UYKU

Salihomertezcan

202 2 0

Çocukluk yıllarında yaşadığı travmanın bir insanı nasıl kişilik değişimine uğrattığını gözler önüne seren uzu... Еще

Uyku

202 2 0
Salihomertezcan

Gün ağarmaya başladığında, yer ile göğü birbirine bağlayan bağ da kopmuştu. Bu çift birbirine kadimden bu yana âşıktı. Zaman fırçası onları yalnız geceleri aynı renge boyuyor, boyamakla kalmayıp sımsıkı birbirine bağlıyor; onlarda bütün gece koyun koyuna yatıyorlardı. Saat ilerleyip fecir yaklaştı mı, o kadim aşk da birden mahmurlaşıp tembelleşiyor, güneş doğduğunda ise bir dahaki geceye kadar derin bir uykuya gömülüyordu.

Uyku!

Uyku nasıl bir şeydi. Neye benzer, ne işe yarardı? Kimler uyurdu? Bir uyur-gezer ile Yedi Uyuyanların ya da ayakta uyuyan ile mışıl mışıl uyuyanın bir benzerliği var mıydı?

Uyku, bazısı için bir yenilenme istasyonu, bazısı için unutma vasıtası, bazısı için ise her şeyi içinde barındıran sihirli bir ada gibiydi. Herkesin üzerini saran bu esatiri örtü, bir ruh da taşıyordu. Uykunun ruhu, tüm rüyalardan bir parça alıyor, gittikçe güçleniyor ve tam seher vakti mucizeleri, nasipleri ve ismi bu âlemin isimlerine hiç benzemeyen bir sürü güzelliği, seher yelinin belindeki kuşağa bağlıyordu. Seher yeli de sabahın ilk anlarında insanlık üzerine eserken, yanlışlıkla yapmış gibi utangaç bir tavırla belindeki kuşağı çözüyor, mucizeleri insanoğlunun üzerine boca ediyordu. İşte bu sebeple, seher yeli, erbabınca kaçırılmak istenmez, o vakitlerde nasibini arayan herkes uyanık kalır ve onun gelmesini beklerdi.

* * *

Fevziye Teyze de bu nasipten kararınca istifade etmeye çalışan köyün yaşlılarından biriydi.

Köylünün sabah namazını kılıp camiden çıkmasına yakın, küçük odasının camlarını açtı ve seher rüzgârının evin içine dolmasını bekledi. Her sabah bir ses, ona camları açmasını fısıldıyor, Fevziye o sese kutsiyet atfederek açma ile açmama arasında kalsa da eli pencerenin koluna gidiyor ve camı aralıyordu. Eniştenin öldüğü günden beri o camlar her sabah açılırdı. Sundurmasında Kur'an tilavet edilir, Ümmet-i Muhammed'e dualar yollanırdı. Niyeydi bilinmez, Fevziye Teyze sanki duasının sonunda "Ümmet-i Muhammed'in Cem'i Cümlesi" diye içinden geçirmezse duası kabul olmayacak zannederdi.

Bugün de camı açmak için pencereye yaklaşmış, tülbendini camdaki yansımasına bakarak düzeltmiş, sokağı süzmeye başlamıştı. Az sonra sokağın sonundaki bir karaltının, ona doğru sallana sallana geldiğini gördü. Uzaktan uzağa, bir çift ayakkabının birbirinin benzeri olmayan sesler çıkardığı duyuluyordu. Kim olduğunu çıkaramadı. Acaba namazdan gelen biri mi diye düşünürken karaltı da iyice yaklaşmış, yavaş yavaş yüzü seçilir olmuştu. Hafif aydınlanan simayı tanıyan Fevziye'nin birden kaşları çatıldı; "Hah, boyu devrilesi geliyor", deyiverdi.

Gözlerini hafifçe kısmıştı. Karaltı ona yaklaşırken yıllar öncesine gitti. Harman yerinde köylüye laf anlatmaya çalışıyor, bir yandan da yeldirmesindeki kan izlerini temizliyordu.

"Allah'ım, Sen ıslah et şu çocuğu" diye iç geçirdi. Lafını tamamlayamadan göğsünün derinliklerinden derin bir geğirti gelmişti. Eşi öldükten sonra gerildiği zaman içinden bir geğirti geliyordu. Sağlık ocağı doktoru 'sinirsel' demiş, çok üstünde durmamıştı.

Bu sırada sokağın başından da bir "Höst" sesi yankılandı.

Yürüyen Rasim'di. Kör Salih'in torunu Rasim! Elinde bir sopa, ortancalara, onların pembe çiçeklerine vura vura geliyordu.

O sırada Fevziye'nin evinin ilerisindeki camide sabah namazı bitmiş, cemaat çıkmaya başlamıştı. Kapıda ilk görünen Selami'ydi. Sanki kaçıyordu. Takkesini çıkarmış elinin tersi ile alnındaki teri silip, takkeyi hızla arka cebine koymuştu. Ayakkabılarını dolaptan çıkardı, yere atıp topluklarının üstüne basıp adımını atacaktı ki Rasim'i gördü.

"Ulen, ne işin var sabah sabah iskelede, karga bokunu yemeden..." diye bağırdı. Sesi tüm sokakta yankılanmıştı. Rasim, her sabah ki gibi umursamaz bir tavırla;

"Sana ne cibilliyetsiz! Beni boşver, kayınpederle aran nasıl? Atıyor mu çorbayı?" diye sordu, müstehzi bir mimikle.

"Ne çorbası aslanım, ne diyorsun!"

"Ulan, bilmiyor muyuz, kayınpederin sabahları ezan okuyor diye gidiyorsun camiye. Yoksa kesiverir ekmeğini Alimallah!" Rasim, Selami'yi oldum olası sevmezdi. Her gün, meşeliğe gitmek için bahçesinin önünden geçerken, ne ana kalırdı Selami de ne de avrat.

Başını her iki yana sallayarak ortancalara vurmaya devam etti.

Fevziye Teyze, sesleri ayırt edemiyordu ama gözlerini de Rasim'in karaltısından hiç ayırmıyordu. Birkaç saniye geçmedi ki derin bir geğirti daha geldi göğsünden. Rasim sokağın sonuna doğru iyice yaklaşmış, Teyze'nin evinin hizasına kadar gelmişti.

"Höst dedik ya!"

"Canın çıkmasın!" dedi Teyze. "Höstmüş!" Hızla yan pencereden, daha rahat konuşabileceği ön pencereye geçip; "Baksana sen buraya!" dedi, sinirli sinirli.

Rasim, bu kadınla muhatap olmak istemiyor, fakat geçmişe dair hatırladığı iyi şeylerde bu kadın da olduğu için ona garip bir sevgi duyuyordu.

"Sana diyorum deli oğlan!"

Rasim başını yavaşça o yöne çevirmişti. Küpe çiçeğinden tam olarak seçemediği kadına bir şeyler söylemek istedi. Fevziye de, rahatsız olmuş, Rasim'in yüzünü görmek için penceredeki küpe çiçeğini yana itti; "Oğlum sen niye laf dinlemiyorsun! O sabiciğin hatırına dönsene evine. Boş boş geziyor hiçbir işe yaramıyorsun. Ne olcak senin bu halin?" dedi. "Hiç aman yok mu sende, amanı bilmez misin?" dedi.

Rasim donup kalmıştı, ama bu çok kısa sürdü. "Eee uzatma kadın, sana mı kaldı benim işlerim. Ne karışıyorsun!" dedi. "Sana hesap mı verecem ben her gün. Hadi gir evine. Sen kimsin ki! Bir iyilik yaptın, tepemize mi çıkacaksın her Allah'ın günü."

Rasim sözünü söyledikten sonra sahile, koyun sakin sularına doğru baktı. O gün yapacakları tekrar aklına geldi. Hızla hepsini geçip bir tanesine odaklanmak ister gibiydi. Nitekim bir karara varmıştı zihninde. Birden bütün mimikleri değişti. Yüz kasları hafifçe gevşedi. Sanki bu hayal, onu çok mutlu etmişti. Düşündükçe gözleri çok kısa bir an da olsa parladı. Omuzları dikleşti. Ama çok uzun sürmemişti bu değişim. Hemen eski haline dönüverdi.

Fevziye Teyze, az önceki değişimi yakalamış olacak, belki bir yol bulur, sözümü dinletirim diye o halini deşmek istedi. "Oğlum, yapma artık" dedi. "Bak zaman geçiyor, hepimiz yaşlandık. Bırak artık bu inadı."

Rasim birden hiddetlenmişti. Fevziye Teyze istemediği yerlere getiriyordu sözü. Geri dönmek diye bir şey söz konusu değildi. O kapı yıllar önce kapanmıştı. Bu sebeple sohbeti acı bir şekilde kesmeliydi artık. "Sana ne be kadın! Girsene sen evine. Sen git, kocana ağla az daha!" deyiverdi. Bu defa kendi de üzülmüştü söylediklerine ama yapacak bir şey yoktu.

Yaşlı kadının gözlerinden yaşlar süzülmeye başlamıştı; "Allah belanı versin senin!" dedi. "Bir odun kadar değerin yok şu dünyada. Baban, deden neydi ki sen ne olacaksın. Sen uyumaya devam et. Bu hayat nimeti bakalım bir daha sana verilecek mi?"

Fevziye son söyledikleriyle beraber arkasını dönerek evin içinde kaybolmuştu.

Rasim, insaniyetini kaybetmek istemeyeceği iki kişiden biri olan bu kadına, hak etmediği bir acıyı çektirdiğini anlamış, umutsuzca "Babamın da, dedemin de, sizin de Allah belanızı versin!" diye mırıldanmıştı.

"Hayat nimetiymiş! Kime nimet, kime zehir. Zehir zararlı mı, nimet yararlı mı!" diye düşündü.

* * *

"Allah bildiği gibi yapsın, meymenetsiz, ne vuruyorsun garibe!" dedi Müberra. Rasim kahkaha atarak; "Hareketlensin biraz deyyus, pire tutmaz kötü mü! Ben olmasam iyice semirecek."

"Ne istiyorsun sen bizden yıllardır, ne istiyorsun!"

* * *

Kimi mışıl mışıl, kimi horul horul uyusun, kimi camları açıp seher rüzgârını evine doldursun; O, güne ibadet gibi zulümle başlar, kalp kırmaktan, can sıkmaktan zevk alırdı, Rasim için kimse bir şey ifade etmezdi. Herkese, dalga geçilip küfür edilecek ve aşağılanacak bir mahlûk gözüyle bakardı. Yapacağı hiçbir iş yoktu. Hayat böyle de geçiyordu.

Kendisini bir böcek gibi hisseder, insanları tiksindirmekten garip bir zevk alırdı. Zulmünü zamana yayar, küçük küçük hareketlerle, başta komik gibi gelecek çocukça işlerle, insanları canından bezdirirdi. Bazen bu işler yıllarca sürer, en sonunda kime zarar veriyorsa, o gelip saatlerce Rasim'e yalvarır, canı ister, keyfine denk düşerse vazgeçerdi bu işten.

Gün, hafta gibi kavramlar onun için çok önemli değildi. En tatlı anlar, meşeliğin dibinde uyuduğu zamanlardı. Gerçi, bazen ağlayarak da kalkıyordu uykudan ama olsun. Kalktıktan sonra haince gülümser ve topladığı güçle yine başkalarının hayatını zehir etmekle uğraşırdı. Köylü de onun bu hallerini bildiği için yanına yaklaşmaz, ne istese vermeye çalışırdı.

Kimseye fiziki olarak zarar vermezdi ama istese verebilecek güce de sahipti. Köyün birkaç eski toprağı onunla bir iki sefer konuşmak istedilerse de Rasim onları kaale almamış, eskileri hatırlatıp yüzlerini öne düşürmüş ve göndermişti. Hele hele Muhtar, ağzını açmaya kalktığı anda, onca kalabalığın içinde öyle bir sövmüştü ki, yetmişlik adam bir daha köy yüzüne çıkamamıştı.

Bazılarına hususi bir tersliği vardı Rasim'in. Kimseyle bir bağı da yoktu. Bir kişi hariç tabi. O da kendisini dünyaya bağlamaya yetiyor muydu bilinmez.

* * *

Rasim, kedinin ağzından kan getirene kadar vurmuş, sonra bir de tekme savurmuş ama hayvan can havliyle kaçınca ıskalamıştı. Sonra, az ilerdeki Çakır'ın kahveye gitmiş, bu sefer de ona musallat olmuştu. Ama Çakır'ın onunla uğraşmaya niyeti yoktu. Demliklerin arkasında bir süre Rasim'e sövdükten sonra, elinde bir bardak çay ile gelmiş, masaya bırakıp yanından uzaklaşmıştı.

Rasim'de çayı şekerle şerbet yapmış, biraz soğutup bir dikişte içmişti. Daha sonra ağır ağır masadan kalkmış, yanına eski bir sandalye alarak on adım ilerideki denizin kenarına oturmuştu.

Gün, sıcak olacağa benzerdi. Rasim durduğu yerde terliyor, uzun uzun koyun en uç noktalarına, açık denize doğru bakıyordu. Derin düşüncelere dalmıştı. Bir an, "Baba!" dedi kendi kendine. Ağzından çıkan bu kelimeye şaşırmış, hatta korkmuştu. Gayrı iradi çıkmıştı içinden. Hayata dair bildiği en kutsal kelime buydu işte.

"Baba!"

Bir zikir gibi tekrarladı birkaç kez daha.

Yaşı kırka dayanmıştı. Hayatta tutunacak, tutunmasını gerektirecek hiçbir şey yoktu. Öte tarafı düşünürdü bazen. Küçükken takkeyle namaza koşarken ki hali aklına gelirdi. Belki 30 senedir Allah'a dua etmemişti. Birkaç kere elini kaldıracak olmuştu ama daha ilk kelimede eli aşağı düşmüştü. O günden sonra bir daha Allah'ın adını ağzına almadı. Günün birinde öldüğünde, zaten hesabını verene kadar bütün Ümmet-i Muhammed bağışlanırdı belki. Herhalde cehennemin kapıları onunla kapanacaktı. Onun için en güzeli bunları düşünmemekti.

İşte bu sebeple her şeyden kaçış için bildiği yegâne yol, onu bütün bu karmaşadan hayallerden kurtaran yegâne iş, uyku idi. Meşenin altında uyumak! Yağmur, çamur, sıcak dinlemez, her öğlen gider uyurdu. Gelen geçen uzakta, meşenin altında onu görür, başlar iki yana sallanır, geçer giderlerdi. O ise ayaklarını dizlerinden kırar, sol ayağını sağın üstüne atar, öylece meşenin yapraklarına bakarak uykuya dalardı.

Köylü bir şey de demiyordu dedik; belki de garip bir zevk alıyorlardı ondan. Herkesin evi barkı, çoluğu çocuğu vardı. Çok şükür, bunun gibi bir adam değildi kimse. İşlerine güçlerine bakar, namaza gider, giderken kasketlerini ters çevirir, camide gülüp oynaşan çocukları döver, evde karılarına söverlerdi. Şu, meşenin altında uyuyan adam ise asla onlara göre değildi. Beş para etmez biriydi.

Fakat Rasim'in içinde son birkaç yıldır bazı kıpırdanmalar oluyordu. Bunu kimsenin anlaması mümkün değildi çünkü kendi de anlam veremiyordu. Normalde değişim düşüncesi bile onun ödünü patlatmaya yeterdi. Bu şekilde bir denge vardı hayatında.

Kimi zaman balıkçı barınağının orada okey oynayanları izliyor, orada kimse yoksa sahildeki birahanenin önünde taşlara oturuyordu. Evine günlerce gitmiyor, gidince de tonla laf duyuyordu. Geçenlerde, karısı en sonunda onu evden kovmuş, o da kadının boğazına sarılıp öldüresiye sıkmış, son anda kızının sesini bahçede duyunca elini çekmişti.

Karısı, her yerde konu komşuya dert yanıyor, onunla evlendiği güne lanet üstüne lanet yağdırıyordu. Yıllar ona, duyduğu hakaretlerden gocunmamayı öğretmişti. Herkesin, ar damarı dediği şey onda, bundan çok uzun yıllar önce çatlamış, o gün çatlayan damardan akan şahsiyeti, beraberinde izzet, haysiyet gibi hasletleri de önüne kattığı gibi götürmüştü.

* * *

Her şey, babasıyla dedesinin onu köy kahvesinin önünde, dudaklarını patlatana kadar dövmesiyle başlamıştı.

Ortada bir suç vardı evet. Bilerek işlenen ama keyif alınan bir şey değildi şimdi, Allah var!

O zamanlar daha ilkokula giden bir çocuktu.

Sonbahara doğru bir gün, köyün iğdeliğinde arkadaşları ile oyun oynarken, ateş yakmıştı. Birkaç dakika içinde nereden geldiği belli olmayan bir yel, ateşi iğdeliklere doğru sürmüş, alevleri canavarlaştırmış, söndürülemez hale getirmişti. Rasim, alevlerin büyüdüğünü görünce, dehşet içinde ilk aklına gelen çareye başvurmuştu.

Koşarak, Ayşen Yengenin ahırının önündeki çeşmeye takılı olan hortumu kapmış ve alevlere doğru koşmaya başlamıştı. İşte o an büyük bir şanssızlık yaşanmış ve Rasim, koşarken ayağına dolanan hortumla beraber yere kapaklanmıştı. Başını kaldırdığında Ayşen Yengelerin ahırı cayır cayır yanıyordu. Rasim'in beyni uyuşur gibi olmuştu. Esas korkuncu, ahırın içinde, atın yeni doğan yavrusunun da olması idi. Minik hayvan, bağıra bağıra yanmıştı. Rasim, kendini kaybetmiş bir halde idi. Tüm dünyası yıkılmıştı. Çünkü en büyük hayali olan beygir bakıcılığını -o zamanlar at bakıcılığının isminin seyislik olduğunu bilmez, beygircilik derdi- bir daha hatırlamamacasına unutmuştu. Çünkü atın yavrusu bağıra bağıra yanıyor, kanayan elleri, yüzü ve kırılan dişleri ile öylece yerde yatan Rasim, atın çığlıklarını duymamak için kulaklarını kapatıyordu.

Sesler kesilince, küçücük ahırdan geriye sadece, yanan 'beşe on'ların korları kalmıştı. Başını kaldırdığında, ellerini kulaklarından çekmiş etrafına bakıyordu. Neredeyse bütün köy oradaydı. Ayşen Yenge bir kenarda dövünüyor, arada bir kendisine acı acı bakıyordu. Hemen arkasında Fevziye Teyze, dizlerinin üstüne çökmüş, onu yerden kaldırmaya çalışıyor, siyah yeldirmesi ile dizlerindeki kanları temizliyordu.

Az sonra, kalabalıktan hızla sıyrılıp gelen dedesiyle babası onu saçlarından tuttukları gibi ayağa kaldırmış, hırpalamaya başlamışlardı. Rasim'in yüzü donmuştu sanki hiçbir ifade yoktu. Kulaklarında yankılanan atın çığlıklarını duymamak için, kulaklarını kapatıyor, babasının ellerinden tutup yana indirmesine rağmen, tekrar ellerini kulaklarına götürüyor ve bastırdıkça bastırıyordu. Dedesi, elini bükerek kulağından yakaladığı gibi çeke çeke köy kahvesinin önüne getirmişti. Şimdi bütün köy onlara bakıyordu.

Kör Salih alnını, ensesine koyduğu mendille sildi. Etrafına bakındı, insanlara konuşur gibi; "Ulen! Teresin oğlu, baban ne ki sen ne olacaksın!" diye, sanki akranına vurur gibi bir tokat attı. Sonrasında, dedesinin söylediği küfre sinirlenen babası ile dedesi arasında kalan Rasim, ilk tokatla birlikte seyis olmayı unuttu, sonra okula gitmeyi, sonraki tokatla bir o yana bir bu yana savrulurken, kendisine kahkahayla gülen muhtarı ve köyü.

Son tokattan sonra, gülmeye başlayan Rasim'e iyice sinirlenen dedesi daha çok vurmaya başlamış, her vuruşunda Rasim daha çok güler olmuştu. Evet, çok yaramazdı ama bu kadarını da hak etmiyordu. "Sana kim dedi o harmanda ateş yak persafat!" diye vuran dedesini, daha fazla dayanamayan anası, "Ölümü gör baba" deyip önüne geçerek durdurmuştu.

Yediği feci dayakla Rasim'in dudakları patlamış, gözlerine kan oturmuştu. Fakat suratındaki gülümseme gitmemiş, bilakis artık hin bir gülümsemeye dönmüştü. Rasim, birden dedesinin elinden kurtuldu ve etrafa haykırmaya başladı. Gözleri şiddetle parlıyordu. "Size inat adam olmayacağım, öyle ki, utanacaksınız benden, başınıza bela olup her yerde namınızı, isminizi iki paralık edeceğim!" dedi. Tüm meydan sessizleşmiş, köylü birbirine bakarak fısıldaşmaya başlamış, Rasim'in dedesini ve babasını koluna girip kahveye götürmüşlerdi.

Kötü bir gündü.

O gün, yeni bir hayat başlamıştı Rasim için. Her şey silinip gitmişti. Sabahtan akşama kadar gezip tozup, milletin bahçesine girip, erik, elma, mevsimine göre ayva çalar olmuştu. Yaşı ilerledikçe daha bir dalgacı olan Rasim'i artık kimse tutamıyordu.

Bir zaman sonra dedesi kötürüm olmuş, ikinci bir felç ile de konuşamamaya başlamıştı. Çoğu zaman, göz işareti ile su ister, anlamamazlıktan gelen Rasim ona bir bardak su bile vermezdi. Suyu doldurur, yanına kadar getirir, sonra geri geri yürüyerek masanın üzerine koyup kaçardı. Yine böyle bir gün dedesine su vermemişti. Dedesi, zorla suya uzanmak isteyince tekerlekli sandalyeden düşmüştü. Ondan sonra iflah olmayan dede, bir ay kadar komada yatmış, sonrada bir sabaha karşı ölmüştü.

Rasim, o gün cenaze namazı vakti, ilk defa meşenin altını keşfetmiş, orada akşama kadar uyumuş, sonrada gelip akşam bir güzel dedesinin helvasını yemişti.

İşte, yıllar böylece akıp gitmiş, Rasim yirmi beşini bulmuştu. Evlenme çağına geldiğinden, köyden bir kız alıp, belki düzelir, iş güç sahibi olur diye evlendirmek istemişlerdi. Evlendikten sonra ilk zamanlar biraz düzelirmiş gibi olsa da, ilerleyen zamanlarda daha bir ters olmuş, kendini iyice boşluğa bırakmıştı. Karısının da -günahını almayalım- canına minnet, Rasim'le hiç ilgilenmemiş, bazen kayınlarının verdiği harçlıkla, bazen seralara yardıma giderek evin geçimini sağlamıştı. Bir müddet sonra anlaşıldı ki Rasim'in çocuğu olacaktı. Yaşı otuza gelmiş, arkadaşlarının çocukları on yaşını bulmuşken, o daha yeni baba olacaktı.

O günlerde de biraz değişir gibi olmuştu. Artık boş gezmeyi bırakmış, iskelenin orada balıkçılara yardım ederek, evine para getirmeye bile başlamıştı. Balıkçıların, ağları onarırken ağın kenarındaki ipe bir şamandıra dizdiklerini görünce sessizce onların yanına giderek, çocukluk arkadaşının elindeki ağı çekerek almış, ağın kenarına iki karışta bir şamandıra dikmeye başlamıştı. Arkadaşları bu duruma sevinip cebine 3 lira koymuşlardı. Parayla ilgisi olmayan Rasim, akşam eve gidip, kendisine bağıra çağıra tarhana çorbası döken karısının önüne bu üç lirayı atınca, karısı hiçbir şey söylemeden sofradan kalkmış, tarhananın yanına biraz soğan ve domates doğrayıp Rasim'in önüne doğru ittirmişti.

O gün, Rasim'in kendisini, herkes gibi hissettiği ilk ve son gündü.

Ertesi gün, karısının sancıları artmıştı. Onu, vilayete götürmek için at arabasına bindirmişti. Eşinin üstünü battaniye örterken, arabacının, atın sırtına ucu çivili bir sopayı batırması ve atın bir çığlık atması ile elindeki battaniyeyi yere fırlatıp oradan koşarak uzaklaşmış, sıradan insanın ilk ve son günü nihayete ermişti.

Koştukça, atın çığlığı kulaklarında yankılanıyor ve burnundan kan geliyordu. Selami'nin bahçesinin yanındaki meşenin altına kendini zor atan Rasim, burada uykuya dalarak kendini unutmaya çalışmıştı. Uyku, O'nun için bir merhemdi. Hani şu penisilinli sarımtırak merhem var ya işte ondan. Kara merhem değil. Çünkü kara merhem cerahati tümden dışarı çıkarıp, sürüldüğü yeri delik deşik ediyordu. Bu, yeni zaman merhemi öyle değildi. Tatlıca yarayı geçiriyor, izi bile kalmıyordu.

Birkaç saat sonra sakin bir şekilde uyandığında, etrafa sersem sersem bakarak nerede olduğunu algılamaya çalışmıştı. Meşe altında uyuduğunu hatırlamış, onu koşarak buraya getiren sebebi düşünmüştü. Yıllar önceki kahvehanenin önündeki o korkutan gülümseyişiyle etrafa bakarak çeşmeye gitmiş, burnundaki kanı sümkürerek temizlemiş ve hayata devam etmişti.

Aylar, yıllar derken, köyün eskilerinden birçoğu toprak olmuştu. Orta yaşlı olanlar biraz daha yaşlanmış, Rasim ve akranlarının saçlarındaki beyazlar, siyahlarla neredeyse denkleşmişti. Köyün bir ucunda varlığına hala alışmaya çalıştığı bir melek gittikçe büyüyor, dünya tatlısı bir hal alıyordu.

* * *

Nurcan, dokuzuna basmıştı.

Dünya güzeli, akıllı mı akıllı bir kızdı. Herkes onu çok seviyordu. Gerçi, Nurcan'ı babaannesi, babasının küçüklüğüne de benzetirdi hani, ama o dayak olayına kadar tabi. Nurcan, babasını çok seviyordu. Annesi, babasına lanet okurken o, babasının evden sessizce çıkışını, iskelenin önündeki banka gidip oturuşunu, Müberraların kedisini dövüşünü, Sütçü İrfan'ın ineklerini iğnelemesini, hepsini gün be gün izlemiş; onun böyle bir hayatının olması o yaşta bile çok acaip gelmişti. Hatta sebebini bilmeden Billur'a o da gıcık oluyor, o renkli gözlerinden korkmasa tekmeleyesi geliyordu.

Babası her gün aynı yerleri yürüyor, aynı insanlara laf atıyor, aynı kişilerden hakaret işitiyordu. Öğretmeni, okulda hayat bilgisi dersinde bunlara benzer şeylerden bahsetmişti. İnsanlar, genelde aynı şeyleri yapardı. Yer, içer, hayatlarını devam ettirirlerdi. Demek hayat bilgisi buydu. Her gün aynı şeyleri yapmak gerekliydi. Galiba bu işi en güzel babası yapıyordu. İşte, bu sebeple her geçen gün babasını daha çok seviyordu. Belki kendi okulunda okusa, hayat bilgisinden yıldızlı beş alabilirdi.

Bir gün öğretmenine, "Benim babam sizin dersinizi çok iyi çalışmış!" demişti. Öğretmen, "Nereden biliyorsun?" diye sorunca; "Babam, ben çok küçükkenden beri her gün aynı şeyleri yapar, hiç şaşırmaz. O, hayat bilgisini çok iyi biliyor." deyince öğretmeni gülmemek için zor tutmuştu kendini. Sonra da esasında hayatın bu olmaması gerektiğini defaten anlatmasına rağmen Nurcan'ı ikna edememiş, onun nezdinde öğretmen olmasına rağmen, hayatı hiç bilmeyen biri olarak mimlenmişti.

Gel zaman git zaman, sonunda evden de kovulan Rasim, kızını sadece okul çıkışlarında görmeye başlamıştı. Hayatta her şeyin karşısında durabiliyor, herkese en acımasız şekilde davranabilirken nedense bu kız karşısında daha önce hiç hissetmediği bazı duygular hissediyordu. İçinde, kızını görme arzusu uyanıyor, çoğu zaman, okul çıkışlarına gidip onun kendisini göremeyeceği bir yerde durup ilk önce izliyor, sonra cesaretini toplayıp eve yakın bir yerde durdurup ona en sevdiği patbom sakızlarını veriyordu.

Geçen akşam yine böyle bir sakız verme faslında kızı elini tutmak istemiş, küçük parmaklarıyla babasının elini tutunca Rasim'i bir titreme almıştı. Yolda yürürken, biri görecek diye akla karayı seçmiş, evin önüne kadar zor dayanmıştı. Sonra, kızını evin önünde aniden bırakıp meşeliğe doğru koşmuş ve gözden kaybolmuştu.

İşte o gün, Rasim'in içinde bir şey kopmuş, yuvarlanmaya başlamış ve kalbinin derinliklerinde bulunan koca bir çukuru kapatmıştı. Çukur büyük, ona doğru yuvarlanan taş da bir o kadar büyüktü. Taş çukura oturunca, sanki içinde bir şeyler dolmuştu.

Her şey daha farklı olabilirdi...

O gece hiçbir yere gitmeyen Rasim, en ulu meşenin dibine yatmıştı.

Denizden gelen yosun kokulu rüzgâr, meşeden uğultuya benzer bir ses çıkartıyor, bazen korkutucu olan bu uğultu bazen de bir annenin ninnisi gibi lahuti bir müzik halini alıyordu. Rasim, birkaç sefer sıkıntıyla etrafında döndükten sonra nihayet uykuya dalmıştı.

Rüyasında bir adadaydı. Adada renkli gözlü bir kedi, yavrusunu arıyor ama insan gibi, "Kızım! Kızım!" diye sesler çıkarıyordu. Uzakta, ara ara küçük bir kız çocuğu beliriyor, birkaç saniye içinde kayboluyordu. Rasim, kızın göründüğü yere doğru koşmaya çalışınca yere yuvarlanıyor, yerde bulunan koca koca iğneler vücuduna batıp onu kan revan içinde bırakıyordu.

* * *

Ertesi gün yine ikindi vakti, okul çıkış saatine yakın, meşeliğin önünden okula doğru yürümeye başladı. Gittiği yer okulun kapısı idi. Hayatında hiç böyle bir şey yapmayan Rasim'in niyeti, kızını karşılayıp eve kadar götürmekti.

Çıkış zili çalmış, az sonra Nurcan arkadaşları ile birlikte bahçede görünmüştü. Erik ağacının yanında, Onu bekleyen babasını gören Nurcan, ilk önce çok şaşırmış, sonra babasına doğru koşup, duraksamıştı. Babasının bir adım önünde kalakalan Nurcan'ın dudakları titriyordu.

"Niçin, dün akşam beni bırakıp gittin?" dedi.

Rasim, bir anda lal olmuştu. Ağzından sadece iki kelime çıktı. "Meşe!... Uyku!..." Nurcan'ın gözleri dolu doluydu. Ama ağlamak istemiyordu. Babasının koltuğunun altındaki pakete baktı. Yanlarından bir grup üst sınıf öğrenci geçiyordu. Çocukların içinde Muhtar'ın torunu, Müberra'nın büyük oğlu da vardı.

Oğlan, "Aha, beygirci gelmiş lan, bu yana bakın!" deyince film bir daha koptu. Rasim, yıldırım hızıyla bir adım attı ve Muhtar'ın torununa sanki akranına vurur gibi bir tokat attı. Çocuk yere yığılmıştı. "Beygircisin işte, beygir katilisin!" diyebildi sadece...

Nurcan'ın dolu gözlerinden bir damla yaş yere düştü. Çocuklar uzaktan onları seyrediyor, herkes Muhtar'ın torununa kahkaha ile gülüyordu.

* * *

Meşeliğe geldiğinde, koltuğunun altındaki paketi bir kenara fırlattı. Paket yere düşünce saçılmış, içinden kırmızı şile bezinden bir çocuk elbisesi çıkmıştı. Elini cebine attı, bir cebinde koca bir yorgan iğnesi, ötekinde patbom sakızı ve 3 lira vardı. Elbiseyi katladı, başının altına koydu ve derin bir uykuya daldı.

* * *

Uzaktan meşeliğe doğru 3 kişi geliyordu. Biri Çakır, diğerleri jandarmaydı. Çakır hararetle, para çekmecesinden 12 liranın nasıl çalındığını anlatmaya çalışıyor, adı anlaşılmayan birine galiz küfürler ediyordu... 

Продолжить чтение

Вам также понравится

SARKAÇ Maral Atmaca

Художественная проза

1.7M 103K 7
"Delilerin sevdası hoyrat bir fırtına gibidir. Günün başında seni sarsan fırtına, gecenin şafağında ılık bir esintiye dönüşüp kaburgalarının arasına...
GELECEK VeraHare

Художественная проза

133K 6.8K 17
Tüp bebek merkezinde tüplerin karışması sonucu kocası yerine hiç tanımadığı bir adamdan hamile kalmıştı Mahru. #1İhanet/24.5.2024 #1Mahru/24.5.2024 #...
Kayıp Parça Rabikce

Художественная проза

103K 8.1K 15
Balım. Kalabalık bir ailenin en küçük üyesiydi. Babasının göz bebeği, abilerinin prensesi. Ancak annesinin hataları yüzünden hayatı bir anda değişti...
864K 87.3K 44
[04.04.2017 Gizem/Gerilim #3] Üniversiteyi yurt dışında okumak için Kore'den ayrılıp California'ya gelen Jeon Jungkook, kimsenin dilinden düşmeyen Fr...