Obsesif//Sekai

De burcukrklk

8.4K 738 279

Otuz iki yaşında bir yazar olan Oh Sehun'un kaçırıldığı gün, yapmayı planladığı üç şey vardı: Uzun zamandır ü... Mais

Tanıtım
BİRİNCİ SEANS
ÜÇÜNCÜ SEANS
DÖRDÜNCÜ SEANS
BEŞİNCİ SEANS
ALTINCI SEANS
YEDİNCİ SEANS
SEKİZİNCİ SEANS
DOKUZUNCU SEANS
ONUNCU SEANS
ON BİRİNCİ SEANS
ON İKİNCİ SEANS
ON ÜÇÜNCÜ SEANS
ON DÖRDÜNCÜ SEANS
ON BEŞİNCİ SEANS
ON ALTINCI SEANS
ON YEDİNCİ SEANS
ON SEKİZİNCİ SEANS
ON DOKUZUNCU SEANS
YİRMİNCİ SEANS
YİRMİ BİRİNCİ SEANS
YİRMİ İKİNCİ SEANS
YİRMİ ÜÇÜNCÜ SEANS
YİRMİ DÖRDÜNCÜ SEANS
Soru.
YİRMİ BEŞİNCİ SEANS
YİRMİ ALTINCI SEANS-Final.

İKİNCİ SEANS

389 32 11
De burcukrklk

Buraya gelirken, arkamdan sirenleri acı acı çalan bir ambulans geldi. Sürücü herhalde hız sınırını aşmıştı. Neredeyse bir kalp krizi geçirecektim. Sirenlerden nefret ederim. Ödümü koparmasalar bile ki bugünlerde koparıyorlar, beni ailevi olaylara geri götürüyorlar. Chihuahualar bile dehşete kapılmış halimden daha dengelidir herhalde. Kalp krizi geçirmeyi tercih ederim doğrusu.


Bu ambulans düşmanlığının ardında ne tür gizli anlamlar olabilir ve şimdi ona nasıl akıl verebilirim diye düşünmeden bir durun derim. Daha başımdan geçen berbat olayları yeni eşelemeye başladık. Umarım büyükçe bir küreğiniz vardır.


On iki yaşındayken, babam Xiumin hyungu buz pateni antrenmanı yaptığı pistten alacaktı... Bu, annemin Fransız mutfağına merak sardığı dönemdi. Biz beklerken, o Fransız usulü soğan çorbası yapardı. Çocukluk anılarımın büyük bir kısmı annemin o zamanlar heveslenip pişirdiği yemeklerin kokusuyla ve tatlarıyla bezeli. Bazı yiyecekleri yeme becerim de bu anılara bağlı. Mesela, Fransız usulu soğan çorbasını içemiyorum, hatta kokusuna bile tahammül edemiyorum.


O gece, ambulans evimizin önünden geçerken siren seslerini bastırmak için izlediğim programın sesini açtım. Daha sonradan, sirenlerin Xiumin hyungla babam için çaldığını öğrendim.
Eve dönüş yolunda babam bir markete uğramıştı ve kavşağa girdikleri esnada sarhoş bir sürücü kırmızı ışıkta geçip onlara tam karşıdan vurmuştu. O aşağılık herif steyşın vagon arabamızı kullanılmış bir kağıt mendile çevirmişti. Senelerce şunu düşündüm: Acaba babama eve tatlı olarak dondurma getirmesini söylememiş olsaydım, hâlâ hayatta olurlar mıydı? Hayatıma ancak ölümlerini tecrübe edebileceğim en kötü şey olduğunu düşünerek devam edebildim. Yanılmışım.




***

Bacağıma yediğim iğne yüzünden bayılmadan önce, iki şeyi hatırlıyorum: Suratıma sürtünen kalın battaniye ve hafif bir parfüm kokusu.
Uyandığımda neden Vivi yanımda yok diye düşündüm. Sonra, gözlerimi açtım ve bembeyaz bir yastık kılıfı gördüm. Benimkiler sarı renkteydi


Öylesine hızla doğruldum ki, neredeyse bayılacaktım. Başım döndü, midemin bulandığını hissettim. Gözlerim fal taşı gibi açılmıştı, tek bir ses duymak için kulak kesilmis halde etrafıma bakındım. Ahşap bir kulübedeydim. Yaklaşık altmış metrekarelik bir odaydı ve büyük bir kısmını yataktan görebiliyordum.


Adam orada değildi. Bu rahatlama hissi sadece birkaç saniye sürdü. Orada değilse neredeydi?
Bir mutfak alanının bir kısmını görebiliyordum. Önümde ahşap bir tezgah ve ocak vardı, hemen solundaysa bir kapı. Gece vakti olduğunu düşündüm, ama emin olamadım. Yatağın sağ tarafındaki iki pencerenin ya panjuru kapalıydı ya da dışından tahtalarla kapatılmıştı. Birkaç tavan lambası yanıyordu ve bir diğer lamba da yatağımın ardındaki duvara monte edilmişti.



Aklıma gelen ilk şey, derhal mutfağa dalıp silah olarak kullanabileceğim bir şey aramak oldu. Ama bana ne iğnesi yaptıysa, etkisi henüz geçmemişti. Bacaklarım birden pelteleşti ve yere çakıldım. Birkaç dakika öylece bekledim, sonra sürünerek ayağa kalktım. Çoğu çekmecenin ve dolabın kapaklarının üstünde asma kilitler vardı. Buzdolabının bile bir asma kilidi vardı. Bedenimi tezgaha yaslayıp, açabildiğim tek çekmeceyi karıştırmaya koyuldum ama bir el havlusundan daha ölümcül bir şey bulamadım.


İçime birkaç derin nefes çekip, nerede olduğuma dair ipucu aradım.
Kol saatim kayıptı ve içeride duvar saatleri veya pencereler yoktu. Günün hangi vakti olduğunu tahmin bile edemiyordum. Evimden ne kadar uzakta olduğumu da bilmiyordum, çünkü ne kadar süre baygın kaldığımdan emin değildim.
Başım birisi mengeneyle sıkıyormuş gibi zonkluyordu. Yatakla duvar arasındaki en uç köşeye gidip, başımı bastırabildiğim kadar bastırdım ve yere baktım.


Kulübenin o köşesinde bana saatler gibi gelen bir süre bekledim. Her yanım donuyordu ve titremem geçmiyordu. Luhan evimin garaj yoluna giriyor, cep telefonumu arıyor, bana çağrı mı bırakıyordu?
Ya yine geç saate kadar çalışacağımı ve iptal etmeyi unuttuğumu düşünüp evine geri döndüyse? Arabamı bulmuşlar mıydı?
Ya saatlerdir ortada yoksam ve herkes beni aramaya başladıysa? Birileri polisi aramış olabilir miydi? Ya köpeğim? Vivi'yi evde tek başına, yürüyüşe çıkmak için sabırsızlanırken ve aç bir halde sızlanırken hayal ettim.



Televizyonda izlediğim polisiye dizileri teker teker gözümün önüne gelmeye başladı. Las Vegas'ta geçen CSI en sevdiğim diziydi.
Grissom kaçırıldığım yere gider, içeride yakın plan fotoğraflar çeker ve dışarıdan aldığı bir parça toprağı analiz ettikten sonra, nerede olduğumu, başıma neler geldiğini saptardı.
Seul'de bir CSI birimi var mıdır diye düşündüm. Kanada Kraliyet Atlı Polisini bir tek televizyonda yayınlanan bir geçit töreninde yürürken görmüştüm.



O Sapığın (ona içimden böyle diyordum) beni yalnız bıraktığı her saniye, gözümün önünden daha da fazla vahşice öldürüleceğime dair görüntüler geçiyordu. Parçalanmış cesedimi bulurlarsa, bunu anneme kim söyleyecekti? Ya cesedimi hiç bulamazlarsa? Polis kazayı telefonda haber verdiğinde annemin attığı çığlıkları hâlâ hatırlıyorum. O günden sonra, annemi elinde bir votka kadehi olmadan görmek zorlaştı. Ama onu sadece birkaç kez zil zurna sarhoş gördüğümü hatırlıyorum. Genellikle "Çakır keyif" olurdu.



Hâlâ güzeldi ama gözüme bir zamanlar capcanlı olan bir tablonun birbirine geçmiş renkleri gibi görünüyordu. Aramızda geçen belki de son konuşmayı, bir kahve makinesi yüzünden yaptığımız tartışmayı geçirdim aklımdan. Neden o lanet şeyi ona hediye etmiyordum ki? Ona çok kızmıştım ama o anda o anı geri alabilmek için her şeyi yapabilirdim. Bacaklarım aynı pozisyonda çok uzun süre kalmaktan karıncalanmıştı. Kalkıp kulübeyi dolaşmalıydım.



Dağlarda gördüğünüz o eski korucu kulübelerini andırıyordu fakat daha kişiye özel hale getirilmiş gibiydi. Sapık her şey düşünmüştü. Yatakta yay yoktu. Sert ve ahşap bir iskeletin üstüne yerleştirilmiş ve bir tür köpükten yapılmış iki yumuşak şilteden ibaretti. Yatağın sağ tarafinda büyükçe, ahşap bir gardırop vardı. Bir anahtar deliği göze çarpıyordu ama kapaklarını açmaya çalıştığımda, bunu başaramadım.


Ahşap ocak ve taş fırın asma kilitli bir perdenin ardında duruyordu. Çekmeceler ve tüm dolaplar boyanarak ahşap görüntüsü verilmiş bir tür metalden yapılmıştı. Tekme atsam bile bir şey olmazdı. Sığınacak bir alan veya tavan arası da yoktu; kulübenin kapısıysa çelikti. Kapı kolunu çevirmeye çalıştım fakat dışarıdan kilitlenmişti. Kapı çerçevesinin kenarlarını yoklayarak menteşeleri, destekler aradım; sökebileceğim herhangi bir şey var mı diye baktım ama hiçbir şey bulamadım.




Kulağımı zemine dayadım, fakat aşağıdan cılız bir ışık bile gelmiyordu. Parmaklarımı zeminde gezdirdiğimde, bir hava akımı da hissetmiyordum. Kulubenin etrafında sağlam bir yalıtım olmalıydı. Pencere kepenklerine hafifçe vurduğumda, metalik bir ses çıktı. Ama üstünde kilit veya menteşe yoktu. Ahşap panellerinde çürümüş herhangi bir nokta var mı diye kontrol ettim ancak bunlar da gayet sağlamdı. Banyodaki pencere pervazının altında, parmaklarıma serin bir hava akımı gelir gibi oldu. Yalıtım malzemelerinin birkaç parçasını çıkarmayı başardım, sonra da gözümü kalem inceliğindeki boşluğa dayadım. Bulanık yeşil renkli bir gök görünce, akşam üzeri olması gerektiğini düşündüm.



Malzemeleri tekrar yerine yerleştirdim ve zeminde bir şey kalmamasına özen gösterdim.
İlk başlarda, biraz daha eskice beyaz bir küveti ve tuvaleti olan banyo gözüme sıradan geldi ama içeride ayna olmadığını fark ettim. Tuvaletin haznesini kaldırmaya çalışınca, yerinden kımıldamadığın gördüm. Üstünde minik gül desenleri olan duş perdesinin halkalarının arasından çelik bir çubuk geçiyordu. Çubuğu sertçe çektim, ama duvara monte edilmişti. Banyonun kapısı vardı. Ama kilidi yoktu.


Mutfağın ortasındaki tezgahın iki tarafına karşılıklı olarak yerleştirilmiş iki tabure yere çakılmıştı. Mutfak malzemeleni paslanmaz çelikti, ucuz şeyler değildi ve yepyeni görünüyorlardı. Çift emaye kaplı lavabo ve tezgah parıldıyordu ve içeride belli belirsiz bir çamaşır suyu kokusu vardı. Gazlı veya tüplü olduğunu sandığım ocaklardan birini yakmaya çalıştığımda, bir tek klik sesi duydum. Ocağı parçalara ayırabilir miyim diye düşündüm fakat yerinden kımıldamıyordu. Ocağın içine bakınca, tepsilerinin de orada olmadığını gördüm.


Ocağın altındaki çekmeceye asma kilit vurulmuştu. Ne kendimi koruyabilecek bir şey bulmuştum, ne de kaçacak bir yer. Kendimi en kötüsüne hazırlamam gerekiyordu ama başıma gelebilecek en kötü şeyin ne olduğunu bile bilmiyordum. Yine titremeye başladığımı fark ettim. İçime birkaç derin nefes çektim ve gerçeklere odaklanmaya gayret ettim. Adam orada değildi, bense hâlâ hayattaydım. Birisinin beni çok geçmeden bulması gerekiyordu.


Lavaboya gidip, biraz su içmek için başımı eğdim. Birkaç yudum içmiştim ki, ön kapının kilidinin çevrildiğini duydum. Daha doğrusu duyduğum ses, kilidin dönme sesi gibi gelmişti. Kapı yavaşça aralanırken, kalbim hızla atmaya başladı. Adam beyzbol şapkasını çıkarmıştı; dalgalı siyah saçları vardı ve suratı ifadeden yoksundu. Surat hatlarına baktım. Beni nasıl cezbetmeyi başarmıştı? Alt dudağı üst dudağından daha iriydi ve dudağını sarkıtmış gibi görünüyordu ama bunun dışında gördüğüm tek şey o donuk kahve gözleri ve hoş suratıydı.
Ancak ilk bakışta fark ettiğiniz, kolaylıkla hatırlayacağınız türden bir surat değildi. Orada durdu, bana bakınca, suratına kocaman bir gülümseme yayıldı. O anda, tamamıyla farklı bir adama bakıyordum.


Bir şeyi anlamıştım. Karşımdaki fark edilip edilmemeyi seçebilen bir adamdı. "Güzel! Kalkmışsın. Dozu kaçırdığımı düşünmeye başlamıştım."
Adeta seke seke bana doğru yürüdü. Kulübenin en uzak köşesine, yatağın oraya çömeldim ve sırtımı duvara verdim. Aniden durdu.
"Neden köşeye saklandın?"
"Hangi cehennemdeyim?"
"Henüz tam olarak kendine gelemediğini biliyorum ama burada küfür etmek yasaktır."
Lavaboya gitti. "Birlikte yiyeceğimiz ilk yemeği dört gözle bekliyordum fakat ne yazık ki yemek vaktini uyuyarak geçirdin."
Cebinden kocaman bir anahtarlık çıkardı, dolaplardan birinin kilidini açtı ve bir bardak aldı.


"Umarım çok aç değilsindir." Suyu biraz akıttı ve bardağı doldurdu. Musluğu kapatıp bana dönüp sırtını tezgaha dayadı.
"Akşam yemeği kuralını çiğneyemem ama bugün kuralları birazcık esnetebilirim sanırım." Bardağı uzattı. "Ağzın çok kurumuş olmalı." O sırada, boğazım zımpara kağıdından bile beter durumdaydı ama ondan hiçbir şey almayacaktım. Bardağı salladı.
"Buz gibi kaynak suyundan güzeli yok." Birkaç saniye bekledi, soru sorar gibi tek kaşını havaya kaldırdı, sonra omuzlarını silkip suyu lavaboya dökmek için hafifçe döndü.


"Plastiğin gerçek bardak gibi görünmesi akıl almaz, değil mi? Her şey göründüğü gibi değil, ne dersin?" Bardağı dikkatle kurulayıp tekrar dolaba kaldırdı ve kapağını kilitledi. Sonra, iç çekip tezgahın önündeki taburelerden birine oturdu ve kollarını başının arkasına dayadı.
"Vay canına, en sonunda rahatlamak ne kadar da güzel!"
Rahatlamak mı? Heyecan duymak için ne yapıyordu acaba? İğrenç.


"Boynun nasıl? İğnenin ağrısı geçti mi?" "Neden buradayım?"
"Nihayet, konuşabiliyorsun." Dirseklerini tezgaha dayadı ve parmaklarını çenesinin altına koydu.
"Harika bir soru, Sehun. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki çok şanslı bir adamsın." "Kaçırılmayı ve uyuşturucuyla bayıltılmayı pek de şans olarak göremiyorum."
"İnsanların bir alternatiften haberdar olsalar, kötü olduğunu sandıkları bir olayın aslında hayatlarında oldukça güzel bir olay olduğunu fark etmeleri mümkün değil mi sence?"


"Başka her şey bundan daha iyi bir alternatif olurdu."
"Her şey mi, Sehun? Alternatif benim gibi iyi bir adamla vakit geçirmektense satılık evden çıkıp bir kaza geçirmek olsa bile mi? Diyelim ki, marketten çıkmış genç bir anneye çarptın ve bütün ailesini öldürdün? Ya da kadının en sevdiği çocuğunu öldürdün." Aklıma birden Xiumin hyung ve babamın cenazesinde ağlayan annem geldi. Bu adam Seul'den miydi yoksa?


"Yanıtın yok mu?"
"Adilane bir kıyaslama olmadı. Başıma ne geleceğini bilemezdin."
"Ama bu konuda yanılıyorsun. Senin gibi adamların başına ne geldiğini çok iyi bilirim." İyi gidiyordu, onu konuşturmaya devam etmeliydim. Ne tür şeylerden hoşlandığını anlarsam, ondan nasıl kaçabileceğimi de anlayabilirdim.
"Benim gibi adamlar mı? Benden önce bana benzeyen birisini mi tanıyordun?" "Etrafa bakma fırsatın oldu mu?" Gülümseyerek etrafa bakındı.
"Bence gayet güzel."


"Seni bir adam üzdüyse, gerçekten de üzgünüm... Gerçekten... Ama beni cezalandırman adil değil, sana hiçbir şey yapmadım."
"Bunun ceza mı olduğunu sanıyorsun?" dedi gözlerini iyice açarak.
"Birisini kaçırıp, bir... Bir yere götüremezsin. Bunu yapamazsın." Gülümsedi.
"Ama yaptım bile. Bak, gizemin bir kısmını hemen çözeyim. Bir dağ başındayız, daha doğrusu bizim için özel olarak seçtiğim bir dağ kulübesindeyiz. Burada güvende olabilmen için her ayrıntıyı düşündüm."


Lanet olasıca adam beni kaçırmıştı ve bana güvende olduğumu mu söylüyordu? "İstediğimden daha uzun sürdü... Ama hazırlık yaparken, seni daha iyi tanıdım. O süreyi iyi değerlendirdim sanırım." "Beni tanımak mı? Seni daha önce hiç görmedim. Kai gerçek ismin mi?"
"Kai EunWoo... Güzel bir isim değil mi sence?"
EunWoo babamın ismiydi ancak bunu ona söyleyecek değildim.


Sakin ve tatlı bir ses tonuyla konuşmaya çalıştım. "Kai harika bir isim fakat galiba beni bir başka adamla karıştırıyorsun. Artık bu oyuna bir son verelim, tamam mı?"
Ağır ağır başını salladı.
"Bir şeyleri karıştıran ben değilim, Sehun. Hayatımda hiçbir şeyden bu kadar emin olmamıştım." Cebinden yine anahtarlığı çıkardı ve mutfaktaki dolaplardan birini açıp kenarında 'Sehunnie~' yazan büyükçe bir kutu çıkardı.


Kutuyu yatağa getirdi. Kutunun içinden o güne dek çıkardığım bütün kitapları ve görüştüğüm editörlerin bilgisini çıkardı. Dergi kapağındaki röportajlarımın bile bir kısmı oradaydı. Birini eline aldı. Bu, yazdığım son son kitabın taslağıydı. "En sevdiğim bu. Adres seni ilk gördüğüm tarihe tıpatıp uyuyor."
Sonra, bana bir sürü fotoğraf uzattı. Vivi'yi sabah gezdirirken, ofisime girerken, köşedeki marketten bir kahve alırken. Fotoğrafların birinde saçlarım daha uzundu...


Üzerimdeki gömlek artık eskilerin arasına karışmıştı. Bu fotoğrafı evimden mi almıştı? Vivi'yi atlatması mümkün değildi, ofisimden çalmış olmalıydı. Fotoğrafları elimden aldı, tek dirseğini yatağa dayayıp uzandı ve fotoğrafları yatağa serdi. "Çok fotojeniksin."


"Ne kadar süredir beni gizlice izliyorsun?"
"Buna gizlice izlemek denemez. Gözlemlemek olabilir belki. Merak ediyorsan söyleyeyim, bana aşıksın diyeceğin türde bir adam değilim."
"Çok iyi biri olduğuna eminim ama benim bir erkek arkadaşım var. Aklını istemeden karıştıracak bir şey yaptıysam özür dilerim, ama aynı şeyleri hissetmiyoruz. Belki arkadaş olabiliriz... Tatlı tatlı gülümsedi.

"Bana söylediklerimi tekrarlatma. Kafam karışık değil. Senin gibi adamların benim gibi erkeklere karşı romantik hisler beslemediğini biliyorum... Senin gibi adamlar beni görmez bile."
"Seni görüyorum, bence hak ettiğin türde birisin..."
"Nasıl biri? Evlenmek isteyen mi? Tombul bir kütüphaneci mi? En fazla nasıl bir beklentide olabilirim söyler misin?"
"Öyle demek istemedim. Eminim ki birisine sunabileceğin çok..."
"Sorun ben değilim. Erkekler hep yanlarında olacak birilerini istediklerini söyleyip dururlar... Bir sevgili, bir arkadaş, kendilerine denk birisi. Ama bunu elde ettikleri anda, onlara pislik gibi davranan ilk erkek için bunları çöpe atarlar. Adam onlara ne yaparsa yapsın, daha fazlasını isterler."


"Bazı erkekler öyledir fakat büyük bir çoğunluk öyle değil, Erkek arkadaşım da dengim ve onu seviyorum."
"Luhan mı?" dedi kaşlarını kaldırıp. "Luhan'ın dengin olduğunu mu düşünüyorsun?" Biraz gülüp başını salladı.
"Gerçek bir erkek karşına çıktığı anda onu terk edersin. Sıkılmaya başlamıştın zaten."
"Luhan'ın ismini nereden biliyorsun? Hem neden böyle konuşuyorsun? Ona bir şey mi yaptın?"


"Luhan gayet iyi. Şu anda hissettikleri, senin ona hissettirdiklerinle kıyaslanamaz. Gerçi seni suçlamıyorum... Daha iyisini bulabilirdin." Güldü.
"Aa, bir dakika, buldun bile."
"Bak, sana saygı duyuyorum çünkü özünde şu an yaptıklarından hoşnut olmayan birisi olduğunu biliyorum. Beni serbest bırakırsan..."


"Lütfen bana büyüklük taslama, Sehun." "Peki, ne istiyorsun? Bana hâlâ neden burada olduğumu söylemedin."
"Zaman benden yana," diye bir şarkının sözlerini mırıldanmaya başladı.
"Zaman mı istiyorsun? Benimle mi? Konuşmak için mi?" Tecavüz etmek ve öldürmek için mi? Gülümsemekle yetindi. Bir şey işe yaramadığında, başka bir şey denemek gerekir. Kaçtığım köşeden kalktım ve yanına gittim.


"Bak Kai, ya da ismin her neyse, beni bırakman gerek." Bacaklarını yatağın kenarından sarkıtıp, yatağın ucuna oturdu ve bana döndü. Doğruca suratına eğildim. "İnsanlar beni arayacaklar... Bir sürü insan. Beni hemen şimdi bırakırsan, senin için çok daha iyi olur." Parmağımı suratına doğrulttum.
"Bu hastalıklı oyununun bir parçası olmak istemiyorum. Yaptığın şey resmen çılgınlık. Bunu anlaman..."


Elini kaldırdığı gibi suratımı kavradı. Suratımı o kadar çok sıktı ki, dişlerim birbirine sürtündü. Beni santim santim kendisine çekti. Dengemi kaybettiğimde, nerdeyse kucağına düşecektim. Beni ayakta tutan tek şey çenemi tutan eliydi. Sesi öfkeden titreyerek "Sakın benimle bir daha öyle konuşma, tamam mı?" dedi. Suratımı bana evet dedirtirmiş gibi salladı ve her sallayışında parmaklarını sıkılaştırdı. Çenem parçalanacakmış gibi hissettim. Sonra, beni bıraktı. "Etrafına bak. Bu tür bir şey yaratmanın kolay olduğunu mu sanıyorsun? Sence tüm bunlar parmaklarımı şıklattım da mı oldu?"


Ceketimin yakasından tutarak beni üstünden çekti ve yatağa sıkıca bastırdı. Alnındaki damarlar şişmiş ve suratı kızarmıştı. Kısmen üstümde yatarken, yine çenemi tutup sıktı. Parıldayan gözlerle tepemden bana baktı. Ölmeden önce gördüğüm son şey gözleri olacaktı. Her şey kararıyordu. Derken, suratındaki öfke ifadesi kayboldu. Elini çekip, parmaklarının saniyeler önce sıktığı çenemi öptü.
"Şimdi, neden bana bunu yaptırdın? Deniyorum, Sehun, gerçekten de deniyorum, ama benim de sabrımın bir sınırı var."


Saçlarımı okşayıp gülümsedi. Hiç sesimi çıkarmadan yattım. Yataktan kalktı. Banyodan su sesi geldiğini duydum. Etrafımdaki fotoğraf yığını arasından gözlerimi tavana diktim. Çenem sızlıyordu. Gözlerimin kenarlarından yaşlar akıyordu ama suratımı silmedim bile.

BÖLÜM SONU.

Continue lendo

Você também vai gostar

29.3K 3.7K 36
[ tamamlandı ] Dram / Gerilim / Cinayet Taehyung, yaşama tutunmak için silinen tüm izleri tekrar yaşamaya başlar, ❝Cehennemdeyim. Senin yerin buradan...
4.7M 396K 94
1 KIZ, 6 ERKEK, ÖLÜMCÜL BİR EV. Afra'nın diğer tutsaklardan dört farkı vardı: Birincisi, bir kız olmasıydı. İkincisi, tutsak alınan son kişi olmasıyd...
97.4K 6.5K 30
[vmin] Esmer tenli, siyah saçlının kulağına eğildi. "Park Jimin, söylediklerini duyabiliyorum." Siyah saçlı devamı gelecekmiş gibi hissettiği cümley...