerek söndü.Nehir daralıp yüksek kıyı kumsalları sık ağaçların büyüdü­ğü toprakla aynı düzeye geldikçe aşama aşama ormanın sesleriişitilebiliyordu. Orman, bir salon gibi yankı yapıyordu. Apansızçığlıklar duyuluyordu; ardından, bir oğlan çocuğunun sesininkesilip de yankısının hâlâ çatının uzak yerlerinde gezinirgibi olduğu bir katedralin sessizliğine benzeyen, uzun sürelisessizlikler oluyordu. Bir ara Bay Flushing ayağa kalkıp bir denizciylekonuşlu; halta öğle yemeğinden sonra çaıananm duracağını,ormanın içinde biraz yürüyüş yapabileceklerini söyledi."Orada, ağaçların arasında patikalar var," diye açıkladı. "Henüzuygarlıktan uzak değiliz."Karısının yaptığı resmi inceledi. Onu açıkça övemeyecekkadar kibar olduğundan, bir eliyle resmin bir yarısını kapatıp,diğer elini havada sallamakla yelindi."Tanrım!" diye bağırdı Hirst, dosdoğru karşıya bakarak. "Sizede olağanüstü güzel gelmiyor mu?"(*) Hewet, Walt Whitman'in 'Whoever You Are Holding Me in Hand' başlıklı şiirindendizeler okuyor - ç.n.301"Güzel mi?" diye sordu Helen. Bu küçük, tuhaf bir sözcükgibiydi; Hirst de kendisi de gözüne öyle küçük görünüyorlardıki ona yanıt vermeyi unuttu.Hewet, konuşması gerekliğini hissetti."Elizabeth devrinin insanlan üsluplarını işte buradan almış­lar," dedi düşünceli bir tavırla, yaprakların, çiçeklerin ve bereketlimeyvelerin bolluğuna bakarken."Shakespeare mi? Shakespeare'den nefret ederim!" diye ba­ğırdı Bayan Flushing; Wilfrid hayranlıkla karşılık verdi, "Bunusöylemeye cüret eden tek insanın sen olduğuna inanıyorum,Alice." Ama Bayan Flushing resim yapmaya devam etti. Kocasınıniltifatına pek değer vermiş gibi görünmüyordu; arada biryarı işitilir bir sözcük mırıldanarak ya da bir inilti çıkararaksürekli boyuyordu.Sabah, artık çok sıcaktı."Hirst'e bakın!" diye fısıldadı Bay Flushing. Kâğıdı kayıpgüverteye düşmüş, başı geriye yaslanmıştı; horultulu, uzun birsoluk aldı.Terence kâğıdı alıp Rachel'ın önüne serdi. Hirst'ün küçükkilisede başladığı, Tanrı hakkındaki şiirin devamıydı; öyleedepsizceydi ki Rachel edepsizce olduğunun farkına vardığıhalde yarısını anlamadı. Hirst'ün boş bıraktığı yerleri Hewetsözcüklerle doldurmaya başladı, ama çok geçmeden bıraktı;kalemi güverteye yuvarlandı. Yavaş yavaş sağ taraflarındaki kı­yıya yaklaşıyorlardı, böylece, yeşil yaprakların gölgesi arasındandöküldüğü için, onları örten ışık belirgin bir yeşile dönmüştü;Bayan Flushing, eskizini bir yana bırakmış, sessizcekarşıya bakıyordu. H irst uyandı; sonra öğle yem eğineçağrıldılar; onlar yemeklerini yerlerken çatana kıyıdan birazuzakta durdu. Arkalarında çektikleri sandal yana getirildi; hanımlarınbinmesine yardım edildi.Cansıkıntısından korunmak için Helen kolunun altına biranı kitabı yerleştirdi, Bayan Flushing ise boya kutusunu; böyleceteçhizatlandıktan sonra ormanın sınırında sahile bırakılmayıkabul ettiler.Nehre paralel olarak uzanan patikada yüz metre yürüme-302mişlerdi ki, Helen, havanın dayanılmayacak kadar sıcak oldu­ğunu söyledi. Nehrin esintisi kesilmişti; ormandan, kokularlayûklıı, sıcak, nemli bir hava geliyordu."Buraya oturacağım ," dedi, uzun zaman önce devrilmişolan, şimdiyse sarmaşıkların ve sırım gibi böğürtlen çalılarınınbir uçtan öbür uca dantel dantel ördüğü kütüğü işaret ederek.Olurdu, güneş şemsiyesini açıp ağaç saplarıyla sürgülenmişnehre baktı. Arkasında kara bir gölgenin içinde gözden kaybolanağaçlara sırtını döndü."Aynı fikirdeyim," diyen Bayan Flushing, boya kutusunuaçmaya başladı. Kocası, ona ilginç bir görüş açısı seçmek üzereetrafta geziniyordu. Hirst, toprağın üzerinde, Helen'in yanı-başmda bir alan açtı ve onunla uzun bir süre konuşmadan öncekıpırdamaya niyeti yokmuş gibi, telaş etmeden oturdu. Terence'laRachel, yapacak bir şey bulamadan kendi başlarınaayakta kalakalmışlardı. Terence, gelmeye yazgılı olan anın geldiğinianladı, bunu fark ettiği halde son derece sakin ve kendinehakimdi. Helen'la konuşup onu oturduğu yerden ayrılmayaikna etmeye çalışarak birkaç saniye dikilmeyi tercih etti. Helen'inonlarla gelmesini önerirken Rachel da ona katıldı."Tanıdığım tüm insanlar içinde," dedi Terence, "en az maceraperestolan sizsiniz. Hyde Park'taki yeşil sandalyelerde deoturuyor olabilirdiniz. Bütün akşamüstü burada mı kalacaksı­nız? Yürüyüş yapmayacak mısınız?""Ah, hayır," dedi Helen, "gözlerini kullanırsan her şeyi gö­rürsün. Burada her şey var - her şey," diye yineledi uyuşuk birses tonuyla. "Yürümekle elinize ne geçecek?""Çay saatine kadar terleyip tatsızlaşmış olacaksınız, bizseserin ve tatlı olacağız," diye araya girdi Hirst. Başını kaldırıponlara baktığında, gözlerine gökyüzünden ve dallardan gelipbakışlarındaki kararlılığı yok eden sarılı yeşilli yansımalardüşmüştü; söylemediği bir şeyi düşünür gibiydi. Böylece herikisi de Terence'la Rachel'm koruluğun içlerine doğru birlikteyürümeye niyetlendiğini varsaydılar; onlar da birbirlerine birkez bakıp arkalarını döndüler."Hoşça kaim !" diye bağırdı Rachel.303"Güle güle. Yılanlara dikkat edin," diye cevap verdi Hirst.Devrilmiş ağacın ve Helen'in gölgesi altına daha da rahat yerleşti.Onlar giderken Bay Flushing arkalarından seslendi, "Birsaat içinde yola çıkmalıyız. Hewet, lütfen unutma. Bir saat."Nehre dik açılar yaparak ormanın içine doğru ilerleyen genişbir patika vardı, belki insan yapısıydı belki de bir nedenledoğa tarafından muhafaza edilmişti. Kıyısında kılıca benzeryapraklarıyla tropikal bitkilerin büyümesi, toprağın çimen yerineyıldız biçiminde küçük sarı çiçeklerle süslenmiş, lekesiz,süngersi bir yosunla kaplı olması dışında İngiltere'nin ormanlarındakiaraç yollarını andırıyordu. Ormanın derinliklerinegirdikçe ışık loşlaştı; sıradan dünyanın gürültüleri yerini ormandakibir gezgine denizin dibinde yürümekte olduğunuçağrıştıran o gıcırtı ve iç geçirme seslerine bıraktı. Patika daralarakdöndü; bir ağacı diğer ağaca düğümleyen, şurasında burasındayıldız biçiminde vişne çürüğü renkli çiçeklerin patladığısık sarmaşıklar patikayı bir çit gibi kuşatıyordu. Başları­nın üzerinden gelen iç geçirmelerle gıcırtılar, ürkmüş bir hayvanınkulak tırmalayıcı bağırışıyla sık sık bölünüyordu. Ortamboğucuydu; hava onlara mecalsiz, kokulu esintilerle ulaşıyordu.Uçsuz bucaksız yeşil ışık, başlarının üzerindeki sınırsız ye­şil şemsiyenin boşluklarından dökülen bir atımlık saf san gü-nışığı tarafından şurada burada kesiliyordu; bu sarı alanlardavişne çürüğü ve siyah renkli kelebekler daireler çizip buralarakonuyordu. Terence'la Rachel pek konuşmuyorlardı.Üzerlerine yalnızca sessizliğin ağırlığı çökmekle kalmamıştı,her ikisi de herhangi bir düşünce biçimlendirmeyi beceremiyordu.Aralannda, konuşulması gereken bir şey vardı. Birininbaşlaması gerekiyordu, ama bu hangisi olacaktı? Sonra Hewetkırmızı bir meyve kopanp becerebildiği kadar yükseğe fırlattı.O düştüğünde Hevvet konuşacaktı. Kocaman kanatların çırpılı-şım işittiler; meyvenin yapraklar arasından pıtırdayarak gidişini,sonunda pal diye düşüşünü duydular. Sessizlik yine derindi."Bu seni korkutuyor mu?" diye sordu Terence, düşen meyveninsesi tümüyle işitilmez olunca."Hayır," diye yanıtladı Rachel. "Hoşuma gidiyor."304"Hoşuma gidiyor" diye yineledi. Hızlı yürüyor, bedenini herzamankinden dik tutuyordu. Bir başka duraklama oldu."Benimle olmak mı hoşuna gidiyor?" diye sordu Terence."Evet, seninle," diye yanıtladı Rachel.Terence bir an sustu. Dünyanın üzerine sessizlik çökmüş gibiydi."Seni tanıdığımdan bu yana ben de bunu hissediyorum," diyecevap verdi. "Birlikle mutluyuz." Ne Terence'ın konuşur gibibir hali vardı ne de Rachel'ın işitir gibi."Çok mutlu," diye yanıtladı.Bir süre sessizce yürümeye devam ettiler. Adımlan farkındaolmadan hızlanmıştı."Birbirimizi seviyoruz," dedi Terence."Birbirimizi seviyoruz," diye yineledi Rachel.Sonra, seslerinin sözcüklerle biçimlenmeksizin tuhaf, tanı­dık olmayan tonlarda birleşmesiyle sessizlik bozuldu. Giderekdaha hızlı yürüyorlardı; aynı anda durup birbirlerini kollarıylasardılar, sonra kendilerini bırakıp toprağa çöküverdiler. Yanyana oturdular. Arkalarından gelen sesler, sessizliklerinin arasındabir köprü oluşturuyordu; ağaçların hışırtısını, uzak birdünyada bir hayvanın vıraklayışını işittiler."Birbirimizi seviyoruz," diye yineledi Terence, RachePın yü­zünü inceleyerek. İkisinin de yüzleri çok solgun ve dingindi;hiçbir şey söylemediler. Terence onu bir kez daha öpmeye korkuyordu.Rachel aşama aşama yanaşıp ona yaslandı. Bu konumdabir süre oturdular. Rachel bir kez "Terence" dedi; o da"Rachel" diye yanıt verdi."Korkunç - korkunç," diye mırıldandı Rachel bir başka suskunluğunardından, ama bunu söylerken kendi duygulan kadar,suyun inatçı çalkalanışını da düşünüyordu. Uzaklardadurmaksızın sürüp gidiyordu, suyun duygusuz, zalim çalkalanışı.Terence'm yanaklanndan aşağı yaşlar süzüldüğünü gördü.Bir sonraki hareket Terence'tan geldi. Çok uzun zaman geç­miş gibiydi. Saatini çıkardı."Flushing bir saat demişti. Biz gideli yarım saatten fazla oldu."305"Geri dönmek de bir o kadar sürer," dedi Rachel. Çok yavaşayağa kalktı. Kollarını açıp, yarı iç çekmeye yarı esnemeyebenzer derin bir soluk aldı. Çok yorgun görünüyordu. Yanaktanbembeyazdı. "Ne taraftan?" diye sordu."Şuradan," dedi Terence.Yeniden, yosun tutmuş patikadan aşağı yürümeye başladılar.Uzaklarda, başlannın üstünde, iç çekmeler, gıcırtılar ve hayvanlarınkulak tırmalayan bagmşlan devam ediyordu. Kelebeklerhâlâ güneş ışığının sarı yamalannda daireler çiziyorlardı.Başlangıçta Terence yoldan emindi ama yürüdükçe kuşkulanmayabaşladı. Düşünmek için durmaları, sonra dönüp yenidenbaşlamaları gerekti, çünkü nehrin yönünden emin olmaklabirlikte diğerlerini bıraktıkları noktayı tutturabileceğindenemin değildi. Rachel onun durduğu yerde durup döndüğüyerden dönerek ardı sıra gitti; yolu bilmeden, onun nedendurduğunu ya da neden döndüğünü bilmeden."Geç kalmak islemiyorum," dedi Terence, "çünkü-" Rachel'meline bir çiçek bıraktı; Rachel'ın parmaklan sessizce çi­çeğin üzerine kapandı. "Çok geç kaldık - çok geç - korkunçdenecek kadar geç," diye yineleyip duruyordu uykusunda konuşurgibi. "Ah - burası doğru. Buradan dönüyoruz."Kendilerini yine İngiltere'nin ormanlarındaki araç yollannabenzeyen o geniş patikada, diğerlerini bırakıp yola çıkııklanyerde buldular. Uykuda yürür gibi sessizce yollarına devamediyorlardı; arada bir garip bir biçimde bedenlerinin ağırlığınınfarkına varıyorlardı. Sonra Rachel ansızın bağırdı, "Helen!"Ormanın kenarındaki güneşli alanda, güneşte bembeyaz gö­rünen elbisesiyle Helen'in, yambaşında dirseğine yaslanmayısürdüren Hirst'le birlikte hâlâ kütüğün üzerinde oturduğunugördüler. İçgüdüsel olarak durdular. Başka insanların karşısındadevam edemiyorlardı. Bir iki dakika sessizlik içinde el ele dikildiler.Başka insanlarla yüz yüze gelmeye katlanamıyorlardı."Ama devam etmemiz gerek," diye ısrar etti Rachel sonunda,her ikisinin de konuşurken kullandığı o garip, donuk sestonuyla; büyük bir çabayla kendilerini kütüğün üzerinde oturançiftle aralarındaki kısa mesafeyi yürümeye zorladılar.306Yaklaşırlarken Helen arkasına dönüp onlara baktı. Bir sürekonuşmadan baktı, yakınına geldiklerinde sessizce şöyle dedi:"Bay Flushing'le karşılaştınız mı? Sizi bulmaya gitmişti.Kaybolmadığınızı söylediysem de, o kayboldunuz sandı."Hirst yan arkaya dönüp tepesindeki çapraz dallara bakacakşekilde başım geriye allı."Ee, çabanıza değdi mi?" diye sordu bir rüyada gibi.Hewet onun yanındaki çimenlere oturup yelpazelenmeyebaşladı."Sıcak," dedi.Rachel, Helen'in yakınında, ağaç kütüğünün ucunda kendinidengelemişti."Çok sıcak," dedi."Bitkin görünüyorsunuz zaten," dedi Hirst."O ağaçlar insanı korkutacak kadar boğucu," dedi Helen,kitabını alıp sayfalann arasına düşen kuru otları temizlemekiçin sallarken. Sonra hepsi susup, ağaç gövdeleri arasındangirdaplar yaparak önlerinden akan nehre baktılar, ta ki BayFlushing araya girene dek. Yüz metre sollarında, tiz bir seslebağırarak ağaçların arasından çıktı:"Ah, demek sonunda yolu buldunuz. Ama geç oldu - kararlaştırdığımızdançok daha geç, Hewet."Biraz kızmıştı; gezinin önderi olarak diktatörce davranmaeğilimindeydi. Hızlı hızlı konuşuyor, nedense iğneli, anlamsızsözcükler kullanıyordu."Olağan koşullarda geç kalmanın önemi olmazdı elbette," dedi,"ama mesele herkesi zamanında biraraya getirmek olunca-"Hepsini biraraya toplayarak, onları küreklerle çatanaya gö­türecek sandalın bekliyor olduğu nehir kıyısına inmelerinisağladı.Hava soğumaya başlamıştı; çay fincanlarının başında Flushing'lerçene çalıyorlardı. Onları dinlerken, Terence'a o sıradavaroluş iki farklı kalmanda sürüyormuş gibi geldi. BuradaFlushing'ler vardı, konuşuyorlardı, başının üzerindeki boşlukta,yükseklerde bir yerde; o ve Rachel ise birlikte dünyanın dibinedüşmüşlerdi. Ama Bayan Flushing'de bir çocuğun dolay-307sizliğim andıran bir şeyin yanı sıra çocuğu büyüklerinin saklıtutmak istediği şeyden kuşkulanmaya yönelten o içgüdü devardı. Canlı mavi gözlerini Terence'a dikip özellikle ona hitapetti. Tekne bir kayaya çarpıp batacak olsa ne yapardı, bilmekistiyordu."Kendinizi kurtarmaktan başka bir şeyi umursar mıydınız?Ben umursar mıydım? Hayır, hayır," diye güldü, "şu kadarcıkumursamazdım — sakın bana anlatmayın. Sıradan bir kadınyalnızca iki yaratığı umursar," diye sözlerini sürdürdü, "çocu­ğunu ve köpeğini; erkeklerdeyse bu sayının iki olduğuna bileinanmıyorum. İnsan aşkla ilgili çok şey okuyor - bu kadar yavanşiirlerle karşılaşmamızın nedeni de bu. Ama gerçek ya­şamda ne oluyor, ha? Bu aşk değil!" diye haykırdı.Terence anlaşılmaz birşeyler mırıldandı. Bay Flushing ise yinekibarlığını takınmıştı. Sigara içiyordu; bir taraftan karısınıyanıtladı."Şunu her zaman aklında tutmalısın ki, Alice," dedi, "seninyetiştirilişin hiç doğal değil - olağandışı, daha doğrusu. Anneleriyokmuş," diye açıkladı, ses tonundaki resmiyeti biraz azaltarak;"babalarıysa - çok tatlı bir adam olduğundan kuşkumyok, ama yalnızca yarış atlarıyla ve Yunan heykelleriyleilgilenirmiş. Onlara küveti anlatsana, Alice.""Ahırın avlusundaydı," dedi Bayan Flushing. "Kışın buzlakaplı olurdu. İçine girmek zorundaydık; girmezsek kırbaçlanırdık.Güçlü olanlar yaşardı - diğerleri ölürdü. Güçlü olanınhayatla kalması dediğiniz şey - on üç çocuğunuz varsa mü­kemmel bir tasarı!""Bütün bunlar İngiltere'nin göbeğinde, on dokuzuncu yüzyıldaoluyor!" diye bağırdı Bay Flushing, Helen'a dönerek."Çocuklarım olsaydı ben de onlara tıpkı böyle davranırdım,"dedi Bayan Flushing.Her sözcük Terence'm kulağında açık seçik tınlıyordu; amane söylüyorlardı, kiminle konuşuyorlardı, havada, yükseklerdebir yerde yalıtılmış olan bu düşsel insanlar da kimdi? Çaylarınıiçtikten sonra, ayağa kalkıp teknenin pruvasından aşağısarktılar. Güneş batıyordu; su karanlıktı ve vişne çürüğü ren-308gindeydi. Nehir tekrar genişlemişti; akıntının ortasına karanlıkbir takoz gibi yerleşmiş küçük bir adanın yanından geçiyorlardı.Tepelerinde kırmızı ışıklar olan kocaman iki beyazkuş sırık gibi bacaklan üzerinde duruyorlardı; adanın kumsalıkuş ayaklarının iskelete benzer izleri dışında lekesizdi. Kıyıdakiağaçların dalları her zamankinden daha çarpık ve köşeli gö­rünüyordu; yaprakların yeşiliyse pırıl pırıldı ve üzerine altındamlalar sıçramıştı. Sonra Hirsı pruvadan sarkarak konuşmayabaşladı."İnsanı müthiş tuhaflaştırıyor, siz de fark etmediniz mi?" diyeyakındı. "Bu ağaçlar insanın sinirine dokunuyor - bütünbunlar öyle çılgınca ki. Tanrı kuşkusuz deli. Aklıbaşında hangiinsan böyle ıssız bir yer hayal edip içini maymun ve timsahlarladoldururdu ki? Burada yaşasaydım deli olurdum - gözüdönmüş bir deli."Terence onu yanıtlamaya yeltendi, ama onun yerine BayanAmbrose cevap verdi. Onu, her şeyin nasıl biraraya toplandığı­nı görmeye davet eni - şu şaşırtıcı renklere, ağaçların şekillerinebakmaya. Terence'ı ötekilerden korur gibiydi."Evet," dedi Bay Flushing. "Kanımca," diye devam etti,"Hirst'ün karşı çıktığı insan yokluğu burayı anlamlı kılan şeyinta kendisi. Şunu kabul etmelisin, Hirst, küçük bir Italyankasabası bile bütün manzarayı bayağılaştırır, enginliğindenbirşeyler alıp götürürdü - o ilkel görkem duygusundan." Eliyleormanı taradı; artık sessizleşmeye yüz tutan koca yeşil kütleyebakarken bir an durakladı. "Bizi pek küçük gösterdiğinikabul ediyorum - bizi, onları değil." Kenardan aşağı sarkmış,nehre tüküren bir sandalcıyı başıyla işaret etti. "Karım da bencebunu hissediyor, köylünün özden gelen üstünlüğünü-"O sırada St. John'la nazikçe tartışarak onu ikna etmeye çalı­şan Bay Flushing'in sözlerini fırsat bilen Terence, devrilip yarıyarıya suyun içine serilmiş kocaman eğri büğrü bir kütüğü bahaneederek Rachel'ı kenara çekti. Ne olursa olsun ona yakınolmak istiyordu, ama söyleyecek hiçbir şey bulamadı. BayFlushing'in kaptırıp gittiğini duyabiliyorlardı, kâh karısı hakkında,kâh sanat hakkında, kâh ülkenin geleceği hakkında an­309lamsız küçük sözcükler havada, yükseklerde uçuşuyordu. Havasoğuduğundan, Bay Flushing, Hirst'le birlikte güverteyiadımlamaya başladı. Geçerlerken konuşmalarından parçalarseçik olarak onlara ulaşıyordu - sanat, duygu, doğruluk, ger­çeklik."Bu gerçek mi, yoksa rüya mı?" diye mırıldandı Rachel, onlargeçtikten sonra."Gerçek, gerçek," diye yanıtladı Terence.Ne ki, esinti artm ıştı; hareket etme ihtiyacı hissettiler.Topluluk battaniyelerle pelerinlerin koruması altında yenidenbiraraya geldiğinde, Terence'la Rachel dairenin karşıt uçlarındaydılar;birbirleriyle konuşamıyorlardı. Bununla birlikte, karanlıkçökerken ötekilerin sözleri yanan bir kâğıdın küllerimisali kıvrılarak gözden kaybolur gibi oldu ve onları dünyanındibinde sus pus otururken bıraktı. Zaman zaman içleri yo­ğun sevinç patlamalarıyla sarsılıyordu; sonra yeniden huzurakavuşuyorlardı.310X X I. BölümBay Flushing'in disiplini sayesinde nehrin belirli aşamalarınadoğru saaderde ulaşıldı; ertesi sabah kahvaltıdan sonra sandalyeleryeniden yarım daire biçiminde pruvaya çekildiğinde,tekne, yolculuğun sının olan yerli kampına birkaç kilometreuzaklıktaydı. Bay Flushing, otururken, gözlerini sol kıyıdanayırmamalarını tavsiye etti, az sonra açık bir alandan geçeceklerdive o açıklıkta ünlü kâşif Mackenzie'nin on yıl kadar önce,uygarlığın hemen kıyısında, hummadan öldüğü barakavardı - Mackenzie, diye yineledi, kimsenin gitmediği kadariçerilere giden adam. Hepsinin gözleri uysalca o yana çevrildi.Rachel hiçbir şey görmüyordu. Evet, sarılı yeşilli şekiller gözlerininönünden geçiyordu, ama o yalnızca birinin iri, bir baş-kasınmsa ufak olduğunu fark ediyordu; onların ağaç olduğunuanlamıyordu. Bu oraya buraya bakma talimatları sinirinedokunuyordu, tıpkı araya girmelerin düşüncelere gömülmüşbirinin sinirine dokunduğu gibi, oysa hiçbir şey düşünmüyordu.Söylenen her şeye, bedenlerin amaçsız hareketlerine kızı­yordu, bunlar sanki ona müdahale ederek Terence'la konuş­masına engel oluyorlardı. Kısa süre sonra Helen onun dinlemekiçin hiç çaba göstermeksizin bir kangal ipe gözünü dikipefkârlı efkârlı baktığını gördü. Bay Flushing'le St. John, siyasi311açıdan ülkenin geleceği ve bunun ne ölçüde araştırıldığı üzerine,neredeyse aralıksız yavaş ilerleyen bir sohbete dalmışlardı;diğerleriyse bacaklarını uzatmış ya da çenelerini ellerinin üzerindedengelemiş, sessizlik içinde bakıyorlardı.Bayan Ambrose uysal bir tavırla bakıyor ve dinliyordu, amaiçten içe, herhangi bir nedene kolay kolay baglanamayacak,huzursuz bir ruh halinin pençesindeydi. Bay Flushing'in komutlarınauyarak sahile bakarken ülkenin çok güzel ama aynızamanda boğucu ve ürkütücü olduğunu düşünüyordu. Sınıflandıramadıgıduyguların kurbanı olduğunu hissetmek hoşunagitmiyordu; sıcak sabah güneşinde tekne kayıp giderkenmantıksızca içlendiğini hissediyordu. Bunun nedeni aşina olmadığıorman mıydı yoksa daha belirsiz bir şey mi, karar veremiyordu.Zihni manzarayı bırakmış, Ridley'e, çocuklarına,yaşlılık, yoksulluk ve ölüm gibi çok uzaklardaki şeylere dairkaygılarla meşguldu. Hirst'ün de içi kararmıştı. Bu geziyi tıpkıbir tatil gibi iple çekmişti, sanki otelden bir uzaklaşsalar harikaşeyler olacaktı, oysa hiçbir şey olmamıştı ve burada da herzamanki kadar rahatsız, kısıtlanmış, sıkılgandılar. Bir şeyi ipleçekmenin sonu buydu elbette; insan hep düşkırıklığına uğruyordu.Böyle iyi giyimli, böyle resmî olan Wilfrid Flushing'isuçluyordu; Hewet'la Rachel'ı suçluyordu. Neden konuşmuyorlardıki? Sessiz, içine kapanık oturuşlarına baktı; bu görüntüonu kızdırıyordu. Nişanlandıklarını ya da nişanlanmak üzereolduklarını tahmin etti, ama bu da biraz olsun romantik veyaheyecan verici olmak yerine, başka her şey gibi yavandı;âşık olduklarını düşünmek de onu kızdırdı. Helena yaklaşıp,güvertede yalarken ne kadar rahatsız bir gece geçirdiğini anlatmayabaşladı, bazen fazla sıcaktı, bazen de fazla soğuk, yıldızlarsaöyle parlaktı ki uyku tutmamıştı. Bütün gece uyanıkkalarak uzanıp düşünmüş, hava görmesine yelecek kadar aydınlanıncaTann hakkındaki şiirine yirmi satır yazmıştı; işinkötüsü, Tanrı'nın var olduğu gerçeğini neredeyse kanıtlamıştı.Helen'in canını sıklığının farkında değildi; Tanrı gerçektenvarsa neler olacağını merak etmeye geçti — "uzun mavi birsabahlık giymiş, sakallı, yaşlı, alabildiğine huysuz ve sevimsiz312bir beyefendi midir? Bir uyak önerebilir misin? Tanrı, sarı, darı- hepsi kullanıldı; başka var mı?"Helen baksaydı, her zamanki gibi konuşmasına rağmen onunda sabırsız ve rahatsız olduğunu görebilirdi. Ama yanıt vermesinegerek kalmadı, çünkü Bay Flushing, "Orada!" diye bağırdı.Kıyıdaki barakaya baktılar, çatısında büyük bir yarık olan terkedilmiş bir yerdi, çevresindeki toprak sararmış, yangınlarla harapolmuş, üzerine ağzı açık, paslı teneke kutular saçılmıştı."Ölüsünü burada mı bulmuşlar?" diye bağırdı Bayan Flushing,kâşifin öldüğü noktayı görme hevesiyle öne eğilirken."Ölüsünü ve tulumlarını bulmuşlar, bir de defter," diye yanıtverdi kocası. Ne ki, çok geçmeden tekne içindekilerle birlikleoradan uzaklaştı.Hava öyle sıcaktı ki zaman zaman ağırlıklarını öteki ayaklarınavermek ya da bir kibrit çakmak dışında pek hareket etmiyorlardı.Kıyıya odaklanmış olan gözleri aynı yeşil yansımalarladoluydu; dudaklarını hafifçe birbirine bastırmışlardı, sankiyanından geçtikleri görüntüler düşüncelere yol açıyordu, yalnızyan bilinçli olarak Tanrı'ya uyaklar arayan Hirst'ün dudaklarıarada bir kıpırdıyordu. Diğerlerinin düşüncelerine gelince,uzunca bir süre kimse bir şey söylemedi. İki yanlarındakiağaçlan duvara öyle alışmışlardı ki ışık ansızın artarak yayılıpağaçlar sona erince irkilerek yukarı baktılar."Ingiltere'deki parklan anımsatıyor," dedi Bay Flushing.Gerçekten de hiçbir değişiklik bundan büyük olamazdı.Nehrin her iki kıyısında çimlerle kaplı, ekili, bakımlı bir bah­çeye benzeyen açık bir alan uzanıyordu, küçük tümseklerintepelerinde zarafetle duran ağaçlarla çevredeki incelik ve dü­zen, buraya insan eli değdiğini gösteriyordu. Göz alabildiğineuzanan bu çimenlik İngiltere'deki eski parkların dalgalı harekeliyleyükselip alçalıyordu. Manzara değişikliği doğal olarakbir konum değişikliği anlamına geliyordu, çoğu buna minnettaroldu. Ayağa kalkıp parmaklıklardan sarktılar."Su sarı çiçekleri olan çalıyı kesseniz," diye sözlerini sürdürdüBay Flushing, "Arundel'a ya da Windsor'a benzeyebilir;vay canına, bakın!"313Yan yana sıralanmış kahverengi sırtlar, bir an durakladıktansonra dalgaların üzerine atlar gibi bir hareketle sıçrayarak gözdenkayboldular.Bir an için hiçbiri gerçekten açık havada canlı hayvanlargördüğüne inanamadı - bir yaban geyiği sürüsü; bu görüntüçocuksu bir heyecan uyandırarak kasvetlerini dağıttı."Bugüne dek yaban tavşanından büyük bir şey görmemiş­tim!" diye bağırdı Hirst, samimi bir heyecanla. "Kodak'ımı getirmemeklenasıl da budalalık etmişim!"Kısa süre sonra tekne ağır ağır yavaşlayarak durdu; kaptan,Bay Flushing'e sahilde bir gezintiye çıkmanın yolcuların hoşunagideceğini açıkladı; bir saat içinde dönebilirlerse onları kö­ye götürecekti; yürümeyi yeğlerlerse -buradan sonrası yalnızcabir buçuk iki kilometreydi— onları indikleri yerde karşılayacaktı.Mesele karara bağlanınca bir kez daha sahile bırakıldılar:Sandalcılar kuru üzümleriyle tütünlerini çıkarıp parmaklıklarayaslanarak, ceketleri ve elbiseleriyle yeşilliğin üzerinde .çoktuhaf görünen altı İngiliz'in uzaklaşmasını izlediler. Yakışıksızbir nükte hepsini kahkahalara boğdu; sonra dönüp rahatçagüvertede uzandılar.Karaya çıkar çıkmaz Terence'la Rachel diğerlerinden birazileride biraraya geldiler."Tanrı'ya şükür!" diye bağırdı Terence, derin bir soluk alarak."Sonunda başbaşayız.""Önden gidersek konuşabiliriz," dedi Rachel.Yine de, diğerlerinden birkaç metre ilerideki konumlan onlaraistedikleri şeyleri söyleme olanağı verdiği halde, her ikiside suskundu."Beni seviyor musun?" diye sordu Terence sonunda, sessizliğibinbir gayretle bozarak. Konuşmak da susmak da çaba gerektiriyordu,çünkü sustukları zaman birbirlerinin varlığınışiddetle hissediyorlardı, ama sözcükler ya çok önemsiz ya daçok büyüktü.Rachel, "Ya sen?" diye biten anlaşılmaz birşeyler mınldandı."Evet, evet," diye yanıt verdi Terence; ama söylenecek çok314şey vardı ve artık başbaşa olduklarına göre birbirlerine dahada yakınlaşmaları, son konuşmalarından bu yana büyümüşolan bir engeli aşmaları gerekiyordu. Bu, güçtü, hatta ürkütü­cüydü, tuhaf bir biçimde utanç vericiydi. Bir an keskin görüş­lü oluyordu, bir sonraki an kafası karışıyordu."Şimdi baştan başlayacağım," dedi kararlılıkla. "Sana dahaönce söylemem gereken şeyleri söyleyeceğim. Öncelikle, dahaönce hiç âşık olmadım ama başka kadınlarla birlikte oldum.Sonra, büyük kusurlarım var. Çok tembelim, ruh halim değiş­ken-" Rachel'm itirazına rağmen diretti, "En kötü yanlanmıbilmen gerek. Şehvetliyim. Bir boşunalık -beceriksizlik- duygusununtutsağıyım. Herhalde sana hiç evlenme teklif etmememgerekirdi. Birazcık züppeyim; hırslıyım-""Ah, kusurlarımız!" diye haykırdı Rachel. "Kusurlarımızınne önemi var ki?" Sonra, "Ben âşık mıyım -âşık olmak bum u- birbirimizle evlenecek miyiz?" diye sordu.Rachel'ın sesinin ve varlığının büyüsüne kapılan Terencebağırdı, "Ah, sen özgürsün, Rachel. Senin için zamanın hiçönemi yok, ya da evliliğin, ya da-"Diğerlerinin sesleri bir uzaklaşıp bir yakınlaşarak arkalarında,havada uçuşuyordu; Bayan Flushing'in kahkahası açıkçaişitiliyordu."Evliliğin mi?" diye yineledi Rachel.Arkalarında, yine fazla sola saptıkları için onları uyaran ba­ğırışlar duyuldu. Terence rotalarını düzelterek, "Evet, evlili­ğin," diye devam etti. Rachel onun hakkmdaki her şeyi öğrenmedikçebirleşemeyecekleri duygusu, bir kez daha açıklamayapmak için çabalamasına neden oldu."İçimde kötü olan ne varsa, nelere kaılandıysam - kötününiyisi-"Rachel mırıldandı, kendi hayatını gözden geçirdi, ama hayalınınona şimdi nasıl göründüğünü tarif edemedi."Ve yalnızlık!" diye devam etti Terence. Londra caddelerindebirlikle yürüyüş yaptıklarını hayal etli. "Birlikle yürü­yüşlere çıkarız," dedi. Bu fikrin yalınlığı onları rahatlattı; ilkkez güldüler. Cüret edebilseler el ele tutuşmak hoşlarına gi­315decekti, ama arkalarından onları süzen bakışların hâlâ farkındıydılar."Kitaplar, insanlar, görüntüler - Bayan Nutı, Greeley, Hutchinson,"diye mırıldandı Hewel.Önceki günden bu yana onları saran, birbirlerine gerçekdışıgörünmelerine neden olan sis her sözcükle biraz daha dağılı­yor, iletişimleri giderek doğallaşıyordu. Güneyin boğucu manzarasındailerlerken, tanıdıkları dünya daha önce hiç görmediklerikadar berrak ve canlı görünüyordu. O gün otelin penceresindeotururken olduğu gibi, dünya Rachel'm bakışları altındabir kez daha büyük bir canlılıkla ve hakiki orantılarıyladüzenlendi. Rachel zaman zaman Terence'a merakla bakıp griceketini, erguvan rengi kravatını inceliyordu; hayalının gerikalanını birlikte geçireceği adamı gözlemliyordu.Bu bakışlardan birinin ardından mırıldandı, "Evet, âşığım.Hiç kuşku yok; sana âşığım."Buna rağmen rahatsız edici bir uzaklıkta kalmayı sürdürdü­ler; Rachel konuşurken aralarında hiç mesafe yokmuş gibi birbirlerinesokuluyorlar, bir sonraki anda yine ayrı ve uzak oluyorlardı.Bunu acı içinde hisseden Rachel bağırdı, "Bu bir savaşolacak."Ne ki, Terence'a baktığında gözlerinin biçiminden, ağzınınçevresindeki çizgilerden ve başka ayırt edici özelliklerinden,ondan hoşlandığını anladı ve ekledi:"Ben savaşmak isterken, sen şefkatlisin. Benden daha zarifsin;çok daha zarifsin."Terence, tıpkı onun gibi, Rachel'dan hoşlanmasına yol açankendine özgü, küçücük şeyleri fark ederek, bakışlarına karşılıkverip gülümsedi. Rachel sonsuza dek ona aitti. Bu engel aşıldı­ğına göre ikisinin de önünde sayısız güzellikler uzanıyordu."Daha zarif değilim," diye yanıt verdi. "Yalnızca daha büyü­ğüm, daha tembelim; kadın değil, erkeğim.""Erkek," diye yineledi Rachel; garip bir sahip olma duygusunakapılarak, ansızın arlık ona dokunabileceğini fark etti;elini uzatıp hafifçe onun yanağına dokundu. Terence'ın parmaklarıRachel'ınkilerin peşi sıra aynı yere geldi; kendi par-316maklanmn yüzüne dokunuşu, o ezici gerçekdtşılık duygusunugeri getirdi. Şu bedeni gerçekdışıydı; bütün dünya gerçekdışıydı."Neler oldu?" diye başladı. "Neden sana evlenme teklif ettim?Nasıl oldu bu?"Hayretle, "Bana evlenme mi teklif etlin?" dedi Rachel. Birbirlerindenuzaklara dalıp gittiler; ikisi de neler konuşulduğunuhatırlayamadı."Yere oturmuştuk," diye anımsadı Terence."Yere oturmuştuk," diyerek onu onayladı Rachel. Yere oturmalarınınanısı onları yeniden birleştirmiş gibiydi; sessizlikiçinde yürümeye devam ettiler, zihinleri kimi zaman güçlükleçalışıyordu, kimi zamansa çalışmayı kesiyor, yalnızca gözleriçevrelerindeki şeyleri algılıyordu. Terence yine ona kusurlarınıve onu neden sevdiğini anlatmaya girişiyordu; Rachel şu ya dabu zamanda neler hissettiğini betimliyordu ve birlikte onunduygularını yorumluyorlardı. Seslerinin tınısı o denli güzeldiki yavaş yavaş o seslerin biçimlendirdiği sözcükleri dinlememeyebaşladılar. Sözlerinin arasına uzun sessizlikler giriyordu,bunlar artık mücadelenin ve kafa karışıklığının sessizliklerideğil, içinde ufak tefek düşüncelerin kolayca hareket ettiği tazeleyicisessizliklerdi. Doğal bir tavırla sıradan şeylerden sözetmeye başladılar, çiçeklerden, ağaçlardan, şurada memleketlerindekibahçe çiçekleri gibi nasıl da kıpkırmızı büyüdüklerindenve burada çarpık, yaşlı bir adamın kolu gibi kıvrık, eğribüğrü olduklarından.Rachel, neredeyse damarlarında şarkı söyleyen kanın, ya daderenin taşlar üzerinden akan suyunun bilincine varırcasına,usulca ve sessizce, içindeki yeni bir duygunun bilincine vardı.Bir an bunun ne olduğunu merak etli; sonra, bu kadar tanınmışbir şeyi kendi şahsında görmekten biraz şaşkın, kendikendine şöyle dedi:"Bu, mutluluk galiba." Sonra yüksek sesle Terence'la konuş­tu, "Bu, mutluluk."O sözünü bitirmeden Terence, "Bu, mutluluk," diye yanıtverdi, bunun üzerine bu duygunun ikisinin içinde de aynı za­317manda doguverdigini tahmin ettiler. Böylece, şunun bununonlara ne hissettirdiğini betimlemeye başladılar; ne kadar benzerdi,yine de ne kadar farklı; çünkü onlar çok farklıydılar.Arkalarından haykıran sesler, şimdi içine gömüldükleri sularahiç ulaşmadı. Hevvet'ın adının kısa, kopuk hecelerle yinelenişi,onlara kuru bir dalın çıtırtısı ya da bir kuşun kahkahasıgibi geliyordu. Dört bir yanlarında çimenler ve meltemler mı­rıldanıp sesler çıkarırken, çimenlerin hışırtısının gitgide yükseldiğinive meltemin dinmesiyle kesilmediğini hiç fark etmediler.Demir gibi bir el pat diye Rachel'ın omzuna kondu; göktenyıldırım da düşmüş olabilirdi. Rachel yere kapaklandı; çimenlergözlerini kırbaçladı, ağzına, kulaklarına doldu. Sallanansapların arasından, gökyüzüne karşı, iri, biçimsiz bir şekilgördü. Helen, tepesindeydi. Kâh yalnızca yeşil ormanlara, kâhyukarıdaki mavi göğe bakarak bir o yana bir bu yana yuvarlandığındandili tutulmuş, neredeyse duyularını yitirmişti. Sonundahareketsiz uzandı, çevresindeki, önündeki bütün çimenlersoluğuyla sallanıyordu. Tepesinde iki koca kafa belirdi,bir adamla bir kadının, Terence'la Helen'in kafaları.ikisi de kızarmıştı, ikisi de gülüyordu, dudaklar kıpırdıyordu;Rachel'ın üstünde, havada biraraya gelip öpüştüler. Kırıkdökük konuşma parçaları aşağıya, toprağın üzerindeki Rachel'aulaşıyordu. Aşka, evliliğe dair sözler işittiğini sandı. Dikleşipoturunca o da Helen'in yumuşak bedeninin, güçlü, konukseverkollarının ve tek dalga halinde kabarıp patlayan enginmutluluğun farkına vardı. Bu kaybolup da bir kez daha çimenleraşağıda kalınca, gökyüzü yatay duruma gelince, yeryü­zü iki yana doğru dümdüz serilince, ağaçlar dimdik durunca,az ötede sabırla dikilen insan suretlerinin oluşturduğu küçüksırayı ilk fark eden o oldu. Bir an, kim olduklarını çıkaramadı."Onlar kim?" diye sordu; sonra anımsadı.Bay Flushing'in arkasında sıra olurken, onun çizmesininburnuyla Rachel'm eleğinin kenarı arasında en azından üçmetre uzaklık bırakmaya dikkat elliler.Bay Flushing onları nehir kıyısındaki yeşil düzlükten geçiripbir koruya götürdü ve insan yerleşimi izlerine dikkatlerini318çekti. Ağaçların arasındaki çimenler kararmış, kütükler kavrulmuştu;ağaçların birbirinden uzaklaştığı yerde, bir yay çizerekbiraraya toplanmış tuhaf, tahta yuvalar, gezilerinin hedefiolan köy görünüyordu.Tedbirli adımlarla ilerleyip, üçgen biçiminde toprağa çömelmiş,hasır örerek ya da çanakların içinde bir şey yoğurarak ellerinioynatan kadınları incelediler. Ama gizlice biraz baktıktansonra fark edildiler; açık alanın merkezine doğru ilerleyenBay Flushing, İngiliz erkeğinin bedenini göze çirkin ve doğallıktanuzak gösteren kemikli ve çukur hatlara sahip, ince, haş­metli bir adamla konuşmaya daldı. Kadınlar yabancılara aldırmadılar,yalnızca elleri bir an durakladı ve uzun, ensiz gözlerikayarak, konuşmanın aşamayacağı kadar birbirinden ayrı,apayrı olan insanların kıpırtısız, ifadesiz bakışıyla onların üzerinesabidendi. Eller yeniden hareketlendi, ama bakışlar üzerlerindenayrılmadı. Yürürlerken, içeride köşeye yaslanmış tü­fekleri, yerdeki çanakları, saz istiflerini seçebildikleri barakalarıincelerlerken, bakışlar onları takip etti; akşam karanlığındabebeklerin ciddi gözleri onları seyretti; yaşlı kadınlar dik dikbaktılar. Ortalıkta gezinirlerken, bacaklarının, bedenlerinin,başlarının üzerinden geçerek onları izleyen bu bakışlarda düş­manlık da yok değildi, tıpkı bir kış sineğinin sürünüşü gibi.Şalını sıyırıp göğsünü bebeğinin dudaklarına açan bir kadınıngözleri yüzlerinden hiç ayrılmadı, huzursuz oldular ve sonunda,orada daha fazla dikilip kadına bakmaktansa başka tarafadöndüler. Kendilerine sunulan şekerlemeleri almak için kocamankırmızı ellerini uzattılar; içgüdüleriyle hareket eden buyumuşak insanların arasında kendilerini hantal adımlarla yü­rüyen, dar ceketli askerler gibi hissettiler. Ama çok geçmedenköydeki yaşamın içine karışıp gittiler; kimse onlara aldırmamayabaşladı. Kadınların elleri yeniden hasırlarla meşgul oldu;gözleri aşağıya çevrildi. Sadece barakadan bir şey alıp getirmek,başıboş dolaşan bir çocuğu yakalamak ya da başlarınınüzerinde dengeledikleri bir kavanozla meydandan geçmek içinharekete geçiyorlar, tiz, anlaşılmaz bir haykırışla konuşuyorlardı.Bir çocuk dövülürken sesler yükseliyor, tekrar alçalıyor­319du; bir şarkıyla sesler yükseliyor, biraz yukarıya, biraz aşağıyakayıyor, yeniden aynı alçak, hüzünlü notaya yerleşiyordu. Birbirleriniarayan Terence'la Rachel birlikle bir ağacın alıma çekildiler.Onlara bakmaktan vazgeçen kadınların ilkin huzurlu,hatta güzel gelen görüntüsü, şimdi kendilerini soğuk ve mahzunhissetmelerine neden oluyordu."Ee," diye içini çekti Terence sonunda, "biz önemsiz kaldık,öyle değil mi?"Rachel ona katıldı. Böylece sonsuza, sonsuza dek sürüp gidecek,dedi, ağaçların altında oturan şu kadınlar, ağaçlar, nehir.Döndüler ve fark edilme korkusu olmaksızın birbirlerininkollarına yaslanarak ağaçların arasında yürümeye başladılar.Âşık olduklarına, mutlu olduklarına, memnun olduklarınadair birbirlerine bir kez daha güvence vermeye başladıklarındafazla uzaklaşmamalardı; ama âşık olmak neden bukadar acı vericiydi, mutluluğun içinde neden bu kadar çokacı vardı?Köyün görüntüsü hepsinde farklı, ama kesinlikle garip biretki bırakmıştı. Sı. John diğerlerinden ayrılmış, aşağıya, nehredoğru ağır ağır yürüyordu, kendi düşüncelerine gömülmüştü,acı ve mutsuz düşünceler, çünkü kendini yalnız hissediyordu;yerli kadınların arasındaki güneşli alanda tek başına duranHelen ise felaket önsezilerinin karşısında savunmasızdı. Ağaçgövdelerine tırmanan duygusuz hayvanların çığlıkları, biryüksekten bir alçaklan, kulaklarında çınlıyordu. Ağaçlarınarasında gezinen küçük suretler ne kadar ufak görünüyorlardı!Bütün varlığıyla, erkeklerle kadınların küçücük kol ve bacaklarının,incecik damarlarının, bu kocaman ağaçlarla, derinsularla karşılaştırıldığında böyle kolayca yırtılıp hayatın kaçı-vermesine izin veren narin etlerinin bilincine vardı. Düşen birdal, kayan bir ayak; işte, toprak onları ezmiştir ya da su boguvermiştir.Böyle düşünürken, gözlerini endişeyle âşıkların üstündenayırmıyordu, sanki böyle yaparak onları kaderlerindenkoruyabilecekti. Arkasına dönünce Flushing'leri yanıbaşındabuldu.Satın aldıkları şeyler hakkında konuşuyor, gerçeklen eski320mi, şuralarında buralarında Avrupa etkisinin işaretleri yokmu, diye tartışıyorlardı. Helen'a başvurdular. Bir broşa, ardındanbir çift küpeye bakmak zorunda kaldı. Ama bütün bu zamanboyunca Helen bu geziye geldikleri, fazla uzağa gitmeyecüret edip kendi kendilerini savunmasız bıraktıkları için onlarısuçlayıp durdu. Ardından, toparlanıp konuşmaya çalıştı,ama birkaç saniye sonra kendini gün ortasında Ingiltere'de birnehirde alabora olmuş bir tekne resmi hayal ederken yakaladı.Biliyordu, böyle şeyler hayal etmek hastalıklıydı; yine de ağaç­ların arasında ötekilerin suretlerini arıyor, görür görmez degözlerini onlardan ayırmıyordu, böylece onları felaketten korumayıbaşarabilirdi.Ne ki güneş batıp da çalana gerisin geri dönerek buharıylauygarlığa doğru yol almaya başlayınca, korkuları yeniden yatıştı.Yarı karanlıkta güvertedeki sandalyeler ve üzerlerindeoturan insanlar, ağzın, yanmakla olan minicik bir noktayla,kolunsa, puro ya da sigara dudaklara doğru kaldırılıp indirilirkenaynı noktanın bir yukarı bir aşağı hareket etmesiyle belirlendiğiköşeli şekillerdi. Karanlıktan sözcükler geçiyordu, amanereye düştükleri bilinmediğinden, canlılıktan ve özden yoksungibiydiler. Bayan Flushing'in şahsını temsil eden iri beyaztümsekten, biraz bastırılmaya çalışılmakla birlikte, düzenli iççekişler geliyordu. Uzun ve çok sıcak bir gün geçmişti; şimdiise tüm renkler silindiğinden, serin gece havası yumuşacıkparmaklarla gözkapaklarına bastırarak onları mühürler gibiydi.Anlaşıldığı kadarıyla St. John Hirst'e yöneltilmiş olan felsefibir söz, hedefini ıskalayarak, bir esneme tarafından yutuluncayadek havada öyle uzun bir zaman boyunca asılı kaldı ki, öldüğükabul edildi; bu da bacakların kıpırdanması ve uykuhakkmdaki mırıldanmalar için bir işaret oldu. Beyaz tümsekhareketlendi, sonunda uzayarak gözden kayboldu; birkaç dö­nüşten, birkaç adımdan sonra St. John'la Bay Flushing de çekilerekgeride hâlâ üç sessiz bedenin işgal ettiği üç sandalyebıraktılar. Direğin tepesindeki bir lambadan gelen ışık, ve yıldızlarlasolgun bir gökyüzü, onları yüz hatlarından yoksun şekilleredöndürmüştü; ama bu karanlıkta bile, diğerlerinin çe­321kilmesi birbirlerine çok yakın hissetmelerini sağlıyordu, çünkühepsi aynı şeyi düşünüyordu. Bir süre kimse konuşmadı,sonra Helen içini çekerek, "Demek ikiniz de çok mutlusunuz?"dedi.Sesi havada ufalanırcasma, olağandan daha tinsel ve yumu­şak çıkmıştı. Az öteden gelen sesler onu yanıtladı, "Evet."Helen karanlıkta ikisine de bakıyor, Terence'ı ayırt etmeyeçalışıyordu. Ne söyleyebilirdi ki? Rachel onun koruyuculuğununötesine geçmişti. Bir ses kulaklarına ulaşabilirdi, ama birdaha asla yirmi dört saat önceki kadar etkili olamayacaktı. Yinede, yatmaya gitmeden önce bir konuşma yapması yerindeolurdu. Konuşmak istiyordu, ama tuhaf bir biçimde kendiniyaşlı ve bunalımlı hissediyordu."Ne yaptığınızın farkında m ısınız?" diye sordu. "Rachelgenç, ikiniz de gençsiniz; evlilik-" Burada kesti. Ama sanki biröğüde hasretlermişçesine devam etmesi için yalvarırlarkenseslerinde öyle bir ciddiyet vardı ki, şunu eklemeye ikna oldu:"Evlilik! eh, hiç de kolay değildir.""Bizim bilmek istediğimiz de bu," diye yanıtladılar; Helen, osırada birbirlerine bakıyor olduklarını tahmin etli."Bu her ikinize de bağlı," dedi. Yüzü Terence'a dönüktü; Terenceonu pek göremese de, gerçekte sözlerinin onun hakkındadaha çok şey öğrenme arzusunu gizlediğine inanıyordu. Yarıuzanmış konumunu değiştirip dikleşerek, bilmek isledikleriniona anlatmaya geçti. Helen'in kasvetini dağıtmak için olabildiğincetasasız bir tavırla konuşuyordu."Yirmi yedi yaşındayım; yılda yaklaşık yedi yüz sterlinimvar," diye başladı, "iyi huylu sayılırım; her ne kadar Hirst guthastalığı belirtileri seziyorsa da sağlığım mükemmel. Hmm,sonra, çok zeki olduğumu düşünüyorum." Onay beklemesinedurakladı.Helen onayladı."Ama, ne yazık ki oldukça tembelim. Eğer istiyorsa Rachel'ınakılsızlık etmesine izin vermek niyetindeyim ve - Bütünolarak ele aldığınızda beni başka bakımlardan tatmin edici buluyormusunuz?" diye sordu utangaç bir tavırla.322"Evet, tanıdığım kadarıyla seni beğeniyorum," diye yanıtverdi Helen. "Bununla birlikte - insan pek az şey bilebiliyor.""Londra'da yaşayacağız," diye sözlerini sürdürdü Terence,"ve-" Ansızın, bir ağızdan, onları tanıdığı en mutlu insanlarsayıp saymadığını sordular."Sessiz olun," diye onları durdurdu Helen. "Bayan Flushing'iunutmayın. Arkamızda."Sonra hepsi sustu; Terence'la Rachel, mutluluklarının Helen'iüzdüğünü hissettiler; kendilerinden konuşmak için canattıkları halde, bunu yapmadılar."Kendi hakkımızda çok fazla konuştuk," dedi Terence. "Sizanlatın-""Evet, sen anlat-" diye tekrarladı Rachel. İkisi de herkesinçok derin şeyler söyleyebileceğine inanacak bir ruh hali içindeydi."Ne anlatayım ki?" diye düşündü Helen, bir iletiyi dile getirenbir kâhin gibi değil de, daha çok, kendi kendine gelişigü­zel konuşarak. Kendini konuşmaya zorluyordu."Rachel'ı paylıyorum ama sonunda ben de ondan daha akıllıdeğilim. Daha büyüğüm elbette, yolun yarısına geldim; sizseyeni başlıyorsunuz. Bu, insanın kafasını karıştırıyor - kimi zamangaliba insanı düşkırıklığma uğratıyor; büyük şeyler insanınbeklediği kadar büyük olmuyor belki de -am a ilginç- Ah,evet ilginç bulacağınız kesin - işte böyle sürüp gidiyor," o sı­rada Helen'in bakmakta olduğu karanlık ağaçların geçit töreninifark ettiler, "insan hiç beklemediği yerlerde hazla karşıla­şıyor (babana yazmalısın); çok mutlu olacaksınız, hiç kuşkumyok. Ama benim yatmam gerek; aklınız varsa siz de on dakikasonra yatarsınız, bu nedenle," ayağa kalkıp önlerinde durdu,neredeyse tüm yüz hatları silinmişti ve çok iriydi, "İyi geceler."Perdenin arkasına geçti.Helen'in onlara tanıdığı on dakikanın büyük bölümündesessizlik içinde oturduktan sonra, ayağa kalkıp parmaklıklardanaşağı sarktılar. Pürüzsüz kara su, hızla ve sessizce altlarındankayıp gidiyordu. Arkalarında bir sigaranın kıvılcımı gözdenkayboldu. "Güzel bir ses," diye mırıldandı Terence.323Rachel onayladı. Helen'in sesi güzeldi.Bir sessizlikten sonra, başını kaldırıp gökyüzüne bakaraksordu, "Güney Amerika'da bir nehirde, bir çatananın güvertesindemiyiz? Ben Rachel mıyım, sen Terence mısın?"Koca kara dünya çevrelerini kaplamıştı. Onlar suda kayarakilerlerken dünyanın sınırsız bir kalınlığı ve dayanıklılığıvarmış gibi görünüyordu. Sivri ağaç tepelerini, kül, yuvarlakağaç tepelerini seçebiliyorlardı. Gözlerini ağaçlardan kaldırıpyıldızlara ve ağaçların üstündeki solgun gökyüzü şeridine diktiler.Sonsuz uzaklıktaki kırağı tutmuş ışıklı küçük noktalargözlerini alıyor ve kendi üzerlerine sabitliyordu, öyle ki, parmaklıklarıkavrayan ellerinin, birbirinden ayrı yan yana duranbedenlerinin bir kez daha farkına vardıklarında, orada uzunsüre kalmışlar gibi, çok büyük bir mesafeden düşmüşler gibihissettiler."Beni tümüyle unuııun," diye sitem etli Terence, Rachel'ınkoluna girip güverteyi adımlamaya başlarken, "oysa ben senihiçbir zaman unutmuyorum.""Ah, hayır," diye fısıldadı Rachel, unutmamıştı, yalnızca yıldızlar- gece — karanlık—"."Yuvasının içinde yarı uykuda bir kuş gibisin, Rachel. Uyuyorsun.Uykunda konuşuyorsun."Yan uykuda, kırık dökük sözcükler mırıldanarak, tekneninpruvasının açı yaptığı yerde durdular. Tekne nehir aşağı kayıpgidiyordu. O sırada güvertede bir zil çaldı; iki yanlannda ça­ğıldayan suyun şıpırtısını duydular; uykusundan sıçrayan birkuş bir kez cırladı, uçup yandaki ağaca kondu, yine sustu. Savurgancaüzerlerine yağan karanlık, içlerinde yaşama dair pekaz duygu bırakıyordu, karanlığın içinde birlikte orada duruyorolmaları dışında.324X X II. BölümKaranlık çöktü, ama yeniden kalktı; her yeni gün yeryüzünealabildiğine yayılarak onları, ne istediklerini ormanda birbirlerineanlatmak zorunda kaldıkları o tuhaf günden uzaklaştırırken,böyle bir niyetlerinin olduğu başkalarına da açıklandı vesüreç içinde bu niyet, kendilerine biraz tuhaf gelmeye başladı.Belli ki olan olağandışı bir şey değildi; birbirleriyle evlenmeküzere nişanlanmış bulunuyorlardı, olan buydu. Büyük ölçüdeotelden ve köşkten oluşan dünya, iki insanın evlenecek olmasındanhoşnutluk duyduğunu ifade ediyor, o dünyanın devametmesi için yapılması gereken işlere katılmalarının beklenmediğini,bir süreliğine ortadan kaybolabileceklerini anlamaları­na izin veriyordu. Buna uygun olarak, yalnız bırakılıyorlardı,ta ki uçsuz bucaksız bir kilisede oynarlarken kapı üzerlerinekapatılmış gibi sessizliği hissedene dek. Yalnız yürümeye, yalnızoturmaya, çiçeklerin hiç koparılmamış, ağaçların yapayalnızolduğu gizli yerleri ziyaret etmeye itiliyorlardı. Yalnız kaldıklarında,başka erkeklerle kadınların kulaklarına tuhafbiçimde rahatsız edici gelecek olan, o güzel ama fazlasıyla enginarzuları ifade edebiliyorlardı - kendi iki kişilik dünyalarıonlara nasıl görünüyorsa öyle olan bir dünyaya, insanlann birbiriniyakından tanıdığı, bundan ötürü birbirini iyi olanla yar­325gıladığı ve kavga etmek zamanı boşa harcamak olacağındanbirbiriyle hiç kavga etmediği bir dünyaya duyulan arzulan.Kitaplar arasındayken, dışarıda güneşin altındayken ya darahatsız edilmeksizin bir ağacın gölgesinde otururken böylekonulardan konuşuyorlardı. Artık utanmıyorlardı, kendiniifade edemeyen anlamlarla yarı boğulmuş da değillerdi; birbirlerindenkorkmuyorlardı, kıvrıla kıvrıla akan bir nehirdenaşağı inen gezginler gibi köşeyi döndüklerinde apansız güzelliklerlegözleri kamaşmıyordu; beklenmeyen gerçekleşmişti,ama sıradan olan bile sevilmeye değerdi ve pek çok bakımdanesritici ve gizemli olana yeglenirdi, çünkü tazeleyici bir katılı­ğı vardı ve çaba gerektiriyordu; böyle koşullar altında çaba,çaba değil, keyifti.Rachel piyano çalarken Terence onun yanında olurmuş,arada sırada kurşunkalemle yazdığı bir sözcükten anlaşıldığıkadarıyla, dünyayı kendisine göründüğü gibi biçimlendirmekleuğraşıyordu, Rachel'la evlenecek olması dünyanın onanasıl görünmesine neden oluyorsa öyle. Dünya kesinliklefarklıydı. Sessizlik adlı kitap artık aynı kitap olmayacaktı. Kaleminibırakıp gözlerini önüne dikiyor, dünyanın hangi bakımlardanfarklı olduğunu merak ediyordu - belki de dahafazla katılığı, daha fazla tutarlılığı, daha fazla önemi, daha çokderinliği vardı. Aa, yeryüzü bile bazen ona çok derin görünü­yordu; tepeler, kentler, tarlalar halinde yontulmamıştı da kocakütleler halinde yığılmıştı. Her defasında on dakika boyuncapencereden dışarı bakıyordu; ama hayır, insanoğlundanarındırılmış bir yeryüzünü önemsemiyordu. İnsanları seviyordu-öyle sanıyordu ki onları Rachel'ın sevdiğinden dahaçok seviyordu. İşte oradaydı, müziğinin başında coşkuyla sallanıyordu,Terence'ı neredeyse unutm uştu- ama Terenceonun bu niteliğini seviyordu. Bunun onda yarattığı duygusuzluğuseviyordu. Sonunda, kenarlarına iliştirilmiş soru pusulalarıylabir dizi küçük cümleyi yazıya döktükten sonrayüksek sesle yorum yaptı, "Kadınlar - Kadınlar başlığının altınaşöyle yazdım:"'Aslında erkeklerden kibirli değiller. Ciddi hatalarının ço­326ğunun temelinde özgüven eksikliği var. Hemcinslerinden hoş­lanmamaları geleneksel mi yoksa olgulara mı dayanıyor?İyimser biri olarak, her kadın, özünde o kadar da hovarda de­ğil, çünkü düşünmüyorlar.' Ne diyorsun, Rachel?" Elinde kur­şunkalemi, dizinin üstünde bir kâğıt yaprağıyla durakladı.Rachel hiçbir şey söylemedi. Beethoven'in geç dönem sonatlarındanbirinin yalçın sarmalında yukarılara, yukarılara tırmanıyordu,tıpkı önce canlılıkla, sonra daha zahmetli bir çabaylaayaklarını birbirinin önüne atarak harap bir merdivendençıkan biri gibi, la ki daha yukarı çıkamayıp tekrar en diptenbaşlamak üzere koşa koşa dönene dek."Diğer yandan, kadınların erkeklerden daha sağduyulu vedaha az idealist olduklarım söylemek şimdi moda, dikkate de­ğer ölçüde örgütleme yeteneklerinin olduğunu, ama onurduygularının bulunmadığını söylemek de öyle -onur, bu erildeyişle ne anlatılmak istendiği şüpheli?- sizin cinsinizde bunane karşılık geliyor? Ha?"Bir kez daha merdivenine saldıran Rachel, cinsinin sırlarımortaya dökebileceği bu fırsatı da gözardı etti. Gerçekten de bilgeliğinpeşinde öyle çok ilerlemişti ki bu sırları rahatsız edilmeksizindinlenmeye bırakmıştı; bunların felsefi olarak tartı­şılması daha sonraki bir kuşak için ayrılmış gibi geliyorduona.Sol eliyle son bir akordan aşağı paldır küldür indikten sonraansızın Terence'a doğru dönüp sonunda bağırdı:"Hayır, Terence, yaran yok; ben, Güney Amerika'daki en iyimüzisyen, Avrupa'yla Asya'yı saymıyorum bile, buradayım vesenin bu odada olup iki saniyede bir araya ginnen yüzündenbir tek nota bile çalamıyorum.""Son yanm saattir amaçladığım şeyin bu olduğunu anlamadıngaliba," dedi Terence. "Güzel, basit nağmelere itirazım yok- gerçeklen de onlan edebi oluşumum için çok yararlı buluyorum,ama şu tür bir şey düpedüz yağmurda arka ayaklan üzerindedönüp duran talihsiz yaşlı bir köpeğe benziyor."Masanın üzerine saçılmış, arkadaşlarının tebriklerini onlaraileten küçük mektup kâğıtlarını evirip çevirmeye başladı.327"'-mümkün olan tüm mutlulukların sizin olması dileğiyle,'"diye okudu: "yerinde sözler, ama çok da canlı değil, öyledeğil mi?""Düpedüz saçmalık onlar!" diye bağırdı Rachel. "Seslerlekarşılaştırıldığında sözcükleri düşünsene!" diye devam etti."Düşünsene, romanlar, oyunlar, tarihçeler-" Masanın kenarınatüneyip küçümser bir edayla kırmızılı sarılı ciltleri karıştırdı.Kendini insanoğlunun tüm bilgisine tepeden bakabileceği birkonumda görüyordu. Terence da kitaplara baktı."Tanrım, Rachel, gerçekten süprüntü okuyorsun!" diye ba­ğırdı. "Hem zamanın da gerisindesin, canım. Artık kimse butür şeyler okumayı aklından bile geçirmiyor -toplum sorunlarınıişleyen modası geçmiş oyunlar, doğu yakasındaki yaşamınyürek parçalayan betimlemeleri- ah, hayır, bunların hepsiniçökerttik. Şiir oku, Rachel, şiir, şiir, şiir!"Kitaplardan birini alıp yazarın İngilizce'sinin kısa tiz havlamasınıhicvederek yüksek sesle okumaya başladı; ama Rachelhiç ilgilenmedi; düşünerek geçirdiği bir sürenin ardından şöylebağırdı:"Terence, sana da hiç dünya dev madde kütlelerinden olu­şuyormuş, bizse ışık parçacıklarından başka bir şey değilmişizgibi geliyor m u-" güneşin, halının üzerinde ve duvarda titre­şen yumuşacık beneklerine baktı - "şunlar gibi?""Hayır," dedi Terence, "kendimi katı hissediyorum; fazlasıylakatı; sandalyemin ayaklan yeryüzünün derinliklerinekök salmış bile olabilir. Ama, hatırlıyorum da, Cambridge'desabahın beşinde insanın yarı koma hallerine girdiği gülünçanlar oluyordu. Hirst şimdi öyle olmalı - ah, hayır, Hirsıyapmaz."Rachel sözlerini sürdürdü, "Bizi pikniğe davet eden pusulanıngeldiği gün, şimdi senin oturduğun yerde oturmuş bunudüşünüyordum; acaba yine öyle düşünebilecek miyim? Acabadünya değişti mi? eğer öyleyse, değişmeyi ne zaman durduracakve gerçek dünya hangisi?""Seni ilk gördüğümde," diye söze başladı Terence, "tüm ya­şamını inciler ve yaşlı kemikler arasında geçirmiş bir yaratığa328benzediğini düşünmüştüm.* Ellerin ıslaktı, hatırlıyor musun;ben bir parça ekmek verene kadar tek sözcük etmemiştin;sonra 'İnsanlar!' demiştin.""Ben de senin - fazilet züppesinin teki olduğunu düşünmüştüm,"diye anımsadı Rachel. "Hayır; pek öyle değil. Karıncalarbir parça dil aşırıyorlardı; sen ve St. John'ın o karıncalargibi olduğunuzu düşünmüştüm - çok büyük, çok çirkin, çokhareketli, tüm erdemleriniz sırtınızda. Bununla birlikte, seninlekonuşunca senden hoşlandım-""Bana âşık oldun," diye onu düzeltti Terence. "Başından beribana âşıktın, yalnızca bunu bilmiyordun.""Hayır, sana hiç âşık olmadım," dedi Rachel kesin bir tavırla."Rachel -n asıl bir yalan b u - pencereme bakarak buradaoturmadın mı — güneşin altında baykuş gibi otelin çevresindedolaşmadın m ı-?""Hayır," diye yineledi Rachel, "âşık olmak insanların söyledi­ği gibi bir şeyse ben hiç âşık olmadım; yalanlan söyleyen dünya,ben doğruyu söylüyorum. Ah, ne yalanlar - ne yalanlar!"Evelyn M.'den, Bay Pepper'dan, Bayan Thornbury'den, BayanAllan'dan ve Susan Warringıon'dan gelen bir avuç mektububuruşturdu. Bu insanların birbirlerinden ne kadar farklı olduklarıgöz önünde bulundurulduğunda, Rachel'm nişanlanmasınıkutlamak için mektup yazarken neredeyse aynı cümlelerikullanmaları tuhaftı.Bu insanlardan herhangi birinin onun hissettiklerini hissetmişveya hissedebilecek olması ya da bir saniyeliğine bile bunubecerebilirmiş gibi yapmaya haklarının olması, onu tıpkı kilisedekiayin gibi, tıpkı hastane hemşiresinin yüzü gibi dehşete dü­şürüyordu; bir şeyi hissetmiyorlarsa neden tutup hissedermişgibi yapıyorlardı? Rachel'ın, ona duyduğu aşkla yoğunlaşıp deyimyerindeyse artık tek bir kıvılcımda toplanmış olan, gençli­(*) Virginia Woolf bir kez daha Shakespcarc'in Fırtınalından Ariel'ın şarkısınagönderme yapıyorTam beş kulaç derinde yatıyor babanız,Kemiklerinden mercanlar oluştu:Şu inciler onun gözleriydi... - ç.n.329ğin verdiği o yalınlığı, kendini beğenmişliği ve acımasızlığı Terence'ınkafasını karıştırıyordu; nişanlanmanın onun üzerindekietkisi böyle olmamıştı; dünya farklıydı, ama bu biçimde değil; oyine her zaman istediği şeyleri istiyordu; özellikle diğer insanlarınahbaplığını. Mektupları Rachel'ın elinden alarak itiraz etti:"Elbette bunlar saçma, Rachel; elbette bunları sırf başkalarıöyle söylüyor diye söylüyorlar, ama öyle bile olsa, Bayan Allannazik bir kadın; bunu inkâr edemezsin; Bayan Thornbury deöyle; çok fazla çocuğu var, kabul, ama içlerinden yarım düzinesişaşmaz biçimde tepelere tırmanmak yerine kötü olana yönelmişolsa bile -Bayan Thornbury'nin bir güzelliği yok m u- Flushing'insöyleyeceği gibi, bir tür ilkel yalınlığı yok mu? Ayışıgındamırıldanan iri, yaşlı bir ağaca ya da durmaksızın akıp gidenbir nehre benzemiyor mu? Bu arada, Ralph, Carroway Adalan'nınvalisi olmuş - görevdeki en genç vali; çok iyi, değil mi?"Ne var ki o sırada Rachel dünya işlerinin çoğunun onunyazgısına bir iplikle bile bağlı olmaksızın sürüp gittiğini kavrayabilecekdurumda değildi."Benim on bir çocuğum olmayacak," dedi kesin bir tavırla."Gözlerim, yaşlı bir kadının gözleri olmayacak. İnsana tepedentırnağa bakıyor, tepeden tırnağa, sanki atmışsın gibi.""Bir oğlumuz olmalı, bir de kızımız," dedi Terence, mektuptanbırakarak, "bizim çocuklarımız olmanın paha biçilmez üstünlüğübir yana, çok da iyi yetiştirilecekler." Kusursuz eğiLiminbir taslağını yapmaya geçtiler - kızlarının, sonsuzluğadair düşünceler çağnştırmak üzere maviye boyanmış, büyükkare bir kartona bebeklikten başlayarak uzun uzun bakmasısağlanacaktı, çünkü kadınlar fazla sağduyulu yetiştiriliyorlardı;oğullarına gelince - büyük adamlara, yani seçkin, başarılıadamlara, nişanlar takan ve kendi ağaçlarının tepelerine tırmananadamlara gülmek ona öğretilmeliydi. Hiçbir bakımdan(diye ekledi Rachel) St. John Hirst'ü andırmamalıydı.Bunun üzerine Terence, St. John Hirst'e duyduğu büyükhayranlığı ilan etti, iyi nitelikleri üzerinde düşüne düşünebunlara ciddi olarak ikna olmuştu; onun zihni, diye açıkladı,yalanlan hedef alan bir torpil gibiydi. O ve onun gibiler olma­330sa blzler nerede olurduk? Yabani ollara boğulmuş; Hıristiyanlar,yobazlar, - aa, Rachel da elinde yelpazesiyle, rehavet çöktüğündeerkeklere şarkılar söyleyen bir köle olurdu."Ama sen bunu hiçbir zaman görmeyeceksin!" diye bağırdı;"çünkü tüm erdemlerine rağmen varlığının her bir dokusuylahakikatin peşine düşmek umurunda değil, hiçbir zaman da olmayacak!Olgulara hiç saygın yok, Rachel; özünde kadınsısın."Rachel bunu inkâr etme zahmetine katlanmadı, Terence'ınhayranlık duyduğu meziyetlere karşı, tek ve kesin kanıtını önesürmenin de iyi olacağını düşünmüyordu. St. John, Rachel'ınona âşık olduğunu söylemişti; bunu asla bağışlamayacaklı;ama bu bir erkeğin dikkate alacağı bir kanıt değildi."Ama ondan hoşlanıyorum," dedi; kendi kendine ona aynızamanda acıdığını da düşündü, içinde gezindiğimiz değişimlerle,mucizelerle dolu, sıcak, gizemli kürenin dışında kalan otalihsizlere acıdığımız gibi; düşünüyordu da, Sı. John Hirsı olmakçok sıkıcı olmalıydı.Pek olası olmamakla birlikte o bunu istese bile kendisininonu öpmeyeceğini söyleyerek onun hakkındaki duygularınıözetledi.Terence, Rachel'ın ona verdiği öpücükten ölürü Hirst'ünözür dilemesi yerinde olurmuş gibi itiraz etli:"Hem Hirst'ün yanında ben kusursuz bir yardımcı soytarı­yım."*Saat on bir yerine on ikiyi vurdu."Sabahı boşa harcıyoruz - benim kitabımı yazmam, seninseşunları yanıtlıyor olman gerekirdi.""Tam olarak sadece yirmi bir sabahımız kaldı," dedi Rachel."Babam da bir iki güne kadar burada olacak."Yine de, bir mürekkepli kalemle bir kâğıdı kendine doğruçekip zahmetle yazmaya başladı,"Eveleyn'ciğim -"Bu sırada Terence, başka birinin yazdığı bir romanı okuyordu,kendi romanının oluşumu için gerekli bulduğu bir süreçti(*) Burada "yardımcı soytarı" sözüyle karşılanan "Zany," tam olarak, baş soytarıyıtiye alan bir yardımcı soytarıydı - ç.n.331bu. Epeyce bir sûre, kınadıklarına çok benzeyen sözler üretmekteolan RacVıel'ın kaleminin kesik cızırtılarından ve saatintıkırtısından başka şey duyulmadı. Ansızın bunu Rachel dafark etti, yazmayı bırakarak başını kaldırıp baktı; kolluğa gö­mülmüş olan Terence'a baktı, mobilyalara, köşedeki yatağına,aralarındaki boşlukları gökyüzünün doldurduğu ağaç dalları­nın göründüğü pencere camına baktı, saatin tıkırtılarını duyduve bütün bunlarla önündeki kâğıt yaprağının arasındakiuçuruma şaşırıp kaldı. Dünyanın bir ve bölünmez olduğu birzaman olacak mıydı? Terence söz konusu olduğunda bile -birbirlerinden nasıl da uzak olabilirlerdi, şimdi onun beynindenneler geçtiği hakkında ne kadar az şey biliyordu! Sonra,hantal ve çirkin cümlesini bitirerek her ikisinin de çok mutluolduğunu, büyük olasılıkla sonbaharda evleneceklerini, Londra'dayaşamayı planladıklarını, geri döndüklerinde onları görmeyiumduklarını belirtti. Biraz daha düşündükten sonra, iç­tenlikle yerine "sevgiyle" demeyi seçerek mektubu imzaladı;azimle başka bir tanesine başlıyordu ki, Terence, kitabındanalıntı yaparak şöyle dedi:"Bunu dinle, Rachel. 'Büyük olasılıkla Hugh' (kitabın kahramanıo, bir yazar), 'evlendiği sıralarda, erkeğin gereksinimve arzularıyla kadının gereksinim ve arzularını ayıran uçurumunyapısını, yetenekleri ve hayalgücü olan genç bir adamınanladığından daha fazla anlamamıştı... Başlangıçta çok mutluydular.İsviçre'deki gezinti her ikisi için de neşeli bir ahbaplıkkurdukları ve esinleyici hakikatlerle tanıştıkları bir tatilolmuştu. Belty, kusursuz bir yoldaş olduğunu kanıtlamıştı...Riffelhorn'un karlı yamaçlarının bir yanından diğer yanına,Vadide Ajk'ı haykırmışlardı' (vesaire, vesaire - betimlemeleriatlayacağım)... 'Ama Londra'da, oğlanın doğumundan sonraher şey değişti. Betty hayran olunacak bir anneydi; ne ki, üstorta sınıflan olanların anladığı biçimiyle annelik işlevinin,onun iş yapma gücünün tamamını tüketmediğini fark etmesiuzun sürmedi. Gençti, güçlüydü, sağlıklı kolları ve bacakları,acilen idmana ihtiyacı olan bir bedeni ve bir beyni vardı...'(Kısacası, çay partileri vermeye başladı.)... 'Bob Murphy'nin332dumanlı, kitaplarla dolu odasında, her ikisinin de ruhunu di­ğerine açtığı bu sıradışı sohbetten dönüp, kulaklarında trafi­ğin uğuldayan sesiyle ve zihninde tüm hüznüyle asılı duransisli Londra semasıyla geç vakitte içeri girdiğinde... kâğıtları­nın arasına saçılmış kadın şapkaları buldu. Sofada kadın şalları,gülünç küçük kadınsı ayakkabılar ve şemsiyeler vardı...Sonra faturalar gelmeye başladı... Onunla açıkyüreklilikle konuşmayaçalıştı. Onu yarı soyunuk durumda, yatak odalarındakikocaman kutup ayısı postunun üzerine uzanmış haldebuldu; Greenler'le Wilton Crescent'ta yemeğe gideceklerdi;ateşin kızıl ışığında elmasları, çıplak kollarında ve göğsününenfes kıvrımında ışıldayarak göz kırpıyordu - tapılası dişili­ğin görüntüsü. Tüm yaptıklarını affetti.' (Neyse, işler kötü­den betere gidiyor ve sonunda, yaklaşık elli sayfa sonra, Hughhafta sonu için Swanage'a bir bilet alıp 'Corfe'nin üzerindekitepelerde kendiyle hesaplaşır.'... Burada on beş sayfa kadar atlayacağız.Sonuç şu...) 'Farklıydılar. Belki de uzak bir gelecekte,tıpkı onun şimdi mücadele edip başarısızlığa uğramak zorundaolduğu gibi, kuşaklar boyu erkekler mücadele edip ba­şarısızlığa uğradıktan sonra, kadınlar gerçekten de şimdi öyleymişgibi yaptıkları şey -erkeğin dostu ve ahbabı- olacaklardı,düşmanı ve asalağı değil.'"Sonunda, anlayacağın, Hugh karısına döndü, zavallı adam.Evli bir erkek olarak bu onun göreviydi. Tanrım, Rachel," diyesonlandırdı sözlerini, "evlenince biz de böyle mi olacağız?"Rachel ona yanıt vermek yerine sordu:"Neden insanlar gerçeklen hissettikleri şeyler hakkında yazmazlar?""Ah, güçlük de burada!" diye içini çekli Terence, kitabı biryana fırlatırken."Peki, evlenince biz nasıl olacağız? İnsanlar gerçekten nelerhisseder?"Kuşkulu görünüyordu."Yere otur, sana bakmama izin ver," diye buyurdu Terence.Rachel, çenesini onun dizine yaslayıp dosdoğru ona baktı.Terence onu merakla inceledi.333"Güzel değilsin," diye söze başladı, "ama yüzünü beğeniyorum.Saçının uçlarının aşağı doğru sivrilmesini beğeniyorum,gözlerini de - asla hiçbir şeyi görmüyorlar. Ağzın fazla büyük;yanakların daha renkli olsa iyi olurdu. Ama yüzünde hoşumagiden şey, insanı acaba yine neler düşünüyor diye meraklandırması- içimden şöyle yapmak geliyor-" Yumruğunu sıkıpona doğru öyle yakından salladı ki Rachel irkilerek geri çekildi,"çünkü şimdi beynimi dağıtacakmış gibi görünüyorsun.Öyle anlar oluyor ki," diye devam etti, "birlikte bir kayanınüzerinde duruyor olsak beni denize atarsın."Gözlerine dikilmiş gözlerin gücüyle kendinden geçen Rachel,"Birlikle bir kayanın üzerinde duruyor olsak-" diye yineledi.Denize savrulmak, bir oraya bir buraya sürüklenmek, dünyanınköklerine doğru itilip durmak - bu düşünce ona anlaşılmazbir keyif verdi. Ayağa fırlayıp gerçekten suların içindeilerliyormuş gibi eğilip bükülerek, sandalyeleri, masaları itipkakarak odanın içinde hareket etmeye başladı. Terence onuzevkle seyrediyordu; kendine bir geçit açar gibiydi; ikisininyaşamdaki yolculuklarını köstekleyecek engellerle başa çıkı­yordu sanki."Bu mümkün!" diye bağırdı Terence, "oysa ben hep bunundünyadaki en olmayacak şey olduğunu düşünürdüm - hayatımboyunca sana âşık olacağım; evliliğimiz bugüne dek yapılmışen heyecanlı şey olacak! Bir an bile sakin olmayacağız-"Yanından geçtiği sırada Rachel'ı yakaladı; bir kaya ve altlarındakabarıp inen bir deniz hayal ederek hakimiyet için savaştı­lar. Sonunda Rachel yere savruldu, merhamet için haykıraraksoluk soluğa oraya uzandı."Ben denizkızıyım! Yüzebiliyorum," diye haykırdı, "demekki oyun bitli." Elbisesi boydan boya yırtılmıştı; barış sağlanmışolduğundan iğne iplik alıp getirerek yırtığı onarmaya başladı."Şimdi de," dedi, "sakin ol ve bana dünyadan söz et; olanbiten her şeyi bana anlat; ben de sana anlatacağım -bakalım,sana ne anlatabilirim?- sana Bayan Montgomerie'yle nehirdekipartiden söz edeceğim. Bir ayağı sandalda, diğeri sahilde, anlayacağınöylece kalakalmış»."334Geçmiş yaşamları, dostlarıyla akrabalarının kişilikleri hakkındabirbirlerine böyle bilgi vererek o kadar çok zaman geçirmişlerdiki kısa süre sonra Terence yalnızca Rachel'ın halaları­nın hangi olayda ne söylemelerinin beklenebileceğini değil,yatak odalarının nasıl döşendiğini ve ne tür boneler giydiklerinide öğrenmişti. Bayan Hunt'la Rachel arasındaki bir sohbetihayal edebiliyor, Hıristiyan Bilimi mezhebinden Muhterem PederWilliam Johnson'la Bayan Macquoid'm da katıldığı, gerçe­ğine çarpıcı biçimde benzeyen bir çay partisini gözlerinin önü­ne getirebiliyordu. Ama o hem çok daha fazla insan tanımıştıhem de deneyimlerini çoğu kez tuhaf bir çocuksuluk ve komiklikleanlatan Rachel'a göre anlatı sanatında çok daha maharetliydi,bu nedenle dinleyip sorular sormak genellikle Rachel'adüşüyordu.Terence ona yalnızca neler olduğunu değil, kendisinin nelerdüşünüp hissettiğini de anlatıyor, başka erkeklerle kadınlarındüşünüp hissettikleri şeyler hakkında, Rachel'ı büyüleyenportreler çiziyordu, bu yüzden Rachel, caddeleri insankaynayan, öylece dikilip onlara bakabileceği İngiltere'ye dönmekiçin can atıyordu. Terence'a göre de yaşamı makul kılan,ya da bu sözcük aptalcaysa, onu derinden ilgi çekici hale getirenbir düzen, bir örüntü vardı, çünkü kimi zaman şeylerinneden oldukları gibi olduğunu anlamak mümkün görünüyordu.İnsanlar da Rachel'ın sandığı kadar yalnız ve iletişimsizdeğillerdi. Kibri aramalıydı -çünkü kibir ortak bir nitelikti—önce kendinde, sonra Helen'da, Ridley'de, St. Johıı'da, hepsibundan paylarına düşeni almışlardı - tanıştığı bir düzine insandanonunda bunu bulacaktı; böyle bir bağla birbirlerinebağlandıklarında, onları birbirinden ayrı ve ürkütücü değil,neredeyse ayırt edilemez bulacaktı; kendisi gibi olduklarınıfark edince onları sevmeye başlayacakü. Eğer bunu yadsıyorsa,insanoğlunun, hayvanat bahçesindeki çizgileri, yeleleri,boynuzları, hörgüçleri olan hayvanlar kadar çeşitli olduğunadair inancını savunmak zorundaydı; böylece tüm tanıdıkları­nın listesini çıkarıp, anekdotlara, kuramlara, kurgulara dalarakbirbirlerini tanımaya başladılar. Saatler çabucak geçiyor,335onlara, bir yerinden patlayıp sızıntı yapacak kadar doluymuşgibi geliyordu. Bir gecelik yalnızlığın ardından hep yenidenbaşlamaya hazırdılar.Bayan Ambrose'un erkekle kadın arasındaki özgür iletişimdevar olduğuna inandığı erdemler, pek onun saptadığı ölçüdeolmamakla birlikte, doğrusu onların iletişiminde de mevcuttu.Cinselliğin doğasıyla uğraştıklarından çok daha fazla şiirin do­ğasıyla uğraşıyorlardı, ama sınırsızca konuşmanın, bir kızıntuhaf, küçük, parlak görüşünü derinleştirdiği ve genişlettiğidoğruydu. Terence'ın anlattıklarının karşılığında Rachel daonda öyle bir merak ve algı duyarlılığı uyandırıyordu ki, Terence,çok okuyup yaşamanın armağanı olan herhangi bir yeteneğinhaz ve acı duyma yeteneğine eşit olup olmadığındankuşkulanıyordu. Sonunda deneyim ona ne verecekti ki, sokaktakieğilimli köpeginkine benzer bir tür gülünç biçimsel dengedenbaşka? Rachel'ın yüzüne baktı ve yirmi yıl sonra, gözlerdonuklaşıp, alın, orta yaşlıların sanki gençlerin görmediği zorbir şeyle yüzleştikleri hissini veren o küçük inatçı kırışıklarabüründüğünde, onun nasıl görüneceğini merak etti. Onlariçin o zor şey ne olacaktı acaba? Sonra düşünceleri İngiltere'dekiyaşamlarına döndü.İngiltere'yi düşünmek keyifliydi, birlikle eski şeyleri taptazegöreceklerdi; haziran ayını İngiltere'de karşılayacaklardı;taşrada haziran geceleri olacaktı; oda ısındığında kaçabileceklerisokaklarda bülbüller şakıyacaktı; vurdumduymazineklerin otladığı, suyla ışıldayan İngiliz çayırları olacaktı; al­çalıp yemyeşil tepeler boyunca süzülen bulutlar olacaktı.Odada onunla birlikte otururken sık sık, dönüp yeniden ya­şamın zorluklarını göğüslemeyi, Rachel'la birşeyler yapmayıdiliyordu.Pencereye gidip bağırdı, "Tanrım, sokakları düşünmek nekadar güzel, böğürtlen çalıları ve ısırgan otlarıyla çamurlu sokakları,bilirsin işte, hakiki çim kaplı alanları, domuzlarıylainekleriyle çiftlik avlularını, yabalarıyla öküz arabalarının yanındayürüyen adamları -burada bununla karşılaştırılabilecekhiçbir şey yok- taşlı kızıl toprağa, parlak mavi denize, göz ka­336maştıran beyaz evlere bak - insanı ne kadar bıktırıyor! Helehava, bir tek leke ya da kırışıklık yok. Sisli bir deniz için nelervermezdim."Rachel da İngiltere'nin taşrasını düşünüyordu: Denize doğ­ru serilen dümdüz toprağı; koruları ve insanın hiç kimseyigörmeden kilometrelerce yürüyebileceği uzun düz yollan, devasakilise kulelerini ve vadilerde kümelenmiş garip evleri,kuşları, akşam karanlığını, pencerelere vuran yağmuru."Ama Londra, yaşanacak yer Londra," diye devam etli Terence.Birlikle halıya baktılar, sanki dumanları delip geçen bü­tün o külah biçimli çatıları ve kuleleriyle Londra, görmeleriiçin orada, yerde duruyordu."Her şey göz önünde bulundurulduğunda şu anda en ho­şuma gidecek şey," diye zihninde tarttı Terence, "kendimiKingsway'de o koca afişlerin yanından yürürken bulmakolurdu, biliyorsundur, sonra da Strand'e dönmek. Belki gidipbir an Waterloo Köprüsü'nden aşağı bakardım. Sonra, içlerindebütün o yeni kitapların olduğu dükkanların yanından ge­çerek Strand boyunca yürür, küçük kemeraltı geçidindengeçip Temple'a girerdim. Keşmekeşin ardından sessizliği hepsevmişimdir. Ansızın kendi adımlarının sesinin yükseldiğiniişitirsin. Temple çok hoştur. Herhalde gidip sevgili ihtiyarHodgkin'i bulup bulamayacağıma bakarım - Van Eyck hakkındakitaplar yazan adam, biliyorsun. İngiltere'den ayrıldı­ğımda evcil saksağanı için üzülüyordu. Birinin onu zehirledi­ğinden kuşkulanıyor. Bir sonraki merdivende Russell oturuyor.Onu seversin sanırım. Handel'e tutkun. Ee, Rachel," diyesonlandırdı sözlerini, Londra hayalini kovarak, "altı haftasonra bunu birlikte yapıyor olacağız; o sıralar haziran ortasıolacak, -v e Londra'da haziran- Tanrım! bütün bunlar ne kadarhoş!""Hem bunu yapacağımız da kesin," dedi Rachel. "Çok şeybeklemiyoruz - yalnızca etrafta yürüyüp birşeylere bakmak.""Yılda yalnızca bin sterlin ve kusursuz özgürlük," diye yanıtladıTerence. "Sence Londra'da kaç kişide bunlar var?""İşte şimdi berbat ettin," diye yakındı Rachel. "Şimdi kor­337kuları düşünmek zorundayız." Bir zamanlar, belki bir saatliğineonu rahatsız eden romana hınçla baktı, o kadar ki onu birdaha hiç açmamıştı, ama masasının üzerinde tutmuş, arada birbakmıştı, tıpkı bir ortaçağ keşişinin, kendi bedeninin kırılganlığınıanımsatsın diye bir kafatası ya da üzerinde İsa heykelciğiolan bir haç bulundurması gibi."Terence, acaba" diye sordu, "kadınların yüzlerinde kayna­şan böceklerle öldüğü doğru mu?""Bence çok mümkün," dedi Terence. "Ama kabul el, Rachel,kendimizden başka bir şeyi öyle ender düşünüyoruz ki aradasırada bir vicdan azabı keyifli oluyor."Onu, en az aşın duygusallık kadar kötü olan kiniklikle suçlayanRachel, Terence'ın yanından ayrılarak pencere pervazındadiz çöküp perdenin püsküllerini parmaklarının arasında bükmeyebaşladı. İçinde belli belirsiz bir tatminsizlik hissi vardı."Bu ülkede nefret uyandıran şey," diye bağırdı, "mavi - hepmavi gökyüzü ve mavi deniz. Bir perde gibi - insanın istediğişeylerin hepsi diğer tarafta. Arkasında neler olup bittiğini bilmekistiyorum. Bu bölünmelerden nefret ediyorum, sen etmiyormusun, Terence? Bir insan başka bir insanla ilgili olaraktamamen karanlıkta. İşte, DaIloway'leri sevmiştim," diye sürdürdüsözlerini, "gittiler. Onları bir daha hiç görmeyeceğim.Sırf bir gemiye binmekle kendimizi dünyanın geri kalanındantümüyle koparıyoruz. Şurada İngiltere'yi görmek isliyorum -şurada Londra'yı - her çeşit insanı - neden görmeyesin ki? nedenbir başına bir odaya kapanasın?"Böyle gözleri körfeze henüz giren bir gemiye takılmış, giderekartan bir belirsizlikle yan kendi kendine konuşurken, Terence'mmemnun bir tavırla önüne bakmayı bıraktığını, ilgiyleve tatminsizlikle ona bakmakta olduğunu görmedi. Sanki Rachelkendini ondan koparabiliyor, ona hiç ihtiyacının olmadığıbilinmez yerlere doğru başıboş uzaklaşabiliyordu. Bu düşünceTerence'ın kıskançlığını uyandırdı."Bazen bana âşık olmadığını ve hiçbir zaman olmayacağınıdüşünüyorum," dedi hızlı hızlı. Rachel bu sözler üzerine sıç­rayarak döndü.338"Seni, senin beni tatmin ettiğin gibi tatmin etmiyorum," diyedevam etti Terence. "Sende elime geçiremediğim bir şey var.Benim seni islediğim gibi istemiyorsun beni - hep başka birşey istiyorsun."Bir aşağı bir yukarı odayı adımlamaya başladı."Belki de çok şey istiyorum ," diye sürdürdü sözlerini."Belki de istediklerime sahip olmam gerçekten mümkün de­ğil. Erkeklerle kadınlar çok farklı. Anlayamazsın - anlamı­yorsun-"Rachel'ın sessizce ona bakarak durduğu yere geldi.Şimdi ona Terence'm söyledikleri tümüyle doğru geliyordu,bir tek insanın sevgisinden çok daha fazlasını istiyordu - denizi,gökyüzünü. Tekrar dönüp uzaklara, gökyüzünün denizlebuluştuğu yerdeki pürüzsüz ve dingin maviliğe baktı; yalnızcabir tek insanı istemesi olanaklı değildi."Yoksa mesele şu lanet olası nişanlılık mı?" diye devam eltiTerence. "Burada evlenelim, dönmeden önce - yoksa büyükbir risk mi almış oluruz? Birbirimizle evlenmek istediğimizdenemin miyiz?"Bir aşağı bir yukarı odayı adımlamaya başladılar, ama birbirlerininçok yakınma geldikleri halde temas etmemeye özengösteriyorlardı. Durumlarının umutsuzluğu her ikisini de altetmişti. Kudretsizdiler; birbirlerini hiçbir zaman bütün bu engelleriaşmaya yetecek kadar sevemeyeceklerdi ve daha azıylahiçbir zaman tatmin olamayacaklardı. Bunru dayanılmaz birkeskinlikle fark eden Rachel, Terence'm önünde durup bağırdı:"Ayrılalım öyleyse."Bu sözler, onları birleştirmede herhangi bir tartışmadan dahaçok işe yaradı. Dik bir uçurumun kenarında duruyorlarmışgibi birbirlerine sarıldılar. Ayrılamayacaklarını biliyorlardı; acıve korkunç olabilirdi ama onlar sonsuza dek birleşmişlerdi.Sessizliğe büründüler; bir zaman sonra sessizce birbirlerinesokuldular. Yalnızca bu kadar yakın olmak bile onları yatıştırdı;yan yana otururlarken bölünmeler ortadan kayboldu; sankidünya bir kez daha katılaşmış ve bütün olmuştu; sanki tuhafbir biçimde onlar da irileşip güçlenmişlerdi.339Çok sonra, büyük bir isteksizlikle hareket elliler. Birlikteaynanın karşısında durdular; bir fırçayla, kendilerini bütün sabahne acı ne mutluluk, hiçbir şey hissetmemiş gibi göstermeyeçalıştılar. Ne ki, kendilerini aynada görmek onları ürpertti,çünkü uçsuz bucaksız ve bölünmez olmak yerine çok küçükve ayrıydılar, aynanın büyüklüğü başka şeylerin yansıması içinkoca bir alan bırakıyordu.340XXIII. BölümNe var ki hiçbir fırça mutluluğun ifadesini tümüyle silemezdi,bu nedenle, aşağı indiklerinde Bayan Ambrose onlara; hakkındadoğal bir tavırla konuşulabilecek bir sabah geçirmişler gibidavranamadı. Böyle olunca, yoğun duyguların etkisiyle hayatadüşman olanların, bir süre için hayatın işlerini yapmaktan acizsayılması yolunda dünyanın kurduğu kumpasa katıldı ve onlarıdüşüncelerinden kovmayı neredeyse başardı.Pratik konularda ne gerekiyorsa hepsini yaptığını düşündü.Çok mektup yazmıştı; Willoughby'nin rızasını da almıştı. BayHewet'ın mesleği, konumu, soyu sopu, görünüşü ve mizacıylao kadar çok meşgul olmuştu ki onun gerçekte nasıl biri oldu­ğunu neredeyse unutmuştu. Hafızasını tazeleyip gözününönüne getirdiğinde, nasıl biri olduğunu yine anlayamıyordu;sonra, nasıl olsa mutlu olduklarına hükmederek bu konudadaha fazla düşünmedi.Üç yıl içinde neler olacağını ya da Rachel dünyayı babasınınkılavuzluğunda keşfetmeye bırakılsaydı neler olabileceğini dü­şünse belki daha iyi ederdi. Sonucun daha iyi olabileceğini kabuledecek kadar dürüsttü - kim bilir? Terence'ın kusurlarınınolduğunu kendinden saklamadı. Onun fazla tasasız ve hoşgö­rülü olduğunu düşünüyordu, Terence'm da onun biraz katı ol­341duğunu düşündüğü gibi - hayır, tavizsiz demek daha doğruydu.Bazı bakımlardan St. John'ı yeğliyordu; öle yandan, elbetteSt. John, Rachel'a hiç uygun değildi. Sl. John'la aralarında birarkadaşlık kurulmuştu, önyargısız yaradılışına yaraşır biçimde,sinirlenmekle ilgilenmek arasında gidip gelse de, sonuçtaondan hoşlanıyordu. Sl. John onu aşkın ve duyguların bu kü­çük dünyasının dışına çıkarıyordu. Olguları iyi kavrıyordu.Örneğin, varsayalım İngiltere, Fas sahilinde bilinmeyen bir limanataarruza geçti, St. John bunun ardında ne olduğunu bilirdi;onun, para yönelimi ve güç dengesi hakkında kocasıylatartışmasını dinlemek Bayan Ambrose'a tuhaf bir istikrar duygusuveriyordu. Her zaman dinlemese de onların tartışmaları­na saygı duyuyordu, tıpkı kentlerimizin büyük bölümünüoluşturan, gün be gün, yıl be yıl görünmeyen eller tarafındaninşa edilen o. dev belediye binalarından birine ya da sağlam birtuğla duvara saygı duyduğu gibi. Oturup onları dinlemek ho­şuna gidiyordu; nişanlı çift konuya ilgisizliklerini iyice belliettikten sonra odadan dışarı süzülüp bahçede çiçekleri parçalaraayırmaya başladığında biraz rahatladığını bile hissediyordu.Onlara haset ettiği yoktu, ama önlerinde uzanan o koskocabilinmez gelecekten ötürü onlara gıptayla bakıyordu. Böylecebir düşünceden ötekine geçerek şu anda ellerinde meyvelerleoturma odasından yemek odasına yürümekleydi. Bazensıcaktan boynunu büken bir mumu dikleştirmek üzere duruyorya da sandalyelerin fazlasıyla katı düzenini bozuyordu.Onların yokluğunda Chailey'nin ıslak bir toz beziyle bir merdivenintepesinde dengede durduğundan kuşkulanıyordu; ozamandan bu yana oda hiç eskisi gibi olmamıştı. Üçüncü kezyemek odasından döndüğünde, koltuklardan birinde St.John'm oturuyor olduğunu fark etti. Yan kapalı gözlerle geriyeyaslanan Sı. John, her zamanki gibi düğmeleri tepeye kadariliklenmiş özenli gri bir takım elbisenin içinde, her an değişebilecekyabancı bir iklimin taşkınlığından korunmuş görünü­yordu. Bayan Ambrose'un gözleri nazikçe onun üzerinde durdu;sonra başının üstünde dolaştı. Sonunda onun karşısındakisandalyeye oturdu.342"Buraya gelmek istemiyordum," dedi St. Joh n sonunda,"ama geldim... Evelyn M.," diye inledi.Koltuğunda dikleşip sahte bir ciddiyetle, bu sevimsiz kadı­nın onunla evlenmekte ne kadar kararlı olduğunu anlatmayabaşladı."Her yerde beni kovalıyor. Bu sabah sigara odasında karşı­ma çıktı. Tüm yapabildiğim şapkamı kaptığım gibi kaçmak oldu.Gelmek istemiyordum ama kalıp onunla bir kez daha yemekyiyemezdim.""Pekala, bu durumdan en iyi biçimde yararlanmalıyız," diyeyanıt verdi Helen filozofça. Hava çok sıcaktı; ikisi de sessizliğiumursamıyordu, böylece, sandalyelerinde arkalarına yaslanıpbirşeyler olmasını beklemeye başladılar. Öğle yemeği zili çaldıama evde herhangi bir hareket belirtisi yoklu. Haberleri sorduHelen; gazetelerde herhangi bir şey var mıydı? St. John başınıiki yana salladı. A evet, memleketten bir mektup almıştı, annesinden,sofra hizmetçisinin intiharım bildiren bir mektup.Adı Susan Jane'di; bir akşamüstü mutfağa girmiş, aşçıdan, parasınıonun için saklamasını istemiş; yirmi altın sterlini varmış.Sonra kendine şapka almak üzere dışarı çıkmış. Beş bu­çukta gelmiş; zehir içtiğini söylemiş. Ölmeden önce ancakonu yatağa yatınp doktor çağıracak kadar zamanlan olmuş."Ee?" diye sordu Helen."Soruşturma yapılması gerekecek," dedi St. John.Neden yapmıştı? St. John omuzlannı silkti, insanlar kendilerinineden öldürürler? Aşağı tabakadakiler yaptıkları herhangibir şeyi neden yaparlar ki? Kimse bilmez. Sessizlik içindeoturdular."Zil çalalı on beş dakika oldu, aşağı inmediler," dedi Helensonunda.Aşağı indiklerinde, St. John neden öğle yemeğine gelmekzorunda kaldığını açıklamaya girişti. Evelyn'in, sigara odasındakarşısına dikildiği zamanki coşkulu tavrını taklit etti. "Hiç­bir şeyin matematik kadar heyecan verici olamayacağını düşü­nüyor, bu yüzden ona iki ciltlik büyük bir eseri ödünç verdim.Ne anlam çıkaracağını görmek ilginç olacak."343Rachel artık ona gülmeyi becerebiliyordu. St. John'a Gibbon'ıhatırlattı; ilk cildi hâlâ bir yerlerde duruyordu; eğerEvelyn'in eğitimini üstlenecekse sınav kesinlikle Gibbon olmalıydı;Amerikan Ayaklanması hakkında Burke'un yazdıklarınında önemli olduğunu duymuştu, - Evelyn'in her ikisiniaynı zamanda okuması gerekecekti. St. John, Rachel'ın açtığıtartışmadan kurtulup açlığını giderdikten sonra, otelin, onlarınyokluğunda ortaya çıkan, bazıları birbirinden sarsıcı türdenrezaletlerle çalkalandığını anlatmaya geçti; kendini iyideniyiye kendi türünü araştırmaya vermişti."Evelyn M., örneğin - ama bu bana sır olarak anlatılmıştı.""Saçma!" diye araya girdi Terence."Zavallı Sinclair! siz de duydunuz mu?""Ah, evet, Sinclair! duydum. Bir altıpatlarla birlikte madenocağına kapanmış. Her gün Evelyn'e intihar etmeyi düşündü­ğünü yazıyormuş. Ona Sinclair'in yaşamı boyunca hiç bu kadarmutlu olmadığına dair güvence verdim; o da bana katılı­yor.""Diğer yandan, Perrott'la başını derde sokmuş," diye sözlerinisürdürdü St. John; "ayrıca, koridorda gördüğüm bir şeydenötürü, Arthur'la Susan'ın aralarında her şeyin olması gerektiğigibi olmadığını düşünmek için nedenlerim var. GeçenlerdeManchester'dangenç bir hanım geldi. Kanımca, ilişkileribilerse çok iyi olur. Onlann evlilik hayatı hayal edilemeyecekkadar korkunç bir şey. Ah, bir de yatak odasının kapısı önündengeçerken yaşlı Bayan Paley'nin birbirinden korkunç kü­fürler savurduğunu açık seçik duydum. Başbaşa kaldıklarındahizmetçisine işkence ediyor olmalı - bu hemen hemen kesin,insan bunu gözlerindeki bakıştan anlıyor.""Seksen yaşma gelip de gut hastalığı etlerini cımbızla yoluncasen de bir süvari gibi küfredeceksin," dedi Terence. "Çokşişman, çok huysuz, çok aksi olacaksın. Onu hayal edebiliyormusunuz - torbaya benzeyen pantolonu, benekli kııçûk boyunbağıve şiş göbeğiyle su tavuğu gibi kel bir adam?"Bir duraklamanın ardından, Hirst, kepazeliğin belerini henüzanlatmadığını belirtti. Helen'a dönüp anlatmaya başladı.344"Fahişeye tekmeyi bastılar. Bir gece biz yokken o yaşlı mankafaThornbury çok geç bir saatte koridorlarda sarsak sarsakdolaştyormuş. (Anlaşılan kimse ona ne yaptığını sormamış.)Kendine Sinyora Lola Mendoza diyen o kadını geceliğiyle koridordangeçerken görmüş. Ertesi sabah kuşkularını Elliot'aanlatmış, sonuç olarak Rodriguez kadına gidip, otelden ayrılmasıiçin yirmi dön saat vermiş. Kimse öykünün doğruluğunusoruşturmamış, Thornbury'le Elliot'a sizin üstünüze vazifemiydi diye sormamış; tümüyle kendi bildikleri gibi yapmışlar.Hep birlikte bir dilekçe imzalamamızı, Rodriguez'e giderekkapsamlı bir soruşturma yapılması için ısrar etmemizi öneriyorum.Birşeyler yapmak gerek, bana katılmıyor musunuz?"Hevveı, hanımefendinin mesleğine dair bir kuşku olamayacağımbelirtti."Yine de," diye ekledi, "bu büyük bir ayıp, zavallı kadın;ama ne yapılması gerektiğini bilemiyorum-""Sana tümüyle katılıyorum, Sl. Joh n ," diye patladı Helen."Canavarlık bu. lngilizler'in bu ikiyüzlü kendini beğenmişliğitepemi attırıyor. Bay Thornbury gibi ticaretten bir servet kazanmışbir adam herhangi bir fahişeden kesinlikle iki kat kö­tüdür."Sl. John'ın ahlaki basiretine saygı duyuyor, bunu herkestençok daha fazla ciddiye alıyordu; şimdi de neyin doğru olduğunadair kendilerine özgü görüşlerini uygulamaya geçirmeküzere birlikte fikir yürütmeye başladılar. Bu tartışma onları genelnitelikle, alabildiğine kasvetli birtakım sonuçlara götürdü.Ne de olsa, onlar kim oluyordu ki? Boş inançların, cehaletinhüküm sürdüğü bu kitlenin karşısında nasıl bir güçleri olabilirdiki? Mesele tngilizler'di elbette; İngiliz kanında kusurlubir şey olmalıydı. Orta sınıflardan bir İngiliz'le karşılaşır karşı­laşmaz tarifsiz bir tiksinme duygusunun farkına varırdınız;Dover sırtlarındaki evlerin kahverengi ayçasını görür görmezaynı şey sizi de etkisi altına alırdı. Ama ne yazık ki, diye eklediSt. John, bu yabancılara da güvenemezdin izKonuşmalarımasanın diğer ucundan gelen sürtüşme sesleriylekesildi. Rachel, yengesine döndü.345"Terence, Bayan Thornbury'le çaya gitmemiz gerektiğinisöylüyor, çünkü bize çok kibar davranmış, ama ben buna gerekgörmüyorum; aslında bunu yapmaktansa sağ elimin parçaparça doğranmasını yeğlerim - bir düşünsenize! bütün o kadınlarınbakışları!""Saçmalama, Rachel," diye yanıtladı Terence. "Sana bakmayıkim ister? Kibir seni yemiş bitirmiş! Bir kendini beğenmişlikabidesi olmuşsun! Helen, bu güne kadar ona hiç de önemli biriolmadığım öğretmiş olmalıydın - ne güzel, ne iyi giyimli, nede zarafetiyle, aklıyla ya da duruşuyla göze çarpan biri. Elbisendekiboydan boya yırtığın dışında," diye sonlandırdı sözlerini,"seninkinden daha sıradan bir görüntü görülmemiştir. Yinede, istiyorsan burada kal. Ben gidiyorum."Rachel bir kez daha yengesine döndü. Mesele bakılmak de­ğil, diye açıkladı, mesele insanlann söyleyeceğinden emin olduğuşeylerdi. Özellikle kadınların. Kadınları seviyordu, amaduygular söz konusu olduğunda kadınlar kesme şekerin üzerindekisineklere benziyorlardı. Ona sorular soracakları kesindi.Evelyn M. diyecekti ki: "Âşık mısın? Âşık olmak güzelmi?" Bayan Thornbury ise -gözleri yukarıdan aşağıya gidipgelecekli- bunu düşününce ürperdi. Gerçekten, nişanlanmalarındanbu yana y aşam ların ın y a lııılm ışlığ ı onu öyleduyarlılaşıırmışıı ki, halini hiç de abartmıyordu.Kendinden hoşnut bir tavırla masanın ortasındaki rengarenkmeyve piramidine bakarak insanoğluna dair görüşleriniaçıklayan Helen'da kendine bir bağlaşık buldu. Acımasız olduklarındandeğil, incitmek niyetinde olduklarından ya datam olarak aptal olduklarından bile değil; ama hep gördüğüşuydu, sıradan insanın yaşamında o kadar az duygu vardı kibir tazı için burun deliklerine ulaşan kan kokusu neyse, baş­kalarının yaşamındaki duygu kokusu da onlar için oydu. Konuyaısınan Helen, sözlerini sürdürdü:"Bir şey olmayagörsün - bu, evlilik olabilir, doğum, ölümolabilir - daha çok da ölüm olmasını yeğlerler - herkes senigörmek ister. Seni görmek için ısrar ederler. Söyleyecek hiçbirşeyleri yoktur; seni zerre kadar umursamıyorlardır; ama öğle346yemeğine, çaya ya da akşam yemeğine gitmek zorundasındır;gitmezsen lanetlenirsin. Mesele, kan kokusudur," diye devamelti; "Onları ayıplamıyorum; ama bildiğim bir şey varsa o dabenimkini alamayacaklarıdır!"Hepsi düşman, hepsi aksi, kana susamış ağızlarıyla çevresinetoplandıkları masayı düşman topraklarının ortasındaki tarafsızbir ülkeye dönüştüren bir insan sürüsünü anımsamışçasınaçevresine baktı.Helen'in sözleri, söylediği şarkıdaki kadının yazgısına bağlıolarak kâh hüzünlü, kâh hiddetli gözlerle konuklarını, yeme­ğini ve karısını incelerken kendi kendine mırıldanıp durankocasını kızdırdı, itiraz ederek Helen'in sözünü kesti. Kadınlardakinikliğin gölgesinden bile nefret ederdi. "Saçmalık, saç­malık," dedi terslenerek.Terence'la Rachel masada karşılıklı bakışlılar, bu bakışmaevlendiklerinde onların böyle davranmayacağı anlamına geliyordu.Ridley'nin sohbete katılması tuhaf bir etki yaratmıştı.Sohbet hemen daha resmî, daha kibar oluvermişti. Akıllarınagelen her şeyden rahatça söz etmeleri, fahişe sözcüğünü başkaherhangi bir sözcük kadar basitçe söylemeleri artık olanaksızdı.Konuşma edebiyat ve siyaset konularına döndü; Ridley,gençliğinde tanıdığı seçkin kimseler hakkında öyküler anlatı­yordu. Sanatsal bir konuşmaydı bu; gençlerin kişilikleri veteklifsizlikleri silinip gitmişti. Gitmek üzere ayağa kalktıklarındaHelen dirseklerini masaya yaslayarak bir an durdu."Hepiniz burada," dedi, "neredeyse bir saattir oturuyorsunuz;ne incirlerime dikkat ettiniz, ne çiçeklerime, ne ışığıniçeri süzülüşüne, ne de başka bir şeye. Sizi dinlemedim, çünküsize bakıyordum. Çok güzel görünüyordunuz; keşke sonsuzadek oturmaya devam etseydiniz."Onlan oturma odasına götürüp nakışını eline aldı ve yineTerence'ı bu sıcakta otele yürümekten caydırmaya uğraştı. Neki, o uğraştıkça Terence'm gitme konusundaki kararlılığı artı­yordu. Sinirlenmiş, dikkafalı biri olup çıkmıştı. Öyle anlaroluyordu ki neredeyse birbirlerinden nefret ediyorlardı. Terencebaşka insanlar istiyordu; Rachel'ın da yanında olup onları347görmesini istiyordu. Bayan Ambrose'un, Rachel'ı giimekıencaydırmaya çalışmayacağından kuşku duyuyordu. Bütün bualan, bu gölgelik, bu güzellik onu kızdırıyordu; bileğindensarkan bir dergiyle sırt üstü uzanmış olan Hirst de öyle."Ben gidiyorum," diye yineledi. "İstemiyorsa Rachel'm gelmesinegerek yok.""Madem gidiyorsun, Hewet, keşke şu fahişe hakkında birazbilgi toplaşan," dedi Hirst. "Buraya bak," diye ekledi, "ben deseninle yarı yola kadar yürüyeceğim."Onları şaşırtarak ayağa kalktı, saatine bakıp, öğle yemeğininüzerinden artık yarım saat geçtiğine göre mide özsularmın salgılanmakiçin yeterince zaman bulduğunu belirtti; kısa süreliidmanların arasına daha uzun dinlenme zamanlarının girdiğibir yöntem denemekle olduğunu açıkladı."Dörtte döneceğim," dedi Helen'a, "kanepeye uzanıp bütünkaslarımı gevşeteceğim.""Demek gidiyorsun, Rachel?" diye sordu Helen. "Benimlekalmayacak mısın?"Gülümsedi, ama üzülüyor da olabilirdi.Üzülmüş müydü yoksa gerçeklen gülüyor muydu? Rachelanlayamadı; o anda kendini Helerila Terence'ın arasında çokhuzursuz hissetti. Sonra yalnızca, sadece onun konuşması ko­şuluyla Terence'la gideceğini söyleyip, arkasını döndü.Yol boyunca uzanan dar gölge şeridi ancak iki kişiye yetecekkadar genişli. Bu nedenle Sı. John çiftin biraz gerisine düştü;aralarındaki uzaklık yavaş yavaş arttı. Bir gözü saatinde, sindirimamacıyla yürürken, zaman zaman önündeki çifte bakıyordu.Yan yana tıpkı öteki insanlar gibi yürümelerine rağmençok mutlu, çok samimi görünüyorlardı. Arada sırada hafifçebirbirlerine doğru dönüp, St. John'ın çok özel olduğunu dü­şündüğü birşeyler söylüyorlardı. Gerçekte, Helen'in kişiliğinitartışmaklaydılar; Terence neden onun bazen kendisini budenli kızdırdığını açıklamaya çalışıyordu. Ama Sı. John, duymasınıistemedikleri şeyler söylediklerini sanıyor ve kendi yalınlmışiığmı düşünüyordu. Bu insanlar mutluydu; Sı. John bukadar basitçe mutlu olabildikleri için onları küçümsüyor, ama348aynı zamanda kıskanıyordu. Kendisi onlardan çok daha parlakbiriydi, ama muılu değildi. İnsanlar ondan hoşlanmıyordu; kimizaman Helen'in ondan hoşlandığından bile kuşku duyuyordu.Yalın olmak, onu pençesine alan, hiç durmadan ona biraynada kendi yüzünü ve sözlerini gösteren o korkunç benmerkezcilikolmaksızın, ne hissettiğini yalınlıkla söyleyebilmek,işte bu, neredeyse bütün öteki yeteneklere bedeldi, çünküinsanı mutlu ediyordu. Mutluluk, mutluluk, neydi mutluluk?Hiçbir zaman mutlu olmamıştı. Yaşamın küçük erdemsizliklerini,aldatmacalarını, kusurlannı fazlasıyla açık seçik gö­rüyordu; görünce de bunlara dikkat etmek ona dürüstçe birdavranış gibi geliyordu. İnsanların ondan hoşlanmamalarının,kalpsiz ve sivri dilli olduğundan yakınmalarının nedeni kuş­kusuz buydu. Evet, ona söylenmesini istediği şeyleri, nazik vekibar biri olduğunu, onu sevdiklerini hiçbir zaman söylememişlerdi.Ama o da, insanlar hakkında söylediği iğneli sözlerinyarısını kendi mutsuzluğu ya da incinmişiigi nedeniyle söylemişti.Çok ender olarak birine onu sevdiğini söylediğini veduygularını açığa vurduğunda genellikle sonradan pişmanlıkduyduğunu kabul ediyordu. Terence'la Rachel lıakkındakiduyguları öyle karmaşıktı ki henüz kendini toparlayıp evlenecekleriiçin mutlu olduğunu onlara bir türlü söyleyememişti.Onların hatalarını, birbirlerine olan duygularının büyük kısmınınalelade yapısını açıkça görüyordu; aşklarının sürekli olmayacağınıtahmin ediyordu. Eir kez daha baktı; görüntüleriiçini, bir nebze acımanın da karıştığı yalın bir sevecenlik duygusuyladoldurdu. İnsanların içlerindeki iyiliğin yanında hatalarınınne önemi vardı ki? Ne hissettiğini onlara söylemeyekarar verdi. Adımlarım hızlandırıp, lam sokağın anayolla birleştiğiköşeye eriştiklerinde onları yakaladı. Öylece durup onakahkahalarla güldüler, mide özsuyunun ne durumda olduğunusordular- ama St. John onları susturarak çok hızlı ve resmîbir tonla konuşmaya başladı."Danslı toplantıdan sonraki sabahı hatırlıyor musunuz?"diye sordu. "Burada oturmuştuk, sen saçmasapan konuşuyordun,Rachel da taşlardan küçük yığınlar yapıyordu. Öte yaıı-349dan ben, yaşamın tüm anlam ının apansız bir ışıkla banaaçınlandıgını hissediyordum." Bir saniye durakladı; dudaklarınısımsıkı kapanmış küçük bir kesenin ağzı gibi büzdü."Sevgi," dedi. "Bana her şeyi açıklıyormuş gibi geliyor. Buyüzden, siz ikiniz evleneceğiniz için çok mutluyum." Sonra,onlara bakmadan ansızın dönüp gerisin geri köşke doğru yü­rüdü. Hissettiklerini böyle söylediği için hem kendini yücelmişhissediyor hem de kendinden utanıyordu. Büyük olasılıklaona kahkahalarla gülüyorlardı, büyük olasılıkla aptalın tekiolduğunu düşünüyorlardı, hem, neler hissettiğini gerçektensöylemiş miydi?O gittikten sonra kahkahalarla güldükleri doğruydu; amaHelen hakkında giderek sertleşen tartışma sona erdi, yatıştılarve birbirleriyle dost oldular.350XX IV. BölümOtele öğleden sonra oldukça erken saatlerde ulaştılar, otelmüşterilerinin çoğu ya hâlâ uzanıyor ya da sessizce yatak odalarındaoturuyordu; onları çaya davet eden Bayan Thomburygörünürlerde yoktu. Bu nedenle, havanın geniş ve boş biralanda gelip giderken çıkardığı ıslık sesinin d olaştığı,neredeyse bomboş, gölgeli salonda olurdular. Evet, bu koltukEvelyn'in çıkageldiği o akşamüstü Rachel'ın oturduğu aynıkoltuktu; bu, o sırada baktığı dergiydi ve bu da o resmin takendisiydi; lamba ışıkları altında New York'un resmi. Ne kadartuhaf görünüyordu - hiçbir şey değişmemişti.Yavaş yavaş birtakım insanlar merdivenlerden aşağı inip salondangeçmeye başladılar; hiçbirini tanımıyorlardı, ama buloş ışıkta suretlerinin bir zarafeti ve güzelliği vardı. Bazen dosdoğrugidip döner kapıdan dışanya, bahçeye çıkıyorlardı, bazende birkaç dakikalığına durup masaların üzerine eğilerekgazeteleri karıştırmaya başlıyorlardı. Terence'la Rachel yan kapalıgözkapaklanyla oturmuş, onları izÜyorlardı -Johnsonlar,Parkerlar, Baileyler, Simmonslar, Leeler, Morleyler, Campbelllar,Gardinerlar. Bazıları beyaz atletler giymişlerdi, kollarınınaltında raketler taşıyorlardı; bazılan kısa, bazıları uzundu; bazdanhenüz çocuktu, bazıları da belki hizmetkârdı; ama hepsi­351nin bir itibarı, salondan geçerken birbirlerinin peşinden gitmekiçin bir nedeni, parası, nasıl olursa olsun bir konumuvardı. Terence çok geçmeden onlara bakmayı bıraktı, çünküyorgundu; gözlerini kapatıp sandalyesinde yarı uykuya daldı.Rachel bir süre daha onları izledi; hareketlerindeki kesinlik vezarafet, kaçınılmaz bir çekimle birbirlerini takip eder görünmeleri,bir süre oyalanıp gözden kaybolmaları onu büyülüyordu.Ama biraz sonra düşünceleri dağıldı; bu odada yapılandanslı toplantıyı düşünmeye başladı, ne ki, oda o zamankindenoldukça farklı görünüyordu. Etrafa göz attığında bununaynı oda olduğuna inanmakta güçlük çekti. Karanlığın içindençıkıp buraya girdikleri o gece oda öyle çıplak, öyle parlakve resmî görünmüştü ki; üstelik, hep hareket eden küçük kırmızıheyecanlı yüzlerle doluydu; öyle parlak giyimli, öylecanlılardı ki, oturup konuşabileceğiniz gerçek insanlara benzemiyorlardı.Şimdi ise oda loş ve sakindi; yanlarına gidip islediğinizherhangi bir şeyi söyleyebileceğiniz güzel, sessiz insanlarladoluydu. Koltuğunda otururken kendini şaşılacak kadargüvende hissediyordu; yalnızca danslı toplantı-gecesini değil,bütün bir geçmişi sevecenlikle ve gülerek gözden geçirebilecekdurumdaydı, sanki uzun zamandır bir sisin içinde dönüpdurmuştu da şimdi lam olarak nereye döndüğünü görebiliyordu.Şimdiki konumuna erişmesini sağlayan yöntemler ona tuhafgeliyordu; en tuhaf yanları da onların kendisini nereye gö­türdüğünü o zamanlar bilmiyor oluşuydu. Tuhaf olan buydu,insanın nereye gittiğini ya da ne istediğini bilmemesi; birşeylerikörü körüne takip ediyor, gizliden gizliye çok acı çekiyordu,hep hazırlıksız ve şaşkındı, hiçbir şey bilmiyordu; ama bir şeybir diğerine yol açıyor, hiçlikten aşama aşama bir şey kendikendine oluşuveriyordu; böylece insan sonunda bu sakinliğe,bu sessizliğe, bu kesinliğe ulaşıyordu, insanların yaşamak dedikleride bu süreçli. O halde belki de gerçekle herkes onunşimdi bildiği gibi nereye gittiğini biliyordu; şeyler kendi kendilerineyalnızca onun için değil, onlar için de bir örüntü oluş­turuyordu ve o örünıüde doyum, anlam yatıyordu. Dönüp geriyebaktığında, halalarının yaşamlarında, bir daha hiç görme-352yecegi DalIoway'lerin kısa ziyaretinde ve babasının yaşamındabir tür anlamın olduğunu görebiliyordu.Uykusunda derin derin soluk alıp veren Terence'm sesionun sakinliğini anırıyordu. Hiçbir şeyi çok seçik olarak görmemeklebirlikte Rachel'ın uykusu yoktu, ama salondan geçensuretler giderek belirsizleştiği halde hepsinin tam olarak nereyegittiklerini bildiklerine inanıyordu; bu kesinlik hissi içinirahatlıkla dolduruyordu. O an için öylesine yalıtılmış ve tarafsızdıki sanki artık yaşamda bir yeri yoktu; artık ona gelenherhangi bir şeyi, ne biçimde olursa olsun, kafası karışmadankabul edebileceğini düşünüyordu. Yaşamın görünümündekorkutacak ya da kafa karıştıracak ne vardı ki? Bu içgörü onubir daha neden terk edecekti ki? Doğrusu, dünya çok geniş,çok konukseverdi ve her şeye rağmen çok da basitti. "Sevgi,"demişti St. John, "sanki her şeyi açıklıyor." Evet, ama bu erke­ğin kadına, Terence'm Rachel'a sevgisi değildi. Birbirlerine bukadar yakın oturdukları halde birbirinden аул küçük bedenlerolmaktan çıkmışlardı; mücadele etmeyi, birbirlerini arzulamayıkesmişlerdi. Aralarında huzur var gibiydi. Bu, sevgi olabilirdi,ama erkeğin kadına sevgisi değildi.Yarı kapalı gözkapaklarınm arasından, koltuğunda geriyeyaslanmış olan Terence'ı izledi; ağzının ne kadar büyük, çenesininnasıl da küçücük, burnunun ise, ucunda topuzu olan birlunapark treni gibi kavisli olduğunu görerek gülümsedi. Doğalolarak, böyle bakıldığında tembeldi, hırslıydı, değişken ruhhalleriyle ve kusurlarla doluydu. Kavgalarını hatırladı, özellikledaha o akşamüstü Helen hakkında nasıl kavga ettiklerini;birlikte aynı evde yaşayacakları, birlikte trenlere yetişecekleri,böyle farklı oldukları için kızacakları o otuz, kırk ya da elli yıliçinde ne sıklıkta kavga edeceklerini düşündü. Ama bunlarınhepsi yüzeyseldi; gözlerin, ağzın, çenenin altında sürüp gidenyaşamla hiç ilgileri yoktu, çünkü o yaşam Rachel'dan bağımsızdı;başka her şeyden bağımsızdı. Kendisi de onunla evleneceği,otuz, kırk ya da elli yıl boyunca onunla yaşayacağı, kavgaedeceği halde ondan bağımsızdı; başka her şeyden bağımsızdı.Yine de, Sı. John'ın dediği gibi, bunu anlamasını sağlayan sev­353giydi, çünkü ona âşık olana dek bu bağımsızlığı, bu sakinliği,bu kesinliği hiç hissetmemişti, belki bu da sevgiydi. Başka hiç­bir şey istemiyordu.Belki iki dakikadır Bayan Allan az ötede durmuş, koltukları­na böyle huzur içinde yaslanmış olan çifte bakıyordu. Onlarırahatsız edip etmemekte kararsızdı; sonra bir şeyi anımsamışgibi koridordan geçerek geldi. Yaklaşırken çıkardığı ses Terence'ıuyandırdı; kolluğunda dikleşip gözlerini ovuşturdu. BayanAllan'ın Rachel'la konuştuğunu işitti."Pekala," diyordu, "bu çok güzel. Gerçekten çok güzel. Anlaşılannişanlanmak moda olmuş. Birbirlerini daha önce hiçgörmemiş olan iki çiftin aynı otelde tanışıp evlenmeye kararvermesi sık rastlanan bir şey değil." Sonra duraklayıp gülümsedi;söyleyecek daha fazla bir şeyi yokmuş gibi görünüyordu,bu nedenle Terence ayağa kalkarak ona kitabını bitirdiğinindoğru olup olmadığını sordu. Birisi kitabı gerçekten bitirdiğinisöylemişti. Bayan Allan'ın yüzü aydınlandı; olağandan dahacanlı bir ifadeyle ona döndü."Evet, bitirdim desem yalan olmaz herhalde," dedi. "YaniSwinburne'ü saymazsak -Beovvulf'tan Brovvning'e— ben bu ikiB'yi çok severim. Beowulf'tan Browning'e," diye yineledi,"bence bu, tren istasyonlarındaki kitap raflarında insanın gö­züne çarpacak türden bir başlık."Kitabını bitirdiği için gerçekten gurur duyuyordu, bu kitabınortaya çıkmasının nasıl bir kararlılık gerektirdiğini kimsebilemezdi. Aynca, bunun iyi bir eser olduğunu düşünüyordu;yazdığı süre boyunca erkek kardeşi için ne kadar kaygılandığı­nı da göz önünde bulundurunca, onlara kitabından biraz dahasöz etmekten kendini alamadı."İtiraf etmeliyim ki," diye devam etti, "İngiliz edebiyatındakaç klasik yapıt olduğunu, bunlardan en iyilerinin içlerindene çok sözcük bulunduğunu bilseydim bu çalışmayı asla üstlenmezdim.Yalnızca yetmiş bin sözcüğe izin veriyorlar, anlı­yorsunuz ya.""Yalnızca yelmiş bin sözcük!" dedi Terence."Evet; herkes hakkında birşeyler söylemek gerekiyor," diye354ekledi Bayan Allan. "Bana bu kadar güç gelen de bu, herkeshakkında farklı bir şey söylemek." Sonra, kendisi hakkındayeterince konuştuğunu düşünerek, buraya,tenis turnuvasınakatılmak için gelip gelmediklerini sordu. "Gençler çok hevesli.Yarım saat içinde başlayacak."İyi niyetli bakışları onların üzerine dikilmişti; bir anlık duraklamadansonra, onu öteki insanlardan ayrı tutmaya yarayacakbir şey hatırlamışçasına Rachel'a bakarak şöyle dedi:"Sen o zencefil sevmeyen sıradışı insansın." Ama yıpranmışcesur yüzündeki gülümsemenin kibarlığı, onları birer bireyolarak pek hatırlamayacağı halde yeni neslin yükünü omuzlarınayüklediğini hissetmelerine yol açtı."Ben bu konuda ona tümüyle katılıyorum," dedi arkalarındanbir ses; Bayan Thornbury zencefil sevmemekle ilgili sonsözcüklere kulak misafiri olmuştu. "Zencefil, zihnimde yaşlı,korkunç bir halamızı çağrıştırıyor (zavallı, dayanılmaz acılarçekiyordu, bu yüzden ona korkunç demek haksızlık olur); kü­çükken bize zencefil verirdi, sevmediğimizi söylemeye cesaretedemezdik. Fundalığa atmak zorunda kalırdık - Bath yakınlarındabüyük bir evi vardı."Salonda ağır ağır ilerlemeye başlamışlardı ki üzerlerine atı­lan Evelyn'in toslamasıyla durdular, sanki onlara yetişmek içinaşağıya koşarken bacakları denetiminden çıkıvermişti."Evet," diye haykırdı her zamanki coşkusuyla, Rachel'ın kolunututarak, "buna muhteşem derim! En başından beri bununolacağını tahmin etmiştim! İkinizin birbiriniz için yaratıldığınıgörmüştüm. Şimdi bana bununla ilgili her şeyi anlatmakzorundasınız -n e zaman olacak, nerede yaşayacaksınızikinizde alabildiğine mutlu musunuz?"Ne ki, topluluğun dikkati ellerinde bir tabak ve boş bir sı­cak su şişesi tutarak o hevesli ama kararsız hareketleriyle yanlarındangeçmekte olan Bayan Elliot'a çevrilmişti. Geçip gidecektiama Bayan Thornbury yanma gidip onu durdurdu."Teşekkürler, Hughling daha iy i," dedi, Bayan Thornbury'ninhatır sormasına yanıt olarak, "ama kolay bir hasta de­ğil. Ateşinin kaç derece olduğunu öğrenmek isliyor; söylersem355kaygılanıyor, söylemezsem de kuşkulanıyor. Erkekler hastalanıncanasıl olur bilirsiniz! Elbette, doğru düzgün cihazlarınhiçbiri yok ve yardım etmeye çok istekli, çok can atar görünmeklebirlikte" (burada gizemli bir tavırla sesini alçalttı), "insan,Dr. Rodriguez'in doğru dürüst bir doktor olduğundanemin olamıyor. Onu görmeye gelirseniz, Bay Hewet," diye ekledi,"biliyorum ki neşelenecektir - bütün gün yatakta öyleceyatmak -ve sinekler- Ama gidip Angelo'yu bulmalıyım -buradakiyemekler- yatalak biriyle olunca insan elbette her şeyingüzel olmasını isliyor." Baş garsonu aramak üzere aceleyleyanlarından geçli. Kocasına hemşirelik etme endişesi alnınaağlamaklı bir kaş çatış yerleştirmişti; solgun, mutsuz ve herzamankinden yetersiz görünüyordu; gözleri hiç olmadığı kadardalgın bir tavırla bir noktadan bir noktaya geziniyordu."Zavallı," dedi Bayan Thombury. Onlara Hughling Elliot'ınbirkaç gündür hasta olduğunu söyledi; bulunabilen tek doktorotel sahibinin kardeşiydi, ya da otel sahibi öyle diyordu, adamındoktor unvanını hak etliği de o kadar kesin değildi."Otelde hastalanmanın nasıl bir perişanlık olduğunu bilirim,"dedi Bayan Thombury, yeniden Rachel'la birlikle bahçeyeyönelirken. "Venedik'te balayındayken altı haftamı tifoylageçirmiştim," diye sözlerini sürdürdü. "Ama öyle de olsa dö­nüp baktığımda o günleri hayatımın en mutlu haflalan arasındasayıyorum. Ah, evet," dedi, Rachel'ın koluna girerek, "şimdimutlu olduğunu düşünüyorsun, ama sonradan gelen mutluluğunyanında bu hiçbir şey değil. Emin ol, siz gençleri kıskanmaktangocunmuyorum! Bizden çok daha iyi zaman geçirdiğinizdeneminim. Dönüp baktığımda, her şeyin nasıl değişti­ğine inanmakta güçlük çekiyorum. Biz nişanlıyken William'latek başıma yürüyüşlere çıkmama izin verilmezdi - odada herzaman yanımızda biri olmak zorundaydı - onun bütün mektuplarınıanne babama göstermek zorundaydım! — oysa onlarda ona çok düşkündüler. Gerçeklen de onu kendi oğulları gibigördüklerini söyleyebilirim. Torunlarını nasıl şımarttıklarınıgördükçe," diye devam etti, "bize karşı ne kadar katı olduklarınıdüşünmek beni eğlendiriyor."356Masa yine ağacın altına kurulmuştu; çay fincanlarının ba­şında yerini alan Bayan Thornbury turnuvanın başlamasınıbeklerken etrafta gezinen Susan'ı, Arlhur'u ve Bay Pepper'ı yanmagetirene dek elleriyle işaretler edip başıyla selamlar verdi.Mırıldanan bir ağaç, ayışıgında dolup taşan bir nehir, çay içipböyle hafif, böyle yumuşak, böyle gümüşsü bir pürüzsüzlükleakan sözcükleri dinleyerek otururken Rachel'ın aklına Terence'ınsözleri geldi. Bu uzun yaşam ve bütün o çocuklar onuarmdırmıştı; sanki bütün bunlar bireyselliğin izlerini silip yoketmiş, yalnızca yaşlı ve anaç olanı bırakmışlardı."Ve siz gençlerin göreceği şeyler!" diye devam etti BayanThornbury. Topluluk, William Pepper'la Bayan Allan'ı kapsadığıhalde, ki her ikisinin de manzaradan kendi paylarına dü­şen büyükçe bir parçayı görmüş olduğu varsayılabilirdi, dü­şüncelerine, anaçlık duygusuna hepsini katıyordu. "Yaşadığımsüre içinde dünyanın nasıl değiştiğini görünce," diye sürdürdüsözlerini, "gelecek elli yıl içerisinde olabileceklere sınır koyamıyorum.Ah, hayır, Bay Pepper, size şu kadarcık katılmıyorum,"diye güldü, Bay Pepper'ın her şeyin sürekli olarak kötü­den betere gittiğine dair kasvetli sözlerini keserek. "Öyle hissetmemgerektiğini biliyorum, ama ne yazık ki hissetmiyorum.Onlar bizden çok daha iyi insanlar olacaklar. Kesinlikleher şey bunu kanıtlıyor. Dört bir yanımda kadınlar görüyorum,genç kadınlar, ev işleriyle ilgili türlü türlü dertleri olankadınlar, dışarı çıkıp bizim mümkün olduğunu düşünemeyeceğimizşeyler yapıyorlar."Bay Pepper onun bütün yaşlı kadınlar gibi aşırı duygusal vemantıksız olduğunu düşündü, ama Bayan Thorbury'nin onaaksi, yaşlı bir bebekmiş gibi davranması onu afallattı ve büyü­ledi; yalnızca, kaş çatmadan çok gülümsemeyi andıran garipbir ifadeyle yüzünü ekşiterek yanıt verebildi."Hem de kadın olarak kalıyorlar," diye ekledi Bayan Thornbury."Çocuklarına çok şey veriyorlar."Bunu söylerken Susanla Rachel'm bulunduğu yöne doğruhafifçe gülümsedi. Aynı kefeye konmak hoşlarına gitmemiştiama ikisi de sıkılgan bir tavırla gülümsedi; Arthur'la Terence357da birbirlerine baktılar. Bayan Thombury, hep birlikte aynı yolunyolcusu imişler gibi hissetmelerine neden olmuştu; evleneceklerikadınlara bakıp onları karşılaştırdılar. Herhangi birininnasıl olup da Rachel'la evlenmek isteyebileceğini anlamakimkânsızdı; bir insanın hayatım Susan'la geçirmeye hazır olmasıinanılmazdı; ama karşılanndakinin zevki sıradışı olmaklabirlikte birbirlerine bundan ötürü kötü niyet beslemiyorlardı;aslında, seçimlerinin ayrıksılığı nedeniyle birbirlerini daha daçok seviyorlardı."Gerçekten sizi kuılamalıyım," dedi Susan, masaya yaslanarakreçele uzanırken.St. John'ın Arthur'la Susan hakkındaki dedikodusunun hiç­bir dayanağı yokmuş gibi görünüyordu. Raketleri dizlerininüzerinde, güneşten yanmış ve zinde, yan yana oturuyorlar,pek konuşmasalar da boyuna gülümsüyorlardı. Üzerlerindekiince beyaz giysilerin içinden bedenleriyle bacaklarının hatları­nı, kaslarının güzel kıvrımlarını, Arıhur'un zayıflığını ve Susan'ınetini görmek mümkündü; onların sıkı etli, gürbüz.çocuklarınıdüşünmek doğaldı. Yüzleri güzel denebilecek kadarbiçimli değildi, ama berrak gözleri, sağlıklarının ve dayanıklı­lıklarının çok iyi olduğunu işaret eden bir görünüşleri vardı,Arthur'un kanı damarlarında akmayı hiç kesmeyecekmiş, Susan'mkanı yanaklarından derinlere çekilip sakinleşmeyecekmişgibiydi. O anda ikisinin de gözleri her zamankinden parlaktıve atletlerin gözlerinde rastlanan o kendine özgü haz veözgüven ifadesine bürünmüşlerdi, çünkü tenis oynamışlardıve her ikisi de bu oyunda birinci sınıftı.Evelyn konuşmamış, bir Susan'a bir Rachel'a bakıp durmuştu.Pekala — ikisi de kararlannı çok kolay vermiş, bazenona yapmayı asla beceremeyecekmiş gibi gelen şeyi kısacıkbirkaç hafta içinde yapmışlardı. Birbirlerinden çok farklı olduklarıhalde ikisinin de görünüşlerinde aynı tatmini ve bü-tünlenmişligi, tavırlarında aynı sakinliği, hareketlerinde aynıyavaşlığı görebiliyordu. Kendi kendine, nefret ettiği şeyin oyavaşlık, o güven duygusu, o doygunluk olduğunu düşündü.Yavaş hareket ediyorlardı çünkü tek değil çifttiler; Susan, Arı-358hur'a luıunuyordu, Rachel da Terence'a; bir tek adamın uğrunabütün öteki adamlardan, hareketlen, yaşamdaki gerçekşeylerden vazgeçmişlerdi. Aşk çok iyi bir şeydi, mutfağı aşağı­da, çocuk odası yukarıda, dünyanın sellerindeki küçük adalargibi yalıtılmış, kendine yeten o sıcacık evcimen evler de öyle;ama gerçek şeyler kesinlikle olagelen şeylerdi, dışarıdaki kocamandünyada olagelen, böyle sessizce ve güzelce erkeklerinedönen bu kadınlardan bağımsız olarak sürüp giden davalar,savaşlar, ülkülerdi. Onlara sert sert baktı. Elbette mutluve doygundular, ama bundan daha iyi birşeyler olmalıydı. İnsanyaşama daha fazla yaklaşabilir, yaşamın daha fazla dışınaçıkabilirdi, onların hayatları boyunca yapabileceğinden dahafazlasının tadını çıkarabilir, daha fazlasını hissedebilirdi.Özellikle Rachel öyle genç görünüyordu ki - yaşama dair nebilebilirdi? Huzursuzlandı; ayağa kalkarak Rachel'ın yanınaoturmak için karşıya geçti. Ona, derneğine katılmaya söz vermişolduğunu hatırlattı."Ne yazık ki," diye devam etti, "ekime kadar ciddi olarakçalışmaya başlamayabilirim. Erkek kardeşi Moskova'da işyerisahibi olan bir arkadaşımdan az önce bir mektup aldım. Onlarlakalmamı istiyorlar; kumpasların ve anarşinin göbeğindeoldukları için memlekete dönmeden onlara uğramaya niyetliyim.Kulağa çok heyecan verici geliyor." Rachel'ın bunun nekadar heyecan verici olduğunu görmesini isliyordu. "Arkada­şım, sırf bir anarşiste mektup postalarken yakalandığı içinömür boyu Sibirya'ya gönderilen on beş yaşında bir kız tanı­yormuş. Hem mektup ondan da değilmiş. Rus hükümetinekarşı bir devrime yardım etmek için dünyada neyim varsahepsini verebilirim ve devrimin olacağı kesin."Bir Rachel'a bir Terence'a baktı. Son zamanlarda hakkındakötü sözler duyduklarından, onu görmek her ikisine de birazdokunmuştu; Terence ona ne tasarladığını sordu; Evelyn birdemek kuracağını açıkladı - gerçekten birşeyler yapmak içinbir demek. Konuştukça canlanıyordu, şundan emin olduğunuaçıkça söyleyebilirdi ki, yirmi kişi -hayır, hevesli olurlarsa onda yelerdi- birşeyleri konuşmak yerine yapmaya başlarsa, var359olan hemen her kötülüğü ortadan kaldırabilirdi. Gerekli olan,kafaydı. Keşke kafası olan insanlar - elbette onlara bir oda gerekecekti,haftada bir kez buluşabilecekleri güzel bir oda, tercihenBloomsbury'de...O konuşurken Terence yüzünde solmakta olan gençliğinizlerini, ağzıyla gözlerinin çevresinde konuşmanın ve heyecanınçizdiği çizgileri görebiliyordu, ama ona acımıyordu; oparlak, sert ve cesur gözlere baktığında onun kendine acımadığını,yıllar geçtikçe savaşmak gitgide zorlaşacağı halde kendiyaşamını Terence ve St. John gibi insanların daha arı ve dü­zenli yaşamlarıyla takas etmek için herhangi bir arzu hissetmediğinigörüyordu. Bununla birlikte, belki de durulurdu;belki de sonunda Perrott'la evlenirdi. Yüzünü onun gözlerindengizleyen hafif tütün dumanı bulutları arasında, zihnininbir kısmı onun dedikleriyle meşgul olurken, onun olası yazgısınıdüşünüyordu.Terence tütün içiyordu, Arthur tütün içiyordu, Evelyn tütüniçiyordu, böylece hava iyi tütünün sisiyle ve rayihasıyla dolmuştu.Kimsenin konuşmadığı aralıklarda, dalgalar sessizcekınlıp bir su tabakası halinde kumsala yayılır ve yeniden kırılmaküzere çekilirken uzaklardan denizin alçak mırıltısını işitiyorlardı.Ağacın yaprakları arasından o serin yeşil ışık dökülü­yordu; tabaklarla masa örtüsünün üzerine günışığının yumu­şacık hilalleri ve elmasları yansıyordu. Bayan Tlıornbury birsüre sessizce hepsini izledikten sonra nazik bir tavırla Rachel'asorular sormaya başladı - Ne zaman döneceklerdi? Ah, babası­nı bekliyorlardı. Babasını görmek istiyor olmalıydı - ona anlatacakçok şey olacaktı ve (canayakın bir tavırla Terence'a baktı)babası çok mutlu olacaktı, bundan emindi. Yıllar önce, diyedevam etti, on, hatta yirmi yıl önce olabilirdi, bir partide BayVinrace'le karşılaştığını hatırlıyordu; insanın bir partide gördüğüsıradan yüzlere hiç benzemeyen yüzü onu öyle çok etkilemiştiki, kim olduğunu sormuştu ve kendisine Bay Vinraceolduğu söylenmişti; bu adı hiç unutmamıştı, -yaygın olmayanbir ad,- yanında bir hanımefendi vardı, çok tatlı görünüşlü birkadın, ama o korkunç Londra kalabalıklarından birindeydiler,360böyle yerlerde konuşmazsınız, -yalnızca birbirinize bakarsı­nız,- Bay Vinrace'le el sıkıştıkları halde birbirlerine herhangibir şey söylediklerini sanmıyordu. Geçmişi hatırlayınca hafifçeiç geçirdi.Ardından, ona bağımlı hale gelmiş olan Bay Pepper'a döndü,öyle ki, oturacağı yeri hep Bayan Thornbury'nin yakınındanseçiyor, kendisi çoğunlukla sessiz kalsa da, onun her söylediğiyleilgileniyordu."Siz, her şeyi bilen Bay Pepper," dedi, "söyleyin bize, o harikaFransız hanımlar salonlarını nasıl çekip çeviriyorlardı? BizIngiltere'de hiç o türden bir şey yaptık mı, sizce Ingiltere'debunu yapamamamızın bir nedeni var mı?"Bay Pepper büyük bir zevkle ve bütün ayrıntılarıyla, nedenhiçbir zaman bir İngiliz salonunun olmadığını açıkladı. Üç nedenvardı ve bunlar çok da iyi nedenlerdi. Kendisine gelince,insanın kimi zaman mecbur kaldığı üzere, gücenikliğe meydanvermemek için bir partiye gidecek olduğunda -örneğin,geçenlerde yeğeni evlenmişti- odanın ortasına yürür, elindengeldiğince yüksek sesle "Ha! ha!" der, kendini görevini yerinegetirmiş sayar ve yeniden yürür giderdi. Bayan Thombury itirazelti. Döner dönmez bir parti verecekti; hepsini davet edecekti;insanları Bay Pepper'ı izlemek üzere harekele geçirecektive eğer "Ha! ha!" derken yakalandığını duyarsa ona - ona ger­çekten de korkunç bir şey yapacaktı. Arthur Venning, birsürpriz hazırlamaları gerektiğini öne sürdü - örneğin, bir işaretlePepper'ın başından aşağı boşanacak bir soğuk su banyosunugizleyen, dantel başlık gitmiş, yaşlı, hoş bir hanımefendininportresi; ya da öyle bir sandalye bulmalıydılar ki üzerineoturur oturmaz onu yarım metre yükseğe fırlatmalıydı.Susan güldü. Çayını bitirmişti; biraz da çok iyi tenis oynadı­ğından ötürü, kendini tatmin olmuş hissediyordu; hem herkesçok nazikti; konuşmayı, akıllı insanların yanında bile kendisiolmayı çok daha kolay bulmaya başlamıştı, çünkü nedenseakıllı insanlar artık onu korkutmuyordu. İlk karşılaştığındahoşlanmadığı Bay Hirst bile gerçekte tatsız biri değildi; zavallıadam, hep çok hasta görünüyordu; belki âşıktı; belki Rachel'a361âşık olmuştu -buna gerçekten de hiç şaşırmazdı; belki deEvelyn'e âşık olmuştu- o da erkeklere çok cazip görünüyordu.Öne eğilerek sohbete devam etti. Partilerin böyle cansız olmasınınbaşlıca nedeninin beylerin iyi giyinmemesi olduğunudüşündüğünü söyledi: Londra'da bile, diye devam etti, insanlarınakşamlan iyi giyinmeyi gereksiz bulmaları onu şaşırtmış­tı; Londra'da iyi giyinmiyorlarsa taşrada kimbilir neler giyiyorlardı.Av partileriyle geçen Noeller gerçekten epey zevkli olurdu;beyler güzel kırmızı ceketler giyerlerdi, ama Arthur dansetmeyi sevmiyordu, bu nedenle kendi küçük taşra kasabalanndakibaloya bile gitmeyeceklerdi herhalde. Bir spora düş­kün olanların çoğu kez bir başkasını sevmediklerini düşünü­yordu, bununla birlikte, babası bir istisnaydı. Öte yandan, oher bakımdan bir istisnaydı - nasıl da iyi bir bahçevandı, kuş­larla ve hayvanlarla ilgili her şeyi bilirdi; köydeki bütün yaşlıkadınlar ona basbayağı tapıyordu; aynı zamanda, gerçekten ençok sevdiği şey kitaptı. Gerektiğinde onu nerede bulacağınızıher zaman bilirdiniz; bir kitapla çalışma odasında olurdu. Bü­yük olasılıkla eski mi eski, başka kimsenin okumayı aklındangeçirmeyeceği küflü bir kitapla. Bir zamanlar babasına, geçindirecekaltı kişilik bir ailesi olmasaydı onun birinci sınıf bir kitapkurdu olacağını söylemişti; altı çocuk, diye ekledi, herkesinsempatisini kazanacağından emin bir tavırla, insana kitapkurdu olacak fazla zaman bırakmıyordu.Gurur duyduğu babası hakkında konuşmayı sürdürerekayağa kalktı, çünkü saatine bakan Arthur yeniden tenis kortunagitme zamanının geldiğini fark etmişti. Diğerleri kıpırdamadılar."Çok mutlular!" dedi Bayan Thornbury, müşfik bir tavırlaarkalarından bakarken. Rachel ona katıldı; kendilerinden çokemin görünüyorlardı; ne istediklerini tam olarak biliyor gibiydiler."Sen de mutlu olduklarını düşünüyor musun?" diye mırıldandıEvelyn alçak sesle Terence'a; mutlu olduklarını düşünmediğinisöyleyeceğini umuyordu; ama Terence bunun yerinekendilerinin de gitmelerinin gerektiğini söyledi - eve gitmeleri362gerekiyordu, çünkü hep yemeğe geç kalıyorlardı; çok katı vetitiz olan Bayan Ambrose bundan hoşlanmıyordu. Evelyn,RachePın eteğine yapışıp itiraz etti. Neden gidiyorlardı ki? Dahaerkendi, hem onlara söyleyeceği öyle çok şey vardı ki."Hayır," dedi Terence, "gitmeliyiz, çünkü çok yavaş yürüyoruz.Durup birşeylere bakıyoruz, konuşuyoruz.""Ne hakkında konuşuyorsunuz?" diye sordu Evelyn; bununüzerine Terence gülerek her şey hakkında konuştukları­nı söyledi.Bayan Thombury onlarla bahçe kapısına kadar gitti, çimenlerleçakılların üzerinde çok yavaş, zarafetle yürüyor, boyunaçiçeklerden, kuşlardan söz ediyordu. Kızı evlendiğinden buyana bitkibilim çalışmalarıyla uğraştığını anlattı onlara; hayatıboyunca taşrada yaşadığı ve şimdi yetmiş iki yaşında olduğuhalde bu kadar çok çiçeği hiç görmemiş olması harika bir şeydi.İnsan yaşlanınca, diğer insanlardan bağımsız bir uğraşısı­nın olması güzel bir şeydi. Ama işin tuhafı, insan hiçbir zamankendini yaşlı hissetmiyordu. O kendini hep yirmi beş yaşındahissediyordu, ne bir gün fazla ne bir gün eksik, ama elbettekimse diğerlerinin buna katılmasını bekleyemezdi."Yirmi beş yaşında olduğunuzu hayal etmek değil de, yirmibeş yaşında olmak harika bir şey olmalı," dedi, o pürüzsüzparlak bakışıyla önce birine sonra diğerine bakarak. "Müthişbir şey olmalı, gerçekten müthiş." Uzun zaman onlarla konu­şarak bahçe kapısında dikildi; gitmelerini islemiyor gibiydi.363X X V. BölümÖğle sonrası çok sıcaklı, öyle ki sahilde kırılan dalgaların sesikulağa bitkin bir yaratığın yinelenen iç çekişleri gibi geliyordu;laraçadaki tentenin altındaki tuğlalar bile sıcaktı; hava, kısakuru çimlerin üzerinde durmaksızın dans ediyordu. Taş saksı­ların içindeki kırmızı çiçekler sıcaktan boyunlarını büküyorlardı;yalnızca birkaç hafta önce pürüzsüz ve canlı olan beyazçiçekler şimdi kurumuş, kenarlan kıvnlıp sararmıştı. Yalnızca,eıli yapraklan dikenlerin üzerinde büyümüş gibi görünen, gü­neyin o kaskatı, saldırgan görünümlü bitkileri hâlâ dimdik duruyor,onlan yerle bir etmesi için güneşe meydan okuyorlardı.Hava, sohbet etmeye imkân vermeyecek kadar sıcaktı; güneşingücüne karşı koyacak herhangi bir kitap bulmak da kolay de­ğildi. Pek çok kitap denenip bir kenara atılmıştı; şimdi ise Terenceyüksek sesle Millon okumaktaydı, çünkü ona göre Milton'ınsözcüklerinin maddesi ve biçimi vardı, öyle ki ne dediğinianlamak bile gerekmiyordu; insan onun sözlerini öylecedinleyebilir, onlan neredeyse elleyebilirdi.Pek uzak olmayan bir yerde zarif bir peri vardır,*diye o k u d u ,(*) Hevvet, bu dizeyi ve sonrakileri John Millon'ın Comus'ından okuyor - ç.n.3 6 4Nemli yularından tutup Sevem 'in pürüzsüz akıntısınıdalgalandınr.Sabrina'dır adı, pirüpak bir erden;Kızıydı bir zamanlar,Asayı babası Brute'tan alm ış olan Locrine'in.Sözcükler, Terence ne derse desin, anlam yüklüymüş gibiydi;belki de onları dinlemenin insana acı vermesinin nedenibuydu; kulağa tuhaf geliyorlardı; genel kullanımlarından baş­ka şeyler ifade ediyorlardı. Rachel dikkatini onların üzerindeyoğunlaştıramıyor, anlamlarından bağımsız olarak gözlerininönüne nahoş görüntüler getiren "yular," "Locrine," "Brüte" gibisözcüklerin çağrıştırdığı garip düşünce zincirlerine dalıp gidiyordu.Sıcağın ve dans eden havanın yüzünden bahçe de birtuhaf görünüyordu - ağaçlar ya çok yakın ya da çok uzaktılar;başında bir ağrı vardı. Bundan pek emin değildi; bu nedenleşimdi Terence'a söylese mi, yoksa okumayı sürdürmesine izinmi verse, bilmiyordu. Bir dörtlüğün sonuna gelene kadar beklemeyekarar verdi; o zamana dek başını sağa sola çevirir debaşı her konumda ağrırsa, ona sakince başının ağrıdığını söyleyecekti.Güzel Sabrina,Oturduğun yerden dinleO cam gibi, serin, yarı saydam dalganın altında,Amber renginde salınan saçlarının gevşek zincirineDolanıp örülen nilüfer örgülerinle.Aziz onurun aşkına, dinle,Güm üş gölün tanrıçası,Dinle ve kurlar!Ne ki, başı ağrıyordu; hangi yana çevirirse çevirsin ağrıyordu.Doğrulup oturdu ve verdiği karara uyarak, "Başım ağrıyor,içeri gireceğim," dedi.Terence bir sonraki dizenin yarısına gelmişti, ama derhal kitabıbıraktı."Başın mı ağnyor?" diye sordu.365Birkaç saniye birbirlerine bakıp el ele tutuşarak oturdular.Bu sûre boyunca içindeki korku ve felaket duygulan Terence'aneredeyse fiziksel bir acı verdi; dört bir yanında, toprağa dö­külerek onu açık havada oturur durumda bırakan kınk camlannsesini işitir gibiydi. Ama iki dakika sonra Rachel'm onunkorkusunu paylaşmadığını, yalnızca her zamankine göre dahamecalsiz olduğunu ve gözkapaklarının ağırlaştığını fark edincetoparlandı, Helen'i yanlanna gelirdi ve Rachel'm başının ağ­rıdığını söyleyerek ne yapmaları gerekliğini sordu.Bayan Ambrose sükunetini yitirmedi, Rachel'a yatağa gitmesinitavsiye etti; geç saatlere kadar oturup bu sıcakta dışarıçıkarsa başının ağrımasına şaşmamak gerektiğini ekledi, amayalakta geçireceği birkaç saat ağrısını tamamen dindirecekti.Sözleri Terence'ı anlaşılmaz bir biçimde yatıştırdı, tıpkı bir anönce anlaşılmaz bir biçimde içinin kararması gibi. Helen'insağduyusu ile tedbirsizliğin intikamını baş ağrısıyla alan do­ğanın merhametsiz sağduyusu arasında pek çok ortak yanvardı sanki; tıpkı doğanın sağduyusu gibi Helen'a da bel bağ­lanabilirdi.Rachel yatmaya gitti; kendini çok uzun zaman karanlıktauzanmış gibi hissediyordu, ama sonunda bir tür saydam uykudanuyandığında karşısındaki pencerelerin beyaz olduğunugördü; bir süre önce baş ağrısıyla yalağa girdiğini ve Helen'inuyandığında ağrısının geçeceğini söylediğini anımsadı.Bu nedenle, şimdi oldukça iyi olduğuna hükmetti. Öte yandan,odasının duvarı acı verecek kadar beyazdı; dimdik vedüz olacağına hafifçe kavisliydi. Gözlerini pencereye çevirdi­ğinde gördükleri onu yatıştırmadı. İçine dolan havayla döşemeninüzerinde hafif bir sürüklenme sesi çıkararak kordonuçekiştiren perdenin hareketi, odanın içindeki bir hayvanınhareketiymiş gibi ürkütücü geldi ona. Gözlerini kapadı; şakaklarındanabzı öyle şiddetli atıyordu ki her vuruşu bir sinirebasarak küçük bir acı hançeriyle alnını deler gibiydi. Buaynı baş ağrısı olmayabilirdi, ama başının ağrıdığı kesindi.Çarşafların serinliğinin onu iyileştireceği, bakmak için gözlerinibir dahaki açışında odanın her zamanki gibi olacağı366umuduyla bir yanından öbür yanına döndü. Boşa çıkan çoksayıda deneyin ardından meseleyi kuşku götürmez hale getirmeyekarar verdi. Yataktan çıkıp karyolanın ucundaki pirinçtopa tutunarak dimdik durdu. Başta buz gibi soğuk olantop çok geçmeden avucunun içinde ısındı; başındaki, bedenindekiacılar ve döşemenin dengesizliği ayakta durmanın veyürümenin yatakta uzanmaktan çok daha dayanılmaz olaca­ğını kanıtlayınca yeniden yatağa girdi; ama bu değişiklik önceonu canlandırmakla birlikle çok geçmeden yatağın rahatsızlığıayakta durmanın rahatsızlığı kadar arttı. Rachel, bü­tün gün boyunca yatakta kalmak zorunda olduğu fikrini kabuletti; başını yastığa koyarken günün mutluluğundan vazgeçti.Bir iki saat sonra Helen içeri girip de ansızın neşeli sözleretmeyi keserek bir saniyeliğine irkildikten sonra tekinsiz birsakinliğe bürününce, Rachel'ın hasta olduğu gerçeği kuşkugötürmez hale geldi. Bütün ev halkı bunu öğrendiğinde, bah­çede birinin söylemekle olduğu şarkı ansızın kesildiğinde vesu getiren Maria gözlerini başka tarafa çevirip yatağın yanındansüzülerek geçtiğinde, bu gerçek doğrulanmış oldu. Geçirilecekkoca bir sabah vardı, sonra da koca bir akşamüstü; Rachelaralıklarla olağan dünyaya geçmek için çabalıyordu, amabedeninin sıcaklığının ve rahatsızlığının, kendi dünyasıylaolağan dünya arasında köprü kuramadığı bir uçurum açtığınıfark ediyordu. Bir ara kapı açıldı; çok kıllı elleri olan -Rachel'ınonda dikkatini çeken başlıca şey buydu- küçük, esmerbir adamla birlikte Helen içeri girdi. Rachel uyuşmuştu ve dayanılmazbir ateş basmıştı; gelenin doktor olduğunu anladığıhalde, utangaç ve yaltakçı göründüğünden, adama yanıt vermezahmetine katlanmadı. Başka bir sefer kapı açıldı; Terenceçok nazik bir tavırla, Rachel'm doğal olamayacak kadar donukolduğunu fark ettiği bir gülümsemeyle içeri girdi. Oturup elleriniokşayarak onunla konuşlu, ta ki Rachel aynı konumdayatmaktan usanıp diğer yana dönene kadar; tekrar yukarı baktığındayanıbaşmda Helen vardı, Terence gitmişti. Önemli de­ğildi; yarın her şey tekrar olağan haline döndüğünde onu gö­367recekti. Gün boyunca başlıca uğraşı, dizelerin devamının nasılolduğunu hatırlamaya çalışmak oldu:O cam gibi, serin, yarı saydam dalganın alımda.Amber saçlarının salınan gevşek zincirineDolanıp örülen nilüfer örgülerinle;bu çaba onu endişelendirdi, çünkü sıfatlar yanlış yerlere girmektediretiyorlardı.İkinci gün birinci günden çok farklı değildi; yatağının dahada önem kazanması ve hakkında düşünmeye çalıştığı dışarıdakidünyanın iyiden iyiye uzak görünmesi dışında. O cam gibi,serin, yarı saydam dalga tam karşısında neredeyse gözle görü­lür olmuştu, yatağın ucunda kıvrıla kıvrıla yükseliyordu; tazeleyicibir serinliği olduğundan Rachel zihnini onun üzerinesabitlemeye çalışıyordu. Helen buradaydı; Helen bütün günboyunca oradaydı; bazen öğle yemeği vaktinin geldiğini söylü­yordu, bazen de çay vaktinin geldiğini; ne ki, ertesi gün tümnirengi noktaları silindi; dış dünya öyle uzaklı ki farklı sesler,örneğin merdivenlerden geçenlerin sesleri ve üst katta hareketedenlerin sesleri, ancak hafızasının büyük bir çabasıyla gerçeknedenlerine bağlanabiliyordu. Üç gün önce neler hissettiğininya da neler yapıyor, düşünüyor olduğunun anısı tümüyle solupgitmişti. Öte yandan, odadaki nesnelerin her biri, yatağınkendisi, farklı duyumlarıyla kol ve bacakları ve bedeni her ge­çen gün daha da önem kazanıyordu. Dünyanın geri kalanıylabağlantısı tamamen kopmuş, iletişim kuramaz olmuştu; bedeniyleyapayalnız, yalıtılmış bir haldeydi.Böylece saatler sabahın içinde hiç ilerlemeksizin, birbiri ardınageçiyordu, ya da tersine, güpegündüzken, birkaç dakikainsanı gecenin derinliklerine götürebiliyordu. Belki akşam olduğundan,belki de perdeler çekilmiş olduğu için odanın çokloş göründüğü bir akşam, Helen ona dedi ki, "Bu gece birisiburada oturacak. Sakıncası yok, değil mi?"Gözlerini açtığında Rachel yalnızca Helen'i değil, yüzü onabir zamanlar görmüş olduğu bir şeyi belli belirsiz anımsatan,gözlüklü hemşireyi de gördü. Onu küçük kilisede görmüştü.368"Hemşire Mclnnis," dedi Heien; hemşire, hepsinin yüzündekigibi donuk bir gülümsemeyle, ondan korkan pek fazla kimseyerastlamadığını söyledi. Bir an bekledikten sonra ikisi degözden kayboldu; yastığına dönen Rachel, uyandığında kendinio bitmez tükenmez gecelerden birinin ortasında buldu, onikide sona ermeyip çift rakamlara doğru giden geceler - on üç,on dön ve devamı, ta ki yirmilere, otuzlara, kırklara ulaşanakadar. Gecenin canı istiyorsa, böyle yapmasına engel olacakhiçbir şeyin bulunmadığını fark ediyordu. Çok uzakta, geçkincebir kadın başını öne eğmiş oturuyordu; Rachel hafifçe doğ­ruldu ve onun kıvnk bir gazetenin üstündeki mumun ışığındaiskambil oynadığını korkuyla gördü. Bu görüntüde açıklanamayacakkadar meşum bir şey vardı; Rachel dehşete kapılarakhaykırdı, bunun üzerine kadın, kâğıtları bırakıp mumu eliyleperdeleyerek ayağa kalktı. Odanın kocaman boşluğunda yaklaştı,yaklaştı, sonunda Rachel'ın başının üstünde durup,"Uyumuyor musun? Dur da seni rahat ettireyim," dedi.Mumu bırakıp yatak örtülerini düzeltmeye başladı. Rachelansızın, bütün gece bir mağarada oturup iskambil oynayan birkadının ellerinin çok soğuk olacağını fark ederek, o ellerin dokunuşundankaçındı."Aa, ta aşağıda, şuralarda bir ayak parmağı var!" dedi kadın,yalak örtülerini sıkıştırırken. Rachel, parmağın kendisine aitolduğunu anlamadı."Kıpırdamadan yatmaya çalışman gerek," diye devam etlikadın, "çünkü kıpırdamadan yatarsan daha az ateşin çıkar;dönüp durursan daha da ateşin çıkacak ve biz bunu islemiyoruz."Muazzam bir zaman dilimi boyunca tepesinde dikilipRachel'a baktı."Ne kadar sakin yatarsan o kadar çabuk iyileşirsin," diye yineledi.Rachel gözlerini tavandaki sivri gölgeye dikti; tüm enerjisiylebu gölgenin gitmesini arzuluyordu. Ne ki, gölge ve kadınsonsuza dek tepesine çakılmış gibiydi. Gözlerini kapattı.Yeniden açtığında birkaç saat daha geçmişti; ama gece hâlâ sonugelmez biçimde sürüyordu. Kadın hâlâ iskambil oynuyor­369du, yalnız, şimdi bir nehrin altındaki tünelde oturuyordu; ışıkise ışıksa kadının üzerindeki duvarda bulunan küçük bir kemerdeduruyordu. Rachel, "Terence!" diye haykırdı; kadınmuazzam yavaş bir hareketle ayağa kalkınca sivri gölge yinetavan boyunca hareket etti ve ikisi birden kıpırdamadan Rachel'ıntepesinde dikildiler."Seni yatakta lutmak Bay Forrest'ı yatakla Lutmak kadargüç," dedi kadın, "hem o öyle uzun boylu bir beyefendiydi ki."Bu korkunç, sabit görüntüden kurtulmak için Rachel tekrargözlerini kapattı ve kendini Thames'in altındaki bir tüneldeyürürken buldu, biçimsiz küçük kadınlar kemerlerde olurmuşiskambil oynarken, duvarların yapıldığı tuğlalardan sızan rutubetdamlalar halinde toplanıp aşağı süzülüyordu. Ama kü­çük yaşlı kadınlar bir süre sonra, birlikte pencerenin önündedurmuş, aralıksız olarak fısıldaşan Helen'la Hemşire Mclnnis'edönüştüler.Bu sırada odasının dışında, evdeki öteki insanların sesleri,hareketleri ve yaşamları, güneşin olağan ışığında, birbirini izleyensaatler boyunca her zamanki gibi sürüyordu. Hastalığı­nın ilk gününde, ateşi çok yüksek olduğu için Rachel'ın cumayakadar tam olarak iyileşmeyeceği belli olunca, o gün salı olduğundan,Terence'ın içinde bir gücenme hissi uyandı, Rachel'akarşı değil de, kendi dışlarındaki, onları ayıran güce kar­şı. Onlar için berbat geçeceği neredeyse kesin olan günlerinsayısını saymıştı. Hoşnutluk ve kızgınlığın tuhaf bir karışımıyla,hayatında ilk kez başka bir insana kendi mutluluğu onuntasarrufunda olacak kadar bağlı olduğunu fark etmişti. Günlerentipüften, önemsiz şeylerle tamamen boş geçiyordu; böyle biryakınlık ve yoğunlukla geçen üç haftadan sonra alışıldık tümuğraşılar dayanılmayacak kadar tatsız ve gereksizdi. En katlanılıruğraşı, Sl. Johrila Rachel'ın hastalığı hakkında konuş­mak, her bir belirtiyi ve anlamını tartışmak, bu konu tükenincede her türden hastalığı, bunlara nelerin neden olduğunu,nelerin iyileştirdiğini tartışmaktı.Her gün iki kez Rachel'la otunnak için içeri giriyordu ve hergün iki kez aynı şey oluyordu. Notaların, kitapların ve mek-370lupların her zamanki gibi etrafa dağıldığı, çok karanlık olmayanodaya girince morali derhal düzeliyordu. Onu gördüğündeiçinin tümüyle rahatladığını hissediyordu. Rachel çok hastagörünmüyordu. Terence, yanıbaşma oturuyor, onunla doğalama her zamankinden biraz daha kısık bir sesle konuşarak neleryaptığını anlatıyordu; ama daha beş dakika geçmeden enderin kasvetin içine dalıyordu. Rachel aynı değildi; Terence,eski ilişkilerini canlandıramıyordu; ama aptalca olduğunu bildiğihalde Rachel'ı eskiye götürmeye, hatırlamasını sağlamayaçabalamaktan kendini alamıyordu; başarısız olunca da umutsuzluğakapılıyordu. Rachel'ın odasından çıkarken hep onugörmenin görmemekten daha kötü olduğu sonucuna varıyor,ama gün ilerledikçe onu görme arzusu aşama aşama geri dö­nüyor ve neredeyse katlanılamayacak kadar büyüyordu.Perşembe sabahı Terence onun odasına girdiğinde her zamankigibi güveninin arttığını hissetti. Rachel bir yanındanöbür yanına dönerek, milyonlarca kilometre uzağındaki dünyayailişkin birtakım olguları hatırlamaya çalıştı."Otelden mi geldin?" diye sordu."Hayır, şimdilik burada kalıyorum," dedi Terence. "Az önceöğle yemeği yedik," diye devam etti, "mektuplar da geldi. Sanabir yığın mektup var - İngiltere'den mektuplar."Rachel, Terence'ın beklediği gibi onları görmek istediğinisöylemek yerine, bir süre hiçbir şey demedi."Gördüğün gibi, işte gidiyorlar, tepenin yamacından aşağıyuvarlana yuvarlana," dedi birdenbire."Yuvarlana yuvarlana mı, Rachel? Yuvarlandığını gördüğünne? Yuvarlanan bir şey yok.""Bıçağı olan yaşlı kadın," diye yanıt verdi Rachel, bunlarıTerence'a söylemiyordu; bakışları onun ötesine geçiyordu.Karşı raftaki bir vazoya bakıyor gibi göründüğünden, Terencekalkıp onu aldı."Artık yuvarlanmazlar," dedi neşeli bir tavırla. Ne var ki,Rachel gözlerini ayırmadan aynı noktaya bakarak yatıyordu;Terence onunla konuştuğu halde Rachel aldırış etmedi. Terenceöyle derinden perişan oldu ki onunla oturmaya dayanama­371dı, verandada The Times'ı okuyan Sı. John'ı bulana dek dolaşıpdurdu. Sı. John sabırla gazeleyi bir yana koyup, Terence'ınsanrılarla ilgili söyleyeceği ne varsa dinledi. Terence'a karşıçok sabırlıydı. Ona çocukmuş gibi davranıyordu.Cuma günü itibarıyla hastalığın bir iki gün içinde geçecekbir nöbet olmadığı artık inkâr edilemeyecek bir hal almıştı;epeyce örgütlenme gerektiren ve en az beş kişiyi meşgul edengerçek bir hastalıktı bu, ama kaygılanmak için bir neden yoktu.Beş gün yerine on gün sürecekti. Rodriguez bu hastalığıniyi bilinen çeşitlerinin olduğunu söylemişti. Görünüşe bakılırsaRodriguez, hastalığın yersiz bir kaygıyla ele alındığınıdüşünüyordu. Ziyaretlerine hep aynı güven gösterisi damgası­nı vuruyordu; Terence'la yaptıkları görüşmelerde, herkesin bunugereğinden fazla ciddiye aldığını işaret eder gibi elini sallayarak,onun kaygılı ve ayrıntılı sorularını hep bir yana itiyordu.Tuhaftır ki, oturmaya isteksiz görünüyordu."Yüksek ateş," dedi, odada çevresine kaçamak bakışlar atarak;anlaşılan mobilyalarla Helen'in nakışları onu başka herşeyden daha çok ilgilendiriyordu. "Bu iklimde ateşin yüksekolması doğal. Bu yüzden telaşlanmanıza gerek yok. Biz, nabızlailgileniyoruz" (kendi kıllı bileğine vurdu), "ve nabız mü­kemmel devam ediyor."Hemen ardından eğilerek selam verip dışarı süzüldü. Görüş­me her iki taraf için de güçlük teşkil edecek biçimde Fransızcayürütülmüştü; bu da Rodriguez'in iyimserliği ve Terence'ın tıpmesleğine olan saygısıyla birleşince, Terence'ı, doktoru başkaherhangi bir sıfatla tanıması durumunda olacağından daha azeleştirel kılıyordu. Onun hakkında mantıksız bir önyargıya kapılmışolan Helen'a karşı, farkında olmadan Rodriguez'in tarafınıtuttu.Cumartesiye gelindiğinde, günün saatlerinin eskisinden dahakatı bir biçimde düzenlenmesi gerektiği belli oldu. St. Johnyardım etmeyi önerdi; yapacak hiçbir şeyinin olmadığını, yararlıolacaksa gününü köşkte de geçirebileceğini söyledi. Birliktegüç bir geziye başlıyorlarmış gibi, görevlerini aralarındabölüşerek, büyük bir kâğıda ayrıntılı bir saat çizelgesi hazırla­372yıp oturma odasının kapısına iliştirdiler. Şehre uzak olmaları,adını bilmedikleri, zor bulunan şeyleri en umulmadık yerlerdentedarik etmenin güçlüğü, çok dikkatli düşünmelerini gereklikılıyordu; yapmaları gereken basit ama işe yarar şeyleriyapmakta beklemedikleri zorluklarla karşılaşıyorlardı, sankiçok uzun boyluydular da, eğilip minicik kum zerrelerini birdesen oluşturacak biçimde düzenlemeleri istenmişti.İhtiyaç duydukları şeyleri şehirden alıp getirmek St. John'ıngöreviydi, böylece Terence bütün o uzun sıcak saatler boyuncatek başına oturma odasında, açık kapının yanında oturup, üstkattaki herhangi bir kıpırtıyı ya da Helen'in çağrısını işitmeyibekliyordu. Perdeleri indirmeyi hep unutuyor, bu yüzden parlakgünışıgında oturuyordu, bu da nedenini bilmeksizin onuüzüyordu. Oda korkunç derecede resmî ve rahatsızdı. Sandalyelerinüzerinde şapkalar, kitapların arasında ilaç şişeleri vardı.Okumayı deniyordu, ama iyi kitaplar fazla iyi, kötü kitaplarsafazla kötüydü; tahammül edebildiği tek şey, Londra hakkındakihaberleriyle ve yemekli partiler veren, konuşmalar yapangerçek insanların etkinlikleriyle, başka türlü yalnızca kabustanibaret olan saatlere biraz olsun gerçeklik sağlar gibi gelengazeteydi. Sonra, tam yazıya dikkatini vermişken, Helen'danyumuşak bir çağrı geliyor ya da Bayan Chailey üst kattanistenen bir şeyi içeri getiriyordu; o da sessizce, çoraplarıylayukarıya koşup sürahiyi yatak odası kapısının dışında duran,sürahilerle, fincanlarla dolu küçük masanın üzerine koyuyordu;ya da bir an için Helen'i yakalayabilirse, "Nasıl?" diye soruyordu."Epey huzursuz... Galiba daha sakin."Yanıt, ya biri oluyordu ya da öteki.Her zamanki gibi Helen birşeyleri söylemeyip kendine saklargibiydi; Terence aynı fikirde olmadıklarının, yüksek seslekonuşmaksızm birbirleriyle tartıştıklarının farkındaydı. Ne ki,Helen konuşamayacak kadar telaşlı ve dalgındı.Dinlemenin gerilimi ve pratik düzenlemeler yapıp her şeyinpürüzsüzce işlediğinden emin olma çabası Terence'ın tüm gü­cünü emiyordu. Uzun, iç karartıcı bir kabusla uğraşırken, bu­373nun ne anlama geldiğini düşünmeye kalkışmıyordu. Rachelhastaydı; hepsi buydu; ilacın ve sütün temin edildiğinden, gerekduyulan şeylerin hazır olduğundan emin olmalıydı. Dü­şünce sona ermişti; yaşamın kendisi durma noktasına gelmiş­ti. Başka hiçbir şey değişmediği halde, yalnızca gerilim hergün biraz arttığı için, pazar günü cumartesiden daha kötüydü.Birleşerek olağan günü oluşturan ayrı аул duygular, haz, ilgive acı, uzayıp giden tek bir sefalet ve cansıkıntısı hissinin içindebirbirlerine karışıp kayboluyorlardı. Çocukken tek başınaodasına kapatıldığından bu yana hiç bu kadar sıkılmamıştı.Rachel'ın o kafası karışık, umursamaz görüntüsü, daha öncekihaline ilişkin görüntüyü neredeyse silmişti; bir zamanlar mutluolduklarına ya da evlenmek üzere nişanlandıklarına inanmaklagüçlük çekiyordu; duygular neydi ki, hissedilecek nevardı ki? Her manzara, her insan görüntüsü kafasını daha dakarıştırıyordu; Sı. John'ı, Ridley'i, arada sırada hatır sormakiçin otelden gelen avare insanları bir sisin içinden görür gibiydi;bu sisin içinde saklı olmayan yegâne kişiler Helen'la Rodriguez'di,çünkü onlar kendisine Rachel hakkında birşeyler anlatabiliyorlardı.Buna rağmen, gün, alışıldık biçimde devam ediyordu. Belirlisaatlerde yemek odasına gidiyorlardı; masanın etrafınaoturduklarında önemsiz şeylerden söz ediyorlardı. Sohbetibaşlatma ve kesilmesine engel olma işini genellikle St. Johnüstleniyordu."Sancho'yu beyaz evin ilerisine götürmenin yolunu keşfettim,"dedi Sı. John, pazar günü öğle yemeğinde. "Kulağınındibinde bir kâğıt hışırdatıyorsunuz, ok gibi fırlayıp yaklaşıkyüz metre gidiyor, ama daha sonra aheste devam ediyor.""Evet ama o mısır sever. Mısın eksik etmemen gerek.""Ona verdikleri ıvır zıvırı pek beğenmiyorum; Angelo isepis bir afacana benziyor."Ardından uzun bir sessizlik oldu. Ridley alçak sesle birkaçdize şiir mmldandı, sonra bunu yaptığını gizlemek istercesine,"Bugün hava çok sıcak," dedi."Dünkünden iki derece fazla," dedi St. John. "Bu fındıkların374nereden geldiğini merak ediyorum," diye devam etti, tabaklanbir fındık alıp parmaklarının arasında evirip çevirerek tuhafbir tavırla ona bakarken."Londra'dan, zannediyorum," dedi Terence fındığa bakarak."İşinin ehli bir işadamı burada çok kısa zamanda servet yapabilir,"diye sözlerini sürdürdü St. John. "Galiba, sıcak, insanlarınbeynine garip bir şey yapıyor, lngilizler bile biraz acayipleşiyorlar.Her neyse, bu adamlarla uğraşmak çok zor. Busabah ortada hiç neden yokken beni eczanede kırk beş dakikabeklettiler."Uzun bir suskunluk daha oldu. Sonra Ridley sordu, "Rodriguezumutlu mu?""Oldukça," dedi Terence kararlılıkla. "Yalnızca hastalığınseyrini tamamlaması gerekiyor." Bunun üzerine Ridley derinbir nefes aldı. Herkes için gerçeklen üzülüyordu, ama biryandan da Helen'i çok özlüyordu ve iki genç adamın süreklivarlığı, kendini biraz haksızlığa uğramış hissetmesine yol açı­yordu.Oturma odasına döndüler.. "Bak Hirsl," dedi Terence, "iki saat boyunca yapılacak hiçbirşey yok." Kapıya iliştirilmiş olan kâğıdı inceledi. "Sen gidipuzan. Ben burada bekleyeceğim. Helen öğle yemeğini yerkenRachel'm yanında Chailey kalıyor."Helen'i görmeden gitmesini söylemek, Hirst'ten çok şey istemekti.Helen'i kısa bir süre için de olsa görmek, gerilimlecansıkıntısına verdiği yegâne molalardı; Helen'in onlara söyleyecekhiçbir şeyi olmasa da bu anlar günün rahatsızlığım telafieder gibiydi. Ne ki, madem birlikte gezidelerdi, Hirsl onlaraitaat etmeye karar verdi.Helen aşağı inmekte çok gecikti. Uzun süre karanlıkta oturmuşgibi görünüyordu. Solgundu, zayıflamıştı; gözlerindekiifade sıkkın ama kararlıydı. Öğle yemeğini, ne yediğine aldırmadan,çabucak yedi. Terence'ın sorularına kulak asmadı; sonunda,sanki Terence hiç konuşmamış gibi, kaşlarını hafifçeçatarak şöyle dedi:"Böyle devam edemeyiz, Terence. Ya başka bir doktor bula-375çaksın ya da Rodriguez'e artık gelmemesini söyleyeceksin; benher şeyi hallederim. Onun Rachel daha iyi demesinin yararıyok; Rachel daha iyi değil; daha kötü."Terence, tıpkı Rachel "Başım ağrıyor" dediğinde olduğu gibimuazzam bir sarsıntı geçirdi. Onun aşırı gergin olduğunu dü­şünerek kendini yatıştırdı; Helen'in tartışmada ona karşı oldu­ğuna dair o inatçı duygu da bu kanısını destekliyordu."Onun tehlikede olduğunu mu düşünüyorsun?" diye sordu."Hiç kimse günlerce bu denli hasta olmaya dayanamaz-" diyeyanıtladı Helen. Ona baktı; birilerine içerlemiş gibi konuşuyordu."Pekala, öğleden sonra Rodriguez'le konuşurum," diye cevapverdi Terence.Helen hemen yukarı çıktı.Artık hiçbir şey Terence'm endişesini gideremezdi. Ne okuyabiliyordune kıpırdamadan oturabiliyordu; Helen'in abarttı­ğından, Rachel'm çok hasta olmadığından emin olmasına rağ­men güvenlik duygusu sarsılmıştı. Ama inancını doğrulayacaküçüncü bir kişiye ihtiyacı vardı.Rodriguez aşağı iner inmez, sordu, "Ee, Rachel nasıl? Sizcedaha mı kötü?""Endişeye gerek yok, söylüyorum size - hem de hiç," diyeyanıtladı Rodriguez berbat Fransızcasıyla; huzursuz bir tavırlagülümserken, çekip gitmek istercesine yerinde kıpırdanıyordu.Hevvet onunla kapının arasında kararlı bir tavırla dikildi.Onun ne tür bir adam olduğunu kendi anlamakta kararlıydı.Ona bakıp da değersizliğini, pis görünümünü, düzenbazlığını,zekadan yoksun kıllı yüzünü görünce adama olan güveni kayboluverdi.Bunu daha önce görmemiş olması tuhaftı."Başka bir doktora danışmanızı rica etsek karşı çıkmazsınızelbette?" diye sözlerini sürdürdü.Bunun üzerine küçük adam açıkça hiddetlendi."Ah!" diye haykırdı. "Bana güveniniz yok mu? Tedavimekarşı mı çıkıyorsunuz? Vakayı bırakmamı mı istiyorsunuz?""Hiç de değil," diye yanıt verdi Terence, "ama ıbu gibi ciddihastalıklarda-"376Rodriguez omuzların« silkti."Ciddi değil, emin olun. Aşırı endişeleniyorsunuz. Genç hanımefendininhastalığı ciddi değil ve ben doktorum. Hanımefendielbette korkuyor," diye dudak büktü. "Bunu gayet iyianlıyorum.""Doktorun adı ve adresi-?" diye devam etti Terence."Başka doktor yok," diye yanıt verdi Rodriguez, suratınıasarak. "Bana herkes güvenir. Bakın! Size göstereyim."Paketlenmiş eski mektuplar çıkarıp, Terence'm kuşkularınıgiderecek birini arar gibi karıştırmaya başladı. Ararken, onagüvenmiş olan bir İngiliz lord hakkında bir hikâye anlatmayagirişti - büyük bir İngiliz lordu, ne yazık ki adını unutmuştu."Burada başka doktor yok," diye sonlandırdı sözlerini, mektuplarıkarıştırmayı sürdürerek."Önemli değil," dedi Terence kısaca. "Kendim soruştururum."Rodriguez, mektupları tekrar cebine koydu."Pekala," dedi. "İtirazım yok."Hastalığı çok fazla ciddiye aldıklarını ve başka doktor olmadığınıyinelemesine kaşlannı kaldırıp omuzlarım silkti; ardında,kendisine güvenilmediğinin farkında olduğuna ve kızdırıldıgınailişkin bir izlenim bırakarak dışarı süzüldü.Bundan sonra Terence alt katta daha fazla kalamadı. Yukarıçıkıp Rachel'm kapısını tıklatarak Helen'a onu birkaç dakikalı­ğına görüp göremeyeceğini sordu. Dün onu hiç görmemişti.Helen itiraz etmedi; gidip pencerenin önündeki masaya oturdu.Terence, yatağın yanıbaşma oturdu. Rachel'ın yüzü değiş­mişti. Tümüyle, hayatta kalma çabasına yoğunlaşmış gibi gö­rünüyordu. Dudakları çekilmişti; yanakları çökmüş ve kızarmışolmakla birlikte yüzü renksizdi. Gözleri tamamen kapalıdeğildi, beyazlarının alt yarısı görünüyordu, görüyormuş gibideğil de, kapatamayacak kadar bitkin olduğu için açık kalmışgibi. Terence onu öpünce gözlerini tamamen açtı. Ne ki, yalnızcayaşlı bir kadının bıçakla bir adamın kafasını kestiğinigördü."İşte düştü!" diye mırıldandı. Sonra endişeyle ona dönüp,katırları olan bir adam hakkında Terence'ın anlayamadığı bir377soru sordu. "Neden gelmiyor? Neden gelmiyor?" diye tekrarladı.Alt kattaki küçük pis adamı böyle bir hastalıkla bağlantılıolarak düşünmek Terence'ı dehşete düşürüyordu; içgüdüselolarak Helen'a döndü, ama o, pencerenin önündeki bir masadabirşeyler yapıyordu ve Terence'm ne denli büyük bir sarsıntıgeçirdiğini fark etmiş görünmüyordu. Terence gitmek üzereayağa kalktı, daha fazla dinlemeye katlanamıyordu; yüreği öfkeve bedbahtlıkla hızlı hızlı, ona acı vererek çarpıyordu. Yanındangeçerken Helen aynı yorgun, doğallıktan uzak, amakararlı sesle biraz daha buz alıp kendisine getirmesini ve dışarıdakisürahiye taze süt doldurmasını rica etti.Terence bu ayak işlerini yaptıktan sonra Hirst'ü bulmayagitti. Bitkin ve çok terlemiş olan St. John bir yalakta uyuyakalmıştı,ama Terence tereddüt etmeden onu uyandırdı."Helen onun kötüleştiğini düşünüyor," dedi. "Korkulacakkadar hasta olduğuna kuşku yok. Rodriguez işe yaramıyor.Başka bir doktor getirmeliyiz.""Ama başka doktor yok ki," dedi Hirst uykulu uykulu doğ­rulup gözlerini ovuşturarak."Lanet olası bir aptal gibi konuşma!" diye bağırdı Terence."Elbette başka dokıor var; yoksa da bulmak zorundasın. Bunungünler önce yapılması gerekirdi. Aşağı inip atı eyerleyeceğim."On dakika geçmeden, St. John doktor aramak üzere kavurucusıcakta kasabaya doğru at sürüyordu, bir doktor bulması veözel bir trenle alınması gerekse bile onu eve getirmesi buyurulmuşıu."Bunu günler önce yapmamız gerekirdi," diye yineledi Hewetöfkeyle.Oturma odasına döndüğünde Bayan Flushing'i orada buldu,bugünlerde herkesin yaptığı gibi, sessizce mutfaktan ya dabahçeden girmiş, odanın ortasında dimdik duruyordu."Daha iyi mi?" diye sordu Bayan Flushing pat diye; el sıkış­maya yeltenmediler."Hayır," dedi Terence. "Kesin olan bir şey varsâ o da kötü­leştiğini düşündükleri."378Bayan Flushing bir iki saniye düşündü, bu süre boyuncadosdoğru Terence'a bakıyordu."Şunu söyleyeyim,'' dedi, sinirli kasılmalarla konuşarak,"insan hep yedinci gün civarında kaygılanmaya başlar. Herhaldekendi kendinize üzülerek burada oturup durdunuz.Kötü olduğunu düşünüyorsunuz, ama dışarıdan gelen birionun daha iyi olduğunu görecektir. Bay Ellict'ın ateşi vardı;şimdiyse gayet iyi," dedi bir çırpıda. "Rachel'm gezide yakalandığıbir şey değil bu. Mesele ne - birkaç günlük ateş mi?Bir keresinde erkek kardeşim yirmi altı gün ateşle yattı. Biriki hafta içinde kalkmış dolaşıyordu. Ona sütle ararottan baş­ka bir şey vermedik-"Bu sırada Bayan Chailey bir iletiyle içeri girdi."Yukarıdan çagırıhyorum," dedi Terence."Göreceksiniz - iyileşecek," dedi Bayan Flushing telaşla, Terenceodadan çıkarken. Terence'ı ikna edememekten endişeleniyordu;o bir şey söylemeden yanından ayrılınca kendini huzursuzhissetti; kalmayı istemiyordu ama gitmeye de katlanamıyordu.Konuşacak birini arayarak odadan odaya dolaştı,ama bütün odalar boştu.Terence yukarı çıktı, Helen'in talimatlarını almak için kapı­da durdu. Rachel'a baktı ama onunla konuşmaya yeltenmedi.Rachel onun varlığının belli belirsiz farkındaymış gibi görünü­yordu, bu onu rahatsız etti sanki; sırtını ona dönerek yatmayadevam etti.Gerçekten de altı gündür dış dünyanın farkında değildi,çünkü tüm dikkatini aralıksız olarak gözlerinin önünden ge­çen sıcak, kırmızı, hızlı görüntüleri takip etmeye vermesi gerekiyordu.O görüntülerle ilgilenip anlamlarını kavramasınınmuazzam önemi olduğunu biliyordu, ama bütün bunları açıklayacakbir şeyi duymakta ya da görmekte hep geç kalıyordu.Bu nedenle, zaman zaman çok yakınına gelen yüzler -H elen'in,hemşirenin, Terence'm, doktorun yüzleri- onu üzüyorduçünkü dikkatini dağıtıyor, ipin ucunu kaçırmasına yol açı­yorlardı. Ne var ki, dördüncü gün akşamüstü, birdenbire Helen'inyüzünü o görüntülerden ayırt edemez oldu; yatağın üze­379rine eğildiğinde dudakları genişledi, tıpkı diğerleri gibi anlaşılmazsözler gevelemeye başladı. Görüntülerin hepsi bir olay örgüsüyle,bir serüvenle, bir kaçışla ilgiliydi. Yapmakta olduklarışeyin niteliği durmadan değişiyordu, ama arkasında hep kavramakiçin çabalaması gereken bir neden vardı. Kâh ağaçlarlavahşilerin arasındaydılar, kâh denizdeydiler, kâh yüksek kulelerintepesinde, bir zıplıyor, bir uçuyorlardı. Ne var ki, tamdönüm noktasına gelirken beyninde bir şey şaşmaz biçimdesürçüyor, böylece bütün çaba sil başlan başlamak zorunda kalıyordu.Sıcaklık boğucuydu. Nihayet, yüzler uzaklaştı; Rachelsuları yapış yapış olan derin bir havuza düştü, sonunda sularbaşının üzerinde kapandı. Hiçbir şey görmüyor, başının üzerindegürleyen denizin hafif uğultusundan başka hiçbir şeyduymuyordu. Ona eziyet edenlerin hepsi öldüğünü sanırken,o ölmemişti, denizin dibinde kıvnlmıştı. Bazen karanlığı bazenışığı görerek orada yatarken arada sırada birisi onu denizindibinde döndürüyordu.Sı. John, kaypak ve çenebaz yerlilerle didişerek güneşin altındabirkaç saat geçirdikten sonra, bir doktorun, halihazırdauzakla, tepelerde tatil yapmakla olan bir Fransız doktorun olduğubilgisini ağızlarından aldı. Onu bulmak, dediklerine gö­re, neredeyse imkânsızdı. St. John taşra deneyimine dayanaraktelgraf gönderilebileceğine ya da alınabileceğine ihtimal vermiyordu;ama söz konusu tepeden kasabaya olan mesafeyi yüzaltmış kilometreden elli kilometreye indirdikten ve bir arabaylaatlarını kiraladıktan sonra, doktoru kendisi gidip almaküzere hemen yola çıktı. Onu bulmayı başardı ve sonunda adamıgönülsüzce genç karısını bırakıp derhal onunla dönmeyezorladı. Salı günü öğleyin köşke ulaştılar.Terence onları karşılamaya çıktı; onun bu arada fark edilirölçüde zayıflamış olması Sı. Jo h n 'ın dikkatini çekti; üstelikbembeyazdı, gözleri tuhaf görünüyordu. Ancak, olayın bu şekildegelişmesine çok kızdığı belli olmakla birlikte, Dr. Lesage'ınkupkuru konuşması, aksi, buyuıgan tavırları her ikisindede olumlu izlenim uyandırdı. Doktor aşağı indiğinde kesin bir380lavırla talimatlarını verdi, ama, ya aksiliğinin yanı sıra artıkyaltakçılığa da başlamış olan Rodriguez'in varlığından, ya daonların bilinecek ne varsa zaten bildiğini kabul ettiğinden fikrinibildirmek hiç aklına gelmedi."Elbette," dedi omuzlarını silkerek, Terence ona "Çok muhasta?" diye sorduğunda.Dr. Lesage açık talimatlar verip birkaç saat içinde hastayıtekrar ziyaret edeceğine onları temin ederek gittiğinde her ikiside belirgin bir rahatlama duygusunun farkına vardılar; amane yazık ki morallerinin düzelmesi her zamankinden fazla konuşmalarınayol açtı ve konuşurken kavga ettiler. Bir yol yü­zünden, Portsmouth Yolu yüzünden atıştılar. St. John, Hindhead'dengeçen yolun makadam olduğunu söylüyordu; Terenceise yolun o bölümünün makadam olmadığını adı gibi biliyordu.Tartışma sırasında birbirlerine çok sert şeyler söylediler;akşam yemeğinin geri kalanı, arada sırada Ridley'nin yarıbastırılmış bir düşüncesini bildirmesi dışında, sessizlik içerisindeyendi.Hava kararıp lambalar getirildiğinde, Terence sinir bozuklu­ğunu daha fazla denetleyemeyeceğini hissediyordu. Sı. John,kavgalarından ötürü her zamankinden sevecen bir tavırla Terence'aiyi geceler diledikten sonra, tümüyle bitkin bir haldeyatağına gitti; Ridley ise kitaplarının arasına çekildi. Tek başı­na kalan Terence odanın içinde bir aşağı bir yukarı yürüdü;açık pencerenin önünde durdu.Aşağıdaki kasabada ışıklar birbirinin peşi sıra sönüyordu;bahçe huzur verici ve serindi, bu nedenle Terence taraçayaçıktı. İnce gri ışığın arasından yalnızca ağaç şekillerini görerekorada, karanlıkta dururken, kaçmak, bu acıdan kurtulmak,Rachel'ın hasta olduğunu unutmak istedi. Kendini herşeye boşvermişligin içine gömülmeye bıraktı. Durmaksızınortalığı kırıp geçiren öfkeli bir rüzgâr ansızın kesilmiş gibi,ona baskı yapan üzüntü, gerilim ve endişeler eriyip gitti. Sarsıntısızbir hava boşluğunda, küçücük bir adada tek başınaduruyordu sanki; acıdan arınmıştı, acıya bağışıktı. Rachel'ıniyi mi yoksa hasta mı olduğunun önemi yoktu; ayrı mı birlik­381te mi olduklarının önemi yoktu; hiçbir şeyin, hiçbir şeyinönemi yoktu. Uzaklarda dalgalar sahile vuruyordu; ağaçlarındallan arasından esen yumuşacık rüzgâr onu huzur ve güvenlikle,karanlık ve hiçlikle sarmalar gibiydi. Sürtüşm enin,üzüntünün ve endişenin dünyası kesinlikle gerçek dünya de­ğildi; gerçek dünya buydu, yüzeysel dünyanın altında yatandünya, öyle ki, ne olursa olsun, insan güvenlik içindeydi. Sessizlikve huzur, her bir siniri yatıştırarak bedenini incecik, serinbir örtüyle sarıyordu sanki; zihni bir kez daha genişlemiş,doğallaşmış gibiydi.Ne ki, bir süre böyle durduktan sonra, evdeki bir gürültüonu kendine getirdi; içgüdüsel olarak dönüp oturma odasınagitti. Lambanın aydınlattığı odanın görüntüsü unuttuklarınıntümünü ona öyle apansız anımsattı ki bir an kıpırdayamadandurup kaldı. Her şeyi hatırladı, saati, hatta dakikayı, hangi noktayaulaştıklarını, sırada neyin olduğunu. Bir dakikalığına şeylerolduklarından başkaymış gibi davrandığı için kendine lanetetti. Geceyle yüzleşmek şimdi her zamankinden daha güçtü: -Bomboş oturma odasında duramayarak dışarı çıktı; Rachel'ınodasına giden merdivenlerde, yarı yolda durup basamaklaraoturdu. Konuşacak birilerinin özlemini çekiyordu,ama Hirst uyuyordu; Ridley de uyuyordu; Rachel'ın odasındaçıt yoktu. Evdeki tek ses, mutfakta hareket eden Chailey'ninsesiydi. Nihayet, yukarıdaki basamaklarda bir hışırtı oldu; gecenöbetine hazırlanan Hemşire Mclnnis kol düğmelerini ilikleyerekaşağı iniyordu. Terence ayağa kalkıp onu durdurdu.Onunla pek konuşmuşlugu yoktu, ama hemşire, Rachel'ınhastalığının ciddi olmadığına dair zihninde hâlâ varlığını sürdüreninancım doğrulayabilirdi. Fısıltıyla ona Dr. Lesage'ıngeldiğini ve neler dediğini anlattı."Şimdi, hemşire," diye fısıldadı, "lütfen bana kendi fikrinizisöyleyin. Sizce hastalığı çok ciddi mi? Rachel herhangi bir bi­çimde tehlikede mi?""Doktorun dediğine bakılırsa-" diye başladı hemşire."Evet, ama ben sizin fikrinizi istiyorum. Bu vakaya benzerdeneyimleriniz oldu mu?"382"Size Dr. Lesage'ın söylediklerinden fazlasını söyleyemem,Bay Hewet," diye yanıtladı hemşire, söyledikleri ona karşı kullanılabilirmişgibi ihtiyatlı bir tavırla. "Vaka ciddi, ama BayanVinrace için yapılabilecek her şeyi yaptığımızdan tamamenemin olabilirsiniz." Mesleğine has bir kendini beğenmişliklekonuşuyordu. Ama basamağın üzerinde ayaklarını kıpırdatarak,denizin üzerindeki ayı görebildikleri pencereden dışarıbakması, hâlâ yolunu kapamakta olan genç adamı tatmin edemediğininfarkına vardığını gösteriyordu."Bana sorarsanız," diye başladı usulcacık, garip bir ses tonuyla,"hastalarım adına mayıs ayını hiç sevmem.""Mayıs ayını mı?" diye yineledi Terence."Bu bir kuruntu olabilir, ama mayısta hastalanan birini görmektenhiç hoşlanmam," diye sürdürdü sözlerini. "Mayıstaher şey ters gider sanki. Belki de gökteki ay yüzündendir. Aybeyni etkiler derler, öyle değil mi efendim?"Terence ona baktı ama yanıt veremedi; o da tıpkı diğerlerigibi, Terence'ın bakışları altında küçülerek değersiz, kötü niyetlive güvenilmez oluvermişti sanki.Süzülerek yanından geçip gözden kayboldu.Terence odasına gittiği halde giysilerini bile çıkaramadı.Uzun zaman bir aşağı bir yukarı yürüdü; sonra penceredendışarı uzanarak gökyüzünün soluk mavisine karşı kopkoyuuzanan toprağa gözlerini dikti. Korkuyla karışık bir tiksintiyle,bahçede hâlâ gözle görülür olan zayıf, siyah selvilere baktı;toprağın hâlâ sıcak olduğunu hissettiren o aşina olmadığı çı­tırtı ve gıcırtıları duydu. Bütün bu görüntüler ve sesler onameşum, düşmanca ve kötüye alametmiş gibi geliyordu; yerlilerle,hemşireyle, doktorla ve hastalığın korkunç gücüyle birolmuş, ona kumpas kuruyorlardı sanki. Ona mümkün olanen yüksek miktarda ıstırap çektirme çabasında birleşmiş gibiydiler.Acısına alışamıyordu, bu onun için ilahi bir mesajdı.Her eylemin ardında, her günkü yaşamın ardında, kıpırtısız,ama oburca tüketmeye hazır olan acının yattığını daha öncehiç fark etmemişti; tüm eylemlerin kenarında kıvrıla kıvrılayükselen, erkeklerin ve kadınların yaşamlarını yiyip bitiren383ıstırap ateşini görebiliyordu sanki. Daha önce ona boş gelensözcükleri, ilk kez, anlayarak düşündü: Yaşam mücadelesi;yaşamın zorluğu. Artık yaşamın zor ve ıstırap dolu olduğunukendisi de biliyordu. Aşağıdaki kasabaya serpiştirilmiş olanışıklara baktı; bilmeden dışarı çıkmaya cüret eden ve mutluluklarıylakendilerini bunun gibi bir ıstıraba karşı korumasızbırakan Arthur'la Susan'ı, Evelyn'le Perroıı'ı düşündü. Birbirlerinisevmeye nasıl cesaret etliklerine şaşıyordu; ya kendisi,böyle yaşamaya nasıl cesaret etmişti, hızla ve özensizce, birşeyden bir başkasına geçerek, Rachel'ı sevmiş olduğu gibi severek?Bir daha kendini asla güvende hissetmeyecekti; yaşamınistikrarına bir daha asla inanmayacak, küçük mutlulukların,hoşnutluk ve güvenlik duygularının altında ne derinacıların yattığını unutmayacaktı. Geriye baktığında, Rachel'layaşadığı mutluluk asla şimdi çektiği acılar kadar büyük değilmişgibi geliyordu. İkisinin mutluluğunda mükemmel olmayanbir şey hep vardı, isteyip de elde edemedikleri bir şey.Mutlulukları kırık dökük, eksikli, çünkü çok gençlerdi, neyaptıklarını bilmiyorlardı.Mumunun ışığı pencerenin dışındaki bir ağacın dalları üzerindetitreşiyordu; dal karanlıkta sallanırken, penceresinin dı­şında uzanan bütün dünyanın resmi Terence'ın zihninde belirdi;uçsuz bucaksız nehri, uçsuz bucaksız ormanı düşündü,kuru toprağın engin düzlüklerini, toprağı çevreleyen denizi;denizden, yalçın ve devasa gökyüzü yükseliyordu; gökyüzııyledenizin arasını muazzam bir hava boşluğu dolduruyordu.Rüzgârın karşısında korunmasız olarak uzanan gece nasıl daengin ve karanlık olmalıydı; bütün bu kocaman alanın içindekasabaların ne kadar az, dünyanın kabaran işlenmemiş katmanlarıarasında şuraya buraya serpiştirilmiş ışıklı küçük halkaların,ya da aıeşböceklerinin, ne kadar ufak olduğunu dü­şünmek garipti. O kasabaların içinde ise küçük erkekler vekadınlar vardı, minicik erkekler ve kadınlar. Ah, şöyle bir dü­şününce, burada küçük bir odada oturup acı çekmek, kaygı­lanmak saçmaydı. Herhangi bir şeyin ne önemi vardı ki? Minicikbir yaratık olan Rachel, ayaklarınızı altında hasta yatıyor­384du; o da burada, küçük odasında onun için acı çekiyordu. Buuçsuz bucaksız evrende bedenlerinin yakınlığı, minicikliği onasaçma ve gülünesi geliyordu. Hiçbir şeyin önemi yok, diye yineledi;hiç güçleri yoktu, hiç umutları yoktu. Pencerenin pervazınayaslanıp, neredeyse zamanı ve bulunduğu yeri unutanadek düşündü. Yine de, bunun saçma ve gülünesi olduğundan,kendilerinin ufacık ve umutsuz olduklarından emin olduğuhalde, bu düşüncelerin bir şekilde onun ve Rachel'ın birlikleyaşayacakları hayatın bir parçasını oluşturduğu duygusunuhiç yitirmiyordu.Belki de doktor değiştiği için, Rachel ertesi gün iyileşmiş gibiydi.Korkunç denecek kadar solgun ve yıpranmış görünmeklebirlikte, günlerdir Helen'in gözlerinde asılı duran bululhafifçe dağılmıştı."Benimle konuştu," dedi kendi kendine. "Bana haftanınhangi günü olduğunu sordu, kendindeydi."Sonra aniden, görünürde herhangi bir neden olmaksızıngözleri yaşardı, gözyaşları yanaklarından aşağı yuvarlandı. Yü­zündeki çizgileri kıpırdatmaya yellenmeden, kendine engel olmayakalkışmadan ağlıyordu, sanki ağladığının farkında değildi.Helen'in sözleri onu rahatlatsa da Terence bu görüntü kar­şısında korktu; her şey yıkılıyor muydu? Bu hastalığın gücü­nün hiç mi sınırı yoktu? Karşısındaki her şeyi yerle bir miedecekti? Helen ona her zaman güçlü ve kararlı görünmüştü;şimdiyse çocuk gibiydi. Onu kollarına aldı; Helen çocuk gibiona sımsıkı sarılarak omzunda usul usul, sessizce ağladı. Sonrakalkıp gözyaşlannı sildi; böyle davranmak aptalca, diye söylendi;Rachel'ın daha iyi olduğundan kuşku duyulamayacağıböyle bir zamanda çok aptalca, diye yineledi. Budalalığındanölürü Terence'tan kendisini bağışlamasını rica etti. Kapıdadurdu; geri gelip hiçbir şey söylemeden onu öptü.O gün gerçeklen de Rachel çevresinde neler olup bittiğininbilincindeydi. O yapış yapış karanlık havuzun yüzeyine çıkmıştı;bir dalga onu kendiyle birlikle bir aşağı bir yukarı taşı­yordu sanki; kendine ait bir istenci yoktu artık; biraz acının,en çok da zayıflığın bilincinde olarak dalganın tepesinde yatı­385yordu. Dalga, yerini bir dağın yamacına bıraktı. Bedeni, erimekteolan bir kar yığınına dönüştü, dizleri karın üzerindetepeleri dik, kemikten dağlar gibi yükseliyordu. Helen'i gördüğü,odasını gördüğü doğruydu, ama her şey çok soluklaş­mış, yarı saydam hale gelmişti. Bazen önündeki duvarın ötesinigörebiliyordu. Bazen Helen uzaklaştığında o kadar uzağagider gibi oluyordu ki Rachel'ın gözleri onu takip etmektegüçlük çekiyordu. Odanın acayip bir genişleme gücü de vardı;Rachel, sesini olabildiğince uzağa gidecek kadar, bazen birkuş olup uçana kadar zorluyordu, yine de sesinin konuşmaktaolduğu kişiye ulaşıp ulaşmadığından kuşku duyuyordu. Biranla bir sonraki an arasında sınırsız aralıklar ya da gedikleroluyordu, çünkü şeylerin hâlâ gözle görülür biçimde onunkarşısında belirme gücü vardı; Helen'in kolunu kaldırıp herbir hareketinin sonrasında uzun uzun duraklayarak ilaç vermesibazen bir saat sürüyordu. Onu yatağında doğrultmakiçin eğilen Helen ona dev boyutlarda görünüyor, üzerine doğ­ru geldiğinde tavan çöküyormuş gibi oluyordu. Ama uzun zamandilimleri boyunca, yatağın üzerinde yüzen bedeninin vebedeninin uzak bir köşesine sürülmüş ya da kaçıp odanıniçinde kanal çırpmaya çıkmış olan zihninin bilincinde olaraköylece yatıyordu. Tüm görüntüler biraz çaba gerektiriyordu,ama en büyük çabayı gerektiren Terence'ın görüntüsüydü,çünkü onu, bir şeyi hatırlama arzusuyla zihniyle bedeninibirleştirmeye zorluyordu. Hatırlamak istemiyordu; insanlarınonun yalnızlığını bozmaya çalışması onu rahatsız ediyordu;yalnız olmak istiyordu. Dünyada istediği başka hiçbir şeyyoklu.Terence, ağlamasına rağmen Helen'in daha umutlu olduğunuutkuya benzer bir duyguyla gözlemledi; Helen, aralarındakitartışmada kendisinin yanılmış olduğunu kabullenmeninilk işaretini vermişti. O akşamüstü Terence, Dr. Lesage'm aşağıinmesini epeyce kaygılı, ama zihninin bir köşesinde, zamaniçinde hepsini yanılmış olduklarını kabul etmek zorunda bırakacağındanemin olarak bekliyordu.Her zamanki gibi Dr. Lesage'ın tavrı aksi, yanıtlan ise çok386kısaydı. Terence'ın, "Daha iyi gibi mi?" sorusuna, tuhaf bir bakışlabakarak yanıt verdi, "Yaşama şansı var."Kapı kapandı. Terence karşıya, pencereye doğru yürüdü. Alnınıcama yasladı."Rachel," diye tekrarladı kendi kendine. "Yaşama şansı var.Rachel."Rachel hakkında nasıl böyle şeyler söyleyebiliyorlardı? Dahadün Rachel'm ölmekte olduğuna ciddi ciddi inanan kimsevar mıydı? Dört haftadır nişanlıydılar. İki hafta önce Rachelgayet iyiydi. On dört günde onu o durumdan bu duruma getirecekne olmuş olabilirdi? Yaşama şansının olduğunu söylemeklene kastettiklerini anlamak, nişanlı olduklarını bile bilebunu anlamak, onu aşıyordu. Hâlâ aynı iç karartıcı sisle sarmalanmışolarak dönüp kapıya doğru yürüdü. Ansızın, hepsinigördü. Odayı, bahçeyi, havada kıpırdanan ağaçları gördü;Rachel olmadan da varlıklarını sürdürebilirlerdi; o, ölebilirdi.Hastalığın başından bu yana ilk kez, onun nasıl göründüğünü,birbirlerini nasıl umursadıklarını tam olarak hatırladı. Onuyakınında hissetmenin yoğun mutluluğu, o zamana dek hissettiğindendaha yoğun bir endişeyle birbirine karıştı. Ölmesineizin veremezdi; onsuz yaşayamazdı. Ne ki, anlık bir mücadeleninardından perde yine kapandı; hiçbir şeyi açıkça görmüyor,hiçbir şeyi açıkça hissetmiyordu. Hepsi devam ediyordu- hâlâ devam ediyordu, öncekiyle aynı biçimde. Yüreğiçarptıkça hissettiği bedensel acı ve parmaklarının buz gibi so­ğuk olması dışında, hiçbir şeye aldırmıyordu. Zihninde, Rachelhakkında ya da dünyadaki herhangi biri veya herhangi birşey hakkında hiçbir şey hissetmiyor gibiydi. Bayan Chailey'eemirler vererek günlük işleri yoluna sokmaya, listeler yazmayadevam ediyordu; sık sık yukarı çıkıp R achel'ın kapısınınönündeki masanın üzerine sessizce birşeyler bırakıyordu. Ogece Dr. Lesage her zamankinden daha az aksiydi sanki. Kendiisteğiyle birkaç dakika kaldı; içlerinden hangisinin genç hanı­mefendiyle nişanlı olduğunu hatırlamıyormuş gibi hem Sı.John'a hem de Terence'a hitap ederek, "Bu gece durumununağırlaşacağını düşünüyorum," dedi.387İkisi de yatmaya gitmedi; birbirlerine yatmaya gitmeyi deönermediler. Kapıyı açık bırakarak oturma odasında piket oynadılar.Sı. John, kanepenin üzerine yatak yaptı; hazır oluncaTerence'ın oraya uzanmasında ısrar elli. Kimin kanepeye uzanacağı,kimin battaniyelerle örtülü sandalyelerde yatacağı üzerinemünakaşa ettiler. St. John, sonunda Terence'ı kanepeyeuzanmaya zorladı."Aptallık etme, Terence," dedi. "Uyumazsan hastalanırsın,hepsi o."Terence'ın reddetmeyi sürdürmesi üzerine, "Dostum," diyedevam etti, sonra aşırı duygusallıktan korkarak sustu; gözyaş­larına boğulmak üzere olduğunu fark etmişti.Uzun zamandır söylemek istediği şeyi, Terence için üzgünolduğunu, onu umursadığını, Rachel'ı umursadığını anlatmaküzere söze başladı. Rachel onu ne kadar umursadığını biliyormuydu - bir şey söylemiş miydi, sormuş muydu? Öğrenmekiçin can atıyordu, ama bunun ne de olsa bencilce bir soru olduğunudüşünerek kendini tuttu; hem böyle şeylerden sözedipTerence'ı sıkmanın ne yararı vardı? Zaten yarı uyur durumdaydı.Ama Sl. John hemen uyuyamadı. Karanlıkta uzanırken,keşke, diye düşündü kendi kendine, keşke bir şey olsa- bu gerilim sona erse. Ne olacağı umurunda değildi, yeter kiart arda gelen bu zor, iç karartıcı günler bitsin; Rachel ölse deumurunda değildi. Bunu umursamadığı için kendini vefasızhissediyordu, ama ona öyle geliyordu ki artık içinde hiç duygukalmamıştı.Bütün gece boyunca yatak odası kapısının bir kez açılıp kapanmasıdışında hiçbir hareket olmadı, kimse onları çağırmadı.İşık, dağınık odaya ağır ağır geri döndü. Altıda hizmetkârlarkıpırdanmaya başladılar; yedide süzülerek aşağıya, mutfağaindiler; yarım saat sonra gün yeniden başladı.Ne ki, farkın ne olduğunu söylemek zor olsa da, gün, geçipgiden günlerle aynı değildi. Belki de bir şey bekler gibi bir hallerininolmasındandı. Yapılacak şeyler her zamankinden azdı.Oturma odasında insanlar —Bay Flushing, Bay ve BayanThornbury- oradan oraya sürükleniyorlardı. Alçak tonlarda,388mahcup tavırlarla konuşuyorlardı, oturmayı reddediyor, amaepey bir zaman dikilip duruyorlardı, oysa söyleyecek bir tekşeyleri vardı; "Yapabileceğimiz bir şey var mı?" ve yapabileceklerihiçbir şey yoktu.Tuhaf bir biçimde kendini bütün bunlardan kopuk hissedenTerence, Helen'in, ne zaman birine bir şey olsa insanlar böyledavranır, dediğini hatırladı. Haklı mıydı, yoksa haksız mıydı?Kendine ait bir fikir oluşturamayacak kadar az ilgisini çekiyordubu konu. Birtakım şeyleri zihninin bir köşesine atıyordu,sanki bu günlerden birinde onlar hakkında düşünecektiama şimdi değil. Gerçekdışılığın sisi, bütün bedeninde biruyuşma hissi yaratana dek derinleşmiş, derinleşm işti. Bu,onun bedeni miydi? Bunlar gerçekten kendi elleri miydi?Bu sabah Ridley'e de odasında tek başına oturmak ilk kezolanaksız gelmişti. Alt katta çok rahatsızdı ve neler olup bitti­ğini bilmediğinden sürekli ayak altındaydı; yine de bir türlüoturma odasından çıkmıyordu. Okuyamayacak kadar huzursuzolduğundan, yapacak bir şeyi de olmadığından, alçak sesleezbere şiir okuyarak bir aşağı bir yukarı yürümeye başladı. Çe­şitli şeylerle - kâh paketleri açmakla, kâh şişelerin mantarları­nı çıkarmakla, kâh talimatlar yazmakla meşgul olan Terence'laSı. John'ın zihinlerine, Ridley'nin şarkısının sesi ve adımları­nın temposu bütün sabah boyunca yarı idrak edilmiş bir nakaratgibi işledi.Ü st üste boğuştular, alt alla boğuştular.Acıyla, hiç durmadan boğuştular:İnsanların gözlerini kör eden şeytan,O gece muradına erdi.Gücü tükenm iş geyikler gibi çim enlerin arasınaDevrilip bir süre d inlend iler-*"Ah, dayanılmaz bir şey!" diye bağırdı Hirst; sonra, anlaş­malarını çiğnemiş gibi kendini toparladı. Terence, olur da Rac-(*) Ridley Ambrose, Charles Kingsle/in 'A New Forest Ballad'ından bir bölümokuyor - ç.n.389hel hakkında haber toplayabilirse diye, sürünerek yan yola kadarmerdivenlerden çıkıyordu. Ama sadece bölük pörçük haberleralıyordu; bir şey içmişti; birazcık uyumuştu; daha sakingörünüyordu. Dr. Lesage da aynı şekilde hiçbir aynntı vermiyordu;sadece bir kez, bileğindeki bir damarı kesen seksen beşyaşındaki ihtiyar bir hanımefendinin ölüp ölmediğini kesinolarak belirlemek üzere çağrıldığını anlattı. Kadının diri dirigömülme korkusu vardı."Bu," dedi, "genellikle çok yaşlılarda, ender olarak da genç­lerde rastladığımız bir korku." ikisi de anlatılanlan ilgiyle dinledi;bu onlara çok tuhaf gelmişti. Günün bir başka tuhaf yanıda hepsinin öğleden sonra geç saatlere kadar öğle yemeğiniunuımasıydı; sonra Bayan Chailey onlara hizmet etti; o da tuhafgörünüyordu, baskı desenli, resmî bir elbise giymişti ve elbiseninkolları dirseklerinin üstüne kadar kıvnlmıştı. Bununlabirlikte, gece yarısı yangın ziliyle yatağından kaldırılmışçası-na, görünüşünü umursamaz bir hali vardı; suskunluğu ve özdenetimide elden bırakmıştı; onlarla, sanki onları bebekkenemzirmiş, soyup kucağına oturtmuş gibi samimi bir tavırla konuşuyordu.Yemek yemenin görevleri olduğunu onlara tekrartekrar hatırlattı.Böylece kısalan akşamüstü, beklediklerinden daha çabukgeçti. Bayan Flushing bir kez kapıyı açtı, ama onları görünceçabucak yeniden kapattı; bir ara Helen bir şey almak için aşağıindi, ama tam odadan çıkacakken kendisine gönderilmiş birmektuba bakmak üzere durdu. Mektubu evirip çevirerek biran ayakla dikildi; duruşunun sıradışı, yaslı güzelliği, o sıralardaher şey Terence'ı nasıl etkiliyorsa öyle etkiledi - zihnininbir köşesine konulup sonradan üzerinde düşünülecek bir şeyolarak. Pek az konuşuyorlardı, aralarındaki münakaşa askıyaalınmış ya da unutulmuş gibiydi.Akşamüstü güneşi artık evin ön cephesini terk ettiğinden,Ridley taraçayı bir aşağı bir yukarı adımlıyor, bir yandan da kı­sık ama ansızın dolgunlaşan bir sesle uzun bir şiirden dörtlüklertekrarlıyordu. O bir o yana, bir bu yana yürüdükçe hava,şiir parçalarını açık pencereden içeri taşıyordu.390Peor ve Baal'lerLoş tapınaklarım terk ettiler,Filistin'in o iki kat harap TanrısıylaVe aysar A staroth-*Bu sözcükler genç erkeklerin ikisine de tuhaf bir rahatsızlıkveriyordu, ama buna katlanmak zorundaydılar. Akşam yaklaşıpgünbatımının kızıl ışığı uzaklarda denizin üzerinde ışıldarken,günün neredeyse sona erip başka bir gecenin yaklaşmakta olduğudüşüncesi aynı umutsuzluk hissiyle hem Terence'ın hemde St. John'ın üzerine yüklendi. Aşağıdaki kasabada ışıklarınbirbiri ardına belirivermesiyle Hirst'ûn içinden o korkunç, iğ­renç arzu, kendini koyuverip hıçkıra hıçkıra ağlama arzusutekrar tekrar yükselmeye başladı. Sonra Chailey lambaları içerigetirdi. Maria'nm şişe açarken bir aptallık edip kolunu kötü yaraladığınıaçıkladı, ama şimdi kolunu sarmıştı; yapılacak bukadar çok iş varken bu kaza talihsizlikti. Chailey'nin kendisi deayaklanndaki romatizma yüzünden topallıyordu, ama hizmetkârlarınbedenlerini dikkate almak ona yalnızca zaman kaybıgibi geliyordu. Akşam devam ediyordu. Dr. Lesage beklenmedikbir ziyarette bulundu ve çok uzun bir süre yukarıda kaldı.Bir kez aşağı inip bir fincan kahve içli."Çok hasta," dedi, Ridley'nin sorusuna yanıt olarak. Bütüno itici halleri yok olmuştu; ciddi ve resmîydi, ama aynı zamanda,tavrında daha önce belirgin olmayan bir sevecenlik vardı.Tekrar yukarı çıktı. Üç adam oturma odasında birlikte oturdu.Ridley şimdi oldukça sessizdi; dikkati tümüyle uyanmış gibiydi.Yarı istençli küçük hareketler ve hemen susturuluverenünlemler sayılmazsa tam bir sessizlik içinde bekliyorlardı.Sanki nihayet hep birlikle kesin bir şeyle yüz yüze gelmişlerdi.Dr. Lesage yeniden odada göründüğünde saat neredeyse onbir olmuştu. Onlara çok yavaşça yaklaştı; hemen konuşmadı.Önce St. John'a, sonra Terence'a baktı ve Terence'a, "Bay Hewet,bence derhal yukarı çıkmanız gerek," dedi.(*) Ridley Ambrose, John Milıon'ın 'Ode on the Morning of Christ's Naıivity'sindenbir bölüm okuyor - ç.n.391Terence diğerlerini aralarında kıpırdamadan dikilen Dr. Lesage'labirlikte oturur durumda bırakarak derhal ayağa kalktı.Chailey dışarıdaki geçitteydi, durmadan üst üste tekrarlı­yordu; "Şeytanca - şeytanca."Terence ona hiç dikkat etmedi; ne söylediğini duyuyordu,ama sözler zihnine hiçbir anlam iletmiyordu. Yukan çıkarkenkendi kendine, "Bu benim başıma gelmedi. Benim başıma gelmesimümkün değil," diye söylendi.Trabzanların üzerindeki kendi eline garip garip baktı. Basamaklarçok dikti; tırmanması çok uzun zaman almış gibi geliyordu.Güçlü duygular içinde olması gerektiğini bildiği haldehiçbir şey hissetmiyordu. Kapıyı açtığında yatağın yanıbaşmdaoturan Helen'i gördü. Masanın üzerinde perdelenmiş ışıklarvardı; pek çok şeyle doluymuş gibi görünmekle birlikte odaçok düzenliydi. Ortalıkta nahoş olmayan hafif bir dezenfektankokusu vardı. Helen ayağa kalkıp sessizce sandalyesini onaverdi. Birbirlerinin yanından geçerlerken gözleri garip, sakinbir bakışta birleşti, Terence onun gözlerinin sıradışı berraklığı­na ve içlerinde barınan derin dinginlikle üzüntüye hayretlebaktı. Yatağın yambaşına olurdu; bir an sonra kapının Helen'inardından usulca kapandığını işitti. Rachel'la yalnızdı; eskidenyalnız bırakıldıklarında hissettikleri rahatlama hissininölgün bir yansıması onu etkisine aldı. Rachel'a baktı. Ondakorkunç bir değişiklik fark etmeyi bekliyordu, ama yoktu.Çok zayıflamıştı; görebildiği kadarıyla çok da yorgundu, amaher zaman nasılsa aynen öyleydi. Üstelik onu gördü ve tanıdı.Ona gülümsedi ve "Merhaba Terence," dedi.Bunca zamandır aralarına çekilmiş olan perde bir anda gözdenkayboldu."Ee, Rachel," diye yanıtladı Terence her zamanki sesiyle,bunun üzerine Rachel gözlerini kocaman açıp o tamdık gü­lümsemesiyle gülümsedi. Terence onu öptü, elini tuttu."Sensiz her şey perişan bir haldeydi," dedi.Rachel hâlâ ona bakarak gülümsüyordu, ama çok geçmedengözlerine hafif yorgunluk ya da kafa karışıklığı ifade eden birbakış yerleşti ve gözlerini tekrar kapattı.392"Ama birlikteyken gayet mutluyuz," dedi Terence. Elini tutmayadevam ediyordu.İşık loş olduğundan Rachel'ın yüzünde herhangi bir deği­şiklik görmek olanaksızdı. Terence'm içini uçsuz bucaksız birhuzur duygusu sardı, hareket etmek ya da konuşmak için hiç­bir arzu duymuyordu. Son günlerin korkunç işkencesi ve ger-çekdışılıgı sona ermişti; güvene ve huzura kavuşmuştu. Birkez daha zihni doğalca, büyük bir rahatlıkla işlemeye başladı.Orada oturdukça, ruhunun her köşesini kaplayan huzurundaha da derinden bilincine varıyordu. Bir kez, soluğunu tutupdikkatle dinledi; Rachel hâlâ nefes alıyordu; bir süre düşünmeyedevam etti; sanki birlikte düşünüyorlardı; sanki hemkendisi hem de Rachel'dı; sonra tekrar dinledi; hayır, solumayıkesmişti. Böylesi daha iyiydi - ölüm buydu. Hiçbir şey değildi;solumayı kesmekti. Mutluluktu bu; kusursuz mutluluk. Herzaman sahip olmayı istedikleri şeye, yaşadıkları sürece olanaksızolan birleşmeye sahiptiler. Sözcükleri düşündüğünün mü,yoksa yüksek sesle mi söylediğinin farkına varmadan; "Hiçkimse bizim olduğumuz kadar mutlu olmamıştır," dedi. "Hiçkimse bizim kadar birbirini sevmemişlir."Kusursuz birleşmeleri ve mutlulukları giderek daha genişburgaçlar yapan halkalarla odayı dolduruyormuş gibi geldiona. Dünyada yerine gelmemiş hiçbir dileği yoktu. Asla onlardanalınamayacak olan şeye sahiptiler.Birinin odaya girdiğinin farkında değildi, ama sonra, saniyelerya da belki saatler sonra, arkasında bir kol hissetti. Kollaronu sarıyordu. Kollann onu sarmasını istemiyordu; fısıldayan,gizemli sesler onu kızdırıyordu. Rachel'ın artık soğumuş olanelini yatak örtüsünün üzerine bıraktı; sandalyesinden kalkıpkarşıya, pencereye yürüdü. Pencerelerin perdeleri açıktı; aygörünüyordu, bir de dalgaların yüzeyinde uzun, gümüşten birpatika."Aa,"dedi olağan ses tonuyla, "aya bakın. Ayın çevresindebir hale var. Yarın yağmur yağacak."Kollar, belki bir erkeğin belki de bir kadının kolları yineonu sardı; onu usulca kapıya doğru itiyorlardı. Terence kendi-393liginden döndü; sırf biri öldü diye insanların böyle davranmasıbiraz komiğine gidiyordu; kolların önünde kararlılıkla yü­rüdü. Madem öyle isliyorlardı, gidecekti, ama yapacakları hiç­bir şey onun mutluluğunu bozamazdı.Odanın dışındaki koridoru, üzerinde fincanlar ve tabaklarlamasayı görünce birdenbire anlayıverdi; burada, Rachel'ı birdaha asla göremeyeceği bir dünya vardı."Rachel! Rachel!" diye feryat etti, telaşla onun yanına dönmeyeçalışarak. Ne ki, ona engel oldular; koridorda ilerek Rachel'ınodasından uzakta bir yatak odasına soktular. Kurtulmakiçin mücadele ederken ayaklarını döşemeye vuruşu aşağıdanduyulabiliyordu; iki kez bağırdığını işittiler, "Rachel, Rachel!"394X X V I. BölümAy, iki üç saal boyunca ışığını bomboş havadan akıttı. Bulutlarperdelemediği için ayışığı dosdoğru dökülüyor, denizin vetoprağın üzerinde, neredeyse ürpertici, apak bir kırağı gibiuzanıyordu. Bu saatler boyunca sessizlik bozulmadı; tek hareket,hafifçe kıpırdanan ağaçlarla dalların hareketiydi; sonra,toprağın beyaz boşluklarına boylu boyunca uzanan gölgeler dehareket ediyordu. Bu derin sessizlikte tek bir ses işitiliyordu;ne yükselen ne alçalan, ama hiç kesilmeyen, hafif ama süreklibir soluma sesi. Ses, kuşların daldan dala kanal çırpmaya baş­lamasından sonra da devam etti; cıvıltıların o ilk cılız notaları­nın gerisinde işiıilebiliyordu. Doğunun ağardığı, kızardığı,uçuk bir mavinin göğü hafifçe renklendirdiği bütün o saatlerboyunca sürdü, ama güneş doğunca kesilip yerini başka seslerebıraktı.Duyulan ilk sesler küçük, anlaşılmaz çığlıklardı, çocuklarınya da çok yoksulların, çok zayıfların ya da acı çekenlerin çığ­lıklarına benziyordu. Ama güneş ufkun üzerinde yükselince,cılız ve solgun hava an be an biraz daha canlanıp ısındı; yaşamınsesleri arsızlaşıp daha bir cesaretlendi, güç kazandı. Duman,titreşen soluklar halinde aşama aşama evlerin üzerindeyükselmeye başladı; sütun gibi yuvarlak ve düz olana dek ağır395ağır yoğunlaştı; güneş ise uçuk beyaz güneşliklere vurmak yerine,öte yanlannda derinliğin ve uzamın bulunduğu karanlıkpencerelerin üzerinde parladı.Otelde birileri kıpırdanmaya başladığında güneş saatlerdiryukandaydı; koca gökkubbe ısınmış, günışığının cılız altın iplikleriyleışıldamaktaydı. Otel sabah ışığının alımda beyaz veetkileyici, kapalı güneşlikleriyle yarı uyur halde dikiliyordu.Dokuz buçuk civarında Bayan Allan yavaşça salona geldi; sabahgazetelerinin bulunduğu masaya doğru ağır ağır yürüdü,ama içlerinden birini almak üzere elini uzatmadı; başı hafifçeomuzlarına gömülmüş olarak, kıpırdamadan durup düşündü.Tuhaf bir biçimde yaşlı görünüyordu; biraz kambur duruşundanve cüssesinden, gerçekten yaşlandığında neye benzeyece­ğini, sessiz sakin önüne bakarak sandalyesinde günler boyunasıl oturacağını tahmin edebilirdiniz. Başka insanlar odayagirmeye, onun yanından geçmeye başlamışlardı, ama o hiçbiriylekonuşmadı, onlara bakmadı bile; sonunda, bir şey yapmasıgerekiyormuş gibi, bir sandalyeye oturup sessizce gözleriniönüne dikti. Bu sabah kendini çok yaşlı, işe'yaramaz hissediyordu;sanki boş yere zor ve zahmetli bir ömür sürmüş, hayattabaşarısız olmuştu. Yaşamaya devam etmek istemiyordu;yine de devam edeceğini biliyordu. Öyle güçlııydü ki çok yaşlıolana dek yaşayacaktı. Büyük olasılıkla seksen yaşma kadar;şimdi elli yaşında olduğuna göre daha otuz yılı vardı. Ellerinikucağında evirip çevirdi, onun için bunca iş yapmış olan buyaşlı ellere garip garip baktı. Bütün bunlann pek anlamı varmışgibi gelmiyordu; insan yaşamaya devam ediyordu, elbette,devam ediyordu... Başını kaldırıp bakınca, alnı çizgilerle kırış­mış, dudakları bir soru sormak üzereymiş gibi aralanmış olanBayan Thornbury'nin, yanıbaşmda dikiliyor olduğunu gördü.Bayan Allan onun ne soracağını tahmin etli."Evet," dedi. "Bu sabah öldü, çok erken saatlerde, üç civarında."Bayan Thornbury hafif bir haykırışla dudaklarını büzdü;gözlerinde yaşlar belirdi. Yaşların arasından, artık günışığınınkocaman alanlara yayıldığı salona, sağlam koltuklarla masala-396nn yanında dikilen umursamaz, kayıtsız insanlara baktı. Onagerçekdışı, ya da yanıbaşlarında büyük bir patlamanın gerçekleşmeküzere olduğunun farkında olmayan insanlar nasıl gö­rünürse öyle görünüyorlardı. Ama patlama olmadı; insanlarsandalyelerle masaların yanında dikilmeye devam ettiler. BayanThombury artık onları görmüyordu, bakışları cisimsizlermişgibi onlan delip geçiyor, evi, evdeki insanları, odayı, odadakiyatağı ve yatak örtülerinin altında, karanlıkta kıpırdamadanyatan ölünün suretini görüyordu. Neredeyse, ölüyü görebilecekti.Neredeyse, matemdekilerin seslerini duyabilecekti."Bekleniyor muydu?" diye sordu sonunda.Bayan Allan yalnızca başını iki yana sallayabildi."Bayan Flushing'in hizmetçisinin söylediklerinin dışında,"diye yanıl verdi, "hiçbir şey bilmiyorum. Bu sabah erken saatlerdeölmüş."İki kadın, sessiz, anlamlı bir bakışla birbirlerini süzdüler;sonra, tuhaf bir sersemlik hisseden Bayan Thornbury ne oldu­ğunu tam olarak bilmediği bir şeyi arayarak ağır ağır yukarıçıktı ve kendisine kılavuzluk etmelerini istercesine parmaklarıyladuvarlara dokunarak koridorlarda sessizce yürüdü. Hizmetçilerhızla odadan odaya geçiyorlardı, Bayan Thornburyonlardan uzak durdu; ona başka bir dünyadalarmış gibi görü­nüyorlardı. Evelyn onu durdurduğunda bile hemen başını kaldırıpbakmadı. Evelyn'in az önce gözyaşlarına boğulduğu belliydi;Bayan Thornbury'i görünce yeniden ağlamaya başladı.Birlikte bir pencerenin kuytusuna çekilip sessizce durdular.Sonunda, Evelyn'in hıçkırıkları arasında kırık dökük sözcüklerbiçimlendi. "Şeytanlık bu," diye hıçkırdı, "zalimlik - öylemutluydular ki."Bayan Thornbury hafifçe onun omzuna vurdu."Zor geliyor — çok zor," dedi. Durakladı; dışarıya, tepeninyamacının üstünden Ambrose'ların köşküne baktı; pencerelergüneşte parlıyordu; ölünün ruhunun o pencerelerden nasılgeçtiğini düşündü. Dünyadan bir şey geçmişti. Dünya ona tuhafbir biçimde bomboş görünüyordu."Yine de, insan yaşlandıkça," diye devam etli, gözleri her za­397manki parlaklıklarından daha fazlasına kavuşurken, "bir nedenolduğundan daha emin oluyor. Bir neden olmasa insannasıl devam edebilir ki?"Soruyu birine yöneltmişti, ama bu Evelyn değildi. Evelyn'inhıçkırıkları yatışıyordu. "Bir neden olmalı," dedi. "Bir kazadanibaret olamaz. Çünkü bir kazaydı - hiç olmayabilirdi de."Bayan Thornbury derin derin iç geçirdi."Ama böyle düşünmemeliyiz," diye ekledi, "onların da dü­şünmediğini umalım. Ne yaparlarsa yapsınlar aynı şey olabilirdi.Bu korkunç hastalıklar-""Neden yok - bir neden olduğuna hiç inanmıyorum!" diyepatladı Evelyn, güneşliği aşağı çekip küçük bir şaklamayla geriyeuçması için bırakırken."Böyle şeyler neden olur ki? insanlar ne diye acı çeker? Rachel'mcennette olduğuna," diye devam elti sesini hafifçe alçaltarak,"içtenlikle inanıyorum, ama Terence..."Bütün bunların ne yararı var?" diye sordu.Bayan Thornbury başını hafifçe salladı ama yanıt vermedi;Evelyn'in elini okşayıp koridorda yoluna devam etti. Ne oldu­ğunu lam olarak bilmemekle birlikte, birşeyler öğrenmek içingüçlü bir arzunun etkisiyle Flushing'lerin odasına doğru ilerliyordu.Kapılarını açtığında karı koca arasındaki bir tartışmayıböldüğünü hissetti. Bayan Flushing sırtını ışığa dönmüş oturuyordu;Bay Flushing ise yanında durmuş, onu bir şeye iknaetmeye çalışıyordu."Ah, işte Bayan Thornbury," dedi, sesinde bir rahatlamayla."Duymuşsunuzdur, elbette. Karım bir şekilde kendini sorumluhissediyor. Zavallı Bayan Vinrace'i geziye katılmaya zorlamıştı.Bu düşüncesinin çok mantıksız olduğunda bana katılacağınızdaneminim. Hastalığa - aslında ben buna hiç ihtimalvermiyorum - orada yakalandığını bile bilmiyoruz. Bu hastalıklar- Üstelik gitmekte kararlıydı. Sen onu çagırsan da çağırmasanda gidecekti, Alice.""Yapma, Wilfrid," dedi Bayan Flushing, ne kıpırdıyor ne degözlerini döşemede takıldığı noktadan ayırıyordu. "Konuşmanınne yaran var? Ne yararı var-?" Sustu.398"Size bir şey soracaktım," dedi Bayan Thornbury, karısıylakonuşmanın bir yaran olmadığından Wilfrid'e hitap ederek."Yapabileceğimiz bir şey var mı? Babası geldi mi? Biri gidipbaksa mı?"O anda varlığını kaplayan en güçlü istek, o mutsuz insanlariçin birşeyler yapabilmekti - onlan gönnek - onlara güvencevermek - yardım etmek. Ne ki, Bay Flushing başını iki yanasalladı; şimdilik bu gibi şeyleri düşünmüyordu - daha sonrabelki yardımcı olurlardı. Bayan Flushing kaskatı ayağa kalktı,onlara sırtını dönüp karşıdaki soyunma odasına yürüdü. Yü­rürken göğsünün yavaşça kabarıp indiğini görebiliyorlardı.Ama kederi sessizdi. Kapıyı arkasından kapattı.Kendi başına kalınca yumruklarını sıkıp bir sandalyenin arkalığınıdövmeye başladı. Yaralı bir hayvan gibiydi. Ölümdennefret ediyordu; canlı bir yaratıkmış gibi ölüme öfkeleniyor,hiddetleniyor, içerliyordu. Dostlarını ölüme terk etmeyi reddediyordu.Karanlığa ve hiçliğe boyun eğmeyecekti. Ellerini sı­kıp, hızla yanaklarından aşağı inen gözyaşlarına engel olmayahiç yeltenmeden bir aşağı bir yukarı yürümeye başladı. So-■ nunda, kıpırdamadan oturdu, ama boyun eğmedi. Ağlamayıkestiğinde inatçı ve güçlü görünüyordu.Bu sırada yan odada Wilfrid, artık karısı orada olmadığındanBayan Thombury'le daha rahat konuşmaktaydı."Böyle yerlerin en kötü yanı bu," dedi, "insanlar Ingiltere'deymişgibi davranıyorlar, ama değiller. Bayan Vinrace'in enfeksiyonuköşkte kaptığından hiç kuşkum yok. Büyük olasılıklagünde on kere ona bu hastalığı bulaştıracak tehlikelere atılı­yordu. Bizim yüzümüzden hasta olduğunu söylemek saçma."Onlar için içtenlikle üzülüyor olmasaydı onlara kızardı."Dediğine göre, Pepper," diye sürdürdü sözlerini, "çok dikkatsizolduklarını düşündüğü için evden ayrılmış. Sebzelerinihiçbir zaman doğru düzgün yıkamadıklarını söylüyor. Zavallı­lar! Korkunç bir bedel ödediler. Oysa kimbilir kaç kez gördü­ğüm bir şey bu - insanlar böyle şeylerin olduğunu unutur gö­rünüyorlar; ama oluyor işte, sonra da çok şaşırıyorlar."399Bayan Thombury, çok dikkatsiz olduklan, Rachel'ın ateşlihastalığı gezide kaptığını düşünmek için hiç de bir neden olmadığıkonusunda ona katıldı; bir süre başka şeylerden söz etliktensonra yanından ayrılıp üzgün üzgün koridordan geçerekkendi odasına gitti. Böyle şeylerin olmasının bir nedeni olmalı,diye düşündü kendi kendine, kapıyı kapatırken. Baştabunun ne olduğunu anlamak kolay olmuyordu. Öyle tuhaftıki - öyle inanılmaz. Yalnızca üç hafta önce - yalnızca iki günönce Rachel'ı görmüştü; gözlerini kapatınca neredeyse şimdide görebiliyordu, evlenmek üzere olan o sessiz, utangaç kızı.Rachel'ın yaşındayken ölseydi kaçırmış olacağı bütün o şeyleridüşündü, çocuklar, evlilik hayatı, geriye baktığında ona günbe gün, yıl be yıl hep yanıbaşındaymış gibi gelen akıl almazderinlikler ve mucizeler. Düşünmesini güçleştiren sersemlikhissi ağır ağır yerini lam aksi bir hisse bıraktı; çok hızlı, çokberrak düşünüyor, geriye dönüp bütün deneyimlerine bakarakonları bir tür düzene uydurmaya çalışıyordu. Çok acı, çokmücadele vardı kuşkusuz, ama sonuçta bir mutluluk dengesininolduğu kesindi - düzenin hüküm sürdüğü kesindi. Genç­lerin ölümleri de aslında hayattaki en üzücü şey değildi - çokfazla şeyden kurtulmuş oluyorlardı; çok fazla şeyi korumuşoluyorlardı. Ölüler -erken yaşta kazayla ölmüş olanları aklınagetirdi- güzeldi; sık sık rüyasında ölüleri görürdü. ZamanlaTerence da anlamaya başlayacaktı k i- Ayağa kalkıp huzursuzcaodanın içinde dolaşmaya başladı.Onun yaşındaki bir kadın için fazlasıyla huzursuzdu; onungibi berrak, kıvrak bir zihne sahip biri için kafası hiç olağansayılmayacak kadar karışıktı. Hiçbir şeyde karar kılamıyordu,bu nedenle, kapı açılınca rahatladı. Kalkıp kocasının yanınagitti, onu kollarına aldı ve eskisinden çok daha büyük bir heyecanlaöptü; sonra birlikte oturduklarında, bir bebekmiş gibionu okşayıp sorular sormaya başladı; yaşlı, yorgun, mızmızbir bebekmiş gibi. Ona Bayan Vinrace'in ölümünden sözetmedi, bu yalnızca onu rahatsız edecekti, adamcağız zatenbozguna uğramış gibiydi. Onun neden huzursuz olduğunukeşfetmeye çalıştı. Yine siyaset mi? O korkunç insanlar ne400yapıyorlardı? Bütün sabahı kocasıyla siyaset tartışarak geçirdi;yavaş yavaş konuştukları şeylere ilgi duymaya başladı. Neki, kendi sözlerini zaman zaman tuhaf biçimde anlamsız buluyordu.Öğle yemeğinde oteldeki konukların ayrılmaya başladıklarısöylentisi yayılmaya başladı; her geçen gün konuklann sayılarıazalıyordu. Önceleri altmış kişinin katıldığı öğle yemeğindeşimdi yalnızca kırk kişi vardı. Sayımı, pencere kenarındakimasasında yerini alırken soluk gözleriyle çevresine bakan yaşlıBayan Paley yapmıştı. Masasındaki topluluk genellikle Arı-hur'la Susan'dan ve Bay Perrott'tan oluşurdu, bugün Evelyn deonlarla öğle yemeği yiyordu.Evelyn alışılmadık bir durgunluk içindeydi. Gözlerinin kıpkırmızıolduğunu fark eden ve nedenini de tahmin eden diğerleri,kendi aralarında gayretli bir sohbeti sürdürmek için didiniyorlardı.İki dirseğini de masaya dayamış, çorbasını el sürmedenöylece bırakmış olan Evelyn bu durumun devam etmesinebirkaç dakika katlanmıştı ki, birdenbire haykırdı; "Siz nehissediyorsunuz bilmiyorum, ama ben başka bir şey düşünemiyorum!"Beyler anlayışlı bir tavırla mırıldandılar; çok ciddi görünü­yorlardı.Susan, "Evet - ne korkunç, değil mi? Ne kadar iyi bir kız olduğudüşünüldüğünde, çok acıklı - yeni nişanlanmıştı, böylebir şey hiç olmamalıydı," diye yanıtladı. Daha uygun bir açıklamaylakendisine yardım edebilirmiş gibi Arthur'a baktı."Büyük talihsizlik," dedi Arthur kısaca. "Ama yaptıkları aptalcabir şeydi - o nehre gitmek." Başını iki yana salladı. "Dahaakıllı olmaları gerekirdi. İngiliz kadınlarının buranın ikliminealışkın yerliler gibi açık havaya dayanmasını bekleyemezsiniz.O gün çay saatinde onları uyarmaya niyetlenir gibi oldum.Ama bu tür şeyleri söylemenin yaran olmaz -yalnızca insanlarıöfkelendirmiş olursunuz- asla bir şeyi değiştiremezsiniz."O ana kadar çorbasıyla yetinmiş olan yaşlı Bayan Paley, birelini kulağına götürerek neler konuşulduğunu bilmek istediğiniima etti.401Susan ona "Zavallı Bayan Vinrace'in hummadan öldüğünüsöylüyorlar, Emma Teyze," diye kısık bir sesle bilgi verdi.Ölümden yüksek sesle, halta normal sesiyle bile söz edemiyordu,bu nedenle Bayan Paley tek sözcük yakalayamadı. Arthurimdada yetişti."Bayan Vinrace öldü," dedi, duyulur bir sesle.Bayan Paley yalnızca ona doğru biraz eğilip sordu, "Ha?""Bayan Vinrace öldü," diye yineledi Arthur. Bir kahkaha atmamakiçin ağzının çevresindeki bütün kasları sıktıktan sonraüçüncü kez tekrarladı, "Bayan Vinrace... O öldü."Sözcükleri doğru işitmenin güçlüğü bir yana, günlük deneyiminindışındaki olguların Bayan Paley'nin bilincine ulaşmasıbiraz zaman alıyordu. Sanki beyninin üzerinde bir ağırlık duruyorduda, hasara ugratmamakla birlikte, işleyişine sekle vuruyordu.Anhur'un ne demek istediğini anlayana kadar en azbir dakika boyunca dalgın gözlerle oturdu."Öldü mü?" dedi dalgın bir tavırla. "Bayan Vinrace öldümü? Vah vah... çok üzücü. Ama şu anda onun hangisi oldu­ğunu hatırlamıyorum. Burada çok fazla insanla tanışmışızanlaşılan." Yardım etmesi için Susan'a baktı. "Neredeysegüzel denebilecek, uzun boylu esmer bir kız mı, çok koyutenli?""Hayır," diye araya girdi Susan. "O -" sonra umutsuzlukiçinde vazgeçti. Bayan Paley'nin yanlış kişiyi düşündüğünüaçıklamanın hiç yararı yoklu."Ölmemesi gerekirdi," diye devam etti Bayan Paley. "Öylegüçlü görünüyordu ki. Ama insanlar o suyu içer. Nedenini hiççözemeyeceğim. Yatak odanıza bir şişe maden suyu koyun demeköyle basit bir şey gibi görünüyor ki. Benim aldığım tekönlem bu olmuştur, dünyanın her yerine gittim sayılır - İtalya'yaon kez gittim... Ama gençler hep daha iyi bildiklerini dü­şünürler; sonra da cezasını çekerler. Zavallıcık - onun için çoküzgünüm." Ama bir tabak patatesi inceleyip bir parça almanıngüçlüğü dikkatini dağıttı.Arthur ve Susan gizliden gizliye konunun değişeceğiniumuyorlardı, bu sohbette hoş olmayan bir şey varmış gibiydi.402Ne ki, Evelyn konuyu kapatmaya hazır değildi. Neden insanlarönemli şeyler hakkında konuşmazlardı?"Şu kadarcık umursadığına inanmıyorum!" dedi, bütün buzaman boyunca sessizce oturmuş olan Bay Perrott'a gaddarcadönerek."Ben mi? Ah, evet, umursuyorum," diye yanıtladı Bay Perrotlbeceriksizce, ama apaçık bir içtenlikle. Evelyn'in sorulanonun da kendini rahatsız hissetmesine neden olmuştu."Öyle anlaşılm az geliyor k i," diye sözlerini sürdürdüEvelyn. "Ölüm, yani. Neden senin ya da benim değil de onunölmesi gerekiyordu? Yalnızca iki hafta önce hep birlikle buradaydık.Sen neye inanıyorsun?" diye sordu Bay Perrolt'a. "Bir-şeylerin devam ettiğine, onun hâlâ bir yerlerde olduğuna mıinanıyorsun -yoksa bunun yalnızca bir oyun olduğunu- öldü­ğümüzde ufalanıp hiç olduğumuzu mu düşünüyorsun? BenRachel'ın ölmediğinden eminim."Bay Perrott, Evelyn'in söylemesini islediği hemen her şeyisöyleyebilirdi, ama ruhun ölümsüzlüğüne inanmak onun gü­cünü aşıyordu. Yüzünde her zamankinden derin kırışıklarla,ekmeğini ufalayarak sessizce oturdu.Evelyn bu kez de onun neye inandığını sormasın diye, Arthur,tartışmayı noktalar gibi bir duraklamadan sonra tümüylefarklı bir konuya geçti."Varsayalım," dedi, "bir adam eskiden büyükbabanızı tanı­dığı için size mektup yazdı ve beş sterlin istediğini söyledi, neyapardınız? Şöyle oldu. Büyükbabam-""Bir soba icat etmişti," dedi Evelyn. "Bununla ilgili her şeyibiliyorum. Serada bizim de bir tane vardı, bitkileri sıcak tutmakiçin.""Bu kadar ünlü olduğumu bilmiyordum," dedi Arthur. "Pekala,"diye devam etti, öyküsünü ne pahasına olursa olsunuzun uzadıya anlatmakta kararlıydı, "zamanının aşağı yukarıen iyi ikinci mucidi, aynı zamanda yetenekli bir avukat olanbüyükbabam, böylelerinin hep yaptığı gibi, vasiyetnamesiniyazmadan öldü. Katibi Fielding, ne kadar doğrudur bilmem,her zaman büyükbabamın onun için birşeyler yapmak niyetin­40Bde olduğunu ileri sürerdi. Zavallı ihtiyar, kendi başına icatlardenerken maddi durumu bozulmuş, Penge'de bir tütüncüdükkanının üstünde yaşıyor. Onu görmek için oraya gittim.Mesele şu - parayı vermeli miyim, vermemeli miyim? Adaletinsoyul ruhu neyi gerektiriyor, Perrott? Unutma, büyükbabamınvasiyetinden yarar sağlamadım; hikâyenin doğruluğunu sınamanında hiçbir yolu yok.""Adaletin soyut ruhu hakkında fazla şey bilmiyorum," dediSusan, kendinden hoşnut bir tavırla diğerlerine gülümseyerek,"ama bir şeyden eminim - beş sterlinini alacak!"Bay Perrott fikrini dile getirmeye başlayıp, Evelyn ruhu de­ğil de mektubu düşündüğü için onun bütün avukatlar gibifazlasıyla pinti olduğunda diretir, Bayan Paley ise önündeki tabağınher kaldırılışında konuşulanlar hakkında bilgilendirilmeyitalep ederken, öğle yemeği bir an bile sessizlik olmadangeçli ve Arthur, dirayeti sayesinde tartışma yatıştığı için kendikendini tebrik etli.Odadan ayrılırlarken, dışarı çıkmakla olan Bayan Paley'nintekerlekli sandalyesi rastlantı eseri kapıdan girmekte olan Elliot'lannönüne çıktı. Böylece bir an için durmak zorunda kalanArthur'la Susan, iyileştiği için Hughling Elliot'ı kullarken,-keyifsizdi, neredeyse ölü gibiydi- Bay Perrott fırsattan yararlanıpEvelyn'e birkaç sözcük söyledi."Bu akşamüstü, diyelim üç buçuk dolaylarında, sizi görebilirmiyim? Bahçede olacağım, fıskiyenin yanında."Evelyn yanıt veremeden tıkanıklık açıldı. Ama salondan çı­karken ışıl ışıl ona bakarak, "Üç buçuk mu demiştin? Benimiçin uygun," dedi.Duygusal bir sahne olasılığının onda hep uyandırdığı tinselcoşku ve yaşam duygusuyla, koşa koşa yukarı çıktı. Bay Perrott'ınona yeniden teklifte bulunmak üzere olduğundan kuş­kusu yoktu; bu kez bir yanıt hazırlaması gerekliğinin farkındaydı,çünkü üç gün içinde buradan gidecekti. Ne ki, zihninibu konuyla ilgilenmeye ikna edemiyordu. Bir karara varmakonun için çok güçtü, çünkü sona eren her şeye karşı doğal birnefret duyuyordu; durmadan devam etmeyi seviyordu o - hep404devam etmeyi. Buradan ayrılıyordu, bu yüzden giysilerini çı­karıp yatağın üzerine yan yana yerleştirerek kendini oyaladı.İçlerinden bazılarının çok hırpani olduğunu düşündü. Babasıylaannesinin fotoğrafını aldı; kutusuna kaldırmadan öncebir dakika elinde tuttu. Rachel buna bakmıştı. Birinin sahipolduğu ya da ellediği şeylerin onun kişiliğini muhafaza ettiğinedair keskin bir duygu ansızın onu etkisi altına aldı; Rachel'modada onunla olduğunu hissetti; sanki denizin üstündebir gemideydi ve günlük yaşam uzaklardaki kara kadar ger-çekdışıydı. Ne ki, Rachel'tn varlığının duygusu yavaş yavaş solupgitti; artık onu fark edemiyordu, çünkü onu pek az tanı­mıştı. Ama bu anlık duyum içini karartmış, onu yorgun dü­şürmüştü. Hayatını nasıl geçirmişti? Önünde nasıl bir gelecekvardı? Ne uydurmaydı, ne gerçekli? Bu teklifler, yakınlaşmalar,serüvenler gerçek miydi, yoksa Susan'ın ve RachePm yüzlerindegördüğü hoşnutluk, onun hayatı boyunca hissettiğiherhangi bir şeyden daha mı gerçekti?Aşağı inmek üzere dalgın dalgın hazırlandı, ama parmaklarıöyle becerikliydi ki onu hazırlama işini neredeyse kendiliklerindenyapıyorlardı. Aşağı inmek için yola çıktığında kanı dabedeninde kendiliğinden dolaşmaya başladı, çünkü zihni çokdurgundu.Bay Perrott onu bekliyordu. Aslında öğle yemeğinden sonradosdoğru bahçeye çıkmıştı; yoğun bir endişe içinde yarım saattenuzun bir süredir patikada bir aşağı bir yukarı yürüyordu."Her zamanki gibi geciktim!" dedi Evelyn, onu görür görmez."Neyse, beni bağışlamalısın; toparlanmam gerekiyordu...Aa! Fırtına çıkacağa benziyor. Körfezde de yeni bir buharlı gemivar, değil mi?"Hızlı, kara bir ürperti dalgaların arasında dolaşırken, hâlâçevresinde dumanların asılı durduğu bir buharlı geminin tamo sırada demir atmakla olduğu körfeze baktı. "İnsan, yağmurunneye benzediğini unutuyor," diye ekledi.Ama Bay Perrott buharlı gemiye de havaya da dikkat etmedi."Bayan Murgatroyd," diye söze başladı her zamanki resmîtavrıyla, "korkarım sizden buraya gelmenizi çok bencilce bir405saikle rica ettim. Duygularım hakkında size bir kez daha gü­vence verilmesine ihtiyacınız olduğunu sanmıyorum; ama buradanayrılmanız bu kadar yakın olduğu için bana şunu söylemenizirica etmeden gitmenize izin veremeyeceğimi hissettim- bir gün benimle ilgilenmeye başlayacağınızı umul etmemiçin bir neden var mı?"Rengi çok solgundu; daha fazlasını söyleyemeyecekmiş gibigörünüyordu.Aşağıya doğru koşarken içinden fışkıran o canlılık Evelyn'iterk etmişti; kendini kudretsiz hissediyordu. Söyleyebileceğihiçbir şey yoktu; hiçbir şey hissetmiyordu. Yaşlılara yakışır onazik sözcüklerle şimdi ona gerçekten evlenme teklif ediyorduya, Evelyn ona karşı önceleri hissettiğinden daha azınıhissediyordu."Oturup konuşalım," dedi kararsız bir tavırla.Bay Perrotl onun peşi sıra bir ağacın altındaki kıvrımlı yeşilbanka kadar gitti. Önlerine, çoktandır fışkırmayan fıskiyeyebaktılar. Evelyn ne söyleyeceğini düşüneceğine fıskiyeye bakıpduruyordu; susuz fıskiye ona kendi varlığının bir simgesi gibigörünüyordu."Elbette seninle ilgileniyorum," diye başladı, telaşla kelimeleriağzından çıkmaya zorlayarak; "llgilenmeseydim gaddarolmam gerekirdi. Tanıdığım en iyi insanlardan biri oldu­ğunu düşünüyorum, aynı zamanda en zariflerinden biri. Amakeşke... keşke benimle o şekilde ilgilenmesen. Öyle ilgilendi­ğinden emin misin?" O anda onun hayır demesini içtenlikleistedi."Tamamen eminim," dedi Bay Perrott."Görüyorsun, öteki kadınlar gibi basit değilim," diye devametli Evelyn. "Galiba daha fazlasını isliyorum. Ne hissettiğimilam olarak bilmiyorum."Bay Perrott, Evelyn'in yanına olurdu, onu seyrediyor, konuşmaktankaçınıyordu."Bazen düşünüyorum da, bir tek kişiyi çok fazla önemsemekbenim içimde yok. Başka biri senin için daha iyi bir eşolacaktır. Seni başka biriyle çok mutlu hayal edebiliyorum."406"Eğer benimle ilgilenmeye başlamanız olasılığının bulundu­ğunu düşünüyorsanız, beklemeye razıyım," dedi Bay PerroiL."Pekala — acelemiz yok, öyle değil mi?" dedi Evelyn. "Diyelimki düşündüm, düşündüklerimi yazdım ve ne zamangeleceğimi söyledim. Moskova'ya gidiyorum; Moskova'danyazarım."Ne ki, Bay Perrotı ısrar etti."Bana herhangi bir fikir veremezsiniz. Sizden bir tarih islemiyorum...bu çok mantıksız olurdu." Durakladı, başını öneeğip çakıllı patikaya baktı.Evelyn'in hemen yanıt vermemesi üzerine, sözlerini sürdürdü."Çok iyi biliyorum ki, ben - size sunabileceklerim pek fazladeğil, ne kendim ne de koşullarım açısından. Hep unutuyorum;bu size bana göründüğü kadar mucizevi görünemez.Sizinle karşılaşana dek kendi halimde sessizce yaşıyordum-ikim iz de çok sessiz insanlarız, kız kardeşim ve ben - payı­ma düşenden hoşnutlum. Arthur'la dostluğum hayatımdakien önemli şeydi. Simdi sizi tanıdım ya, bütün bunlar değişti.Siz her şeye can veriyorsunuz sanki. Yaşam, daha önce rü­yamda bile görmediğim öyle çok olasılık barındırıyormuş gibigeliyor ki.""Bu muhteşem!" diye bağırdı Evelyn, onun elini kavrayarak."Şimdi geri dönüp bir sürü şeye başlayacaksın, dünyanıntanıdığı büyük bir isim olacaksın; biz de ne olursa olsun arkadaşolmaya devam edeceğiz... çok iyi arkadaş olacağız, de­ğil mi?""Evelyn!" diye inledi Bay Perrott birdenbire; onu kollarınaalıp öptü. Üzerinde fazla etki bırakmamakla birlikte, Evelynona gücenmedi.Yeniden dik oturduğunda şöyle dedi, "İnsan neden arkadaşolmayı sürdürmesin, hiç anlamam - ama bazı insanlar sürdü­rüyor. Arkadaşlıklar bir fark yaratır, öyle değil mi? Bunlar insanınyaşamında önemli olan türden şeylerdir, değil mi?"Bay Perrott ne dediğini anlamıyormuş gibi sersemlemiş birifadeyle ona baktı. Büyük bir çabayla kendini toplayıp ayağa407kalktı ve, "Şimdi size neler hissettiğimi anlattığımı sanıyorum;yalnızca dilediğiniz kadar bekleyebileceğimi ekleyece­ğim," dedi.Yalnız kalan Evelyn, patikada bir aşağı bir yukarı yürüdü. Ohalde neyin önemi vardı? Bütün bunların anlamı neydi?408X X VII. BölümBütün o akşam boyunca bulutlar toplandı, la ki göğün mavisinitümüyle kapatana dek. Yeryüzüyle gökyüzünün arasındakiboşluğu, havanın özgürce hareket edebileceği bir yer bırakmayacakkadar daraltır gibiydiler; deniz, birşeyler onu dalgalanmaktanalıkoyuyormuş gibi dümdüz ve kaskatı uzanıyordu.Bahçedeki çalıların ve ağaçların üzerindeki yapraklar birbirlerineyaklaşmış asılı duruyorlardı; kuşlarla böceklerin kısa kestiğicıvıltılar baskı ve kısıtlama duygusunu artırıyordu.Işıklar ve sessizlik öyle tuhaftı ki, yemek zamanı yemekodasını dolduran insanların seslerinin karmakarışık uğultusunda,hissedilir sessizlikler oluyordu; bu sessizlikler sırasındabıçakların tabakların üzerindeki tıngırtısı işitilebiliyordu.Gökgürültüsünün ilk gümbürdeyişi ve cama vuran ilk ağırdamla bir huzursuzluğa neden oldu."Geliyor!" dendi pek çok farklı dilde, eşzamanlı olarak.Sonra derin bir sessizlik oldu, sanki gökgürültüsü kendi içineçekilmişti. İnsanlar tekrar yemeklerini yemeye henüz baş­lamışlardı ki, bir soğuk hava esintisi açık pencereden içeri giripmasa örtülerini, etekleri kaldırdı, bir ışık çaktı; onu bir andaotelin tam üzerinde şaklayan gökgürültüsü izledi. Yağmurunıslığı gökgürültüsüne eşlik ediyordu; hemen ardından, ka­409patılan pencerelerin, şiddetle çarpan kapıların sesleri, bir fırtı­naya eşlik eden bütün o gürültüler duyuldu.Oda birdenbire birkaç kat daha karanlık oldu, rüzgâr, dalgadalga karanlığı önüne katmış, yeryüzünde sürüklüyordu sanki.Bir süre kimse yemeye yeltenmedi, çatalları havada, dışarıya,bahçeye bakarak oturdular. Birbiri ardına ışıklar çakıyordu, fotoğraflarıçekilecekmiş gibi yüzleri aydınlatıyor, onlan şaşırtarakgergin, doğal olmayan ifadelerle yakalıyordu. Şaklamalar, onlarıyakından, şiddetle takip ediyordu. Kadınların birkaçı sandalyelerindenkalkar gibi yapıp tekrar oturdu, ama akşam yemeği,gözler bahçede, huzursuzca devam etti. Dışarıdaki bitkiler karmakarışıkoldu, ağardı; rüzgâr üzerlerine öyle bastırıyordu kiyere çömelir gibi görünüyorlardı. Garsonlar yemek yiyenlerinuyarısı üzerine servis kaplarının üstüne bastırmak zorunda kalı­yordu; yemek yiyenlerse garsonları uyarmak zorundaydılar,çünkü hepsi dikkatini dışarıdaki fırtınaya vermişti. Gökgürültıı-sü hiçbir çekilme belirtisi göstermeyip sanki tam başlarının üzerindetoplanır, şimşekler her defasında dosdoğru bahçeyi hedefalırken, ilk heyecan, yerini huzursuz bir kasvete bıraktı.Yemeklerini çarçabuk bitiren insanlar, pencerelerden uzağaçekilebildikleri ve gökgürültüsünü işitmekle birlikte hiçbir şeygöremedikleri için kendilerini başka yerlerden daha güvendehissettikleri salonda toplandılar. Annesinin kollarında hıçkı­ran küçük bir oğlan çocuğu oradan uzaklaştırıldı.Fırtına devam elliği sürece kimse oturmaya istekli görünmüyordu,ortadaki çatı penceresinin altında küçük gruplar halindetoplanmış, benizleri sararmış, yukan bakıyorlardı. Aradasırada şimşek çaktıkça yüzleri beyazlıyordu; sonunda, çatıpenceresinin camlarını ek yerlerinden kaldıran korkunç birgümbürtü geldi."Ah!" diye inledi birkaç kişi aynı anda."Bir şey çarptı," dedi bir erkek sesi.Yağmur telaşlı telaşlı yağıyordu. Artık şimşeği ve gökgürültüsünûsöndürmüş gibiydi; salon neredeyse karanlığa gömülmüştü.Bir iki dakika sonra, suyun camın üzerindeki tıpırtısından410başka hiçbir şey duyulmazken, seste fark edilir bir hafiflemeoldu; sonra hava yatıştı."Bitli," dedi başka bir ses.Bir dokunuşla bütün elektrik ışıkları yandı; hepsi ayaktaduran, hepsi gergin yüzlerle yukarıya, çatı penceresine bakanbir insan kalabalığı gözler önüne serildi, ama birbirlerini yapayışıkta görünce hemen dönüp uzaklaşmaya başladılar. Birkaçdakika yağmur çatı penceresinin üstünde tıpırdamayı sürdürdü;gökgürültüsü bir iki kez daha binayı sarstı; ama karanlığındağılmasından ve yağmurun çatıda hafifçe trampet çalmasındanbelliydi ki o kocaman, karmakarışık hava okyanusuonlardan uzağa doğru yol alıyor, bulutlan ve ateşten asalarıylayükseklerden, başlarının üzerinden açıklara, denize doğru ge­çip gidiyordu. Fırtınanın keşmekeşinde küçücük görünen bina,şimdi her zamanki gibi köşeli ve ferah olmuştu.Fırtına uzaklaşırken otelin salonundaki insanlar olurdular;huzurlu bir rahatlama duygusuyla birbirlerine büyük fırtınalarlailgili öyküler anlatmaya başladılar; aralanndan çoğu, ak­şamlarını geçirdikleri uğraşılarını çıkardı. Satranç tahtası getirildi;iyileştiğinin belirtisi olarak yaka yerine boyun bağı takmış,ama diğer bakımlardan her zamanki gibi olan Bay Elliotson bir oyun için Bay Pepper'a meydan okudu. Hanımlardanoluşan bir topluluk, iğne oyalarıyla ya da iğne oyaları bulamayanlarromanlarıyla, misket oynayan iki küçük oğlan çocuğununsorumluluğunu üstlenmişler gibi, onları izlemek üzereçevrelerine toplandılar. Arada sırada tahtaya bakıp beylere yü­reklendirici birkaç söz söylüyorlardı.Köşenin hemen yanında Bayan Paley iskambil kâğıtlarınıuzun sıralar halinde önüne dizmişti. Susan kâğıtları düzeltmekiçin değil, yakınlık göstermek için yanında oturuyordu; tüccarlarve adlarım kimsenin bilmediği çeşitli insanlar dizlerininüzerinde gazeteleriyle koltuklarına serilmişlerdi. Bu koşullardasohbet çok nazik, bölük pörçük ve kesik kesik devam ediyordu,ama oda o tarifi zor yaşam kıpırtılarıyla doluydu. Artık kanatlarıgrileşmiş, göğsü de parlaklaşmış olan pervane arada birbaşlarının üzerinde vızıldayıp pat diye lambalara çarpıyordu.411Genç bir kadın iğne oyasını bırakıp, "Zavallı yaratık! Onuöldürmek daha büyük iyilik olur," diye bağırdı. Ama kimsepervaneyi öldürmek için ayağa kalkmaya hevesli görünmüyordu.Onun lambadan lambaya atılışını seyrediyorlardı, çünkürahatlan yerindeydi ve yapacak başka şeyleri yoktu.Satranç oynayanlann yanındaki kanepede Bayan Elliot, BayanThornbury'e yeni bir örgü ilmiği öğretmekteydi, kafalarıbirbirine çok yaklaşmıştı ve ancak Bayan Thornbury'nin ak­şamları giydiği eski dantel başlık sayesinde birbirinden ayırtedilebiliyordu. Bayan Elliot örgüde uzmandı; bu anlama gelenbir iltifatı apaçık bir gururla reddetti."Herhalde hepimiz bir şeyle gurur duyarız," dedi, "ben deörgümle gurur duyuyorum. Bence böyle şeyler aileden geliyor.Biz hepimiz iyi öreriz. Bir dayım vardı, öldüğü güne dek kendiçoraplarını kendi ördü - bunu kızlarının hepsinden daha iyiyapardı, sevgili beyefendi. İşte, Bayan Allan, sizin gibi gözlerinibu kadar çok kullanan birinin akşamları örgü örmekle ilgilenmemesinehayret ediyorum. Çok rahatlatıcı bulacağınızısöyleyebilirim -gözleri öyle dinlendiriyor k i- kermeslerde deböyle şeyler çok rağbet görüyor." Sesi alçaldı, bir öıgü uzmanınıno pürüzsüz, yarı kendinden geçmiş ses tonuna yaklaştı;kelimeler tatlı tatlı birbirini izledi. "Yaptığım kadarını her zamanelden çıkarabilirim, bu bir rahatlık, çünkü zamanımı bo­şa harcamadığımı hissediyorum-"Konuşmanın muhatabı olan Bayan Allan, romanım kapatıpbir süre sessiz sakin diğerlerini gözetledi. Sonunda, "Sırf kendisineâşık diye bir beyefendinin karısını terk etmesi kesinlikledoğal bir şey değil," dedi. "Ama -çıkarabildiğim kadanylahikâyemdekibeyefendi bunu yapıyor.""Cık cık, kulağa iyi gelmiyor - hayır, kulağa hiç de doğalgelmiyor," diye mırıldandı örgü örenler, o dalgın sesleriyle."Yine de, çok akıllıca dedikleri türden bir kitap," diye eklediBayan Allan."Annelik -M ichael Jessop'ın - sanırım," diye araya girdi BayElliot, satranç oynarken konuşmanın baştan çıkarıcılığına aslakarşı koyamazdı.412"Biliyor musunuz," dedi Bayan Elliot, bir an sonra, "benceartık insanlar iyi romanlar yazmıyorlar - eskiden yazılanlarkadar iyi olmuyor."Kimse bu fikri onaylama ya da reddetme zahmetine katlanmadı.Bazen oyunu izleyip bazen bir dergiden bir sayfa okuyarakortalıkta gezinen Arthur Venning, yan uyur haldeki BayanAllan'a bakıp muzip bir tavırla, "Ne düşündüğünüzü bilmekisterdim, Bayan Allan," dedi.Ötekiler başlarını kaldınp baktılar. Kendileriyle konuşmadığıiçin memnunlardı. Ama Bayan Allan hiç duraksamadan yanıtverdi, "Hayali amcamı düşünüyordum. Herkesin hayali bir amcasıyok mudur?" diye devam etti. "Benim var - çok tatlı ihtiyarbir beyefendi. Bana hep birşeyler verir. Bu bazen altın bir saatolur; bazen çift atlı bir araba; bazen New Forest'ta güzel, küçükbir kulübe; bazen de en çok görmek islediğim diyara bir bilet."Hepsini, istedikleri şeyler üzerine belli belirsiz düşünmeyeitmişti. Bayan Elliot ne istediğini tam olarak biliyordu; çocukistiyordu; kaşının üzerindeki o küçük kırışıklık derinleşti."Ne kadar şanslıyız," dedi kocasına bakarak. "Gerçektenhiçbir şeye ihtiyacımız yok." Biraz kendini inandırmak için,biraz da diğer insanları inandırmak için söylemişti bunu. Neki, Bay ve Bayan Flushing'in salonun öte tarafından gelip satrançtahtasının yanında durmalarıyla, sözlerine ötekilerin neölçüde inandıklarına dair merakını gideremedi. Bayan Flushingdaha önce hiç olmadığı kadar dağınık görünüyordu. Kocabir tutam siyah saç, kaşının üzerinden aşağı doğru kıvrılı­yordu, kan kırmızısı yanaklarının üzerinde yağmur damlalarıtslak izler bırakmıştı.Bay Flushing, çatıda fırtınayı seyrettiklerini söyledi."Harika bir görüntüydü," dedi. "Şimşek tam denizin üzerindeçaktı; dalgalan ve çok uzaktaki gemileri aydınlattı. Dağlarınne harika göründüğünü bilemezsiniz, üzerlerinde ışıklar,kocaman gölge yığınları. Şimdi hepsi bitti."Oyunun son hamlesi ilgisini çekince bir sandalyeye süzüldü."Yarın mı dönüyorsunuz?" dedi Bayan Thornbury, BayanFlushing'e bakarak.413"Evet," diye yanıtladı Bayan Flushing."insan döneceğine gerçeklen de üzülmüyor," dedi Bayan Elliot, yaslı ve endişeli bir havaya bürünerek, "bütün buhastalıklardan sonra.""Ölmekten korkuyor musunuz?" diye sordu Bayan Flushingküçümseyen bir tavırla."Bence hepimiz korkarız," dedi Bayan Ellioı vakur bir edayla."İş o noktaya gelince hepimiz birer korkağız herhalde," dediBayan Flushing, yanağını sandalyenin arkalığına sürterek."Ben öyle olduğumdan eminim.""Hiç de değil!" dedi Bay Flushing dönerek, çünkü Bay Pepper'ınhamlesini düşünmesi çok uzun zaman almıştı. "Yaşamayıistemek korkaklık değildir. Korkaklığın tam karşıtıdır. Kendiadıma ben yüz yıl yaşamak isterdim - yeteneklerimin tü­münü kullanabileceğimi varsayarsak, elbette. İleride olacakolan bütün o şeyleri düşünsenize!""Aynı fikirdeyim," diye yeniden onlara katıldı Bayan Thombury."Değişimler, gelişmeler, icatlar - ve güzellik. Bazen dü­şünüyorum da, ölüp de çevremde güzel şeyler, görmekten gerikalmaya kaılanamayacağımı hissediyorum.""Mars'ta yaşam olup olmadığının keşfedilmesinden önce ölmekçok tatsız olurdu," diye ekledi Bayan Allan."Mars'ta yaşam olduğuna gerçekten inanıyor musunuz?" diyesordu Bayan Flushing, ilk kez ona yoğun bir ilgiyle dönerek."Bunu kim söyledi? Bilen biri mi? Şeyi tanır mısınız, neydiadı-?"Bayan Thornbury örgüsünü bıraktı; gözlerine son derece tedirginbir bakış yerleşti."Bay Hirst burada," dedi sessizce.St. John tam o sırada döner kapıdan içeri girmişti. Rüzgâronu sersemletmişıi; yanakları korkunç denecek kadar solgun,tıraşsızdı ve mağara gibi çukurlaşmıştı. Ceketini çıkardıktansonra dosdoğru salondan geçip yukarıya, odasına gidecekti,ama tanıdığı bunca insanın varlığını görmezlikten gelemedi,özellikle Bayan Thornbury ayağa kalkıp elini uzatarak onadoğru gelirken. Ne ki, yağmurdaki karanlık yürüyüşten, geri­414lim ve korku dolu uzun günlerden sonra lambalarla aydınlatılmışsıcak odanın neden olduğu sarsıntı, rahatça birarada oturanböyle çok sayıda neşeli insanın görüntüsüyle birleşerekonu etkisi altına aldı. Bayan Thombury'e baktı; konuşamadı.Herkes susmuştu. Bay Pepper'm eli atının üzerinde duruyordu.Bayan Thombury onu her nasılsa bir sandalyeye götürdü,kendisi de yanma oturdu ve gözlerinde yaşlarla tatlı tatlı,"Arkadaşın için her şeyi yaptın," dedi.Onun hareketi hepsini hiç susmamışlar gibi yeniden konuş­maya itti; Bay Pepper, subayla yaptığı hamleyi tamamladı."Yapılacak bir şey yoklu," dedi Sı. John. Çok yavaş konuşuyordu."İmkânsız görünüyor-"Bir hayal onunla ötekilerin arasına girerek nerede olduğunugörmesini engellemiş gibi elini gözlerinin üzerinde dolaştırdı."O zavallı adam," dedi Bayan Thornbury, gözyaşları yenidenyanaklarından akarken."İmkânsız," diye tekrarladı St. John."Şeyi öğrenmesi onu teselli etli m i-?" diye başladı BayanThornbury çok tereddütlü bir tavırla.Ama St. John hiç yanıt vermedi. Diğerlerini yarı görerek, nelerdediklerini yarı işiterek, sandalyesinde arkasına yaslandı.Korkunç denecek kadar yorgundu; ışık ve sıcaklık, ellerin hareketleri,ona ulaşmaya çabalayan yumuşacık sesler onu yatış­tırdı, tuhaf bir sükunet ve rahatlama duygusu verdi. Orada kı­pırdamadan oturdukça bu rahatlama duygusu derin bir mutlulukhissine dönüştü. İçinde Terence'la Rachel'a hiçbir sadakatsizlikduymadan ikisini de düşünmeyi bıraktı. Odanın farklıyerlerinden hareketler ve sesler biraraya toplanıp gözlerininönünde birleşerek bir örûntü oluşturuyordu sanki; sessizceoturup, belli belirsiz gördüğü bir şeye bakarak örüntününoluşmasını seyretmekten memnundu.Oyun gerçekten iyi gidiyordu; Bay Pepper'la Bay Elliot mü­cadeleye g ittikçe daha çok ken d ilerini veriyorlardı. St.John'ın konuşmak istemediğini gören Bayan Thornbury örgüsünedevam etti."Yine şimşek!" diye bağırdı Bayan Flushing birdenbire. Ma­415vi pencerede san bir ışık çaktı; bir saniyeliğine dışandaki yeşilağaçları gördüler. Bayan Flushing kapıya doğru yürüdü, ilerekaçıp yan dışarıda, açık havada dikildi.Ama ışık yalnızca sona eren fırtınanın yansımasıydı. Yağmurkesilmiş, yüklü bulutlar dağılmıştı; buharımsı sisler hızla ayınönünden sürükleniyorlardı ama hava soluk ve berraktı. Gökyüzübir kez daha koyu, ağırbaşlı mavi bir renk almıştı; göğündibinde yeryüzünün devasa, katı ve karanlık hatları görülebiliyordu,dağın giderek sivrilen kütlesiyle yükseliyor, yamaçlarınşurasında burasında köşklerin minik ışıklarıyla delik deşikoluyordu. Sürüklenen hava, ağaçların uğultusu, çakan ışığınarada bir yeryüzüne geniş bir aydınlık serpiştirmesi BayanFlushing'in içini sevinçle doldurdu. Göğüsleri kalkıp indi."Muhteşem! Muhteşem!" diye mırıldandı kendi kendine.Sonra salona dönüp buyurgan bir sesle bağırdı, "Dışan gel deb^Js, Wilfrid; bir harika."Bazıları hareketlenir gibi oldu; bazıları ayağa kalktı; bazılarıyün yumaklarını düşürüp onları aramak için çömelmeyebaşladı."Yatağa - yalağa," dedi Bayan Allan."Vezirinle yaptığın hamle sonunu getirdi, Pepper," diye ba­ğırdı Bay Elliot utkuyla, taşları biraraya toplayıp ayağa kalkarken.Oyunu kazanmıştı."Ne? Pepper sonunda yenildi mi? Sizi kutlarım!" dedi, tekerleklisandalyesindeki yaşlı Bayan Paley'i yatağına götürmekteolan Arthur Venning.Bütün bu sesler, yan uykuda da olsa çevresindeki her şeyincapcanlı bilincinde olarak uzanan Sı. Joh n 'ın kulaklarındaminnetle tınlıyordu. Gözlerinin önünden kapkara, belli belirsizseçtiği bir dizi nesne geçli; kitaplarını, iskambil kâğıtlarını,yün yumaklarını, iş sepetlerini toplayıp yataklarına doğru giderkenbirbirinin peşi sıra önünden geçen insan suretleri.416   

dışa yolculukحيث تعيش القصص. اكتشف الآن