taç yaprağı

By ancillulaa

57.2K 6.1K 4.4K

"İntihar etmek havalı bir şey değil ki," diye fısıldadım bir süre sonra. "Aptal." © yamen 2018 More

1 ❦ mutfak bıçağıyla öldürülen ruhlar
2 ❦ Venüs'e taşınan çocukluk
3 ❦ saksı çiçeğinin altındaki ev anahtarı
4 ❦ yara bandı satmayan eczaneci
5 ❦ balonu patlayan kız çocuğu
6 ❦ eski hatıraların arasındaki yaşlı ruh
7 ❦ tahta kılıcın koruduğu kumdan kalesi
8 ❦ camdan converse giyen aptal prenses
9 ❦ okyanusun derinliklerine gömülmüş gülümsemeler
11 ❦ kalbe dayanan silahın içindeki çiçekler
12 ❦ renkleri akmış gökkuşağı
13 ❦ ay'a mektup yazan kurt
14 ❦ ayna'yı öldüren yansıma
15 ❦ sessiz limana varan çığlık vapurları
16 ❦ yanan evin içindeki akşam yemeği
17 ❦ bir cenaze töreni var, kırmızı giyeceğim
18 ❦ terastaki sessiz çiçeklerin melodisi
19 ❦ üşüyen anılar ve kül olmuş duygular
20 ❦ suyu sevmeyen japon balığı
21 ❦ hayali; büyüyünce katil olan kelimeler
22 ❦ havva'ya yasak limon
23 ❦ ölen insanlar hep mutlu anılarımızda!
24 ❦ ay'a çıkan ilk duygular
25 ❦ yalnız kalmak hiç havalı bir şey değil!
26 ❦ Sakura'lar uyumamı söylüyor
27 ❦ ölen kişi için ölmek kolaydır
28 ❦ bir varmış, bir yokmuş
29 ❦ kiraz çiçekleri ne çabuk soluyormuş, hiç var olmamış gibi
30 ❦ az kalsın yaşıyorduk, tanrı korudu
31 ❦ tanrı'sını kaybeden ruh
üzgünüm, satusu

10 ❦ iyi olmak isteyen cehennem volkanları

1.2K 187 61
By ancillulaa



#han hee jung - dreaming.






Bazen bana bakan herkesin aslında bana değil, yaralarıma baktığını hissederdim. Sanki kusurlarım onlar için benden daha önemliydi.

Mesela bir ortama aniden yürüme engelli birisi girse, hemen onun tekerlekli sandalyesine ve bacaklarına bakarız ve tabii ki insanlık içgüdüleri olarak ona acırız. Ona yardım etmeye çalışır, bizim de onun gibi olmadığımız için Tanrıya şükür ederiz.

Ama hiçbirimiz o kişinin gözünün ne renkte olduğunu, saçının şeklini yada konuşurken hangi kelimeyi hangi sıklıkla söylediğini asla bilmeyiz. Onun kusuruna o kadar çok odaklanmışızdır ki, karşımızdakinin acınılması gereken yaratık değil bir insan olduğunu neredeyse unutuyoruz. Ve yalan kabul etmiyorum çünkü bunu hep yapıyoruz.

Bazen kusurlarımız bir hazine kadar değerli oluverir, çünkü insanlar nasıl birisi olduğumuzdan çok kusurlarımızın nasıl olduğuyla ilgilenir.

Kulaklıklarımda geçen gece sabaha kadar odanın içinde boş boş dolanmaktan ve duvarla durmaksızın konuşmaktan ve yukarı komşumuzun -ki bu pembe atkılı adam oluyordu- eşyaları sürüklemesinden ve içine düştüğüm büyük boşluktan sıyrılmak için bilgisayarda gezinirken karşıma çıkan şarkını açmıştım. Sonra bilgisayarı eski yerine yani yatağımın altına bırakmış, kayıp eşya bürosunu anımsatan yatağımın altında onu yalnızlığa gömmüştüm.

Koridorda kendine güç bela yer edinmiş küçük temizlik odasından bez, deterjan falan elime ne geçtiyse alıp, annemin koyu mavi mutfak önlüğünü boynuma geçirdiğim gibi yumurtalanmış kapımızın önüne çıktım.

Büyük bir çabayla kapımızın önünü ve annemin büyük saksı çiçeklerinin olduğu köşeyi temizlemeye çalışıyordum. Fakat sadece çalışıyordum çünkü annemin saksının içine yanlışlıkla deterjan dökmüştüm ve çiçeğinin solması için sadece iki gece yeterliydi. Annem çiçeklerinin solduğunu her gördüğünde sütü devrilmiş sütçüler gibi karalar bağlayan bir kadındı.

Ailemden hiç kimse bunu görmeyecek. Onların utanmasına sebep olmayacağım.

Bu düşünce zihnimin ağına iliştiğinde daha sert silmeye başladım. Sarı bulaşık eldivenleri ellerime kocaman olmuştu ve çalışırken zorlanıyordum ama önemli değildi.

Hiçbir şey önemli değildi.

Kulaklığımdaki kulaklığın sesini normalde dinlemem gerekenden daha fazla açmıştım ve kulaklarımı ağrıtıyordu. Bunu sorun etmedim. Kocaman bir sorunun içinde yaşarken küçücük sorunlar yüzünden mızmızlanmak hiç bana göre değildi. Belki de sorun sadece bendim.

Sonra bir şey oldu; olmasını hiç istemediğim bir şey.

Bezi ıslatmak için arkama bıraktığım kovaya taraf döndüm ve çökerek bezi ıslattım. Islattığım bez parmaklarım arasından kayıp kovaya düştüğünde kulaklıklarımda gürleyen şarkı sessizliğe boyun eğdi sanki. Bütün çiğ umutlarım idam kürsüsüne tek tek çıktı ve hayal kırıklıkları boyunlarına inen bir bıçak kadar kesin, ayaklarının altından çekilen sandalye kadar hain oldu.

Babamın ifadesiz bakan gözleri aynı renk kefeni giymiş ifadesiz gözlerimle kesiştiğinde bakışlarından o hüznü gördüm. Bir baba için kızının katil damgası yemesi zordu. Hele kızının önünde bunu saklamaya çalışması, daha da zordu.

Hiçbir şey söylemedi. Ya da hiçbir harakette bulunmadı. Sadece ağır adımlarla kapıyı açtı ve eve girdi.

Derin bir nefesi ciğerlerime çektiğimde kulaklıklarımı kulağımdan çıkarıp koyu mavi mutfak önlüğünün ön cebine tıkıştırdım ve bir süre gözlerimi sıkıca kapattım.

Eğer ölecek gibi acı çekersen kendine sürekli "bir baloncuk olduğunu ve uçarak patladığını," hatırlat. Ne kadar ağır bir acı yaşarsan yaşa, er ya da geç patlayacaksın ve bu acının bir önemi kalmayacak.

"Ben bir baloncuğum," diye fısıldadım kendi kendime. "Ben bir baloncuğum. Fazlası değil."

Kapattığım gözleri aldım. Kovanın içine düşmüş bezi sıkarak elime aldım ve kapının yanındaki duvarı temizlemeye devam ettim.

Bir çocuğun intihar sebebi olabilirdim. Bir ailenin utanç kaynağı da olabilirdim. Her sınıfta olan tuhaf ucube de olabilirdim. Ama ben bir insandım. Her şeye rağmen bir insan.

Aniden evimizin kapısı açıldığında babamın dışarı çıktığını gördüm. Takımını çıkarmamıştı. Oysa işten eve geldiğinde ilk takımını çıkarırdı. Ellerinde mutfak eldivenleri ve yeşil bir bez vardı. Hiçbir şey söylemeden kovada yeşil bezini ıslattı ve yanımda durarak kapıyı temizlemeye başladı.

"Baba," diye fısıldadım. Fakat cümlemi tamamlamama izin vermeden gülümsedi.

"Annen çiçeklerinin bu halde olduğunu görürse ikimiz içinde üçüncü dünya savaşına bilet olur."

Babamın konuşmasından sonra sessizce temizlediğim yere geri döndüm. Her ne kadar göğüs kafesimdeki organa yumruk yemiş gibi olsam da sadece ona bakmakla yetindim. Benimle bir daha hiç konuşmayacağını, hatta evlatlıktan reddeceğini falan düşünmüştüm. Ama o bütün bu ihtimalleri tekmeleyerek benimle kapıyı temizliyordu.

"Üzgünüm," dedim aniden duvarı temizlemeye devam ediyordum ve oldukça sakindim. "Bir katilim, koca bir aptalım ve küstah, nankörün tekiyim. Derslerim iyi değil, çizimlerim daniskanın önde gideni, iyi bir evlat ya da arkadaş, kardeş değilim. Yine de bütün bunlara rağmen benimle konuştuğun için teşekkür ederim."

"Hiç konuşmadan aynı evin içinde yaşayamayız değil mi?" Babam tekrardan gülümseyerek karşılık verdi. Ben kötü hissetmeyeyim diye gülümsediğini biliyordum.

"Ve evlat inan bana, büyük sabırla saydığın o şeylerin hiçbiri değilsin."

Gülümsedim. Bütün bunları iyi hissetmem için söylediği ortadaydı ama kendimi bu yalana derinden kaptırmak istedim. Kaptırmak ve bir daha doğrunun ne olduğunu bilememek.

"Sen sadece bir insansın. İyi olmak zorunda değilsin."

Bazen aile insanın en büyük şansı olurdu; bazense en büyük felaketi.

Benim ailem şans yaprağının içinde yetişen felaket dikeni gibiydi. Dokunduğun an ruhuna batardı, hem kendini hem de seni yaralardı. Bazen bir kelime, bazen bir haraket ve bazen bir sessizlikle bütün kapıları hem yüzüne kapatır hem de geçmen için sonuna kadar açık bırakırdı.

Babam için, ailem için, Evren için.. o an tek bir şey diledim. Bu dileğim bütün doğum günlerimde büyük umutlarla pastanın mumlarını üflerken dilediklerimden daha tutkuluydu. Bütün doğum günü dileklerimden bunun için vazgeçebilirdim.

Hayatımda sadece tek bir kez yeterince iyi olmak istedim.





Bir rüya gördüm.

Yanan bir evin içindeydim. Duvarları, yıldızlı tavanı ve dolapları yanıyordu. Kül olmuş çekmecelerinde yarım bıraktığım romanlar vardı.

Çok uzaklara koşuyordum. Dünyadan çıplak umutlarla kaçmaya çalışıyordum, ama yapamıyordum.

Ve rüyadan uyandım.

Hâlâ yanan bir evin içindeydim fakat rüyamda kurtardığım eve hiç benzemiyordu bu ev. Sanki ben, onu asla kurtaramıyordum. Kovalarca su döksem bile salonumuzun ortasından yükselen dumanı söndüremezdim. Çünkü alevler, ateşler hiçbiri yoktu.

Yarım bıraktığım romanlar tozlu raflarda öylece duruyordu, yanan çekmecelerde değillerdi.

Ama sanki her şey, yavaş yavaş yanıp kül oluyordu.

Çok uzaklara koşuyordum. Dünyadan çıplak umutlarla kaçmaya çalışıyordum, ama yapamıyordum.

Yanan bir evde mahsur kaldım. Komşularımız itfaiyeyi asla çağırmayacaktı ve ben yanan bu evin içindeki havada süzülen küller olacaktım. Hiç kimse görmüyordu. Evden yükselen alevleri kimse görmüyordu.

Çekmecemde tamamlanmamış hayaller vardı.

Ve hepsi yanıyordu.

"Çizimlerini seçmelere gönderdin mi?" Annemin tok sesiyle daldığım boşluktan kendimi çekip zaten boşlukta olan dünyanın içine attım.

Mutfak tezgahının üzerinde oturmuş tuhaf adamın verdiği çiçeğin yapraklarıyla oynarken, bacaklarımı aşağı doğru sarkıtarak bir ileri bir geri sallıyordum.

"Göndermeyeceğim." dedim düşünceli bir sesle.

Annem ocaktaki yemeği tahta kaşıkla karıştırırken bakışlarını birkaç saniyeliğine üzerimde gezdirdi fakat sonra işine geri döndü. "Niye?"

Oynadığım yaprağı bırakıp kollarımı Tanrı'ya dua edercesine havaya kaldırdım; ya da isyan eden bir ergenin fotoğraf karesini canlandırdım. Artık bilemiyorum. "Çünkü hepsi daniskanın mafya babası gibi! İlkokul bebeleri bile bir başyapıt yaratıyorken ben anca çiçek böcek çiziyorum."

"Çiçek böcek çizmeyi sevdiğini sanıyordum."

Kollarımı indirip yanaklarımı şişirdim ve tükenmiş bir nefesi dışarı savurdum. "Seviyorum."

Annemle göz göze geldik, bana tek kaşını kaldırmış cevap bekliyor gibi bakıyordu. "Seviyorsan, sadece çiz Erva."

"Ama hiç kimse sadece çiçekleri çizen birisinin projesini istemez ki. Daha çok insan falan çizenleri seçiyorlar."

"Bu projeyi hiç kimse beğenmeyecekse bile sen sevdiğin gibi çiz."

"Ama bunu hiç kimse beğenmeyecekse yapmanın anlamı ne?"

"Peki bunu sen beğenmeyeceksen senin yapmanın anlamı ne?"

Kısa bir sessizlik aramızdan akıp gitti. Haklıydı. Annelerin hep haklı olduğuyla ilgili bir laf vardır ya, hep olmasa da çoğu zaman haklıydı annem. Bir insan olarak beni sonuna kadar motive eden tek mucizeydi fakat bir anne olarak, bilemiyorum. Gerçek bir annenin nasıl olduğunu hiç görmemiştim. Anne bile olsa herkes birer insandı. Ve insanlar severlerdi, kırarlardı, ihanet ederlerdi, merhamet gösterirlerdi ve yalan söylerlerdi. Bu su götürmez bir gerçekti.

"Hazır ortam bu kadar sakinleşmişken bir şey itiraf edeyim diyorum ama akbaba gibi üzerime çökeceğinden endişe etmeden duramıyorum."

Annem elindeki tahta kaşığı alnıma vurduğunda acıyla alnımı ovalamaya başladım. Bu kadın hiç rahat durmuyordu.

"Ben senin annenim Erva. Anneyle böyle konuşulmaz."

"Anneciğim bana her ne yaparsan yap seni çok sevdiğimi biliyorsun değil mi?" dedim ani değişim göstererek. Suyuna gitmek lazımdı tabi.

"Bunu benim sana söylemem gerekmiyor mu?" Annem yine ucu sivri iğnelerini az sonra yürüyeceğim yola diktiğinde derin bir nefes aldım. Hep böyle yapıyordu. Ben çıplak ayaklarla o yolu her yürümeye kalkıştığımda ayağımı yaralayan iğneleri kendi elleriyle ayağımın altına dikiyordu ve sonra yaralandığım için bana bağırıyordu.

"Bizim muhteşem okul bazı makul hadiseleri yanlış anlamaya meyilli olduğu için, her detayı düşünmekten kel kalan müdürümüz.."

Annem sinirle tahta kaşığı lavaboya fırlattığında ellerimi ortada kavuşturup bildiğim bilmediğim bütün duaları birbirinin ardından sıralamaya başlamıştım.

"Yine mi veli toplantısı?!" Annem ellerinin kısa saçlarının arasından sinirle geçirdi. "Daha geçen hafta okuldaydım Erva! Daha bir hafta bile geçmeden tekrardan ceza almayı nasıl başarıyorsun anlamıyorum?"

"Ben sadece," diye geveledim ağzımda. Fakat beni duymadı. O çoğu zaman beni duymazdı zaten. Hani derler ya, çocuklarını ebeveynlerden iyi hiç kimse tanıyamaz falan. Palavra.

Bir konuda anlaşalım; aileler çocuklarını tümüyle tanımazlar.

"Yapacağın tek bir şey var Erva, sorunsuz bir şekilde okuldan mezun olmak! Onu bile yapamıyor musun? Tamam ben razıyım üniversiteye bile gitme, istediğini yap ama şu okulu sorunsuz bitir! Bıktım anlıyor musun tükendim! Diğer velilerin yüzüne bakamıyorum utancımdan. Her hafta okuldayım. Yapacağın alt üstü derse girip çıkmak onu bile yapamayacak kadar sorunlu musun sen?!"

Dua eden ellerimi indirdim ve ileri geri salladığım ayaklarımı durdurdum. Ruhumu son damlasına kadar emen akbaba işte buydu. Sadece tek bir lafıyla günlerce tuğla tuğla ördüğüm mutluluğu yıkıp geçiyordu.

"Biraz Evren gibi olamaz mısın? Okulda asla onun veli toplantısına ceza almak için çağırılmadım. Biraz ağabeyine benzesen ne olur sanki? Her şeyin sorun Erva. Koca bir sorunsun! Kocaman!"

"Ben sorun değilim." diye fısıldadım. Fakat sesim bunu tereddüt ediyormuş gibi çıkmıştı.

Annemin öfkeli gözleri beni odak alanına aldı. Küçük çaplı sinir krizi geçiriyordu, bu sinirlendiğinde hep olurdu. Ama bu sefer ona sarılmak ve her şeyin geçeceğini söyleyerek, sinir krizinin geçmesini beklemek istemiyordum.

"Sen tam bir sorunsun Erva. Komşularımızın da çocukları var. Ama ne tesadüfse onların anneleri her hafta okula çağırılmıyor ve çocukları normal."

Buradan bir an önce kalkıp gitmek ve odamdaki kayıp eşya bürosunu anımsatan yatağımın altında saatlerce şarkı dinlemek istiyordum. Ama şu an her hücrem kilitlenmişti. Bütün bunları sinirinden söylese bile, bir insan öfkelendiğinde doğruları söylerdi diye okumuştum bir yerde. Bu bilgi ailemle her kavgamda biraz daha içime kapanmamı tetikliyordu. Çünkü her kavgamızda özenle seçilmiş oklar tam kalbime saplanıyordu. Ve buna izin veren bendim.

"Sorun bende diyeceğim ama Evren'de seninle aynı geni taşıyor. İkinizde benim çocuğumsunuz. Ama Evren normal."

Ve sonra aniden sustu. Söylediklerini yeni algılamış gibi bakışlarını uzunca bir süre etrafta gezdirerek sessizliğini korudu. Fakat şimdi mutfakta olan ölüm sessizliğe rağmen zihnimde toplar patlıyordu ve düşüncelerim yerle birdi.

Rüyamda çok uzaklara koşuyordum. Dünyadan çıplak umutlarla kaçmaya çalışıyordum, ama yapamıyordum.

Oturduğum tezgahtan tedirginlikle inmeye çalıştım ama pijamama takılan saksı yüzünden aşağı indiğimde tuhaf adamın verdiği saksıda benimle birlikte tezgahtan kaydı ve mutfağın mermer fayansına düştü. Gözlerim önünde parçalanan kahverengi saksıdan fırlayan toprak etrafa dağıldı ve kocaman yapraklı küçük beyaz çiçek mermer fayansta öylece uzandı.

Annem duymadı. Sinir krizinden sonra hep sesleri boğuk duyardı zaten.

Ben duydum. Ve duyduğum tek ses saksının kırılma sesi değildi. Başta kalbim olmak üzerine birçok şeyin kırılma sesini duydum; anıların, umutların, hayallerin ve mutluluğun.

"Anne ben çok mu kötüyüm?" Bunu doğru düzgün duymayacağını bilsem de fısıldadım. Bakışlarım fayansta kırılmış saksıdaydı. Saksı parçalarının altında saklanan hayal kırıklıkları yavaş yavaş mutfak halımızın altına kaçtı, artık bu evde attığım her adımda ayaklarıma batıp ruhumu yaralayacak çivilerdi hepsi.

Annemin sesi sürekli zihnime işlemiş bir melodi gibi başa sarıp duruyordu. Zihnimdeki melodini yaratan notaları yırtıp atmak, piyano tuşlarını tırnaklarımla sökmek istiyordum.

"Neden okulda yanından geçtiğim herkesin benim hakkımda konuştuğunu hissediyorum?" Bakışlarımı saksıdan çekmeden tekrardan fısıldadım. Annemin yavaş adımlarla mutfaktan çıktığını göz ucu görmüştüm. Beni dinlemedi, hep yaptığı gibi. Ama bu sorun değildi.

"Anne ben çok mu çirkinim? Yüzüm bakılmayacak kadar iğrenç mi? Burnum büyük mü? Sivilcelerim çok fazla mı? Neden sınıf arkadaşlarım konuşurken asla yüzüme bakmıyor?"

Gözlerim buğulandığında yanağıma damlayan soğuk damlaları hissettim. Annemin mutfak kapısından çıktığını anladım. Artık yürüdüğünde yer gıcırdamıyordu. Oysa zihnimin içindeki en katlanılır ses sinirimi bozan gıcırdamalardı. Mutfaktaki tek nefes alışın bana ait olması, kimsesizlikle dolu bir yorganı üstüme fırlatmış ve ölüm uykusuna yatmam için söylenen ninni gibiydi.

"Anne ben dilsiz miyim? Her daim benim yapmadığımı söylesem de neden hiç kimse beni duymuyor?"

Dizlerim titrediğinde kendimi tutamadım ve fayansın oraya çöküp ağlamaya başladım. Artık katlanamıyordum. İrem'in intiharından sonra annemle arama buzlar girmişti ve benim nefesim o buzları eritmeye yetecek kadar sıcak değildi. Benim nefesim üşüyen avuçlarımı bile ısıtamıyordu ki.

Annem bana inanmıyordu, beni suçlu görüyordu ve beni yargılıyordu. Fakat okların hepsinin bana dönmesine rağmen, bütün sebeplerin bana çıkmasına rağmen annemin saçımı okşamasını isterdim. Herkes yavaş yavaş yanımdan ayrılırken, elimi sıkıca tutup öylece yanımda kalmasını isterdim. İleriye gitmesekte olurdu, bir geleceğe, daha iyi bir hayata sahip olmasakta sorun değildi. Olduğumuz yerde birlikte durmaya devam etseydik yeterdi aslında.

"Anne, anne ben yalancı mıyım? Niye hiç kimse bana inanmıyor? Anneciğim ben yalnız mıyım? Kalpsiz miyim? Boyum kısa olduğu için mi dışlanmam? Anne.. anne ben de insanım. Sadece insanım işte."

Yanağımdan süzülen damlalar yere dize dize damladığında elimin tersiyle onları sildim.

Annemin bana inanmasını isterdim. Çünkü koca dünya da fark etmeden milyonlarca insanın yanında yürüsem de, annemle beraber yürümek milyonlarca insanla yürümekten daha kalabalık hissettirirdi ruhumu. En azından şimdiki gibi sokakta milyonlarca insanın yanında yürümeme rağmen kendimi kimsesiz ve soğuk hissetmezdim.

Kafamı kaldırıp etrafımı kısa bir süreliğine süzdüm.

Soğuk duvarlar, sessiz geçen akşam yemekleri, parmaklıklarla kaplanmış pencereler, burası benim evim değildi. Eve gitmek istiyordum. İçeri girip kapıyı kilitlendiğimde hiçbir acının adresimi bulamayacağı bir eve gitmek istiyordum.

Rüyamda çok uzaklara koşuyordum. Dünyadan çıplak umutlarla kaçmaya çalışıyordum, ama yapamıyordum.

Sonuçta o bir anneydi. Bence bu cümle binlerce betimleme ve ağıttan daha yoğun anlamı ifade ediyordu.

Hiçbir sözcük duyguları geçemezdi.

Sonra tuhaf bir şey oldu; bakışlarımı esir alan saksının içinde bir şeylerin parladığını fark ettim. Belki de bu net görmeyen gözlerimin bana oynadığı bir ilizyondu sadece. Tereddüt ederek parmaklarımı kırılmış kahverengi saksıya yaklaştırdım ve büyük parçanı, altında kaldığı toprağın üzerinden kaldırdım. Görüş açıma giren cam parçalarıyla dudaklarım aralanmış, az önce ne için ağladığımı unutmuştum. Bu manzara fazla tuhaftı.

Çiçeğin kökü parlak cam parçalarıyla doluydu.

Ve asıl tuhaf olanıysa, hepsi en az gökyüzündeki yıldızlar kadar parlaktı.

İşte o an bu çiçeğin basit bir saksı çiçeği olmadığını ve pembe atkılı tuhaf adamın, sadece pembe atkılı tuhaf adamdan daha fazlası olduğunu fark ettim.

Continue Reading

You'll Also Like

6.4M 207K 103
Karan Haznedaroğlu. 27 yıldır her istediğini elde eden, sadece adıyla bile bütün kapıları açabilecek bir adam. Şimdi her şeyden çok istediği bir şey...
47.4K 5.7K 12
Bir kaldırımın köşesinde buldum hayalimi. Gözlerimi kapattım, bıraktım avucuna kalbimi. Dedi ki, sonuna kadar tutacak mısın elimi? İçimden cevapladı...
2.9M 102K 66
"Hiç boşuna çabalama sen benimsin!" diye tıslayınca utanmasam oturup ağlayacaktım. Neden bu bana aşık oldu ve başıma bela oldu. "İstemiyorum anlamıy...
322K 6.6K 28
+18 bölümler olacaktır. SPOİ!! ➡️ "Bora nolur affet bida kaçmam söz" "Sen şansını çoktan kaybettin damla bugün zevk alsan iyi olacak çünkü ben...