RÜZGARIN ATEŞİ

נכתב על ידי Goldwandalpha

5.3M 50.2K 5K

Eş kutuplar birbirini iter kuralının bozgun hikayesi. Yalnızlığı ve günahı kanına katmış damarları soluklu b... עוד

1. Bölüm|Şeytanın Kalbi
2. Bölüm|Yaşam Ritmi
3. Bölüm|Ölümün Uykusu
5. Bölüm|Kirli Pembe
6. Bölüm|Yeşil Uyku
7. Bölüm|Kan Kayası
8. Bölüm|Ay Çukurları
9. Bölüm| Kan Rengi Perdeler
10. Bölüm|Buz Duvarları

4. Bölüm|Zehirli

130K 5.2K 410
נכתב על ידי Goldwandalpha



3 Ekim 2015

Ölüm ve yaşam arasına çekilmiş umut çizgileri gibi kesik kesik görüntüler beynimi işgal etmişti. Gözlerimi her aralamaya çalıştığımda farklı bir perde düşüyordu damarıma. Yolunda gitmeyen her şeyin huzursuzluğu kirpiklerime dolmuş gibiydi, aralamak istiyordum ama yapamıyordum. Dünya üzerindeki en güzel çiçeğin bağrında yatıyordum, çikolatanın en serin kokusuydu bu.

Saçlarıma düşen ılık nefesi hissettim, ardından belime sarılı kolu. Neredeydim ben? Gözlerimi nihayet araladığımda ve başımı kaldırdığımda gördüğüm manzara dilimi damağımı kurutmuştu. O, uyuyordu ve biz aynı yataktaydık. Üstelik bana sarılıyordu!

Gözlerim yuvalarından çıkarcasına açılmıştı bundan emindim, yanımda uyuyan adama ilk kez bu kadar yakındım ve kirpikleri bu noktadan çok daha güzeldi. Bulunduğumuz konum neydi, ben ne düşünüyordum? Daha fazla saçmalamamak adına belime sarılı olan kolunu itip uzaklaşmaya çalıştım ama nafileydi, sımsıkı sarılmıştı.

"Rüzgar, kalk!"

Neden fısıldadığım hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Evde birileri olabilir miydi? Tabii ki olabilirdi. Her birinde anahtar vardı, gelmeleri yüksek ihtimaldi.

"Kahvaltı hazır diyorum kaç saattir duymuyor musunuz?"

Aşağıdan gelen ses Doruk'a aitti ve yelkovan yavaşça işledikçe ses yaklaşıyordu. Panikle Rüzgar'ın omzunu tutup sarstım. "Uyansana!" Yalnızca kaşlarını çatarak rahatsız olduğunu belli eden bir ifade takındı.

"...evinde neden kimse beni duymuyor?"

Ettiği küfürleri görmezden gelip bir kez daha sarstım Rüzgar'ı. Bu sefer gözlerini açtı ve yeşil cennetinin zehrini saldı maviliklerime. "Ne var, ne?"

"İzin verirsen kalkacağım, nasıl bu hale geldik anlatmanı bekliyorum ayrıca."

"Uyanınca anlatırım," diyerek yeniden gözlerini kapattı fakat kolunu çekmedi. "Rüzgar, kalksana!"

"Birader sen de mi uyuyorsun?"

Doruk kapıyı vurma zahmetine girmeden direkt odaya dalmıştı ve gözleri birkaç saniye içinde beni bulmuştu. Açık yeşil gözleri irileşti ve dudaklarında yarı gülen bir ifadeyle konuştu.

"Lan, siz... Ne çabuk?"

"Çık dışarı," diyerek başının altındaki yastığı Doruk'a fırlattı ve yeniden uyku pozisyonuna geri döndü. "Yattığımızı sanıyor," diyerek kolunun altından çıktım. Yatmamıştık değil mi? Gece boyunca bu yatakta bedenlerimiz uyumak dışında bir şeyler yapmış olamazdı, hatırlardım mutlaka diye avutmaya çalıştım kendimi. Fakat dayanamadım, merakıma yenik düştüm.

"Yatmadık değil mi?"

Burnundan sert bir nefes vererek gözlerini açtı ve saniyeler içinde yerdeydim. Ayağıyla beni ittiği için popomun üzerine hiç de sağlıklı olmayan bi iniş yapmıştım. "Çarşafı kontrol et, bedenine bak, ağrın sızın var mı bir hisset, saçlarına bak bana mı soruyorsun?"

"Hepsini anladım da saçlarına bakmak ne?"

"Bu odaya insan almıyorum ben, bir de yatacak mıyım?"

"Ama ben bu odadayım," dedim ellerimi belime yerleştirip.

"Sen insan değilsin."

Siyah örtüyü kafasına kadar çekip aramıza kendince bir sınır çekti. Bu git artık demenin bir başka şekliydi. Söylediğim hiçbir şeyi kaile almadı ve bir süre içinde yeniden uykuya daldı. Ben de en sonunda pes edip odadan dışarı çıkma kararı aldım. Sessiz sakin hareketlerle çıkıp kapının kulpunu kendime çekip kapatıyordum ki duyduğum ses bu sakinliği bozdu.

"Senin ne işin var burada?"

Beyza'nın korkutucu derecede açık mavi olan gözleri iri iri açılmış benim mavilerimi hedef almıştı. "Rüzgar içeride mi?"

"Evet," dedim kaşlarımı çatarak. Yüzündeki ifade rahatsız ediciydi, hiçbir şey yapmamıştık yalnızca uyumuştuk. Yanlış düşüncelere kapılmak yerine önce bana sormalıydılar. Gözleri üzerimdeki kıyafetlerde gezindi ve mümkünmüş gibi kaşlarını daha da çattı. "Rüzgar'ın tişörtünü mü giydin?"

"Bağırma," dedim sesimin yüksek ve sinirli çıkmasına engel olamayarak. "Yalnızca tişörtünü giydim bomba taşımıyorum üzerimde, böyle tepkiler vermen niye?"

Sanki az önce beni öldürecek kadar kızgın bakan o değilmiş gibi şirince gülümsedi ve beni görmezden gelip odanın kapısını açtı. "Rüzgar," diyerek içeri girip kapıyı kapattı. Bu kız beni sinir hastası edebilirdi, gerçekten. Dengesiz, Sarı Şeytan.

Doruk'un kahvaltı masasına oturup birkaç dilim kaşar peynir dışında hiçbir şey yiyememiştim. Midem almıyordu. Bitik hissediyordum, elimi yüzümü yıkamış olsam da kendime gelmem için duş almam gerekti fakat burada olmazdı. Yeterince saçma sapan işler yapmıştım. Yabancı hissediyordum burada, öyleydim. Üstelik masada benden başka kimsenin olmaması da cabasıydı.

"Nihayet, Rüzgar Bey!"

Rüzgar duş almıştı, saçları ıslaktı. Üzerine bu sefer beyaz düz yaka kısa kollu beyaz tişört, altına ise uzun bacaklarını saran siyah bir kot giymişti. Boynundan aşağı sarkan jilet kolyesine takılmıştı bakışlarım. Sade, hoş bir tarzı vardı. Masanın başındaki sandalyeye oturdu ve kızartılmış sucukları önündeki tabağa doldurdu. Beyza ise tek kelime etmeden evden çıktı. Sinirli değildi, sakin hiç değildi. Yukarıda ne olmuştu bilmiyordum ama Beyza'nın hoşuna gitmediği kesindi.

"Yine çok yakışıklıyım diyordum, Rüzgar'ım geldi be!"

Doruk'un yılışıklığına gülerken Rüzgar sahte bir ifade takınıp omzunun üstünden ayakta dikilen Doruk'a baktı. "Tüh be!"

"Ah be!"

"Kes zırvalamayı yeter. Otur kahvaltını yap."

"Kardeşim kızın yanında ayıp oluyor bak," diyerek karşıma oturdu Doruk. Rüzgar'ın yeşil gözleri bana değdi, sonra tabağına dönüp çatalındaki peyniri ağzına attı.

"Onun ayıp anlayışı bunlardan yukarıda korkma."

"Ne demek istiyorsun?" Elimdeki çatalı tabağımın kenarına bıraktım ve çatık kaşlarla, net mavilerle onun yüzüne sabitledim bakışlarımı. "Ne ima etmeye çalıştın burada sen şimdi?"

Dudağının bir kenarı alayla kıvrıldı ve bakışları Doruk ile benim aramda gidip geldi. İkisi birden gülmeye başladıklarında ise sinir tam tepeme oturmuş, kanım atmış tenimi kavlamıştı.

"Sabah olandan bahsediyor," dedi Doruk gülmesini bastırarak. "Gerçekten yattınız mı?"

"Yatmadık," dedim ikisine de sert bakışlarımı yollayarak. "Uyuduk sadece. Ayrıca senin arkadaşın koala gibi bana sarılmasaydı o halde görmeyecektin bizi."

"Aramıza yastık koyduk," dedi alaylı bir tavırla Rüzgar. "Bacaklarının arasına almasaydın sana sarılmış olmazdım. Zaten huyum değildir."

"Düzgün konuş benimle," diyerek sandalyemi biraz geriye çektim ve kollarımı göğsümde birleştirdim. "Sarılmak zorunda değildin. Huyun değilmilmişmiş... Ne diye sarıldın o zaman?"

"Güzel kokuyordun," dedi omuzlarını silkerek ve kahvaltısını etmeye devam etti. Benim ise iştahım kaçmıştı. Masada oluşan sessizlikle beraber afallayan tek kişi ben değildim. Doruk'un da benim kadar şaşkın olduğu belliydi fakat tabağındaki peynirleri çatalının dişleriyle ezmeyi tercih etmişti.

"Artık eve gitsem iyi olacak, Emre nasıl bakmalıyım."

Doruk tam dudaklarını aralamıştı ki Rüzgar'ın "Erkek kardeşi," diyerek izah etmesiyle yeniden peynir katline geri döndü.

"Üstümü değiştirmem gerek. Size afiyet olsun." Masadan kalkıp merdivenlere yöneldim. Aniden kalktığımdan mıdır bilmem, görüşüm kararmıştı ve merdivenin trabzanlarına zor tutunmuştum. "Gerek yok, sende kalabilirler."

"Tamam, yine de pantolonumu giyeceğim."

Pijamayı katlayıp yatağının üzerine bırakmış, kalan kıyafetimi de odanın köşesinde duran alışveriş paketlerinden birine koymuştum. İçinden çıkan tişörtleri ise başka bir paketin içine tıkmıştım ve bulduğum yeni sütyeni düşünme gereği duymadan giymiştim. Aşağı indiğimde Doruk hala kahvaltı yapıyordu, Rüzgar ise havluyla ıslak saçlarını kurutmaya çalışıyordu.

"Doruk bana taksi çağırır mısın?" Telefonumu pantolonumun cebine sıkıştırıp elimle saçlarımı düzelttim.

"Cemre'yi eve bırakmaya ne dersin Rüzgar?"

"Niye özel şoförü müyüm ben onun?"

"Gerek yok," dedim umursamaz bir tavırla. Böyle bir zorunluluğu yoktu, taksiyle gidebilirdim. Her yere özel arabayla giden çakma prenseslere benzer bir halim mi vardı? Hayır.

"Rüzgar sen çok öküz birisin kardeşim, senden adam olmaz."

"Ne," dedi Rüzgar bir anda. Hafif eğilmiş, yüzüne 'ne saçmalıyor bu' ifadesini yerleştirmişti ve Doruk'a dik dik bakıyordu. "Anlamadım bir daha söyle, Sarı Boynuz."

"Sarıyı anladım da boynuz ne birader, al işte kaçtı iştahım aklınızı cimcikleyeyim sizin."

"Kes sesini, kes. Zırvalama."

Rüzgar derin bir nefes alarak koridora çıktı. "Yürü kedi. Ayakkabılarını çıkarmadığın sürece istediğin zaman arabama binebilirsin."

Bu dediğine istemsizce güldüm ve başımı mutfak kapısından dışarı uzattım. "Ayak fetişin mi var? Neden bu kadar takıntılısın?"

"Geliyor musun gelmiyor musun?"

"Geliyorum," dedim yüksek bir sesle. "Zehirli."

Zehirli, bunu yükses sesle söyleyememiştim. Sesim aciz bir fısıltıya bulanmıştı, çünkü güzelliğini isimlendirmek haddim değildi. Neden kirpiklerini isimlendirecektim ki, gözlerini? Zehrine sinen acının buğusunu silmeme yardımcı olur diye miydi? Bu adamda farklı bir şeyler vardı, bana ait şeyler.

Arabaya bindiğimiğimizden beri tek kelime etmemişti. Düşünceli gibiydi, sık sık kaşlarını çatıp nefesini dışarı veriyordu. Sessizliği bozmak adına bir soru attım ortaya.

"Nereye gideceksin?"

"Neden soruyorsun?" Bakışları kısaca bana değindi ve sorgularcasına baktı gözlerimin içine. Bu bakışlar daha çok sana ne diyordu, haklıca.

"Telaşlı görünüyorsun, bu yüzden sordum."

"Değilim," dedi net bir sesle. "Sadece beni çok dikkatli inceliyorsun. Biraz daha devam edersen beni öldürmek için burada olduğunu bile düşünebilirim."

"Ne," dedim gülmeye yakın şaşkın bir sesle. Aklını mı kaçırmıştı? Onu gerçekten çok dikkatli inceliyor olamazdım, sadece kirpiklerini ve dudaklarını izliyordum.

"Beğendiğin birini inceliyor gibi değil," dedi bakışlarını yola çevirerek ve gözlerini kıstı. "Sanki bir şeyler arıyorsun." Yeşil cenneti mavilerime karıştı, boğazımın kuruduğunu hissettim. Gözlerinden kirpiklerine akan alev beni hedef almış gibiydi ve kalbim göğsümü tekmeliyordu. Onun bakışı bile beni yıllarca geriye sürüklüyordu. Neden bana hep küçükken oynadığım süslü bahçeleri hatırlatıyordu ki?

"Kirpiklerin dikkatimi çekiyor, incelemiyorum."

Yeniden yüzünü yola çevirirken güzel dudaklarında yarım bir tebessüm belirdi. Bu güzel görüntüye gülümsememek için yanaklarımın içini ısırıyordum. Bu adam, güzeldi.

"Kirpiklerimi öpmek istediğini biliyorum."

"Nereden?" Göğsümde hali hazırda bir bomba vardı sanki, saydığı saniyelerin seslerini kalbimin ritmiyle birlikte duyuyordum. Az sonra kalbim ağzımdan çıkıp avuçlarımda atacak gibiydi. Ben dün neler yapmıştım, biri bana baştan sona anlatabilir miydi?

"Dün gece söyledin ve öpmek için izin istedin."

"İzin vermediğini söyle bana," dedim tırnaklarımı avcuma batırarak. "Öpmedim değil mi?"
Sorumu cevapsız bırakıp telefonuna uzandı ve kilit ekranını açıp telefonu kucağıma bıraktı. "Cevapsız aramaları okusana bana."

"Batuhan Soytürk iki kez, Beyza Parlak ise üç kez aramış dün gece. Sabah dörtte ise Özge Sağlam ve Annen aramış bir kez."

"İkisi de dörtte mi aramış?"

"Hayır annen saat 7 gibi aramış."

"Özge'yi ara."

"Araba kullanıyorsun," dedim kaşlarımı kaldırarak. "Canımı yolda bulmadım ben inince ararsın."

"Ara, korkma ölmeyeceğiz."

"Emrin olur," dedim koyu tonlu bir sinirle. "Rica etmeyi öğren."

"Gerek olmadığını biliyorsun, kibar insanlar değiliz."

"Ben kibar bir kızım, kendi adına konuş." Koltuğa iyice yaslandım ve telefonunun kilit ekranını kapatıp torpidonun gözüne bıraktım.

"Gördük dün gece ne kadar kibar olduğunu. Arsızsın kızım sen, bana söyleme gereği duymadan tişörtümü giyip yatağımda uyudun. Üstelik beni odamdan kovmaya kalktın. Ha bir de manyak manyak davranışların var tabii."

"Bir tişört için mi arsız oldum?" Sırtımı dikleştirip bedenimi ona döndürdüm. Gözlerimin kan sıçramış kadar korkunç olduğunu biliyordum. Sinirlenince öyle oluyorlardı çünkü, sağlıklı biri değildim ve bedenim beni ele veriyordu.

Soruma cevap alamayınca kanımda etkisini gösteren deliliğime sığınarak üzerimdeki tişörtü eteklerinden kavrayıp üzerimden çıkardım. "Al tişörtünü!"

"Hasta mısın lan sen?" Sesini yükselterek başını bana çevirdi birkaç saniyeliğine. "Üzerini giy çabuk. Sana bir kumaş parçası
için arsız demedim," diyerek kucağına düşen tişörtü bana fırlattı sinirle.

"İstemiyorum tişörtünü," dedim büyük bir ciddiyetle. Karşısında siyah iç çamaşırımla olmamın beni utandırması gerekti değil mi? Utanmıyordum.

"Hazır soyunmuşken, iç çamaşırını da çıkarayım mı? Sabah onu da odandaki paketlerden aldım da!"

"Sen delisin," dedi kısa bir kahkaha atarak. "Hem de güzelinden."

"İltifat etme şeklini paketleyip seveyim senin, oğlan çocuğu."

"Ben mi oğlanım?" Dedi sağ elinin işaret parmağını göğsüne yerleştirip kaşlarını kaldırarak. "Oğlanı gösterirdim ben sana, dua et caddedeyiz."

"Olmasak sanki bir şey yapabileceksin."

"Gelişi güzel ağzına vurmayı ne kadar çok istediğimi bilemezsin."

"Vur," dedim sırıtarak ve ona yaklaştım. "Bekliyorum, hadi vur bakalım da rahatla."

"Üstünü giy," diyerek yola odakladı bakışlarını ve bir an olsun yeniden bana bakmadı. Normal bir anımda olsaydım bu davranışını takdir edebilirdim fakat şu an ona deli gibi kızgındım. Araba sitenin içine girdiğinde ben hala üstümü giymemiştim ve giymemekte ısrarlıydım. Tükürdüğümü yalamayacaktım. "Hadi giy üstünü de in," dedi evimin önüne yaklaştığında. Dediğine aldırış etmeden arabanın kapısını açtım ve dışarı çıktım. Kapıyı kapatıp ona baktığımda suratında şaşkınlıkla harmanlanmış bir gülümseme vardı. Açık cama kolumu yaslayıp gülümsedim.

"Çok güzel bir yolculuktu, teşekkürler."

Gözlerini gözlerimden aşağı kaydırdı ve muzip bakışlarını yeniden gözlerimle buluşturdu. "Keşke sabah o sütyeni giymeseydin."

Gözlerimi devirip geriye çekildim ve evin kapısına yöneldim. Hala gitmediğini biliyordum, beni izlediğinden emindim. Bakışlarının ağırlığını sırtımdaki sancılı oklardan hissediyordum. Kapıyı açıp son kez arkamı döndüm ve gözlerimiz buluştu. Vücudumdaki elektriklenme tatlı bir titremeyle sonlandı göğsümde. Gülümsedi ve başını geriye atıp alt dudağını dişlerinin arasına aldı. Bu sahnenin güzelliği altında kalbim ezildi, tüm uzuvlarım alev aldı. Bu adam nasıl bir şeydi böyle? Yabancısı olduğum duyguları hissediyordum en ufak hareketinde, içimdeki kıvranmayı isimlendiremiyordum fakat iyi bir şey olmadığını biliyordum.

Araba gözden kaybolurken dilim tutulmuş gibi zor fısıldadım. "Dengesiz."

"Cemre," diyerek fısıldadı Emre ve birkaç adımda yanıma geldi. "Bu hal ne?"

"Neden fısıldıyorsun?"

Gözlerini yumup dişlerini sıktı, sonrasında nefesini dışarı verdi. Koyu mavi gözlerini yeniden araladığında sinir, kırgınlık, özlem ve isimlendirmekte zorlandığım daha birçok duyguyu bedenime görünmez ağlarla sarmıştı. "Babam mutfakta. Görünmeden odana çık, onu oyalarım."

"Ne zaman geldi?"

"Yaklaşık bir saat oldu, gece nerede olduğunu merak ediyor. Eğer seni böyle görürse çok başka düşüneceği kesin."

Bu haline kıkırdayıp saçlarını karıştırdım. "Aferin kardeşime benim." Birkaç yıl önce bunu yaparken kolum ağrımıyordu fakat şimdi öyle değildi. Benden uzundu ve artık çok da cılız bir çocuk değildi.

Sıcak bir duştan sonra üzerime gri bir tayt ile beyaz atletimi giymiş, üşüyeceğimi göz önünde bulundururarak yatağın üzerine fırlatılmış siyah hırkayı da üstüme geçirmiştim. Islak saçlarımı taradıktan sonra havluya sardım ve telefonumu şarja takıp aşağı indim. Babam ve Emre televizyon izliyorlardı.

"Bak, işte burası en sevdiğim sahne. Birbirlerini öldürmeye çalışıyorlar."

Emre mısır dolu cam kaseyi kucaklamıştı ve gözünü televizyondan ayırmadan film hakkında yorumlar yapıyordu. Babam ise film yerine yüzüne yerleştirdiği buruk tebessüm ile Emre'yi izliyordu. Son zamanlarda onu geçirdiği krizler dışında hiç görmemişti. Emre ise bu halini herkese özletmişti.

"Cemre, senin en sevdiğin sahne neresi?"

Babamın çaprazındaki tekli koltuğa oturdum ve bana yönelttiği soruyu cevaplama gereği duymadım. Çünkü zaten birkaç saniye içinde Emre yanıtlayacaktı.

"Roketatar ve mayın sahnesi," dedi Emre kısaca bana bakarak. Derin bir nefes verdim ve "Evet o," dedim yalnızca. "Birbirlerinden habersiz olmaları işin eğlencesiydi."

"Dün gece evde değilmişsin, arkadaşlarınlaymışsın." Babamın onaylatmak istercesine kurduğu cümleye başımı sallayarak karşılık verdim. "Neredeydiniz?"

"Bir şeyler içmeye gittik." Emre'nin kucağındaki mısır kasesine uzandım ve kendi kucağıma aldım. Babam ile konuşmak istemiyordum, aklım her ne kadar başka yerde olsa da boş bakışlarla televizyonu izliyordum.

"Gece nerede kaldığını söyleyecek misin?"

"Rüzgar'ın evinde."

"Rüzgar kim," dedi, sesinin katı çıkmasına engel olamamıştı. Bu konuşmanın nereye varacağını görmek istemiyordum.
"Rüzgar Poyrazoğlu, aynı sınıftayız ve artık beraber bir muzik grubumuz var. Üstelik bu onun evinde son kalışım olmayacak, çalışmaları o evde yapacağız."

"Emre burada tek mi olacak yani?"

Gerçekten Emre'yi düşündüğüne inanmamı mı bekliyordu?

"Bu ev Emre ve bana ait, kimin girip çıkacağına, hangi saatte eve gireceğimize biz karar veriyoruz. Üzerimizdeki bu haklarınızı kaybedeli çok oldu. Emre isterse benimle gelebilir, isterse burada tek ya da arkadaşlarıyla kalabilir."

"Burada yaşamıyorsunuz bile," dedi Emre arkasına yaslanarak. "İşimize karışmayın ve gidip yavru sarayınızda keyfinize bakın."

"Emre'yi de kendine benzetmişsin. Aferin size."

"Sadece onların suçu değildi," dedi Emre babam yanımızdan kalkarken. "Biz onların kusursuz hayatlarını lekeledik." Yüzünde alaycı bir tebessümle şimşekler çaktırdı mavi gözlerinde ve bakışları birkaç saniyeliğine bana değdi. "Yanlış yerde doğduk."

Günün büyük kısmını içimdeki sıkıntıyla şarkıları harmanlayıp yazı yazarak geçirmiştim. Defteri önüme aldıktan birkaç dakika sonra göğsümdeki sızıdan akan harfleri birbirine kenetleyip bir kelime yazıyordum ve gerisi geliyordu. Her yeni cümle bir öncekinin peşi sıra gelen notalar gibiydi. Uzun bir melodi yaratıyordum kalemimle, içimde susmak bilmeyen şeytanın can kanatan kelimelerini bir defterin boşluklarına gömüyordum. İçimdeki fırtınaların şiddetini değiştiriyordum yazarak, çizerek, bağırarak, fısıldayarak.

Pazar günü ise beklediğim kadar sakin geçmeyecek gibiydi. Sabahın köründe evde duyduğum tıkırtılar beni uykumdan uyandırmamış, adeta diken üstüne dikmişti. Yüzümü bile yıkamadan odadan dışarı fırlayıp merdivenlerden aşağı hızla inmiş ve Emre'yi kapıda yakalamıştım. Cevabını bildiğim bu soruyu ona belki de bu hafta yirmi kez sormuştum.

"Nereye?"

Ayakkabılarının bağcıklarını bağlamayı bitirip siyah kapüşonunu açtı ve mavi gözlerini kaldırıp şaşkınlıkla bana baktı. "Biraz işim var, gelmek ister misin?"

Bakışlarının omuzlarıma bindirdiği yük paketler dolusu yorgunluktu. Bu yaşta bu kadar çok yıpranmayı hangi çocuk isterdi ki? Şehrin pislikleriyle birlikte masumiyetini aleve vermiş, ruhu lekeli bir çocuktu o. Fakat içinde dünya üzerindeki tüm çiçeklerden çok daha güzel çiçekler yetişen bir bahçe gizliyordu. Kapısı insanoğluna mühürlüydü.

"Cemre geliyor musun? Kahvaltıyı dışarda yapacağım ben."

"Geliyorum, bekle üstümü giyeceğim."

"Hava serin, uzun kollu giy."

Vazgeçemediğim siyah kotlardan birini ve siyah kapüşonlumu giydikten sonra elimi yüzümü yıkayıp saçlarımı bile taramadan aşağı inmiştim. "Telefonunu unutma," diye hatırlatması Emre'nin son anda yeniden yukarıya çıkıp cep telefonumu almama, saçımı da taramama bahane olmuştu.

Evden çıkar çıkmaz soğuk rüzgar tenime işlemiş ve beni üşütmüştü. Nereye gideceğimizi az çok tahmin ettiğimden işin üşüme kısmını gözden çıkarmış Emre'nin kafasında dönen çarklara odaklanmıştım. Sokaklara gideceğimizi biliyordum, canımız sıkılıyorsa ve saat çok erkense soluğu sokaklarda alırdık biz. Yıllardır lüksten kaçıp eski sökük duvarlara sığınan iki bedendik, hiç ruhduk. Emre'yi ilkokul çağından beri çok şeye ben alıştırmıştım, şimdi ise benden aldıklarını sanata soyup biçimlenderek ortaya karanlık kokan harikalar çıkarıyordu.

Güneş yeni doğuyordu henüz, bugün sokakları değil geçitleri tercih etmiştik. Dehlizin açık girişine atlayıp sırtındaki çantasını yere atmış, fermuarını açmıştı. Sprey ve boya kutularını dışarı çıkarıp yüzünü bana döndü. "Güneş tamamen doğduğunda buradakini göreceksin. Ve, kuralı biliyorsun. Haberi olmayacak kimsenin." Kafamı sallayarak ben de atladım ardından. Nemli zeminde botlarım tok bir ses çıkardı ve ses geçit boyunca ürpertici tınısıyla yankılandı. "Sakın ışık tutma, ışık tutarsan bozulur."

Dehlize vuran ışık o kadar azdı ki güneş buraya ışıklarını vurmadan nasıl görüp çizecekti bilmiyordum. Sanki kendi kendime sorduğum soruyu duymuş gibi cevapladı gözlerinde büyük bir tutku ve heyecanla. "Yalnızca bir noktayı bulmam gerek," diyerek yere eğildi ve mavi renkte olduğunu düşündüğüm spreyi aldı. "Gerisini gözlerim kapalı hallederim."

Sprey kutusunu bir elinden diğerine atıp oynarken dikkatle karanlık duvarda gezdirdi gözlerini. Yalnızca renk farklılıklarını seçebiliyordum fakat ne olduğunu anlamak mümkün değildi. "Buldum," dedi dudaklarına bir gülümseme yerleştirerek. "Şimdi sana bakarak bile devam edebilirim işime."

Gözlerimi devirip gülümsedim bu haline. "Ukalalık etme, göremesemde mükemmel bir şey olduğundan eminim. Sabırsızlanıyorum."

"Şimdi görmeyeceksin, henüz çok var. Hem de baya çok." Spreyin çıkardığı fıs sesinin ardından Emre sağ kolunu kaldırıp duvarda gezdirmeye başladı. "Görmüyorsun bile ne yaptığını," dedim ona bir adım daha yaklaşarak. "Yaptığın şeyi hiç edebilirsin, dikkatli ol."

"Ezbere biliyorum, hata yapmam olanaksız."

Orada çok vakit harcamadık. Duvarda renkler belirginleşmeye başladığı an Emre beni dehlizden büyük bir hızla çıkarmıştı. Sanki gelip göremezmişim gibi çocuksu bir tedirginlikle uzak tutuyordu beni. "Söz ver Cemre, buraya gelmeyeceksin."

"Ne," dedim ona anlamamış gibi bakarak. "Ciddi misin sen? Beni neden buraya getirdin o zaman?"

"Çünkü buradan sonra kahvaltı yapacağız."

"Her neyse," dedim gözlerimi devirerek. "Gelmeyeceğim tamam. Kahvaltıya nereye gidiyoruz?"

"Sahile."

Taksiye binmeyi teklif etsem de itiraz edip yürümeyi ve beni de beraberinde yürütmeyi tercih etti. Çünkü o yürümeyi severdi, yürürken kafasındaki tilkilerle oynaşmayı ve geçmişiyle geleceğini yönetmeyi çok çok severdi. Ellerimi sweatin önündeki büyük cebin içinde birleştirdim ve uzun bir süre bu şehrin benden aldıklarını düşündüm. Ve sanırım, en büyük kaybım ailemdi.

"Yapboz'a en son ne zaman uğradın?"

Emre'nin sorusuyla kapüşonumu açtım ve birkaç adımda yanına ulaştım. "Okulun ilk günü, güneş doğmadan." Kafasını salladı ve cebindeki küçük paketi bana uzattı. "Bu gece bunu geri ver. Ben gelmeyeceğim."

"Neden?" Paketi avucuma hapsedip elimi yeniden cebime koydum ve Emre'nin yandan profilini izledim. "Son zamanlarda aram kimseyle iyi değil. Senin kardeşin olmam artık kavgaların sonucunu pek etkilemiyor."

"Sen ne zaman uğradın?"

"Cuma gecesi," dedi yüzünü bana çevirerek ve dudaklarına yaramaz bir sırıtış yerleştirdi. Naylon paketi tuttuğum sağ elimi yumruk yaptım ve ona dönüp omzuna sağlam bir tane yerleştirdim. "Evde olmamamdan mı faydalandın? Küçük seni!"

"Küçük mü dedin?" Beni yanına çekip kolunu kaldırdı ve kafamın üzerine yerleştirdi. "Küçük bir ablam var."

"Benim boyum 1.73 aptal. Ülke kadın boy ortalamasının çok üstünde."

"Ne diyeyim Cemre, yalı kazığı mı?"

"Yalı kazığı olma yolunda ilerleyen sensin," dedim kolunu kafamdan iterek, böyle yürümek zor oluyordu. "Ayrıca yemek bile yemeden uzaman haksızlık."

"Kıskanma senin de olur," diyerek kolunu omzuma attı ve beni göğsüne çekti. "Ablaların en güzeli." Ben onun beni nefessiz bırakmasına kahkahalar eşliğinde hayıflanırken diğer kolunu da bana sararak düzgün yürümemi engelliyordu. "Emre düşeceğim dur!"

Araba sesleri arttığında sahile yaklaştığımızı anlamıştım ve Emre hala beni bırakmamakta ısrarlıydı. "Emre yemin ediyorum şu an bırakmazsan doğacak çocuklarının hakkına girerim, kimse seni almaz evde kalır televizyon karşısında rakısını içip göbeğini kaşıyan amcalara dönersin. Bırak yoksa fena olacak he!"

"Ben mi evde kalırım? Ben? Kızım beni almak için sıraya giriyor kızlar be, ne dayısı ne amcası!"

Beni serbest bıraktığında sinirle soluyup saçlarımı düzelttim ve saniyesinde yapmacık bir gülümsemeyle topu kaleye fırlattım. "Ucuz malın alıcısı çok olur tabii."

"Şşt, pisi pisi!"

Duyduğum sesin gerçekliğinden emin olmak için birkaç saniye duraksadım. Ciddi miydi? Beni sokakta pisi pisi diye mi çağırıyordu o? Şaşkınlıktan dudaklarım aralanmış ve gözlerim kısılmıştı, inanmak istemiyordum. Emre bununla en az beş yıl dalga geçerdi, belki de on?

Arkama döner dönmez Rüzgar'ın göğsüne toslamaktan son anda kurtardım kendimi. Başımı kaldırıp çatık kaşlarla gözlerinin içine baktım, aldığım her nefes içeride bir top sinire dönüşüp dışarıya fırlıyordu sanki. "Sen aklını mı kaçırdın? Pisi pisi ne?"

"Kedileri böyle çağırmıyor muyduk?"

"İnsanlarla bu şekilde konuşmayı sana annen mi öğretti baban mı?" Emre ellerini siyah kotunun arka ceplerine koyup başını hafif yana eğdi. Rüzgar'a kurduğu ilk cümlenin bu kadar ciddi olacağını düşünmemiştim. Rüzgar da benim kadar şaşkındı fakat benim aksime onun yüzünde tatlı bir şaşkınlık vardı. Ben ise bu ciddiyeti nasıl kırarım diye düşünmeye koyulmuştum bile.

"Sen," diyerek başladı söze, Rüzgar'ın bakışları ben ve Emre arasında gidip geliyordu. "Emre idi değil mi?"

Emre yavaşça başını salladı ve arkasını döndü bize. "Kafedeyim, Cemre. Çok bekletme." O yanımızdan uzaklaşırken Rüzgar onun tepkilerini izliyor ve tebessüm ediyordu. "Sana isminle sesleniyor," dedi ellerini cebine yerleştirerek. Başını eğip yeşil gözlerini gözlerime sabitledi, ışıkta rengi çok daha açık gözüküyordu ve kirpikleri parlıyordu. "Evet," dedim gözlerimi ondan uzaklaştırarak, bu kadar dikkatli bakmasam olmazdı değil mi? "Benim tercihim, böyle iyi anlaşıyoruz. Senden de aynısını bekliyorum."

"Daha çok beklersin, güzelim." Başını kaldırdı ve etrafta gezindi gözleri. Kirpikleri alttan bakınca çok daha uzun ve güzel görünüyordu. Elimi yavaşça kaldırıp çenesine koydum parmaklarımı. Çenesinin kasıldığını hissettim, zehir saçan bakışları aniden beni buldu ve kanında kan kesilmiş gibi baktı gözlerimin içine. Ürperticiydi, bir o kadar da güzeldi.

"Benimle konuşurken yüzünü yüzüme dön, üstten üstten bakma," diyerek okul bahçesinde bana söylediğini ona uyarladım ve gülümsedim.

"Bana kızgınsın sanıyordum," dedi ve parmaklarını çenesindeki elimin bileğine sarıp nazikçe çenesinden çekti. Parmaklarımı kapatıp yumruk yaptım. Bileğimi hala bırakmadığı için ikimizin arasında, onun göğsünün altında duruyordu ellerimiz.

"Hatırlatma istersen," dedim kaşlarımı çatarak. "Ciddiyim," dedi ve alt dudağını ağzının içine alarak tebessüm etti. "Cesurca ve güzel bir gösteriydi."

Bir adım geriye gitmesiyle elim boşluğa düştü. Onun yüzüne alık alık bakmayı kesip gözlerimi kırpıştırdım, onu izlerken kendimi kaptırmamam gerekti. Fark ediyordu ve rezil oluyordum. "Tabii senin için çok önemsiz olmalı," dedi ellerini ceplerine yerleştirerek. "Daha iyilerini de yaptın."

"Bu ne demek şimdi?"

"Utanmaz bir kız için çok önemli değil demek." Arabasının kapısını açıp kaşlarını çatarak beni izledi bir süre. "Kardeşini bekletiyorsun," dedi çenesiyle yolun karşısındaki Emre'yi işaret ederek. "Okulda görüşürüz."

"Görüşürüz," dedim elimi kaldırarak. Aceleyle çekip gitmesine bozulmuştum açıkçası ama Emre'yi daha fazla bekletirsem onun da çekip gideceğini biliyordum. Serseri tavırlarını ona benim aşılamış olmam bazen benim aleyhime oluyordu ve bu çok da iç açıcı sonuçlanmıyordu.

"Neden bunu yaptın Emre?"
"Sen neden yapmıştın, abla?"

Kahvaltıdan sonra babamın ağır ısrarları üzerine eve uğramış, kaçtığımız hayatla bir kez daha yüzleşmiştik. Benim kaçtığım, Emre'yi kaçırdığım hayat.

Girdikten ilk on beş dakika sonra ben bu evde en çok sevdiğim yere, bahçeye kaçmıştım. Emre ise odasına çıkıp uyuyacağını söylemişti fakat uyumak dışında her şeyi yapacağını biliyordum. Özellikle burada bırakırken içini acıtan çizim odasına kendini kilitleyeceğini ve duvarlara yeniden hayat vereceğini. Zaten bu evde renkli hayatları olan tek şeyler o duvarlardı.

Bedenimi saran özlemin ağırlığı gözkapaklarıma çökmüştü sanki, uykumun geldiğini hissediyordum. Geç yatıp erken kalkmanın verdiği yorgunluğu bahane ederek uzun zamandır girmediğim odama girdim ve bembeyaz çarşafların üzerine bıraktım kendimi.

Gecenin çatlak damarlarından akan kan parmaklarıma süzülmüştü. Paket avcumun içinde yok olmuştu sanki, az daha sıksam etime gömülecekti. Rüzgar yüzüme esiyor ve gözlerimin içinde yakıcı bir his bırakıyordu. Arkama dönüp bir kez daha kontrol ettikten sonra kapüşonumu açtım ve ağır demir kapıyı iterek içeri girdim. Müziğin sarstığı, uyuşturucunun ve alkolün etkisindeki bedenlerin arasından geçip arkaya ilerledim. Siyah kapıya avucumun içiyle iki kez üst üste vurdum. Kapının ardında duran Özkan'ın ilk önce mavi iri gözlerini, daha sonra ise siyahlar içindeki bedenini gördüm. "Özlettin kendini," dedi içeri girmemden hemen sonra kapıyı kapatıp zincirleyerek. "Kızgın gibisin, kim için geldin?"

"Ala," dedim ve aşağı inen merdivenlerin ilk basamağında durup ona döndüm. "Burada olduğuna da eminim." Hafifçe başını salladı ben merdivenleri seri adımlarla inmeden hemen önce, önümdeki kapıyı açıp içeri girdiğimde ise sessizlik hakimiyet kurdu Yapboz'un kayıp parçasında. Ala sağ çaprazımda köşesine kurulmuş, parmaklarının arasına sıkıştırdığı sigarasını içiyordu. Geldiğimi gördüğünde ise yüzünde her şeyi biliyorum sırıtışını yerleştirip arkasına yaslandı.

"Tatlı belam gelmiş," dedi her zamanki sinir bozuculuğuyla, sigarasını dudaklarının arasına bırakıp bir süre beni izledi korkunç mavi gözleriyle. Avucumda tuttuğum paketi açtım ve içindeki haplardan bir tanesini aldım elime. Önündeki büyük sehpanın köşesinde duran kül tabağının içine attım. "Kardeşimin senin ticaret aracın olamayacağını sana açık açık söylemiştim." Onaylarcasına baktı yüzüme ve kaşlarını kaldırdı, söyleyeceklerimi duymak istiyordu. Ama ben konuşmak yerine paketteki hapları kül tabağının içine dökerek konuşmayı sonlandırdım. Ya da öyle sandım.

Ona arkamı döndüğüm anda tok sesi ciddiyetine sarılıp kulaklarıma doldu. "Burada ne kadar sevildiğini biliyorsun, ama ne kadar sevilmediğinin de farkındasın. Sen küçük bir kız çocuğundan fazlasısın."

Ellerimi pantolonumun arka ceplerine yerleştirdim ve sol omzumun üzerinden güzel yüzüne bakıp gülümsedim serseri bir umursamazlıkla. "Ateş bu; kimini ısıtır, kimini yakar."

-

Rüzgar ve Cemre'nin çok çabuk yakınlaşması sizce kötü mü?

OKUYUN LÜTFEN
Yine koskoca bir aydan sonra, merhabalar hepinize...
Bölümleri eskisinin 2-3 katı kadar daha uzun yazmaya çalışıyorum en az dört bin kelimede bırakıyorum, zaten fark etmişsinizdir. Bölüm aralıklarından çok şikayet geliyor süreyi azaltmaya çalışacağım bu yüzden zaten.

Evet, şimdi güzel kısmına geleyim.

Rüzgar ile Cemre'nin arası eskisinden daha tutkulu daha olaylı tartışmalı olacak, belli oluyor zaten. Ala önceden yoktu değil mi? Vardı fakat bilmiyordunuz. Bölümler eski heyecanını yeni yeni kazanacak çünkü olaylar henüz yeni başlıyor. Çok uzatmadan gideyim.
Öpüyorum hepinizi, seviliyorsunuz güzeller. ❤

המשך קריאה

You'll Also Like

1.1M 24.8K 14
"Bana cehennemi yaşatmana rağmen, sen benim cennetimsin Meira." Fantastik değildir. DİKKAT! Bu kitapta cinayet, psikolojik ve fiziksel şiddet gibi r...
818K 37K 20
Son yirmi yedi saniye. Zaman gelmişti, kulaklıktaki ses son kez konuşacaktı. "Sonuna geldik, küçük hanım," Alacağı canları düşündükce duyduğu memnuni...
135K 7.4K 50
Anneannesini görmek için gittiği şehirde üsteğmen Göktürk ile karşılaşan Efsun hiç beklemediği gerçeklerle de karşılaşır ___ " sen benim hayatımda h...
1.7M 68.2K 54
"0549******: Umarım iş telefonumu meşgul etmen için geçerli bir sebebin vardır. (20.13) Afra: OHA! OHA! OHA! (20.13) Afra: Koskoca Kuzey Taşoğlu bana...