İÇİMİZDEKİ ŞEYTAN

13 2 1
                                    


I

Öğleden evvel saat on birde Kadıköy’den Köprü’ye hareket eden vapurun gü-
vertesinde iki genç yan yana oturmuş konuşuyorlardı. Deniz tarafında bulu-
nanı şişmanca, açık kumral saçlı, beyaz yüzlü bir delikanlı idi. Bağa bir gözlü-
ğün altında daima yarı kapalı gibi duran ve eşya üzerinde ağır ağır dolaşan
kahverengi miyop gözlerini vakit vakit arkadaşına ve solda, güneşin ziyası
altında uzanan denize çeviriyordu.Düz ve biraz uzunca saçları, arkaya atılmış
olan şapkasının altından dökülereksağ kaşını ve gözkapağının bir kısmını
Örtüyordu. Çok çabuk konuşuyor ve söz söylerken dudakları hafifçe büzülerek
ağzı güzel bir şekil alıyordu.
Arkadaşı ise ufak tefek, zayıf, kolları sinirli hareketlerle mütemadiyen oyna-
yan, gözleri her şeye keskin bir bakış fırlatan, soluk yüzlü bir gençti.
Her ikisi de yirmi beş yaşından fazla göstermiyorlardı ve boyları ortaya yakın-
dı. Şişmancası, gözlerini denizden çevirmeyerek anlatıyordu:
“Kendimi tutmasam kahkahayı koparacaktım. Tarih müderrisi sualleri birbiri
arkasına sıraladıkça kız şaşırıyor, dört tarafından yardım ister gibi başını çevi-
riyordu. Bir kere bile notları açıp okumadığını bildiğim için bal gibi çaktı de-
dim. Bir de gözüm arkasında oturan Ümit’e ilişti, ne göreyim, kaşıyla, gözüyle
profesöre işaretler yapıyor. İstediği de oldu azizim, hoca birkaç sudan şey
sorup cevaplarını kendisi verdi ve kızı mezun etti.”
“Ümit’e pek mi tutkun?”
“Her kıza tutkun... Biraz yüzüne bakılır olursa...” Sonra elini arkadaşının dizine
vurarak, hikâyesine devam ediyormuş gibi bir eda ile:
“Hayat beni sıkıyor...” dedi. “Her şey beni sıkıyor. Mektep, profesörler, dersler,
arkadaşlar... Hele kızlar... Hepsi beni sıkıyor... Hem de kusturacak kadar...”

Bir müddet durdu. Eliyle gözlüğünü oynattı ve devam etti: “Hiçbir şey istemi-
yorum. Hiçbir şey bana cazip görünmüyor. Günden güne miskinleştiğimi his-
sediyorum ve bundan memnunum. Belki bir müddet sonra can sıkıntısı bile
hissedemeyecek kadar büyük bir gevşekliğe düşeceğim. İnsan bir şey yapmalı,
öyle bir şey ki... Yoksa hiçbir şey yapmamalı. Düşünüyorum: Elimizden ne
yapmak gelir? Hiç!.. Milyonlarca senelik dünyada en eski şey yirmi bin yaşın-
da... Bu bile biraz palavralı bir rakam. Geçen gün bizim felsefe hocasıyla konu-
şuyordum. Lafı gayet ciddi tarafından açtım ve ‘hikmeti vücudumuz’u araştır-
maya çalıştım. Dünyaya ne halt etmeye geldiğimiz sualine o da cevap vereme-
di. Yaratmak zevkinden, hayatın bizatihi bir hikmet olduğu hakikatinden dem
vurdu, fakat çürük. Ne yaratacaksın? Yaratmak yoktan var etmektir. En akıllı-
mızın kafası bile bizden evvelkilerin depo ettiği bir sürü bilgi ve tecrübenin
ambarı olmaktan ileri geçemez. Yaratmak istediğimiz şey de bu mevcut malla-
rı şeklini değiştirerek piyasaya sürmekten ibaret. Bu gülünç iş bir insanı nasıl
tatmin eder bilmiyorum. Bize ziyasını beş bin senede gönderen yıldızlar var-
ken, en kabadayısı elli sene sonra kütüphanelerde çürüyecek ve nihayet beş
yüz sene sonra adı unutulacak eserler yazarak ebedi olmaya çalışmak, yahut
üç bin sene sonra, kolsuz bacaksız, bir müzede teşhir edilsin diye, ömrünü
çamur yoğurmak ve mermere kalem savurmakla geçirmek bana pek akıllı işi
gibi gelmiyor.”
Sesine mühim bir eda vererek ağır ağır mırıldandı:
“Bana öyle geliyor ki, hakikaten yapabileceğimiz bir tek iş vardır, o da ölmek.
Bak, bunu yapabiliriz ve ancak bu takdirde irademizi tam bir şey yapmakta
kullanmış oluruz. Ben ne diye bu işi yapmıyorum diyeceksin! Demin söyledim
ya, müthiş bir gevşeklik içindeyim. Üşeniyorum. Atalet kanunu icabı sürükle-
nip gidiyorum. Eeeeh.”
Ağzını müthiş bir surette açıp esnedi. Ayaklarını uzattı. Karşısında oturarak
Ermenice bir gazete okuyan yaşlıca bir adam bu genişleme karşısında hemen
toplandı ve genç adama ters bir bakış fırlattı.
Arkadaşı bütün bu sözlere, belki onuncu defa dinlediği için pek kulak asma-
mış, gözlerini etrafta gezdirmeye ve kafasında birtakım fikirleri toparlamak
ister gibi ara sıra kaşlarını çatarak mırıldanmaya devam etmişti.
Yanındakinin nutku bitince manalı bir tebessümle:
“Ömer” dedi. “Paran var mı? Bu akşam bir rakı içelim.”
Ömer biraz evvelki derin sözlerine pek yakışmayan pişkin bir tavırla:
“Yok ama, birini kafesleriz. Ben bugün daireye uğrasam kolaydı, fakat hiç niye-
tim yok.”
Zayıf genç mühim bir tavırla başını sallayarak:
“Seni yakında sepetlerler. Bu kadar asmak olur mu? Zaten bütün daireler da-
rülfünunaI devam eden memurları yakalarından atmak için bahane arıyorlar.
Senin gibi postanede çalışanların vaziyeti büsbütün berbat. Orada vakit her
yerden pahalıdır. Yahut böyle olması icap eder.”
Sonra gülerek ilave etti:
“Tevekkeli değil, Beyazıt’tan gönderdiğimiz mektuplar Eminönü’ne kırk sekiz
saatte varıyor. Senin gibi gayretli memurlar sağ olsun.”
Ömer gayet sakin cevap verdi:
“Benim mektuplarla alakam yok. Ben muhasebedeyim. Akşama kadar defter
dolduruyorum. Akşamları da ara sıra veznedara yardım ediyorum. Para say-
mak tatlı bir şey Nihatçığım.”
Nihat birdenbire canlanmış gibi:
“Enteresan şey...” dedi. “Umumiyetle para enteresan bir şeydir zaten. Çok kere
cebimden bir lira alır, önüme koyarak onu saatlerce seyrederim. Hiçbir fevka-
ladeliği yok. Birtakım hünerli çizgiler, tıpkı mektepler deki resmi hattîII vazife-
leri gibi. Belki biraz daha ince ve karışık... Sonra bir resim. Birkaç satır muhta-
sar yazı ve bir iki imza... Üzerine biraz fazla eğilince insanın burnuna ağır bir
yağ ve kir kokusu da vurur. Fakat ne muazzam şeydir bu kirli kâğıt azizim, bir
düşün!”
Bir müddet gözlerini yumdu.
“Mesela herhangi bir gün müthiş bir iç sıkıntısı seni boğar. Hayat sana karan-
lık, manasız gelir. İnsan, biraz evvel senin zırvaladığın gibi felsefeler yapmaya
başlar. Hatta yavaş yavaş onu da yapamaz ve canı ağzını açmayı bile istemez.
Hiçbir insanın, hiçbir eğlencenin seni canlandıramayacağını sanırsın. Hava
sıkıcı ve manasızdır. Ya fazla sıcak, ya fazla soğuk, ya fazla yağmurludur. Gelip
geçenler suratına salak salak bakarlar ve on para etmez işlerin peşinde, bir
tutam otun arkasından koşan keçiler gibi dilleri bir karış dışarı fırlayarak do-
laşırlar. Aklını başına derleyip bu pis ruh haletini tahlil etmek istersin. İnsan
ruhunun çözülmez düğümleri bir muamma gibi önüne serilir. Kitaplarda oku-
duğun depresyon kelimesine bir cankurtaran simidi gibi sarılırsın. Çünkü
nedense hepimizde, maddi olsun, manevi olsun, bütün dertlerimize bir isim
takmak merakı vardır, bunu yapamazsak büsbütün çılgına döneriz. Mamafih
insanlarda bu merak olmasa doktorlar açlıktan ölürlerdi. Bu depresyon keli-
mesine yapışıp iç sıkıntısının uçsuz bucaksız denizinde bocalarken karşına
uzun zamandan beri görmediğin bir ahbap çıkar. Kılık kıyafetinin düzgünce
olduğunu görür görmez derhal aklına kendi meteliksizliğin gelir ve gafil dos-
tundan, talihin varsa, bir iki lira borç alırsın... İşte ondan sonra mucize başlar.
Şiddetli bir rüzgâr ruhundan bir sis tabakasını sıyırıp götürmüş gibi içinin
birdenbire aydınlandığını, bir hafiflik, bir genişlik duyduğunu görürsün. Eski
sıkıntı pır deyip uçmuştur. Gözlerin etrafa memnuniyetle bakar ve sen de
gevezelik edecek bir arkadaş aramaya başlarsın. İşte, iki gözüm, ciltlerle kita-
bın, saatlerce tefekkürün yapamadığı işi iki kirli kâğıt başarır. Sen ruhumuzun
bu kadar ucuz bir bedel mukabilinde takla atmasını haysiyetine yediremediğin
için belki daha asil sebepler peşinde koşarsın, gökyüzünde birkaç yüz metre
daha yükselen bir bulut, yahut ensene doğru esen serince bir rüzgâr, yahut o
esnada aklına gelen zekice bir fikir, sana bu değişmenin sebebi gibi görünmek
ister. Fakat söz aramızda, iş bunun tamamıyla aksinedir, cebimize giren iki lira
sayesindedir ki havanın biraz açıldığını görmek, rüzgârın serinliğini hisset-
mek, hatta akıllıca şeyler düşünmek mümkün olmuştur... Kalk, iki gözüm, iske-
leye geldik. Günün birinde ya çıldıracağız, ya dünyaya hâkim olacağız. Şimdilik
bir rakı parası bulmaya çalışalım ve parlak istikbalimizin şerefine birkaç kadeh içelim."

You've reached the end of published parts.

⏰ Last updated: Jun 11, 2019 ⏰

Add this story to your Library to get notified about new parts!

İçimizde ki şeytanWhere stories live. Discover now