Fırtına ve Yaprak

612K 8.2K 587
                                    

                                                                                1.BÖLÜM 

Ön okuma

Uçak havalimanına indiğinde güneşin batmasına birkaç saat kaldığını bulutların ardına doğru süzülen güneşten anlayabilmiştim. Bugün İstanbul'daki ilk günümdü ve İstanbul'u tanımak için beklemek istememiştim. Er ya da geç içinde yaşayacağım bu şehri tanıyacaktım, ertelemenin, bahane üretmenin veya zaman kaybetmenin hiçbir faydası olmayacaktı.

Elimde sadece tekerlekli bir bavul, sırtımda ise bir tane sırt çantası vardı. Bir kot pantolon, beyaz V yaka bir tişört ve kot ceket giyiyordum. Saçlarımı da serbest bırakmıştım. Zihnim yeterince dolu olduğu için, ellerimin fazladan dolmasına ihtiyacım yoktu. Bavulumda ihtiyacım kadar eşyam, zihnimde üzerine koyup biriktirmeye can attığım bir sürü düşünce vardı. Yani, hazırdım.

Uçaktan indiğimde, şehir merkezinde yolcu indiren otobüslerden birine binmiştim. Kadıköy'e gelmiş fakat buradan hemen kalacağım yurda geçmek istememiştim. Arabaların insanların önünden hızla geçişleri, insanların kendi kalabalıklarını da katarak kalabalıkları yararcasına ilerleyişleri ve şehrin ışıkları cezbedici gözükmüştü gözüme. Otobüsten indiğimde zihnimde yollarını bilmediğim, fakat bu yüzden daha çok sevdiğim haritayı dinlemeye başlamış ve adımlarımı tamamiyle serbest bırakmıştım. Bir büyüye kapılmış, birkaç dakika sonra kendimi sokakların arasından geçip giderken, başka sokaklara girip çıkarken bulmuştum.

Çok sevdiğim bir yazarın, bir sözü vardı; "Bir şehirde adres aramazsan, kaybolmazsın."

Şehirde gerçekleştirmek istediğin hedeflerin için en ilham verici şey o hedeflerin gerçekleşeceği şehri tanımak olurdu herhalde. Evet, karşılaşacağın hayal kırıklığı yaratacak olumsuzluklar mutlaka olurdu ama hangi açıdan bakman gerektiğini bildikten sonra kötü bir hikayeden bile mutlu bir son çıkarabilirdin.

İstanbul'un turistik yerlerine veya tarihi anıtları görmeye gitmek istememiştim. Yaklaşık bir saattir peşimden çektiğim bavulumla sokaklarda dolaşıyor, evleri ve insanları inceliyordum. Kulaklığımı kulağıma takmış, adımlarıma bir ritim getirecek hoş bir melodiyi ve sesi dinliyordum bir yandan. Adımlarımı nereye atmak istiyorsam oraya atıyor, boş boş yürüyerek apartmanları, pencerelerin izin verdiği ölçüde evlerin içinden dışarıya yansıyan aile tablolarını, yaşamlarını izliyordum.

"İstanbul seni yeneceğim!" veya "İstanbul büyük şehirsin." klişeleri bana her zaman saçma ve mantıksız gelmişti. Çünkü bence bir şehri şehir yapan, içinde yaşayan insanlardı ve o insanların içlerinde yaşatıp, her gün adım attıkları sokaklara yaydığı ruhlarıydı. Bu yüzden ben de İstanbul'u tanımaya ve öğrenmeye, içindeki yaşamları dışarıdan izlemekle başladım. Hayatı en iyi öğrenme yolu tecrübenin yanı sıra iyi bir gözlemden geçerdi sonuçta.

Bir süre daha dolaştım ve daha fazla hareket olan bir sokağa girdim. Havanın kararmasından endişe ettiğimden adımlarımı hızlandırdım.

Bir kadın özenle süslediği açıkça belli olan balkonuna çıkmış, saksıdaki çiçeklerini suluyor ve temiz havayı, yüzünde rahatlamış bir gülümsemeyle ciğerlerine çekiyordu. Mutlu ve huzurlu görünüyordu uzaktan. Gülümsedim.

Başımı diğer tarafa çevirdim. Karşı apartmanda ise bir adam elinde sigarasıyla, küçük bir sandalyede oturmuş, sıkıntılı bir şekilde etrafı izliyordu. Çatık yüz ifadesinden yaşadığı andan hiç hoşlanmadığını anlayabilirdiniz. Aynı sokakta iki insanlardı ama aynı sokağa bakmıyorlardı sanki. İstanbul'un iki taraflı, zıt bir ayna olduğunu defalarca kez duymuştum. Onun hakkında ne düşünüyorsan aynasında sana onu gösteriyordu ve bu iki insan tablosu bunu açıklamaya yeterdi. Hayattan ne görmek istiyorsan onu görüyor ve onu elde ediyordun belki de.

Fırtına ve Yaprak | WATR Watty '14 En İyi Teen Fiction HikayesiHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin