GÖLGE KANI

By yzrperest12

240K 21.1K 12K

Eleanor için kurt adam, vampir ve büyücülere inanmak kolaydı. Sonuçta o, anne ve babasının kurt adamlar ve va... More

BÖLÜM 1: IŞIK
BÖLÜM 2: DELİLİK
BÖLÜM 3: MASUMLUĞUN RENGİ
BÖLÜM 4: SÖZLER
BÖLÜM 5: YARANIN YARASI
BÖLÜM 6: KIZ ÇOCUĞU
BÖLÜM 7: HIÇKIRIK
BÖLÜM 8: KATİL
BÖLÜM 9: YARATIK
BÖLÜM 10: SAF NEFRET
BÖLÜM 11: YANSIMALAR
BÖLÜM 12: ACIMASIZLIK
BÖLÜM 13: BİLİNMEZLİKLER
BÖLÜM 14: SATRANÇLAR ve OYUNLAR
BÖLÜM 15: AKIL OYUNLARI
BÖLÜM 16: MERCAN
BÖLÜM 17: GÜÇ
BÖLÜM 18: KARANLIĞIN GÖLGELERİ
BÖLÜM 19: BAKMAK ve GÖRMEK
BÖLÜM 20: SİYAH ve BEYAZ
BÖLÜM 21: KİBİR
BÖLÜM 22: BELALAR
BÖLÜM 23: BİR DAMLA
BÖLÜM 24: İMKÂNSIZLAR
BÖLÜM 25: KALP KALBE
BÖLÜM 26: KARŞILIK
BÖLÜM 27: GÜLÜMSEMELER
BÖLÜM 28: YABANCILAR ve YALANCILAR
BÖLÜM 29: AV
FİNAL: ZAAFLAR
S2-BÖLÜM 1: CANAVARLAR
S2- BÖLÜM 2: BAŞLANGIÇLAR
S2- BÖLÜM 3: ZAFERLERİN KARANLIĞI
S2- BÖLÜM 4: İPLER
S2- BÖLÜM 5: DÜŞÜŞLER ve KALKIŞLAR
S2- BÖLÜM 7: FERYAT
S2- BÖLÜM 8: GEÇMİŞİN KÜLLERİ
S2- BÖLÜM 9: PUSU
S2- BÖLÜM 10: TUTSAK
S2- BÖLÜM 11: İÇİNLER
S2- BÖLÜM 12: OLANLAR ve OLACAKLAR
S2- BÖLÜM 13: DELİLİĞİN OYUNLARI
S2- BÖLÜM 14: HESAPLAR
S2- BÖLÜM 15: YÜKLER
S2- BÖLÜM 16: KİRLİ RUHLAR
S2- BÖLÜM 17: KARTLAR
S2- BÖLÜM 18: RİSKLER
S2- BÖLÜM 19: DELİLİĞİN SINIRLARI
S2- BÖLÜM 20: UMUTLAR
S2- BÖLÜM 21: KAN GÖLETİ
S2- BÖLÜM 22: FIRTINANIN İZLERİ
S2- BÖLÜM 23: ÇARESİZLİK
S2- BÖLÜM 24: ŞÜPHELER
S2-BÖLÜM 25: İHTİYAÇLARIN YARALARI
S2- BÖLÜM 26: PARADOKS
S2- BÖLÜM 27: AÇIK KALAN YARALAR
S2- BÖLÜM 28: ÇIĞLIKLAR
S2- BÖLÜM 29: BAŞLANGIÇLAR
S2- FİNAL: KAN YOLDAŞLARI

S2- BÖLÜM 6: DÖNGÜ

2.8K 294 175
By yzrperest12

 
Ay ay ay kim geldiiiii!

Ben geldiiimmm!

Siz de gelmişsinizzz!

Hoşşgeldinizzz!

Nasılsınız bakalımmm?

Kötüyseniz de sallayın, bence kötü olmayı da yaşamalı insan.

Lütfen oycuklarımızı hanım hanımcık beyefendi beyefendi bırakalımm!

İyi okumalar efenimm!

🌜🌚🌛

"Dünya döner döner ve en sonunda herkesin kendi döngüsünün ortasına hapsederdi. Hepimiz kendi döngümüzün kahramanları ve kötüleriydik."

🌜🌚🌛

   Dünya bazen çok ağır geliyordu, her şeyiyle. Sanki tüm yükler omuzlarıma yüklenmiş gibi, sanki bir daha asla dikelemeyecekmişim gibi. Biliyordum, bu hisler geçiciydi. Evet, yara bırakıcıydı ama işim sonunda üstesinden geleceğimi biliyordum. Hep böyle olurdu. Hep böyle olmak zorundaydı. Yoksa nasıl yaşardım? Nasıl devam ederdim nefes almaya?

Düşüncelerim, yaşananlar koca bir yük olup beynime biniyorlardı. Başa çıkabiliyordum. Bu sorun değildi. Olanlarla, düşüncelerle başa çıkmayı daha küçük yaşta bir öğrenmiştim. Zor olanı artık bir çocuk olmamamdı. Artık bir çocuk değildim, büyümüştüm. Büyümek her zaman gözüme büyük gelmişti. Ben annemi ve babamı daha küçük bir çocukken kaybetmiştim. Büyürsem bu yükün daha fazla omzuma yükleneceğini biliyordum. Bu kadar fazlasınının yükleneceğini... Hayır, bilmiyordum. Bilemezdim. Bilseydim kaçar mıydım? Hayır, kaçmazdım. Aksine benim gibi olan çocukları kurtarmak için çabalardım.

Anne ve babam ölmeden önce tıpkı her çocuk gibi ben de özel olmak isterdim. Bir kahraman, herkesin baktığı kişi olmak isterdim. Düşler kurar, rüyalar görürdüm. Ama ne yazık ki o günün gün batımında anlamıştım ben. Kahraman yoktu. Bu dünya üstünde kahraman yoktu. Olsaydı hiçbir çocuk anne ve babasız kalmazdı. Hiçbir çocuk annesinin kanını görmezdi. Ama ben bir çocuktum ve ben annemin kanını görmüştüm. O gün batımında herkes bana bakarken anlamıştım. Kahraman olsaydı gelir ve anne babamı kurtarırdı. Kahramanlık gidince ortaya sadece tek bir sonuç kaldı; Herkes bana baktı. Acıyarak, korkarak, ağlayarak. Ben o gün vazgeçmiştim tüm o kahramanlık safsatalarından. Eğer gerçekten kahramanlar olsaydı bile ben kahraman olmak istemezdim. Kahramanlık bir çocuğun deli olarak anılmasına göz yummaksa hayır, ben deli olurdum ama kahraman olmazdım. Böylece bir çocuk vazgeçmişti içindeki tüm o iyi hayallerden. Hayaller uçmuştu, uçup bir çocuğun kolunun kanadına konmuştu. Şu anda zindanda acı çekmekte olan bir çocuğun kanadına.

Ağlamak istiyordum. Sadece bir kere. Sadece bir kere tüm içimdekileri haykırarak ağlamak istiyordum, sonra aklıma hâlâ acı çeken arkadaşlarım geliyordu. Ve ben yeniliyordum. Ben öyle bir yenilgiye kurban oluyordum ki tekrar ayağa kalkıyor ve daha da hırslanıyordum, dolu olan gözlerimdeki yaşların geri çekilmesi gibi. Yutkundum. Yatakta sırtımı dikleştirdim. Bunu yapmak istemiyordum ama yapacaktım. Kendim için.

Elimdeki şişeye baktım. Sadece 4 damla içecektim. Bundan daha fazlasına maruz kalmıştım, daha büyüğü ile başa çıkmıştım. Şişenin tıpasını açtım. Dilimle dudağımı yaladım, içime derin bir nefes çektim. Tekrar düşünmeme izin vermeden şişeyi ağzıma diktim. Yakıcı sıvı olduğu gibi yemek borumu yaktı. İçim çıkar gibi öksürmeye başlasam da sıvının midemden çıkmasına izin vermedim. Elimle ağzımı kaparken yanan boğazımı iyileştirmek için enerjimi kullandım. Biraz zorlanmıştım ama işte sonuç; Olmuştu. Mine çiçeği kanıma karışıp bana hâlsizlik verecekti, belki acı ama en azından o günkü gibi bir av olmama izin vermeyecektim. Her gün azar azar aldığım, dozu biraz biraz artırmam sayesinde bağışıklık kazanacaktım. Belki tamamen değil ama en azından o günkü gibi damardan aldığım dozlar beni tamamen etkileyemeyecekti. Başımı iki yana sallayıp tekrar yanmaya başlayan midemi umursamadan yanda duran gaz şişesine baktım. Bingo! Kurt boğan!

Aynı şeyi yaptım ve düşünmeden havaya kurt boğanı sıktım. Hemen ciğerlerime dolan kurt boğan ilk başta pek etki etmese de sonradan ciğerlerimdeki bronşlara kadar yaktı. Öksürsem de bu sefer ağzımdan nefes almak için çabaladım. Kurt boğanın içime daha fazla dolmasına izin verirken enerjimle yanan ciğerlerimi de nefes borumu da düzeltmedim. Kurt boğanı yeterince çektiğime emin olunca hemen enerjimle davrandım. Bu sefer öncekinden bir tık daha zor olsa da artık daha pratiktim. İyileşen nefes borum eşliğinde dışarı sert bir hava üfledim. Başım dönüyordu ve gözümün önünde siyah siyah noktalar vardı. Yavaş yavaş etkiye giriyordum. Bu etki eşliğinde koca bir gün geçirecektim. Ama daha iyi bir haber vardı. Bay Canavar'sız bir gün!

Dönen başıma aldırmadan ayağa kalktım ve aynanın karşısına geçtim. Omuzlarımı dikleştirdim. Gözlerimin içine baktım. Hırs yavaşça silindi. Yerini merak ve korkunun partiküllerine bıraktı. İyi bir oyuncuydum.

🌜🌚🌛

Nefesimi bıkkınca dışarı üflerken yanımda dikilen Danny'e yandan bir bakış attım. Başım hâlâ arada bir tekliyordu. Onun düz bakışları karşıdaydı. Biraz dövüş antremanından sonra ben acıktığımı söylediğim için beni yemekhaneye götürüyordu. "Ay!" dedim nefesimi dışarı vererek. Gözleri bana çevrilmedi. "Of!" dedim aynı şekilde. Yanağı seğirdi. "Püf!" dedim dudaklarımı büzerek. Göz devirerek bana döndü.

"Ne var?" dedi başını iki yana sallayarak. Etrafa baktım. Koridorda pek insan yoktu.

"Çok sıkıldım." Sahte bir gülüş yolladı.

"Ne istersiniz Eleanor Hanım? Sahunayı mı istersiniz yoksa size özel sinema salonunu mu?"

"Aslında sinema iyi olur." Göğsümü şişirdim. "Malumunuz, telefonum da yok. Maalesef hiçbir dizi ve film etkinliğim olmuyor. Ben bir bağımlıyım." Aklıma gelen görüntü eşliğinde yeniden konuştum. "Ah, bir de profiterol olursa tadından yenilmez. Çok oldu be yemeyeli!"

"Senin miden hakkında konuşmak hobilerim arasında değil."

"Ben de seninle konuşmak istemezdim ama işte... İstekler ve gerçekler." Bana düz bir şekilde bakıp yeniden önüne döndü. Tekrar konuşacaktım ki gelen erkek sesi bunun önüne geçti.

"Oğlum babam çağırmasa ne gibi bir işim olur bu sıkıcı yerde? Şu kafanı bir çalıştır!" Diğer koridordan sapan çocuğa baktım. Kaşlarım elimde olmadan havalandı. Bu çocuklar ve yanındaki kumral benim Knox'a kanımı verdiğim gün yalnız gezerken karşıma çıkan çocuklardı. Onların da gözleri bana kaydı. Onun da kaşları havalandı. "Vay be!"

Gözlerimiz buluşurken yanımdaki Danny bana yanaşarak kendini belli etti. Çocukların gözü ona doğru kaydı. Gittikçe yaklaşıyorduk. "Bu kız..."

Esmer olan laubali bir tavırla güldü. "Aynen kardeşim, o." Duyduğumuzu bilseler de herhangi bir çekinceleri yoktu. Danny'nin elini belimde hissettim ve onlara takılmadan tam gaz yanlarından geçtik. Bize doğru dönen bakışları sırtımda hissetsem de saptığımız koridor buna engeldi. Kaşlarım havalanıp indi. Başımı iki yana salladım. Tekrar karşılaşmayı beklediğim kişiler olmadığı kesindi.

"Onlar kimdi?" diye sordu Danny ciddi bir sesle. O alaycı hâlleri uçmuştu.

"Bir ara bana yolda sarkıntılık etmişlerdi." dedim ona yandan bir bakış atarak.

Alayla gülerek ciddiyetini bozdu. "Bu sırada sevgili(!) Marcus ve ekibi neredeydi?" Ona sahte bir şekilde gülümsedim.

"Uzaylılar ile anlaşma yapmaya gitmişlerdi." Dudaklarında olan tebessüm gıcık olmak yerine bunun hoşuna gittiğini gösteriyordu. Eliyle iki kanatlı kapıyı gösterdi. İlk defa buranın yemekhanesinde gelecektim. Yemeklerimi odaya gönderiyorlardı ve açıkçası yemeklerin güzel olduğu da söylenemezdi.

"Buyrun, Matmazel." Ona bir bakış atıp kapıyı aralayarak içeri girdim. Benim ardımdan girerken üzerime yönelen bakışların farkındaydım. Özenle bana bakan kişilerin bakışlarına karşılık verdim. Sonra onu fark ettim. Simsiyah gözleri gözlerimle çarpıştı. Burada tesadüfen olmadığından emindim, tüm duyularını bana yönelttiğinden emin olduğum gibi. Beni takip ediyordu. Daha doğrusu yanımdaki Danny ile yalnız kalmamı istemediğini biliyordum. Gözlerimizin birbirine fazla takılı olması fazla dikkat çekeceği için gözlerimi yanında duran Alissa, Watson ve Lauren'a çevirdim. Hepsi gelişimle beraber bana bakmaya başlamıştı ve hepsinin yüzünde bir ifadesizlik vardı. Buna Watson da dahildi.

Danny'nin eli yine belime değdi. Beni ilerlemeye zorlarken gözlerim Alissa'da takılı kaldı. Bana gülümsemek için hafif bir çaba gösterdiyse de boşunaydı. Çatlayan duvarların ardından umutsuzluk ve çaresizliği görebiliyordum ve orada bir duygu daha vardı; Suçluluk. Hangimiz için suçluluk çekiyordu? Caleb için mi benim için mi?

Danny beni boş, kenarda olan iki kişilik bir masaya yönlendirdi. Belimde olan siyah koyu hareleri kesin olarak hissedebiliyordum. Muhakkak ki Danny de hissediyordu ama üzerimizde olan gözlere rağmen elini belimden çekmiyordu. Ve ben de bir şey diyemiyordum çünkü herkesin içinde ona karşı çıkma hakkım yoktu.

Oturacağımız masaya gelince sandalyeyi benim için çekti. Kaşlarım onun bu davranışına karşı havalanırken o belimdeki elini sıklaştırarak beni ittirdi ve sandalyeye oturmamı sağladı. Odun en sonucunda odundu. "Teşekkürler." dedim imalı bir sesle.

"Ben şimdi gidip bize yiyecek bir şeyler alıyorum. Sen de burada uslu uslu oturuyorsun, tamam mı?" Göz devirerek gözlerimi ondan aldım. Başımın yine hafiften dönmesiyle gözlerimi sıkıca kapadım. Neyse ki Marcusgil'e arkam dönüktü. Danny giderken etrafı incelemeye koyuldum. Burası da her köşe gibi karanlığa boyalıydı. Öyle ki yemek kaseleri bile siyahtı. Yemekhane ortalama büyüklükteydi ve masalar öylesine seçilmiş masalar değildi. Zengin insanlar için kurulmuş bir yemekhane olduğu kaliteli masalarından, konforlu sandalyelerden belli oluyordu. Burada aydınlık olan tek şey açık gri olan duvarlardı.

Sürüklenen metal sesiyle gözlerim bir sandalyeyi masanın başına konuşlandıran Lother'a baktım. Benim gözlerim onun soluk yeşil gözleri ile kesişti. Başımı iki yana salladım. O da başını iki yana salladı. "Bu kadar kibar olmasan iyi olur. Beni çok gücendiyorsun." Arkasına yaslanıp beni süzdü. Aynı şeyi ben de ona yaptım. Soluk yeşil gözleri, koyu kahve saçları, esmere çalan buğday teni, ince dudakları ile yakışıklı sayılırdı.

"Arkadaşımın masasına oturacakken senin gibi birinden izin alacak değildim herhâlde."

"Senin gibi biri tanımını daha çok açarsan seni anlayacağımı umuyorum." Sahte bir şekilde güldü.

"Ah, anlamayacağından eminim." Alt dudağımı ısırdım.

"Sizler..." Başımı iki yana salladım. "Kibir sizin alt temelinizi oluşturuyor kesinlikle." İç çektim. "Ama yine de hiçbiriniz benim Sayın Çim Biçme Makina'm olamazsınız." Kaşları çatılırken ben arkadan gelen gülme sesine odaklanmıştım. Şimdi gözlerimin o geceki gibi göründüğünden emindim. Benim altın kapım Marcus'tu.

"Ne?" dedi Lother anlamayarak. Omuz silkerken kısa kesilen gülme sesinde kaybettim tüm bilincimi. Önüme konan yemekle gözlerimi sandalyesini çekip sahte bir alayla oturan Danny'e baktım. Gözlerimiz kesiştiğinde soluk mavi gözlerindeki o uyarıyı seçebiliyordum. Bay Lionel burada olmayabilirdi ama muhbirleri hâlâ buradaydı. Dudaklarımı birbirine bastırıp suçlu bir şekilde başımı tabaklara eğdim. Hâlâ kafamda dönen gülme sesinde olsam da bunu kimsenin bilmesi gerekmiyordu.

"Beğendin mi etrafı?" diye sordu Danny yanındaki arkadaşı ile hiç ilgilenmeyerek. Gözleri bana kitliydi. Başımı kaldırıp gözlerinin içine baktım.

"Şimdi bir şey diyecem..."

"Hiç gerek yok." Başımla onu onayladım.

"Bence de." İçime derin bir nefes soluyup etrafımdaki seslerde kayboldum. Danny içime gömüldüğümü fark edip arkadaşı ile konuşmaya girişmişti. Buradaki kişilerin birbirini pek önemsediğini sanmıyordum. Hepsi gücün ve mevkiinin peşinde olan insanlardı. Yemeğimin yarısını yiyip yarısını boş bırakıp arkama yaslandım. Etraftaki insanlara göz attım. Hâlâ ara ara bana bakıyorlardı. Görmüyorlardı. Görmek için çabalamazlardı.

"Yemeğini bitirmeni öneririm." Danny'e yandan bakmak uygun gelmişti.

"Zorluyorsun."

Kafasını geriye atarak bana baktı. "Severim." Etraftaki sesleri susturan bir ses peyda oldu; Bir bardağın kırılma sesi. Oldukça tanıdık. Danny'nin gözü arkaya doğru kaydı. Bizden beş, altı masa uzaktan oturan Marcus'tan gelen sesi tanıyordum. Kendisinin kesinlikle camlarla özel bir derdi vardı.

Omuzumun üzerinden dönüp bana veya Danny'e baktığını görmeme gerek yoktu. Danny gayet gevşek bir şekilde güldü. Nefesimi sertçe koydum. Bu ses buradaki tüm insanların kulağına sıçramıştı. Bir sandalyenin devrilme sesi de ardından geldi. Danny'e bana başını eğerek bakarken yüzündeki gülümseme genişledi. Onu sinirlendirmekten özellikle zevk alıyordu. Benim yanımdayken ona bir şey yapmayacağını biliyordu.

Marcus'un öfkeli adımlarıma kulaklarımı tıkadı. Onun gidişine bakarken yüzümü düşürdüm ve gözlerimi doldurdum. Herkes görsün istedim. Sonra Danny'e baktım. Yanağımı kemirerek başımı çevirdim ve ayağa kalktım. Danny de benimle ayağa kalkarken elimi havaya kaldırarak onu durdurdum. Ağzı aralanmıştı dolu gözlerim karşısında. Kaşları çatılırken yutkundu. Başımı hafifçe iki yana salladım. Sessiz salonda yükselen seslerin ardından ayrıldım. Tam ayrılmadan önce o gözyaşının gözümden süzülmesine izin verdim.

Titrek bir nefes çekerken elimi kaldırıp dökülen gözyaşımı sildim. "Ellinda okpintis ambrian." Gelen kadın sesiyle başım sola çevrildi. Elena'nın gülen suratına baktım. "Cidden çok aptallar."

"Ne?" dedim şaşkın bir sesle, sanki az önce düşen gözyaşımı silmemişim gibi.

"Sana inanacak kadar aptallar." Başıyla ileriyi işaret etti. "Timsah gözyaşlarını tam olarak şuradaki tuvalette silebilirsin." Dudaklarım birbirine yapıştı. Gözlerim kısıldı.

"Elena Mickelson." dedim dudak büzerek. "Beni üzüyorsun."

"Seni üzebilecekleri kadar üzmüşler, bez bebek." Omuz silktim ve gösterdiği tarafa yürümeye başladım.

"Daha iyi bir hitap." Yanıma doğru ilerledi.

"Ne yani bunu bilmemi dert etmiyor musun?" Ona yandan bir bakış attım.

"Senin gibi biri öylece yanıma gelmez." dedim tuvaletin kapısını açarak. Neyse ki içeride kimse yoktu. Hiç nefes sesi yoktu. "Bana bir anlaşma önereceksin."

"Sandığım kadar aptal değilsindir belki." dedi ben aynanın karşısına geçip suyu açarken. Aynadan ona gülümsedim.

"Herkesin sandığının aksi olduğum için burada değil misin?" Dudağı kıvrıldı.

"Doğru tahmin."

"Aksi seni küçük düşürürdü." Avucuma doldurduğum suyu hiç de nazik olmayan bir şekilde yüzüme çarptım.

"Gerçekten merak ediyorum. Nasıl oldu da Meclis'e yakanı kaptırdın?" Yandaki peçeteleri söktüm ve damlalar akan, kıyafetimi ıslatan suyu yüzümden temizledim.

Ona doğru dönüp sırtımı tezgâha yasladım. "Gerçekten merak ediyorum." dedim elimdeki peçeteyi arkadaki çöp kutusunu fırlatarak. "Neden ben?"

Kaşları havalandı. "Cevap belli değil mi? Son gölgesin."

"Hiçbir yeteneğini düzgün kullanamayan bir gölge."

"Güçlerini kullanabildiğin hakkında bahse girerim." Onu baştan aşağı süzdüm.

"Benim hakkımda ne biliyorsun ki? Neden benimle iş birliği yapmak istiyorsun?" Koyu mavi gözlerinde beliren umuda baktım. Bu umut, bana baktığında gün yüzüne çıkmıştı.

"Senin hakkında sandığından çok daha fazla şey biliyorum." Başımı sol omzuna doğru eğdim.

"Ben senin hakkında hiçbir şey bilmiyorum. Sana güvenmem için hiçbir sebep yok." Bana doğru bir adım attı. Elini havaya kaldırdı, başımın hizasında.

"İzin ver göstereyim." Ağzım aralandı ve geri kapandı. Bundan önce benim bilmediğim ne gibi bir mazimiz olabilirdi ki?

"Zihnime öyle giremezsin." Ona doğru yaklaştım. "Kimse giremez. O yüzden sen izin ver ben senin zihnine adımlayayım. Hem kendimi kanıtlayayım hem sana güvenmek için bir adım atayım?" Başını dikleştirdi.

"Anımı gün yüzüne çıkaracağım. Zihnimi kurcalamak gibi bir hataya düşme." Genişçe gülümsedim ve gözlerinin içine doğru bir adım attım.

İlk bulduğum anının kapısını nazik bir şekilde araladım. Gözlerim ilk önce ışığa alışmak için çabaladı. Işık artık göz kapağımın ardını rahatsız etmediğini gözümü araladım ve etrafa baktım. Benim odamdan biraz daha küçük olan Meclis'in bir odasındaydık. Elena yatakta bağdaş kurmuş önünde havada asılı duran kitaba göz gezdiriyordu. Göz devirip tekrar kitabın bir sayfasını çevirdi. "Aptallar!" diye sitem etti. "Bir gölgeyi korumayı beceremediler!" Kaşlarım havalanırken gözlerim şokla aralanmıştı. Beni biliyor muydu? Nasıl? Bana zarar verenlerden biri o muydu? Çok mantıksızdı. O olsaydı kendisini açık etmezdi. Eliyle dağınık topuz yaptığı saçının tepesini kaşıdı. "Nelerle uğraşıyorum?!"

"Sen kimsin, Elena?" dedim kaşlarımı çatarak.

"İşte!" dedi yüzündeki gülümsemeyi büyüterek. Nefesini dışarıya üflerken diliyle dudaklarını yaladı. "Çekilin ben geliyorum salaklar!" Gözleri koyu bir mavi ile parlarken gözlerim daha da açılmıştı. Bunu daha önce hiçbir büyücü veya cadıda görmemiştim. Bu çok garipti. Sanki çok büyücü ve cadı görmüşüm gibi!

Dudakları hafifçe oynamaya başladı. Ellerini iki yanda yummuştu. Bileğine bir anda bir çizik atıldı. Akan kan havada asılı kalırken tek tek yanmaya başladılar. Saçından üç tutam yere düşerken onlar da yanmaya başlamıştı. Burnundan akan kan damlalarının da kaderleri aynı olmuştu. Gözlerini bir anda aralamasıyla yine aynı parlama ile karşılaştım. "Hatırla." diye fısıldadı sonda. Ellerini bir anda açtı ve avucunda akan kana şahit oldum. Dudakları büyünün bittiğini haber verircesine birbirine yapıştığında avuçlarındaki yaralar yanarak birleşti. Hatırla, demişti. Ben tehlikeye girdiğim zamanlarda yani zihnime giriş yapıldığında unutmaya başlamıştım. Bu işe tam o mercan gözleri hatırlamaya başladıktan sonra olmuştu. Gerçek bir tehlike hissinin ardından. Sonra manasız bir şekilde o mercan gözleri hatırlamıştım. Demek bunu Elena sağlamıştı. Ama nasıl? Neden?

Zihninden geri çekilirken aklımda hâlâ parlak koyu mavi gözler vardı. Kara büyü yapmıştı. Benim hatırlamam için. Cadılar için bu iyi bir şey değildi. Hem de asla. Gözlerinden çekilmem ile göz bebekleri küçüldü. "Nasıl?" dedim kaşlarımı çatarak. Kibirle dudakları şekillendi. Tanrı aşkına! Nedir bu?! "Tamam, hemen kibirlenme."

"Bu benim hakkım." Saçını arkaya doğru attırdı. "Bizim senin sandığından çok daha eski bir geçmişimiz var, Eleanor. Sen hatırlamasan da bu böyle. Neyse ki baban ve annen biliyordu." Kalbim boğazımda durdu. Bir an için her şey o kadar boş gelmişti ki... Annemle babamın, ölü insanların ne gibi bir ilgilisi olabilirdi ki? Şimdi gözleri safça bana bakıyordu. Şimdi gözlerim gerçekten dolmuştu. Gözlerindeki o umut ışığı ve burukluk kalbimi daha da büktü. "Annenle babanın seni gerçekten öylece ortada bırakacağını mı düşünmüştün? Meclis Caleb'ı tutabiliyorsa onlar için de ben vardım." Bana doğru bir adım attı. "Yalnız değilsin Eleanor Pa..." Tuvaletin kapısının sertçe açılması, pardon açılması mı dedim? Hayır, kapının sertçe yerinden çıkması ile ikimizin bakışları oraya çevrilmişti. Ötesi şu ki Elena'nın eli benim önüme davranmıştı. Belli ki iç güdüsel olarak beni korumaya çalışıyordu. Bir yanım ona deli gibi inanmak istiyordu ama diğer yanım onu baskılıyordu. Bu zamana kadar inandığım herkesin şamarını hatırlatıyordu bana.

Kapının ardından çıkan Marcus'un öfkeli gözleri kalbimi tekletti. Gözleri hızla üzerimde gezinirken omuzları rahatlamanın etkisi ile çökmüştü. Şimdi ne çok isterdim o omuzlara sarılmayı!

Gözleri gözlerimde asılı duran yaşlarda tekledi. Gözlerinde asılı kalan gri ışıklar eşliğinde yanımda duran Elena'ya baktı. İşte o an Elena asıl tehlikenin kendisi için olduğunu fark etti. Marcus'un çenesi seğirirken Elena'ya doğru adımladı. Bu adımdaki hiddetin dünden de geldiğini biliyordum. "Sen..."

"Marcus!" diye atıldım öne. Gözleri bana yönelmedi. "Sadece konuşuyorduk." dedim sakin bir sesle. Gözleri bana çevrildi. Öfkesinde eksilme olsa da yine o gri ışıklar geri çekilmedi.

"Sesin gelmedi!" dedi dişlerinim arasından sert bir sesle. İrkilip geriye doğru bir adım attım. Bunu görmesi ile kaşları daha içe gömüldü ve gözlerindeki gri ışık yavaşça indi. Yutkundu. Gözlerime baktı. Ağzı hafifçe aralandı. Dün dediklerimin hâlâ içindeki parçalarını seçebiliyordum. "Nefesini duyamadım." dedi suçlu bir sesle. "Yemekhanede olanlardan sonra..." Devamını getirmese de ben anlamıştım. Korktum.

"Bir şeyim yok." dedim temkinli bir sesle. Bu temkini duydu. Adem elması hareketlenmek için çabaladıysa da boşunaydı. Gözleri Elena'ya kaydı ve aynı sertliği aldı.

"Onunla burada ne yapıyorsun?" Kollarımı göğsümde buluşturdum. Aynı bakışları takındım; Her onu gıcık ettiğimde attığım bakışları.

"Tuvalette beraber dans etmeye karar verdik." dedim sahte bir gülümseme eşliğinde. "İnanır mısın bilmem, ikimiz de bunu yapmaya bayılıyoruz. Günde en az üç kere." Başını eğip bana sertçe baksa da gözünden geçen rahatlamayı seçebiliyordum. O hâlâ Eleanor.

"Düzgün bir cevap ver, Eleanor."

"Sana hesap vermek zorunda olduğunu bilmiyordum." dedi Elena buz gibi sesiyle.

"Seninle konuşmuyorum." dedi Elena'ya karşılık çelik gibi bir sesle.

"Marcus ve gereksiz kibri her zamanki gibi hazır." Omuz silktim. İşte bunu yalanlayamazdım.

"Bence hepinizin genel özelliği o." dedim Elena'ya dönerek. "Kibirli olmayan birinize denk gelmedim. İyi ki ben değilim." Elena göz çevirirken ben Marcus'a döndüm. Beni yeniden baştan aşağı süzmüştü. Gözleri belimde daha fazla oyalanmıştı.

"O gereksiz nerede?"

"Gereksizlikleriyle meşgul." dedim omuz silkerek. Çıkan kapıya doğru yönelirken Marcus'a yandan bir bakış attım.

"Bana eşlik etmeye ne dersin?" dedim kaşlarımı kaldırarak. Elena'ya doğru son kez baktı ve arkasını dönüp benimle beraber adımlamaya başladı. Daha tuvaletten yeni çıkmışken Marcus'a döndüm.

"Sen neredeydin?" Konuşan kişinin eli koluma sarılana kadar Marcus ile konuşmayı planlıyordum. Gözlerim Danny'nin gözleri ile kesişirken kaşlarım havalandı.

"Elini çek." dedi Marcus benden önce davranarak. Sesi ölümün en harlı ateşlerini ve en derin buzullarını taşıyordu. Bu sese daha önce bir defa şahit olmuştum, beni Meclis'e getirdiklerinde. O zaman Marcus'un ne olduğunu ilk defa düşünmüştüm. Dışarıdan ona bakan birinin ondan korkmama ihtimali yoktu, en azından ben hariç. Ben onun bana asla zarar vermeyeceğini bildiğim için rahattım, daha da ötesi ona aşıktım. O benim Sayın Çim Biçme Makina'mdı. O her şeyiyle Marcus'tu. Soyadı bile, babası ona verdi diye değil onun olduğu için ihtişamlıydı. O benimdi. Sahiplenici ekleri sevmezdim ama o her hâliyle benimdi. Sonucu ne olursa olsun. Daha ne kadar başta olursak olsun onun kalbime attırdığı atışlar ruhumun yüzyıllardır tanıdığı esinlikti.

Ben hayran hayran Marcus'a bakarken Danny konuştu. "Öyle mi, Bay Russel?!" dedi o da dişlerinin arasından ve beni bir anda kendine doğru çekti. Vücudum vücuduna çarparken diğer koluyla beni ayırıp arkasına aldı. "Bir bok yapamazsınız, Sayın Russel." Marcus başını sola doğru eğerken gözleri kapkaranlıktı. Bu Bay Canavar'ı dahi gölgede bırakan bir karanlıktı. "Çünkü ben bu kızın iplerine sahibim." dedi her kelimenin üstüne baskı uygulayarak.

"Seni o iplerle boğarım." Üzerine doğru bir adım attı.

Danny zevk içinde bana döndü. Marcus gelip elindeki koltuğunu aldığı için öfkeliydi ve bu öfke ciddi manada gözlerini kör etmişti. Aksi takdirde Marcus'un bu hâlini görüp hâlâ diklenmesinin başka bir açıklaması olamazdı. Üzerime doğru eğildi. "Beni boğabilir mi, sevgili Eleanor?" O an yüzüne geçirilen yumruk sayesinde nereyde on metre ilerimize doğru atıldı. Yerde sürtünerek dururken inledi. Ama acısının sadece saniyeler süreceğini biliyordum, belki dakikalar.

"Senin ona sevgili diyen dilini kopartır sana zorla yediririm." Bunu yapacağına dair olan tüm inancım tamdı. Sesi yüksek değildi. Aksine o kadar düzdü ki insanı o düzlükte boğuyordu.

"Buyur o hâlde Marcus!" dedi inleyerek yerden dikleşmeye çalışan Danny. "Bunu onun gözü önünde yap ve onun aşkını tamamen kaybet! Hadi Marcus Alaric Russel! Ona babanın oğlu olduğunu kanıtla!" İleri gidiyordu. Dahası benim onun zayıf noktası olduğunu bildiği için oraya saldırıyordu ve beni bir kalkan olarak kullanıyordu. Marcus eğer ona saldıracak olursa karşısına geçeceğimi biliyordu. Marcus oldukça sakin bir adım attı ona doğru. Etrafa toplanan vampir ve cadılara baktım. Ağzım aralanırken muhakkak ki Danny de bunun farkındaydı.

"Sen Danny Shepard, o kadar zavallısın ki..." dedi Marcus dudaklarında canlanan alaycı gülümseme eşliğinde. "Seni bir bakışımla dahi öldürebilecekken geçip karşıma bunları diyecek kadar aptalsın." Yüzünde insanlıktan tamamıyla uzak bir gülümseme belirdi. Danny ise ona hâlâ gözlerindeki aynı kinle bakıyordu. "Ben babasının oğlu değilim, bunu anlamadın mı?" Gözleri bana kaymadı bile. "Ben canavarların bile korktuğuyum." Üstüne melodiler yazmak istediğim kahkahası tamamen uzaklaşıp değişik bir şeye evrilmişti. "Bay Lionel bile benden korkuyor." Gülen sesi damarlarıma buz aşıladı. "Canavarların canavarı kimsenin, kendinin bile bilmediği bir yaratık yarattı. Sense gelmiş burada benim damarıma oynuyorsun." Tüm yüzü duraksadı. "Senin şah damarlarınla oynarım, Shepard."

"Ben de, Russel." dedi bana bakarak. Marcus yavaşça başını bana çevirdi. Dehşet dolu ifademle onları izliyordum.

Başımla kendimi onayladım. "Biliyorsun, o tam bir salak." dedim omuz silkerek. İçime derin bir nefes çektim. Yan yan Danny'e baktım. "Beni kavganıza bulaştırmayın." Yavaş yavaş kavgaya çekilen ufak grup kitlelerine baktım. "Bir de rica ediyorum sizi şöyle izleyemeyecekleri bir yerde kavga edin. Çok rahatsız edici! Nasıl bu durumda kavga edebiliyorsunuz ki?" dedim gözlerimi kısarak. Düz bir ifadeye sahip olsa da gözlerinin içinin güldüğünü seçebiliyordum. "Ben odaklanamazdım." Danny'nin kahkahası yankılandı.

"Biri bu kıza beyin hediye etsin."

"Zorluyorsun." dedim kollarımı göğsümde buluşturarak.

"Senden nefret ediyorum." dedi herkesin içinde ayağa kalkarken. Sahte bir şekilde gülümsedim.

"Ben sana bayılıyorum. Yat kalk Danny diyorum, inanır mısın?" Göz devirip ona doğru yürüdüm. Üzerindeki tozları temizlerken güldü.

"İnanmam."

"İyi. Şimdi beni bu rezil yerden götür." Eliyle yolu gösterirken herkesin şaşkın gözleri bizdeydi. Marcus'un zehir zemberek gözleri ise tam sırtımda.

"Buyrun, Matmazel." Koridorun içine doğru adımlarken Danny üzerine bulaşan tozları temizliyoruz.

"Ceketim yırtılmış." dedi üzerindeki deri ceketi işaret ederek. Zaten ısılarını koruyabilen varlıkların sıkı giyinmesini anlamasam da bunun da yüksek ihtimalle insanlığa bağlanacağından sustum.

"Yenisini alırsın dert etme. Beyinin yok ama şükret paran var." Bana bakarken gülüp göz kırptı.

"Haklısın. Para büyük dert!" Yüzümde sahici bir gülümseme ile elimi havaya kaldırdım. Üstten attığı el ile şaplak sesi kulağıma sıçradı.

"Şükret!" dedim yüksek sesle gülerek. O da bana katıldı. Dünya buydu işte. Her anı ile şaşırtan, her anı ile sizi kendine biraz daha mecbur eden bir döngü. Dünya döner döner ve en sonunda herkesin kendi döngüsünün ortasına hapsederdi. Hepimiz kendi döngümüzün kahramanları ve kötüleriydik.

Daha yeni kahraman oluyorduk bu döngüde.

Daha yeni kötü oluyordu bu hapishanede.

Işıklar sönsün herkes siyahın yansımasında hapis olsun.

🌜🌚🌛

Yeniden yandı tüm ışıklar yeniden...

Bölüm nasıl buldunuz?

Sizce Elena ne ayak?

Elena'nın Eleanor ile olan ilişkisi hakkında ne düşünüyorsunuz?

Danny ve Eleanor ilişkisi sizce nasıl ilerleyecek?

Her bölüm sormaktan asla vazgeçmeyeceğım; Sizce Danny nasıl biri? Sevebildiniz mi onu?

Peki Elena'yı sevebildiniz mi?

Eleanor'un mine çiçeği içmesi ve kurt boğan soluması hakkında ne düşünüyorsunuz?

En sevdiğiniz sahnee?

Oylar diyorum yorumlar diyorum kime diyoruuuuuumm!

Bu bölüm oy sınırımız 140 olsun, isteyince bal gibi başarıyorsunuzz!

Huzurlu, sağlıklı ve mutlu günler dilerimmmm!

Continue Reading

You'll Also Like

24.3M 1.4M 80
Doğum gününden sonra, kardeşiyle eğlenmek için konsere giden bir genç kız... Fırtına yüzünden iptal olan konserden eve dönmeye çalışırken, kendini bi...
40.3K 4.5K 63
Taylan, on dört ciltlik bir fantastik romanın son cildini bitirince büyük bir hayal kırıklığına uğrar ve ufak bir sinir krizinden sonra geçirdiği ufa...
36.2K 2.2K 22
Levent ve kedi sandığı ama kedi olmayan kedisi Çakır'ın hikayesi 🌈
5.9K 708 15
Sesini duyar duymaz kolumdaki yılanın varlığı kayboldu. Ona baktığımda sinirlendiğini gördüm. Tek kaşım havaya kalktı. "Tam olarak neye sinirlendiniz...