Yılan Yuvası

S-Mare द्वारा

118K 14.5K 14.9K

"Çok yakınımdasın kedicik. Dikkat et, ısırabilirim." "O halde sana yeni bir bilgi daha çıngıraklı." Öfkesi bi... अधिक

Giriş
1.1 - Ak Yılanlara Ölüm!
1.2 - Kan Dolu Düğün
1.3 - Kukla ve Zehirli Taç
1.4 - Parlak Sarı Gözler
1.5 - Yak Ve Isıt
1.6- Ya Özgür Ya da Ölü
1.7 - Kanlı Anlaşmadaki Pençeler
1.8 - Aslan İnindeki Yılanlar
1.9 - Ateşi Başlatan Kıvılcım
1.10 - Aslana Dişlerini Geçirmiş Yılan
1.11 - Ağaçlar ve Dalları
1.12 - Ateşler İçindeki Saray
1.13 - Şifa Veren Dudaklar
1.14 - Tehlikeli Bilinmezlik
1.15 - Canlandıran Öldürülmeli
1.16 - Avcı Olmaya Çalışan Av
1.17 - Kırmızı Bir Çiçek
1.18 - Ölümcül Kükreyiş
1.19 - Düşünce Korkakları
1.20 - Şehvet Zehri
1.21 - Oyunlar ve Sırlar
1.22 - Çekilmez Prensin Yılanı
1.23 - Kanla Boyanmış Gümüşi Saçlar
1.24 - Rüzgar, Tuz ve Orman
1.25 - Taşınamayan Nefret Yükü
1.26 - Bir Öpücük Bin Çelişki
1.28 - Kötü Bir Masal
Final - Ateş, Öfke ve İntikam
YILAN YUVASI KARAKTERLER
~KARTAL KANADI~
Yılan Yuvası Sözlüğü ve Haritası

1.27 - Tutkulu Bir Son

3.8K 494 1.1K
S-Mare द्वारा


Merhabalar Yılanlarım 😈

Yeni bölüm için yapmanız gereken tek şey bol bol yorum yapmak ve oy vermek ❤️

Upuzun bir bölüm oldu. Soluklanarak ve hazmederek okuyun, özellikle de son kısmı 😌

Yılan emojisini şuraya bırakın da başlayalım 🐍

Keyifli Okumalar...

🎶
Jay Denton - Secrets

(Bölümün son kısmı için bir şarkı bulmaya vaktim olmadı- bulunca eklerim. Siz de bölümü okuyup buraya dönerek bana yardımcı olabilirsiniz 😈)
🎶

Instagram: e.s.mare
Esmare_den
Tiktok: Esmareden (Yeni bölüm alıntı videosu buradan gelecek 😈


"Seni öpmek istiyorum Asra.
Başka birini değil,
sadece seni."

Ateş...

İles'in bizi getirdiği evde en az Yılan Sarmalı'ndaki kadar yumuşak bir yatakta yatarken düşündüğüm şey buydu. Ateş... Kolumdaki yanığa ve ellerime bakıyordum. Ateş sendin demişti Lian ama bunun mantıklı hiçbir yanı yoktu.

Keşke kahrolası Raiden peşimizden gelmeseydi de Lian'ın sonunda açılan dilinden daha fazla bir şey öğrenebilseydim. Geri döndüğümüzde Tapınakta biraz temizlenmiştim ama bu eve geldikten sonra soğuk su ile tamamen bataklığın pisliğinden arınmıştım. İles'in bahsettiği hizmetli ona birkaç çanta bırakmıştı, sadece onu görmüştü. Zaten o geldikten hemen sonra Tapınaktan çıkıp hızla bu eve gelmiştik.

Herkes bir yerlere çekilip dinlenmek istemişti çünkü üzerimizde günlerin yorgunluğu vardı. Ben ise çantalardan birinde bir gecelik bulmuş ve onu üzerime geçirdikten hemen sonra yatakta uzanarak düşüncelere dalmıştım. Lian'la tekrar konuşmalıydım. Neden bahsettiğini bana açıklaması gerekiyordu çünkü açıkladıkları hiç mantıklı değildi.

Mantıksız o kadar çok şey vardı ki...

Beni öpmüştü mesela ve ikimiz de o an hiç yaşanmamış gibi bir daha konuşmamıştık. Her şeyin arasında en önemsiz şey oymuş gibi duruyordu. Belki de öyleydi. Ben de yaşanmamış saymayı seçmiştim zaten çünkü önemsizdi. Bir anlık bir saçmalıktı ve Lian da öyle düşünüyordu. Aksi halde susmazdı değil mi?

Kartal kadın... Elbette onun yüzündendi. Lian onu seviyordu ama beni öpmüştü. Bu hiç yaşanmamış gibi davranmasının asıl nedeniydi. Bir anlık bir hata yapmıştı ve onun pişmanlığı içindeydi.

Midem yine burkuldu. Tüm bunları düşünmek ondan zaman geçtikçe daha fazla tiksinmeme neden oluyordu.

"Kahretsin!" dedim sırt üstü dönerek. Gözlerimi tavana diktim ve pencereden sızan güneş ışıklarının dans edişini izledim.

Kapı aralandığında ne kadar süre o şekilde kaldığımı başımı çevirdiğimde ağrıyan boynumla anladım. Yeterince uzun bir süreydi. Adara çekingen bir şekilde bana baktı ve "Gelebilir miyim?" diye sordu.

Doğrulup sırtımı yatak başlığına yaslandım. Kısık gözlerle onu süzerken sessizliğimi onaylamak olarak aldı. Yatağa yürüyüp ayakucuna oturdu, benim aksime o siyah bir pantolon ve solmuş gri bir gömlek giyinmişti. Yüzünde yine pullara benzeyen boyalar vardı. Yanaklarına baktığımı anlayınca, "Ah!" dedi ve eli yanağına gitti. "İles gitmeden önce biraz boya alıp getirdi. Sana veda etmek istediğini söyledi ama Lian..." Güldü. "Defolup gitmesini söyledi."

"Bana İles'in vedasını iletmek için gelmedin değil mi Adara?" dedim hiçbir sıcaklık içermeyen bir sesle.

Gülümsemesi silindi ve başını aşağı eğip gözlerini kaçırdı. "Uzun zamandır seninle konuşmak istiyordum. Şu... Yağmacı zindanından kaçma olayını."

"Diğerleri nerede?" dedim başımı yana eğerek. "Evde değiller değil mi? Aksi halde duymalarından endişe ederken burada olmazdın."

Sesli ve uzun bir nefes verdi. "Yağmacı liderini izlemek için gittiler. Akşam onu almak için çıkacağız."

"Şimdi anlaşıldı," dedim gülerek. "Eh, hadi elini çabuk tut da dök içini."

"Bak," dedi başını yukarı kaldırarak ama hala bana bakmakta zorlanıyordu. "Gerçekten yapabileceğim bir şey yoktu. Yaralıydım ve..."

"Şşş!" diyerek onu susturdum. "Sana gerçekten Raiden seni götürdüğü ve senin de bunu kabullendiğin için mi öfkeliyim sanıyorsun? Kabul ediyorum, ilk başta daha fazla karşı çıkacağını düşünerek öfkelendim ama bunun bir işe yaramayacağını anladım. Söz konusu kişi Raiden çünkü. Peki, sana neden hala kızgınım sence Adara?"

"Gizlediğim için," dedi yine bakışlarını kaçırarak.

"Yaptığı şeye rağmen Raiden'ı koruduğun için," dedim tıslar gibi. "Ona öfkeliydin belki ama bana yaptığını öyle kolay unuttun ki. Belki yaşadıklarına yordun, belki ona verdiğin değerden göz yumdun. O yakınındı ama ben değildim. Elbette onun yanında olacaktın, daha yeni tanıdığın birinin değil. Üstelik de bir Yılanın. İşte bu yüzden şu an burada olman tiksindirici çünkü vicdanını bir şekilde rahatlatmak istiyorsun. Onun yaptıklarını görmezden gelmeni bile kabullenirim ama vicdanını benim affımla rahatlatmana izin veremem. İkisine birden sahip olamazsın!"

"Haklısın," dedi sessizce. "Yine de üzgünüm ve düşündüğünün aksine Raiden'ı affetmedim. Ona değer veriyorum ama sana da değer veriyorum. İster inan, ister inanma ama seni önemsiyorum. Gizlememin nedeni sana değil ona değer vermem değil. Eğer bunu Lian'a söylersem..."

"Raiden'ı artık yanında istemez mi?" dedi hafif bir alayla.

"Çok daha fazlası," dedi sessizce. "Bilmiyorsun ama... Lian'ın keskin bir cezalandırma anlayışı var."

Kulağa hiç de kötü gelmiyordu aslında. "Biliyorum," dedim onun düşüncelerinin aksine. "Bize yaşattıklarını unutmadım."

Başını iki yana salladı. "Sizi yağmacı sanmıştık Asra ve inan bana, Lian o zaman bile fazlasıyla yumuşak davrandı."

Ne yumuşak davranma ama... "Her neyse..." diyerek bu konuyu daha fazla uzatmadım. Esas konuda kalmaya niyetliydim çünkü bu beklediğim fırsattı. "Peki, sence ben bunu ona neden söylemedim?"

Gözleri beni bulduğunda merak ettiğini anladım. "Neden?"

"İşime yarayacak bir anı bekliyordum sadece," dedim gülümseyerek. "O an geldi işte."

"Anlamadım." Tedirgin olduğunu hissetmiştim. Bu hoşuma da gitti.

"Anlaşılmayacak bir şey yok. Ben Yüce Lütufkar Lesster değilim, üstelik bana yaptıklarınıza karşılık size hiçbir lütuf borcum da yok. Elimde bir bilgi var Adara ve o bilgi ekibinizi sarsacak bir bilgi. Susmam için bana bir şey vermen gerekiyor. Belki benim bildiklerime karşılık senin bildiklerin... Karlı bir anlaşma gibi duruyor." Öfkelendiği çatılan kaşlarından belliydi. "Hayır, hayır!" dedim gülerek. "Buna hakkın yok. Bana yaşattıklarınıza karşılık tekrar düşün, sen de bana hak vereceksin."

Dudağını dişledi ve "Haklısın," dedi. Öfkesi yavaşça kayboldu. "Ne bilmek istiyorsun?"

Düşünür gibi bekledim ama en başından ne soracağım belliydi. Dudaklarımdan dökülmek için can atan biri vardı. Kartal kadın...

Ama sormadım. Bu beni ilgilendirmiyordu. Kendim hakkında sorular sormalıydım. "Kardeşini yaraladım."

"Ne?" dedi şaşkınlıkla.

"Onu yaktım ve prens bunun bir ateşle olmadığına fazlasıyla emin." Adara rahatlar gibi nefeslendiğinde kaşlarım çatıldı. Başka bir şey bekliyordu sanki. "Bunu... Bunu benim yaptığımı söylüyor. Sadece ellerimi kullanarak. Böyle bir şey nasıl olabilir?"

Ellerime baktı, onları istemsizce kucağıma çektiğimde gözlerini tekrar yüzüme çıkardı. "Krallığımın zindanında yaralanmıştın, Lian'ın seni kurtarmak için ne yaptığını hatırlıyor musun?"

Başımı salladım. "Ateş tozu denen bir şey kullandı."

O anı hatırlamak yine göğsümü ağırlaştırmıştı çünkü Lian o tozu bana nefesiyle vermişti. "Ateş tozu kullanmıştı," diye onayladı Adara. "O toz ateş kristalinden elde edilir. Sadece iki şey için kullanılır. Biri güçlendirmek, diğeri Buz kristalinin etkisini yok etmek çünkü buz kristalinin tozu aynı zamanda Ejderler için ölümcül olabiliyor. O gün seni yaralayan Baykuş'un tırnakları buz kristali tozuyla doluydu. Kanına karıştığı an seni boğmaya başladı."

Yüzüm istemsizce buruştu. "Anlamıyorum, buz kristali tozu bana etki etmez ki. Ben bir..."

"Yılan mısın?" diye sözümü kesti Adara. "Asra bir Yılan sadece dokunarak birini yakamaz."

"Ne söylememi istiyorsun?" diye çıkıştım. "Hiçbir şeye anlam veremiyorum zaten. Bana kelime oyunları yap diye seninle konuşmuyorum. Tüm bunların ne anlama geldiğini açıkla bana."

"Pekâlâ..." dedi uzatarak. "Bu Lian'ın pek hoşuna gitmeyecek çünkü o... Şey... Tüm bu gerçeklere senin hazır olmanı beklemek istiyordu."

"Her ne ise hazırım," dedim kararlı durmaya çalışarak.

Islık çalar gibi nefeslendi. "Sen sadece bir Yılan değilsin Asra." Dikkatle yüzüme bakarken tereddütlü göründü ama sonunda söyledi. "Sen aynı zamanda bir Ejdersin."

Kaşlarım çatıldı ve öne doğru eğildim. Dudaklarım aralandığında dişlerim sivri dişlerim uzadı. Gerçek bir yılan gibi tısladım ona. "Bak bakalım soyu tükenen bir ırka benziyor muyum ben." Dişlerimi geri çekerken söylediklerine öfkelenmiştim. "Bana mantıklı bir şeyler söylemeni bekliyorum, deli saçması şeyler değil."

"Deli saçması olan şey ne biliyor musun?" dedi sertçe. "Buz kristali tozuyla neredeyse ölecek olman, bizim çeliğimizin bile kesemediği Akrep kuyruklarını senin kesebilmen, soğuk teninin bir gece aniden ateş gibi yanması ve sana bu yüzden vücut sıcaklığımızı düşerek bir iksir vermemiz. Anlıyor musun Asra?"

Bir şeyleri artık fark etmeni sağlamaya çalışıyorum, demişti Lian. Ateşten korkmadığımı söyleyip durduktan hemen sonra... Fark etmemi istediği şey bu muydu?

Ellerim titredi. "Prensi yaktığım gece..."

"Ben de oradaydım," dedi hemen. "Ve sen ateş gibi yanıyordun. Sen bir Ejdersin Asra, sana bu yüzden aileni sormuştum. Annen ya da baban... Onlardan biri Ejder olmalı."

Annem Kraliçe Kalissia... Ve babam Kral Siles. Bu yanlıştı.

"Irklar karışamaz," dedim dalgınlaşarak.

Güldü. "Kendine bahaneler bulmaya çalışıyorsun."

"Anlamıyorsun," diye karşı çıktım. "Yılanların şehvet zehri ölümcüldür. Irklar karışabilseydi bile bu Yılan ırkı olmazdı."

"Ejderlerle ilgili kaynaklar yok oldu. Edindiğimiz bilgiler de haliyle sınırlıydı ama bir şeyi biliyorduk Asra. Ejderlere hiçbir zehir işlemez. Değil bir ırkın zehri, herhangi bir canlıdan elde edilen zehir bile onlar için etkisizdir. Bazı kaynaklar bunun yüksek vücut sıcaklığından olduğunu yazar ama kim bilir, belki bu da ırklarının bir mucizesidir."

Buna gülmeden edemedim. "Kendin söyledin, Ejderlere hiçbir zehir işlemez. Öyle değil mi? Tam olarak söylediğin şey buydu." Ona doğru eğildim. "Adara siz beni zehirlediniz siz. Sırtıma zehirli bir merhem süren bizzat sendin. Beni ölümle tehdit edip Vilas'ı tehdit ettiniz. Ne kadar acı çektiğimi daha dünmüş gibi hatırlıyorum ben. Senin panzehri getirirken nasıl alay eder gibi davrandığını da..."

Dudaklarını yavaşça ıslattı. Kısa bir an gözlerini odada dolaştırdı ve derin bir nefes aldı. "Çünkü sana panzehir falan getirmemiştim."

"Ne?" dedim yüzümü buruşturarak. "Elbette getirdi. Prens onu bana zorla içirdi."

"Sırtına bir merhem sürdüm, doğru. Yılan otu ile birkaç otu birleştirdim, buraya kadar da hiçbir sorun yok ama Asra o merhem zehirli değildi. Sadece çok güçlü bir etkiye sahipti. Daha fazla acı ama daha hızlı bir iyileşme. Yaşadığın her şey bu yüzdendi. Biz sadece..." Omuz silkti. "Sizi biraz daha korkutup gerçekleri öğrenmeye çalışıyorduk. Lian'ın sana içirdiği şey aslında yaşadığın o acıyı azaltmaya yarayan bir iksirdi sadece."

Afallayarak onu dinlesem de inanmayı reddettim. "Yalan söylüyorsun."

"O halde o günün akşamında iki yağmacıyı nasıl hakladığını açıkla bana," dedi hemen. Sessiz kaldığımda gülümsedi. "İster inan, ister inanma ama sana hiç zehir vermedik. Değil zehir vermek... Yanına bile izinle yaklaşıyorduk. Ejder olduğuna dair elbette bir bilgimiz yoktu, en azından bizim. Bunu sana ateş tozu verdiğimizde anladım aslında."

Ejder olduğunu... Ejder!

Annem Kraliçe Kalissia, babam Kral Siles...

Annem hep beni çok sevmişti ama babamın nefret ettiği tek çocuğuydum. Annem ona ihanet mi etmişti? Toprağın Hâkimi adına! İkiz kardeşim Drassa... O kralın en sevdiği çocuğuydu. Annem ona ihanet etmiş olsaydı, babam ondan da nefret etmez miydi?

Aklımı okumuş gibi, "Baban," dedi Adara. "Küçükken öldüğünü ve onu hatırlamadığını söylemiştin bana ama o gece... Ateşler içinde kaldığın gece Asra, bir şeyler söyledin. Hepsi babanla ilgili yakarışlardı. Belki onu hatırlamadığın konusunda yalan söyledin, belki de baban sadece zihninin hatırlamak istemediğin bir kısmında kilitli kaldı ama ben o gün emin oldum, o gerçek baban değildi."

Bir Ejdersem eğer neden üşüyordum, bir Yılansam neden yanıyordum?

Bin lanet!

"Git," dedim yatağa uzanarak. "Başka bir şey bilmek istemiyorum."

"Asra..."

"Git Adara!" diye sesimi yükselttim. "Uyumak istiyorum sadece."

Sessiz kaldı, saniyeler sonra kapıyı kapattığını duydum. Yine de kıpırdamadım. Düşüncelerle boğuşurken gözlerimi kapattım ve uzun bir süre sonra ilk defa uykuya bu kadar hızla daldım.

Alt katta sesler duyduğumda uyanmış ve üzerimi değiştirmiştim. Pencereden ay ışığı sızıyordu. Karnım o kadar açtı ki sesini duyuyordum. Buna rağmen bir şey yeme isteğim hiç yoktu.

Haftalar sonra ilk kez gördüğüm ayna kapının yanında asılıydı ama ona hiç bakmamıştım. Belki de kendimden kaçıyordum. Son kez aynada gördüğüm o kızla yüzleşmek için hala çok erkendi. O yüzden kapıyı açarken o tarafa hiç bakmadım. Tahta merdivenlere ilerleyip yavaşça aşağı indim. Etrafta kimse görünmüyordu ama mutfaktan tabak çanak sesleri geliyordu. Oraya doğru yürüdüm. Kapıda durup küçük mutfağa kısa bir an göz attım. Ocakta bir şey pişiyordu ve içeride sadece Lian vardı. Tezgahta bir şeyler hazırlıyordu.

"Diğerleri nerede?" diye sorduğumda bana baktı.

"İyi görünüyorsun," dedi beni duymamış gibi ve köşedeki masaya ilerleyip tepsiyi üzerine bıraktı. "Gel ve bir şeyler ye."

Yanına yürüyüp bir sandalye çektim ve oturdum. "Aç değilim," dedim ona bakarken. "Bir şeyler buldunuz değil mi? Ne zaman çıkıyoruz?"

Bir sandalye de o çekti. Tepsiyi önüme itti. "Ye!" dedi yine emir veren o çekilmez prense dönüşerek. "Konuşmamız gereken şeyler var ve sen kanını doyurmadan hiçbir konuşma olmayacak."

Bezgince nefeslendim ve çatalı elime aldım. Beceriksizce hazırladığı yiyeyeceklere bakarken iç geçirdim. "Daha önce hiç yemek hazırlamadın değil mi?"

"O kadar da kötü değil," dedi ama tereddütlüydü. Ona baktığımda kaşlarını kaldırdı. Sonra yüzü mahcup olmuş gibi buruştu. "O kadar kötü, değil mi?"

Dayanamayıp hafifçe güldüm. "Merak etme, kimseye söylemeyeceğim."

"Şükürler olsun."

Dilimlenmiş bir et parçasını ağzıma attım, tadı çok da kötü değildi. "Diğerleri nerede?"

"İz sürüyorlar," dedi arkasına yaslanırken.

"Adara akşama kadar bu işi halledeceğinizi söylemişti. Akşam ise yağmacı liderini almak için çıkacaktık."

"Halledemedik," dedi, canı sıkılmıştı. "Yağmacı lideri iyi gizleniyor."

Tepsideki sudan bir yudum aldım. "O halde hem yağmacı lideri için hem de şu... Kartal kadın için üç gün yetecek mi?"

"Yetmesi için uğraşacağız."

"Diyelim ki başarısız oldunuz, o zaman ne yapacağız? Kadını almadan geri dönebilecek misin?"

"Hayır," dediğinde benim de canım sıkıldı. "Diğer kervan bir ay sonra yola çıkacak. Bir ay bizim için büyük bir risk belki ama göze alınamaz değil."

Elimdeki çatalı tepsiye bırakıp ben de arkama yaslandım. "Aşk her şeyi göze almanı sağlıyor değil mi?"

Saçmalıyorsun, sus!

Gözleri kısıldı. "Aşk?"

"Tüm bu tehlikeleri göze almanı sağlayan duygu o değil mi? Sahi, onu kurtarıp tekrar ayrılmayı göze alabiliyor musun? Belki de aileni ikna etmeye çalışmalısın."

"Asra," dedi aniden kaşları çatılarak. "O kadına aşık falan değilim. Bu mesele biraz karışık ama inan bana içinde aşk yok. Bunu sana çok öncesinde söylemiştim."

Göğsümdeki ağırlığın hafiflemesi kendime öfkelenmeme neden oldu. Lian'ın üzerime dikili gözlerinde ise biraz öfke vardı. "Gerçekten mi?" dedi birden. Başını iki yana sallarken soğukça güldü. "Beni sadakatsiz görmek için elinden geleni yaptın, öyle değil mi? Bu kolayına geldi çünkü."

Dudağımın içini dişledim, beni bu kadar iyi anlaması canımı sıktı. "Her bir haltı benden gizleyen sendin. Neden bir Kartal prensesi için uğraştığını merak etmemin ve kendimce çıkarımlar yapmamın nesi yanlış?"

"Merak etmen yanlış değil," dedi sertçe. "Ama çıkarımların yanlış, özellikle dün..."

"Her neyse..." diye kestim sözünü. Sinirlendi ama umursamadım. Dünü konuşmamalıydı. "Neden bir kartal prensesi için uğraştığını anlat hadi! Zaten şu an başka yapacak bir şeyimiz de yok."

Yine anlamadığım dilde bir şeyler mırıldandı. "Ondan bir şeyler öğrenmem gerekiyor," dedi sonunda. "Oldukça önemli şeyler ama ne olduğunu sorma. Her şeyi Ada'ya öterken sana bir şeyler söylemem aptalca olur."

"Onunla konuştuğumu biliyor musun?" Tek kaşı havalandı. Elbette biliyordu. "O halde ona sorduğum soruları da biliyorsun." Başını salladı. Elbette Adara ona Raiden ile ilgili konuşmalarımızı anlatmamıştı ama anlattıkları da gerilmem için yeterliydi. "Bana bir Ejder olduğumu söyledi."

"Ve bu sana imkânsız geliyor," dedi Lian.

Eğer ona anlattığım gibi bir hikayem olsaydı buna ben de inanabilirdim ama onun bilmediği benim ise bilip söyledikleriyle uyuşturamadığım o kadar şey vardı ki. En önemlisi de ikiz kardeşim Drassa'ydı.

"Başka bir açıklaması olmalı," dedim çatalı tekrar elime alarak.

"Aslan Krallığının sarayı bir plana göre oluşturuldu," dediğinde anlamayarak ona baktım. Neden birden sarayını anlatmaya başlamıştı. "Sarayın ana binası tam ortada bulunuyor. Kulelere bağlanan yan kısımlar misafirhaneler. Eskiden çok fazla misafirimiz olurdu ve her ırk için bir kısım ayrıldı. Sol kanat Kartallara ait mesela. Sol kenar bloğu Baykuşlar, sol arka kısım Akrepler için tasarlandı. Baykuşların hemen yanındaki kule ile ayrılan kısım Örümcelere ait. En kullanılmayan kısımlar sağ blokta. Sağ yan taraf Kurtların ve onlar yurtlarını değiştirdikten sonra hiç kullanılmadı. Yılanlara hiç misafirhane ayarlanmadı. Geldiklerinde çok kalmazlardı zaten ama onları sağ ön blok, yani sizin kaldığınız kısımda ağırlardık çünkü artık orası yok olan bir ırka aitti."

"Ejderler," dedim hatırlayarak. Orayı yakmıştım ama Lian bunun boş bir çaba olduğunu yüzüme gülümseyerek söylemişti çünkü orası ateşe dayanıklı tek kısımdı.

Başını salladı. "Orada ne kadar üşüdüğünü hatırlıyor musun?" Elbette hatırlıyordum, Yılan topraklarında bile hiç o kadar üşümemiştim. "Peki, duvarlardaki parlaklıkları?"

"Neydi onlar?"

"Buz Kristali," dediğinde ürperdim. "Ejderler içinde bir ateşle doğar ve bir gece misafirlerimizin bir ateşle sarayımızı yok etmeleri en son isteyeceğimiz şey. Buz kristali nadir bulunur ama biz, bize yetecek kadarına sahiptik. Onları da Ejder bloğunun duvarlarına gizledik. Böylelikle içlerindeki ateşi kontrol altında tutabildik, elbette onlar bunun farkındalardı ama tedbirli olmamızı anlayışla karşıladılar. En azından bana anlatılan bu. Takdir edersin ki Ejder ırkı ben daha çocukken yok edildi, bilgilerim bana anlatılanlardan ibaretti. Ta ki sen gelene kadar..."

"Benim içimde bir ateş yoktu," diye karşı çıktım. "Üşümemden bunu anlamış olamazsın."

Elini bana uzattığını fark edince irkildim. Kulağımdaki küpeme dokundu. "Bunun ailene ait olduğunu söylemiştin, doğru veya yalan olduğunu bilmiyorum ama bu küpenin buz kristalinden yapılmış olduğunu biliyorum. Belli ki biri içindeki o ateşi kontrol etmeye çalışıyormuş. Ejder çocukları belli bir yaşa gelene kadar içlerindeki ateşi kontrol edemezdi, aileleri onları böyle kontrol ederlerdi. Üzerlerine bir buz kristali saklayarak."

Kendimi geri çektiğimde nefeslerim hızlanmıştı. Elin kulağımdaki küpeye gitti. Onu bana Vilas vermişti, annesine ait olduğunu söylemişti. Vilas bana yalan söylemezdi, onun buz kristali hakkında bilgi sahibi olduğu bile şüpheliydi. Söyledikleri saçmalıktı.

"Saçmalık," diye geveledim. "Öyle olsaydı canımı yakardı değil mi?"

Başını iki yana salladı. "Saf değil ama iyi işlenmiş. Hatta öyle iyi işlenmiş ki çoğu kişi onları sadece bir çift inci küpe sanabilir. Kanına karışmadığı sürece de acı hissettirmekten ziyade seni kontrol altında tutmaya yaramış."

"Bu doğru olamaz," diye mırıldandım ve başımı iki yana salladım. "Doğru değil."

Lian yüzümdeki ifadeyi süzerken, "Aslında bazı şeyleri bilip benden gizlediğini düşünmüştüm," dedi. "Ama belli ki senin hiçbir şeyden haberin yok. Bana aileni anlat Asra. Anlat ki sana yardım edeyim."

Başımı iki yana sallayarak sandalyemi geriye ittim ve ayağa kalktım. "Saçmalık..." dedim, titriyordum artık. "Tüm bunlar saçmalık. Ne yapmaya çalıştığını bilmiyorum ama Ejderlerin, Hakimler tarafından yok edildiğini bana sen söyledin. Ben bir Ejder olsaydım eğer şu an yaşıyor olmazdım." Elimi saçlarımdan geçirirken arkamı döndüm. "Siz... Sen sadece beni delirtmeye çalışıyorsun."

Sandalyenin ayaklarının zeminde bıraktığı gıcırtının ardından kollarımdan tuttu ve beni kendine doğru çevirdi. "Sakinleş," dedi yavaşça. "Amacımın kötü olmadığını sen de biliyorsun. İstediğim sadece yardımcı olmak."

Geri çekilip ellerinden kurtuldum. "Vilas..." dediğimde kaşları çatıldı yine. "Bana küpeleri Vilas verdi. Bir yolunu bul ve onu yanıma getir. Bana bir açıklama yapacaktır."

Başını geriye attı ve uzun bir nefes verdi. Vilas'ı serbest bırakmaya çalıştığımı sanıyordu. Doğruydu ama söylediklerim de doğruydu. Eğer Lian buz kristali konusunda haklıysa Vilas'ın bana büyük bir açıklama borcu vardı. "Yalan söylemiyorum!" diye bağırdım.

"Tamam," dedi o da sertçe. "Söylemediğini varsayalım. Yine de bu onu buraya getirmemi sağlamaz. Ne durumda olduğumuzu göremiyor musun? Benim de yapabileceklerimin bir sınırı var. Sakinleş artık! Bu şekilde sadece kendini yıpratıyorsun."

Sık nefeslerim arasında sakinleşmeye çalıştım ama olmadı. Arkamı döndüm ve mutfaktan çıktım. "Onu bana getiremiyorsan o halde şu kahrolası işleri hızlı halledelim," dedim kapıya yürürken. "Burada kafayı yemektense gidip diğerlerine yardım ederim. En azından bir yararı olur."

Dış kapıyı araladığımda eliyle bastırıp kapattı. Öfkeli gözlerimi üzerine diktiğimde, "Ne ile saldıracaksın?" diye sordu. "Dahası nereye gideceğini bile bilmiyorsun?"

Ellerimle yüzümü ovuşturdum. Mantıklı davranmadığımı biliyordum ama zihnim o kadar dağınık ve bir o kadar karmaşıktı ki ne yapacağımı bilemiyordum. Omuzlarım yavaşça aşağı indi. Üzerlerine tonlarca yük binmiş gibi... Öyleydi de değil mi?

"Çok yorgunum," diye mırıldandım birden.

Bana sarılmasını beklemiyordum, kollarının bu kadar sıkı olmasını da ama bu çok rahatlatıcı gelmişti. "İşte bu yüzden biraz daha beklemeliydik," dedi. "Ama Ada nerede ne konuşacağını, nasıl konuşacağını bilen en iyi kişi sayılmaz."

Belki söylediği gibiydi ama Adara'yı konuşması için tehdit eden de bendim. Tüm bunları bana kendi isteğiyle anlatmamıştı aslında. O yüzden Lian gibi onu suçlayamazdım. Her şeyi bir yalana ya da plana bağlamak da artık mümkün olmuyordu, söyledikleri her şeyi inanarak söylediklerini biliyordum. Asıl sorun benim bir türlü anlattıklarına inanamamamdı. Hiçbir şey mantıklı bir yere oturmuyordu.

Kollarını gevşettiğinde, "Biraz..." dedi, devamını biliyordum. Uyu ya da dinlen... O yüzden sözünü keserek buna mani oldum.

"Hazırlanıp çıkalım."

Pelerin yüzlerimizi gizlerken saklandığımız duvar dibinden ara ara kapıdaki Yılanları kontrol ediyorduk. Diğerleriyle buluşalı birkaç dakika oluyordu. Bize yağmacı liderinin gizli evlerinden birinde olduğunu söylemişlerdi. Bir de yağmacıların ana sığınağını bulmuşlardı. Onları ana sığınağa yönlendirmek iyi bir fikir miydi bilmiyordum çünkü Yağmacı liderinin evi muhtemelen o sığınaktan daha sıkı korunuyordu. Tıpkı şu an önünde durduğumuz ev gibi...

Evin etrafını gizlenerek dolaşırken "Isıları kontrol et," dedi Lian. Anlamayarak ona baktım. "Yap sadece," dedi sessizce.

Yılanların ısısını göremesem de aklında başka bir şey olduğunu düşündüm. Belki ateş yanan yeri bulmak istiyordu, yani liderin odasını ya da bulunduğu herhangi bir yeri. İlerlemeye devam ederken söylediğini yaptım. Mutfak olduğunu düşündüğüm bir yerde bir ateş vardı. Sıcaklık bir kazandan da yayılıyordu çünkü. Başka bir ateş aradım, o da bahçenin içindeki evin ikinci katının sol yanından yayılıyordu.

Fark ettiğim şeyle aniden ona baktım. Pelerinin başlığı gözlerine kadar inmişken yine de sarı gözleri görünüyordu. "Akrepler," dediğimde küfretti. Sıcaklığı zor da olsa seçilen üç akrep vardı, bahçenin içerisinde bir aradalardı.

Elimi kavradı ve uzun duvarlarda bir delik aradı. Birkaç adım sonra buldu da. İçeri bakıp, "Üç kişi, sağ da," dedi. Akrepler onlardı. "Bahçenin içinde çok fazla kişi yok. Çoğunluk bahçe girişi ve çevresini koruyor."

"İçeri girsek bile adamı alıp çıkamayız," dedim fısıldayarak. "Sorgulama amacınız olmadığını düşünmek istiyorum."

"Var," dedi, neredeyse benim de küfretmeme neden olacaktı. "Ama gerekirse öldürürüz. Seni tehlikede bırakacak değilim. Burada olmanı bile istemiyordum zaten."

"Beni burada olmam için yanınızda getirdiniz," dedim çıkışır gibi.

"Onun sadece yanımda gelmen için bir bahane olduğunu çoktan anladın ve bunu ikimiz de biliyoruz çıngıraklı."

"Sonuç olarak buradayım," dedim reddetmeyerek. "Şimdi ne yapıyoruz?"

Öfkeli bakışlarını bana çevirdi. "Müthiş bir fikrin yoksa sessiz ol ve düşünmeme izin ver."

"Aslında var."

"Güzel," dedi ve içeriyi izlemeye döndü. "İşte onu yapmıyoruz."

"Daha söylemedim bile!"

"Dikkat dağıtarak adamları dışarı çekeceksin, ben de içeri gireceğim." Bana göz ucuyla baktığını hissederken dudaklarım şaşkınlıkla aralandı. "Yani yapmıyoruz."

"Daha iyi bir fikrin var mı?" diye çıkıştım.

"Susarsan düşüneceğim!"

Etrafıma yavaşça göz atarken istediği gibi sustum. Aslında susan sadece dilimdi, zihnim çoktan bir plan yapıyordu. Bulduğumda ona döndüm. "Sen Hükmeden'sin."

"Evet," dedi. "Bir sana hükmedemedim."

"Bu güç bende, herkes beni dinleyecek sözünü duymamış gibi yapacağım. Dikkatini bana ver şimdi!"

Başını bana çevirdi. Gözleri kısıldı. "Emin ol, zaten senden gitmiyor."

"Lian!" diye çıkıştım. Sustu, gerçekten o koca çenesi sıkıca kenetlendi. Şükür ki... Kalp atışlarımı benim kontrolümden çıkarıyordu çünkü. "Sen Hükmeden'sin, anlıyor musun? Oressa'nın ahırında yaptığını yap! Etraftaki hayvanları delirmiş gibi yağmacıların üstüne gönder."

Kaşları daha da çatıldı. Saniyeler içinde sanki gücünün ilk defa farkına varıyormuşçasına bir şaşırma nidası çıkardı. Dudakları aralandığında müthiş bir fikir bulduğumu söyleyeceğini sandım ve kendimi böbürlenenen bir ifadeye hazırlandım. Aksine tek cümlesi beni gerçekten bir Ejdermişim gibi içten içe yaktı.

"Sen gerçekten muhteşemsin!"

En az Yılanın nöbet tuttuğu alan evin sağ ön tarafıydı. Bunu anlamak için bir süre daha içeriyi izlemiştik. Sonrasında Lian'la evden uzaklaşmış ve hayvanları bulmasını sağlamıştım. Onları hissetmeden bir bağ kuramadığını ve hükmedemediğini söylemişti. Bu bize biraz vakit kaybettirse de Yağmacı liderinin gizli evinin çiftlik evlerinin arasında bir malikane olması her türlü işimize yaramıştı.

Lian'ın artık hayvanlardan bir ordusu vardı.

Aslında o, benim gibi yeni yeni bir Kutsal Varlık olduğuna alışmaya çalışmıyordu. O bunun uzun süredir farkındaydı ve bu zamana kadar da bunu güzel kullanmıştı. Neden bu kez aklına gelen ilk fikir bu olmamıştı, anlamamıştım.

Şimdi yine duvardaki o küçük açıklıktan içeriyi izliyor ve uygun anı bekliyordu. Birkaç dakika sonra o anın geldiğini de bana bakarak belli etti. Ahırlarında serbest bıraktığımız ve kapılarını açtığımız ne kadar hayvan varsa nallarının ve toynaklarının sesi gecenin sessizliğini delmişti. İçeriyi izlediği deliğe yaklaştım. Hayvanların kapının önündeki Yılan nöbetçilerin arasına daldığı oradan yükselen seslerle belli oldu. Adamların şaşkın sesleri kısa sürede paniğe dönüşürken içerideki adamlar kapıya yönelmeye başladı. Biri büyük bir yanlış yaparak çift taraflı çelik kapıyı açtığı an hayvanlar hedefleri onlarmış gibi her birinin üzerine koşturmaya başladı. Hedefleri de onlardı.

"Şimdi!" dedi Lian.

Duvara çevik bir hareketle çıktı ve beni çekti. Beklemeden aşağı ataladığımızda artık sol tarafta hiç adam kalmamıştı. Hızla evin sol kanadındaki balkona tırmandık. Balkonun kapısı aniden açıldığında kırmamıza gerek kalmamıştı ama kırılan başka bir şey oldu. Lian, belli ki ne olduğunu anlamak için dışarı çıkan içerideki adamlardan birinin boynunu tek bir hareketle kırdı.

Kapıdan içeriyi kontrol etti. Beklemeden elimi kavrayıp beni peşi sıra çektiğinde artık içerideydik. Kılıcımı sonunda çektiğimde yılan başı yine elime dolandı. Yavaşça ilerlerken yönümüz sondaki ateşi hissettiğim odaydı. Dışarıdaki sesler gitgide artıyordu ve iki adam aşağı inen merdivenlere koşuyordu. Aralık kapıyı fark etmemeleri yaşamalarının tek nedeniydi.

Üst katın holüne çıktık. Lian sesleri dinlerken her fırsatta bizi bir odaya sokarak adamlardan gizledi. Sadece bir adam dikkatinden kaçmıştı, varmak istediğimiz odadan çıkan o adamın son nefesi de benim kılıcımdan oldu. Açılan kapıyla hızla içeri girdik. Kılıçlarımız odadaki tek kişiyi buldu. Bir masanın başında oturan genç oğlanı. Lian'la aynı yaşta gibiydi ve dışarıdaki seslerden hiç etkilenmemiş gibi masanın üzerindeki birkaç sayfayı inceliyordu. Başını kaldırıp bizi gördüğünde gözleri irileşti.

"Siz..." dedi ama devamını Lian'ın boynuna dayanan kılıcıyla getiremedi.

"Bağırırsan, bu son yaptığın şey olur Garsi!"

Kapının yanında herhangi bir duruma karşılık kılıcımla beklerken, "Ne?" dedi oğlan. "Ben... Ben Garsi değilim. Ben..."

Korkuyla titrerken Lian, "Kimsin o halde?" diye sordu.

"Ben... Ben oğlu... Oğluyum. Tomas!"

"Baban nerede Tomas?" dedi Lian sertçe. "İçeride olduğunu biliyorum, geldiğini gördüm ama dışarı çıkmadı. Bize yerini söylersen belki yaşarsın."

Yaşayacak mıydı? Cevabı ağzımda tatsız bir his bıraktı. Yüzümüzü görmüştü. Lian için belki benim yüzümün bir önemi yoktu ama onun yüzü önemliydi. Yüzünde Adara'nın boyaları yoktu çünkü plansız bir şekilde çıkmıştık. Vücut sıcaklığı haricinde bir Aslan olduğu açık bir şekilde göz önündeydi. Oğlanın her geçen saniye daha da titremesi bunun kanıtıydı. Öylesine korkmuştu ki pantolonunun önü çoktan ıslanmıştı.

"Bi-bilmiyorum," dedi Tomas. "Bir Kurt geldi ve... Ve onunla gitti."

Lian'la bakışlarımız birleşti. Kurt... Talu...

"Dışarı çıktığını görmedim!" dedi yine de Lian hırıltılı sesiyle. Kılıcı bastırdı. "Nerede o?"

"Yemin... Yemin ederim gitti," dedi Tomas. Ağlamaya başlamıştı.

"Ne zaman?" diye sordum.

"Bir saat kadar... O-oluyor," dedi Tomas. Bir saat önce... Biz hayvanları kontrol için buradan ayrılmıştık ve kahrolası görü yeteneği olan Kurt elbette bunu biliyordu. Onu götürmüştü. Lian da bunu anlamış olacak ki küfretti.

"Lütfen!" dedi Tomas. "Ben bir şey yapmadım. Lütfen hayatımı bağışlayın."

Lian yine bana baktı. Yapacağı şeyi onaylamamı istiyordu. Onaylayamazdım, her ne kadar birçok insanı öldürmüş olsam da hiç masum birinin hayatına kastetmemiştim. Bu pisliğin içinde ne kadar masum kalınırsa elbette ama bunu da bilemezdim. "Bir Aslan gördü sadece," dedim. Kim olduğunu bilmiyordu, prens olduğunu ise tahmin edemezdi. Bir Aslan prensi halkını tehdit eden yağmacılar için hayatını tehlikeye atıp onca yolu gelmezdi. Kimse bunu düşünmezdi.

Kararımın hoşnutsuzluğu yüzünden okundu. Ben de bundan hoşnut değildim. Tomas onun kim olduğunu tahmin edemezdi belki ama ben onun yaşadığı o krallığın prensesiydim. Aslında verdiğim kararla Lian'dan çok risk alan bendim ve sonrasından bundan pişman olacağımı biliyordum.

Dışarıdaki sesler kısa bir an kesildiğinde temkinli bir şekilde pencereye yürüdüm. Bahçedeki adamlar sadece birkaç taneydi. Yerde bilinçsiz olan daha fazlaydı. Katledilen hayvanlar ise etrafa saçılmıştı. En azından sadece onların vicdan azabını çekecektim.

"Dışarı çıkmışlar," dedim Lian'a dönerek. "Gitmek için en doğru zaman çünkü geri gelmeleri..."

Tomas, Lian'ın dikkatinin bende olmasını fırsat bilerek birden bir bıçak çıkardı. Lian hızlı davranıp geri çekilse de karnında bir kesik açmayı başarabildi. Onu hızla itip başını arkasındaki kitaplığa çarpmasını sağlarken Lian başını tutarak yere düştü.

Ağzımdan bir küfür kaçtı. İleri doğru atıldığımda Tomas elindeki bıçağı hızla bana savurdu. Şiddetli bir darbeyle yere düştüm ama bıçak bana saplanmamıştı. Bembeyaz kanatlardan birine sağlanarak durmuştu.

Bembeyaz devasa kanatlar...

Lian inledi. Beni bıraktığı an dönüp kanadındaki bıçağı çekti ve ileri fırlattı. Bıçak Tomas'ın boğazına saplanırken kanı masanın üzerindeki kağıtları kırmızıya boyadı.

Sarı gözler tekrar bana döndüğünde elleri kollarımı kavradı. Üzerimi hızla taradı. "İyi misin?"

"Kanatların var!" dedim büyülenmiş gibi.

Kanatları vardı ve biri kanıyordu. Beyazı kırmızıya boyuyordu.

Kanatları vardı...

Islık çalar gibi nefeslendi. "Evet, var ama şu an bunu konuşmamızın hiç sırası değil. Gitmeliyiz."

Kanatları vardı.

Kanatları birden yok oldu.

"Kanatların..."

"Asra!" dedi sertçe, beni kucaklarcasını kaldırdı ve elimi kavradı. Açtığı kapıdan beni koridora çekti. "Hayranlık dolu bakışlarını eve sakla!"

İtiraz etmeli ve bunu inkâr etmeliydim ama bunun yerine yaptığım şey eğilip sırtına bakmaya çalışmak oldu. Pelerininin arkası kesilmiş gibi iki yerden açılmıştı. Eğer bunu görmeseydim, az önce gördüklerimi bir hayal sanabilirdim. "Vay be!" dedim şaşkınlıkla.

Bir eliyle karnını tutarak yürürken gülmek ve kızmak arasında kararsız kaldığını belli eden bir ses çıkardı. "Eğer bu şekilde tepki vereceğini öngörebilseydim bunu daha önce yapardım."

Alt kattan sesler gelirken hızını artırdı. Adamlar yukarı çıktığında biz çoktan balkona çıkmıştık. Aşağıda iki adam vardı. "Uçacak mıyız?" dedim nefes nefese kalmış gibi. Heyecanlanmıştım.

Bana yüzünü buruşturarak baktı. "Hayır, uçmayacağız."

"Ne? Neden?"

Sesim yüksek çıkınca aşağıdaki adamlardan biri başını kaldırdı. Lian bana öfkeli bakacak zamanı buldu ve aşağı atladı. Yaralanmış olmasına rağmen olabileceği en sessiz şekilde iki adamı da öldürdü. "Hadi!" diye seslendi bana. Yine de dikkat çekmeyecek kadar sessizdi.

"Uçmayacak mıyız?"

"Asra!" dedi hırıltıyla.

"Pekala, pekala!" Neden uçmuyorduk? Çok saçmaydı. Sahi, bugüne kadar kanatları varsa neden uçmamıştı hiç?

Kendimi aşağı bıraktığımda beni tuttu. İçeriden daha yüksek sesler yükseldiğinde biz çoktan duvarı aşmıştık. Peşimize düşmeleri evi taramaktan zaman alacaktı ki öyle de oldu. Lian acı çekmesine rağmen benden çok daha hızlıydı çünkü ben sürekli sırtına bakıp duruyordum. En sonunda bunu bir daha yaparsam beni dişlerini bana geçirmekle tehdit etti. Ona karşı kullandığım bu tehdit ondan bana geldiğinde pek de güzel hissettirmemişti.

Eve girdiğimizde Lian koltuğa bile yürümedi. Kapıyı kapattığı an duvar dibine çöktü. Kılıcımı sonunda yere bırakıp eğildim ve karnındaki yaraya baktım. "Bu seni öldürmez ha! Ne dersin?"

"Biraz üzülmüş gibisin," dedi başını geriye yaslarken.

"Biraz," dedim yüzümü buruşturarak. "Ayağa kalkabilecek misin?"

"Küçük bir yardım fena olmaz."

"Ah, o koca kibrini bırakabileceğini hiç düşünmemiştim." Hafifçe güldü, yarasına dokunmamaya çalışarak belini tuttum. Hiç beklemeden kolunu omzuma attı. Onu ayağa kaldırırken nefeslendim. Fazla ağırdı. "Şu kanatlarını kullanıp o koltuğa..."

"Asra," dedi ve dişleri aniden boynuma sürttü. Yutkundum. "Dişler! Unutma!"

Sesimi kestim, bir şey söylemek tehlikeliydi çünkü. Ona çıkışabilirdim ama aynı tehdit düzeyinde ilerlemiyorduk. O kaçak oynuyordu. Onu koltuğa taşıdım ve ayağa kalktım. Yüzüne bakmadan merdivenlere yöneldim. "Yaranı temizleyip saracak bir şeyler getireceğim."

Arkamdan güldüğünü duydum, gülünecek ne varsa?

Sesli bir nefes verdim ve üst kattaki odaların birine bırakılan çantaları buldum. İçerisinde birkaç merhem ve sargı görmüştüm. Onları alıp aşağı döndüğümde Lian üzerindeki gömleği ve zırh parçalarını çıkarmıştı. Sırtının koltuğa yaslı olması canımı sıktı. Kanatlarının nereye kaybolduğunu delice merak ediyordum.

Adımlarımın sesiyle gözlerini açıp bana baktı. Elimdekileri yanına bıraktım ve mutfaktan aldığın bir kap su ve bezle döndüm. Yanına oturduğumda hala sessizce beni izliyordu. "Diğerlerini merak etmiyor musun?" dedim yarasını temizlemeye başlarken. Çok derin değildi, muhtemelen o ölecekmiş gibi davranıp tüm ağırlığını bana vermesi bir numaraydı. Buraya kadar çok iyi gelmişti çünkü. Peki, ben böyle basit bir numarayı neden yemiştim?

Yememiştim aslında değil mi?

"Başlarının çaresine bakarlar," dedi. "Onlar sıradan askerler değil."

"Peki..." dedim uzatarak. "Kanatların..." Dişlerini gösterdiğinde hızla geri çekildim. "Hadi ama! Bunu bana açıklamak zorundasın. Aksi halde yaranı kendin sararsın."

"Beni ölüme mi terk edeceksin?"

Gözlerim kısıldı. "O yara seni öldürmez."

"Yine de bu acımasızca."

Gülmemeye çalıştım ama başaramadım. Yine de elimdeki malzemeleri tekrar yanına bıraktım. Ayağa kalkacaktım ki, "Nereye?" diyerek kolumu tuttu.

"Karnım aç," dedim umursamazca. "Devamını kendin..."

"Tamam," dedi hemen sözümü keserek. "Anlatacağım. Beni ölüme terk etme yeter ki!

"Bebek kedicik," dedim gülerek. Bu kez kızmadı ve yarasını temizlerken beni izledi sadece.

"Yarı Kartalım."

Elim karnındaki yaranın üzerinde öylece durdu. Başımı kaldırıp ona baktım. Kartal kanatları... "Onlar Kartal kanatları değildi."

"Beyaz oldukları için mi?" dedi gülümseyerek.

"Devasa oldukları için," dedim. "Ama beyaz olmaları da var tabii. Beyaz Kartal yoktur."

"Ben bir Kutsal Varlık'ım Asra. Normal bir Kartal değil. Beyaz olmalarına gelince... Beyaz Kartalın da var olduğunu görmüş oldun."

"Gerçekten bir Kartalsın yani?" dedim şaşkınlığımı gizleyemeyerek. Başını salladı. "Ama annen ve baban..." Birden sustum, gözlerim irileşti. Bazı şeyleri bu kadar geç kavramam aynı zamanda kendime öfkelenmeme neden oldu. "Aradığın Kartal Kadın..."

"Annem," dedi ve başını koltuğun üst kısmına yasladı. "Kraliçe Valda üvey annem."

"Ama seni çok seviyor."

"Neden sevmesin? Beni o büyüttü. Veliaht ünvanına beni o layık gördü, beni kendi çocuklarından hiç ayırmadı."

Çok garipti. Benim annem kendi çocuklarını bile sevmemişti ama Aslan Kraliçesi doğurmadığı bir çocuğa kendi çocuklarından daha fazla değer vermişti. Daha garip olanı ise artık net olarak ırkların karışabildiğini anlamış olmamdı.

"Yılanlar anneni nasıl yakaladı?"

"Onu bulduğumda soracağım sorulardan biri de bu." Gözlerini tavana çevirdi ve dalgınlaştı. "Sarayda ondan bahsedilmez. Kartal sarayından bilgi almaya çalıştım ama onların da çok fazla bir bilgisi yok."

"Bir şeyler olmalı," dedim, yarasını merhemlerken. "Tabii senden gizlenmiyorsa." Sessiz kalması bunu onaylamasından olmalıydı. "Peki, neden uçmuyorsun? Tamam, Ak Yılan topraklarında dikkat çeker, bunu anlayabilirim. Belki Aslan topraklarında da ama kimsenin görmediği çok yerden geçtik. Çok fazla tehlike atlattık, bir tanesinden sıyrılalı çok olmadı bile ama sen hiç buna yeltenmedin."

Sessiz ama uzun bir nefes aldı. "Uçamıyorum çünkü."

"Ne? Neden?" dedim şaşırarak.

Tek omzunu silkti. "Bunu da annemden öğrenmeyi umuyorum. Kim bilir, belki özel bir nedeni yoktur. Kartal özelliklerinden hepsini almamış olmam da muhtemel."

"O kanatlar sadece gösteriş için olmasa gerek."

Başını kaldırmasa da gözlerini bana indirdi. Dudakları yana kıvrıldı. "Beğenmen hoş."

Gözlerimi kaçırıp yarasını sarmaya başladım. "Doğrul biraz kibirli budala." Sırtını koltuktan ayırdığında sargıyı belinden dolamaya başladım. Yakınlığını yok saymaya uğraşırken, "Aslında... Biliyor musun, gözlerinden anlamam gerekirdi," diye takıldım.

"Ne gibi?"

"Kartallar kadar olmasa da biraz çekik ama Aslanlar kadar da iri."

"Bunu da bir iltifat olarak alıyorum."

Hafifçe güldüm ve sargıyı düğümleyip doğruldum. Yorgunluğum o an daha bir belli oldu. Kendimi koltuğun köşesine bıraktım. "Kutsal Varlık'lar... Hepsi iki ırktan mı?" Onayladı. "Talu? İles?"

"Talu yarı Baykuş," dedi. İşte şimdi görü gücünün kaynağı açığa çıkmıştı. "İles... Yarı Aslan. Kardeşi sarayımda çalışıyor. Onu yanında tutamazdı, onunla beraber Aslan topraklarında da yaşayamazdı çünkü yarı Yılandı. Ona yardım ettim, kardeşini korumam ve barındırmam karşılığında bana sınırsız borçlu."

Bir gün içinde çok fazla bilgi edinmiştim. Hepsi de birbirinden şaşırtıcı ve inanılmazdı ama artık eskisi kadar şaşırmadığımı fark ettim. Lian'ın kanatları tüm şaşırma hakkımı doldurmuştu. "Ve sen," diye devam etti.

"Bunu konuşmak istemiyorum," dedim keskin bir sesle. Kutsal Varlık olduğumu nasıl anladığını artık biliyordum. Bir Ejder olduğumu en başından anlamıştı ve karışan iki ırk sonucu benim de bir Kutsal Varlık olduğumu çözmüştü. Sadece ne olduğumu o zindanda anlamıştı. Benim için ise tüm bunlar hala hazmedilmesi zor şeylerdi. Kabullenmem için mantıklı bir açıklamaya ihtiyacım vardı. Lian ailem konusunda bilgi edinmeden bana mantıklı bir cevap veremezdi ama ben de ona ailemi anlatamazdım. Anlatabilseydim dahi o da bir cevap bulamazdı.

Benim için her şey çok karmaşıktı.

"Başka bir şeyden bahsedelim o halde," diye konuyu değiştirdi. Buna memnun da oldum. Kısa bir süre sessiz kaldı ama konuştuğu an söylediği şey konuyu değiştirmesinden duyduğum o memnuniyeti alıp götürdü. "Mesela... Dün seni öpmüştüm."

Bir an yine kaçmayı düşündüm ama nereye kadar sürecekti ki bu? O yüzden konuşulup yok olması en mantıklısıydı.

"Evet," dedim umursamaz tuttuğum sesimle. "Ben de oradaydım."

"Neden bunun hakkında konuşmuyorsun o halde?"

"Neden konuşayım? İkimiz de birbirimizden tiksiniyoruz değil mi? Muhtemelen bir anlık bir aptallıktı. Erkekler... Böyledir. Hayata geri döndün ve o kadar heyecanlandın ki aptalca bir şey yaptın. Yine de sen de bunun pişmanlığını yaşıyor olmalısın ki bu zamana kadar hiç bahsini açmadın."

"Seni daha fazla ürkütmemeye çalışıyordum," dediğinde başımı ona çevirdim. "Ürktüğün an benden daha fazla uzaklaşıyordun. Sen hazır olup benimle konuşana kadar senin istediğin şekilde davrandım. Aslında uzun zamandır yaptığım şey buydu, senin istediğin gibi davranmak çünkü aksi halde benden uzaklaşıyordun ama bu kez... Bu gerçek bir hataydı çünkü senin kendini yalanlarına nasıl inandırdığını daha açık gördüm. Birini duyalı çok zaman olmuyor. Diğer yandan ben hiçbir şeyin pişmanlığını yaşamıyorum, yaşamam da."

"Ben senin adına yaşıyorum." Yüzümü buruşturdum. "Hayatım boyunca en çok iğrendiğim an olarak kalacak."

"Hala kendini kandırmaya devam ediyorsun ama artık işe yaradığını düşünüyor musun gerçekten?"

Ağzım kurudu, yine de yutkunmadım. "Sen söyle," dedim ona. "Sen de kendine yalan söylemiyor musun şu an? Benden tiksiniyorsun, senden tiksiniyorum ve bir anlık yaptığın aptalca bir şeyden pişman olmadığını kendine söyleyip duruyorsun."

"Benden tiksinmiyorsun Asra," dedi kendinden oldukça emin bir sesle. "Ve ben de senden. Uzun zamandır değil."

"Kendini kandırmaya devam et," dedim ve başımı geriye yaslayıp tavana bakmaya başladım ama birden belimi kavrayan soğuk ellerle sırtımı koltuğun yumuşak yüzeyinde buldum. Lian ise artık üzerimde bana bakıyordu. "Ne... Ne yapıyorsun?"

"Neden bunu netleştirmiyoruz?"

"Delirdin mi sen?"

"Korkuyor musun?"

Daha da sıcakladım. "Senden mi? Saçmalama ve çekil üstümden."

Onu itmeye çalıştığımda bileklerimi kavradı. "Beni öldüreceğinden..." dedi başını yana eğerek. "Eğer benden tiksiniyorsan bunun olmayacağını ikimiz de biliyoruz değil mi? Zehrinizin birinden etkilemeden salgılanmayacağını sen söylemiştin. Diğer yandan..."

"Diğer yani falan yok!" diye atıldım. "Beni kışkırtmaya çalışma. Eğer aklın uçkurunda çalışmaya başlamışsa krallığına geri dönenen kadar sabret ve geri döndüğün an bir Aslan kız bul."

"Seni öpmek istiyorum Asra," dediği an gerildim. "Başka birini değil, sadece seni."

"Benden tiksiniyorsun!"

"Senden tiksinmiyorum."

"Ben senden tiksiniyorum o halde!"

"Hayır," dedi gülerek. "Tiksinmiyorsun. Sadece seni öpersem karşılık vermekten korkuyorsun, aslında korktuğun kendin bile değilsin; korktuğun şey beni zehrinle öldürme ihtimalin."

Aptalcaydı! Aptalca!

"Senden tiksiniyorum," dedim üzerine basarak. "Diğer yandan farz edelim ki ben de seni öpmek istedim." Dudakları yavaşça yukarı kıvrıldı. "Senin cinsel dürtülerin olduğu kadar benim de var değil mi? Senden nefret etsem de, hatta tiksinsem de o an sadece dürtülerim ağır basabilir. Gerçekten ölebilirsin, ölmen sorun değil ama sen ölürsen Vilas'ı da öldürürler."

"Tiksindiğin birine karşılık veremezsin Asra, bahane buluyorsun. Nefret etmek başka ama tiksinmek bambaşka."

"Bunu daha fazla seninle tartışmayacağım, aptalca kışkırtmalarını başka birinde dene!" Bileklerimi ellerinden kurtarmaya çalıştığımda beni zorlamadan bıraktı ama birden kalçalarımı kavradı ve saniyeler içinde kendimi onun dizleri üzerinde otururken buldum. Ellerimi hemen sert göğsüne yasladım, yarasına dokunmayaya özen göstermem o an yaptığım başka bir saçmalıktı ama onun yaptığı çok daha büyük bir saçmalıktı. Dudaklarıma bakarken yutkundum. "Sakın aklından bile geçirme!"

Kalbim artık göğüs kafesimi zorluyordu ve bunu o da duyuyordu. Kahrolası şarkıyı bile unutmuştum çünkü. "Kıpırdama ve sadece bana bak! Eğer yüzünde tiksinti görürsem seni öpmeyeceğim, ne şimdi ne de başka bir zaman."

"Kafayı yemişsin se-"

Elini bacaklarımdan çekti ve yüzüme uzattı. Sesim adeta içime gömüldü. Avuç içini yanağıma yaslayıp hafifçe okşadı. Diğer eli saçlarımı geriye attı, gözleri yüzümde dolaşırken o gözlerdeki tutkuyu almamak imkansızdı. Gerçekten benden tiksinmiyor muydu? Ben... Ben ondan tiksiniyordum ama değil mi?

Ben ondan tiksinmeyi uzun zaman önce bırakmıştım.

Avucu hafifçe yana kaydı ve başparmağı dudağımın sınırında arsızca dolaşmaya başladı. Diğer eli aniden belimin arkasını buldu ve beni kendine daha fazla çekti. Nefeslerim hızlandı. Yine de, "Yaralısın," diye hatırlattım.

Duymadı bile beni. "Senden tiksinmiyorum." Dudaklarımdaki bakışları gözlerime çıktı. "Bunu biliyorsun, seni öptüm çünkü bunu istedim. Seni hala öpmek istiyorum çünkü seni istiyorum."

"Seni öpersem ölürsün," dediğimde ağzımdan çıkanlara ben bile inanamadım. Söyleyeceğim şey bu değildi, bu olamazdı.

Dudakları arsız bir şekilde yukarı kıvrıldı çünkü bu kadar hızlı kabullenmem beni bile şaşırtmıştı. Ondan tiksindiğimi söyleyip duruyordum, aslında bir süredir kendimi kandırıyordum. Ben aslında onu öpersem bile öleceğini biliyordum.

"Asra senin zehrin yok," dedi ve bu yeni bilgiyi sindirmemi bekledi.

"Ne saçmalıyorsun? Elbette var."

Başını hafifçe iki yana salladı. "Beni üç kez ısırdın. Sence olsaydı bunu anlamaz mıydım?"

"Panzehrin vardı!" diye karşı çıktım.

"O kulede seni kışkırttığımı hatırlıyorsun değil mi? Beni ısırmıştın."

Dudaklarım aralık kaldı. "Sen... Bunu mu anlamaya çalışıyordun?"

"İlk ısırığında bir gariplik olduğunu anlamıştım, zehir birkaç dakika içinde etkisini göstermeye başlardı çünkü; ama ben oldukça normal hissediyordum. Yine de o gün riske girmedim ve panzehri aldım. O yüzden bunu tekrar denemeliydim." Başını omzuna doğru eğerken yüzümü inceledi. "Ve o dağın içinde... Beni yine ısırdın."

"Zehrim seni kendine getirdi!" dedim hemen.

Yine başını salladı. "Beni kendime getiren şey dudaklarındı, inan bana."

Ben de başını iki yana salladım. "Bunlar doğru değil. Ben bir Yılanım, zehrim var."

"O halde neden yaşıyorum? Çünkü ne o kulede neden o dağda panzehir almadım. Alsaydım bunu görürdün."

"Tünelde almış olmalısın, o karanlıkta seni göremezdim. Kulede de askerleri çağırdığını duymuştum. İkimiz de biliyoruz ki zehirsiz Yılan yoktur. Kendini öldürtmek istiyorsan başka bir yol bul, ben buna alet olmayacağım."

"Beni öldürmeyeceksin," dedi vurgulayarak. "Çünkü sen aynı zamanda bir Ejdersin ve Ejderlere hiçbir zehir işlemez. Bir Yılan zehrin varsa da Ejder yanın onu yok ediyor. Etkisizleştiriyor."

"Sence öyle olsa bu zamana kadar bunu anlamaz mıydım?" diye çıkıştım.

"Zehriniz birbirinize sadece duygusal yakınlaşmada etki ederken mi?" Eli yine yüzüme uzandı ve sıcaklamama neden olacak şekilde okşadı. "Asra seni öpen ilk kişi benim. Belki duygusal olarak bu denli yaklaşan da."

"Saçmalıyorsun," dedim ve üzerinden kalkmaya çalıştım. Bacaklarımı tutup izin vermedi.

"Doğru olduğunu ikimiz de biliyoruz. Şimdi anlaşmamıza dönelim."

"Ne anlaşması?" dedim kaşlarım çatılırken ama soruyu sorduğum an o anlaşmayı hatırladım. O da bunu anladı.

"Cesaret ve korkaklık demiştim sana. Reddetme hakkın olduğunu da biliyorsun. Şimdi birini seç."

"Bunu planlamış olamazsın," dedim şaşkınlıkla.

"Belki," dedi. "Belki de benim bile kabul etmediğim bir yanım o günden beri bunu planlıyordu."

"Bak, bu sadece cesaret ve korkaklık seçimi değil. Zehrim belki bundan önce hiç işlemedi ama bu başka." Bu çok başka... "Ve seni öldürürsem Vilas'ı..."

Kaşları derince çatıldı. "Şu an ondan bahsetmek istediğine emin misin?"

"Elbette ondan bahsedeceğim," diye çıkıştım, aslında heyecanımı bununla gizlemeye çalışıyordum. "Ölürsen..."

Eli boynumu kavradı ve dudakları dudaklarımı örttü. Titredim, işte yine oluyordu. Beni ilk öptüğünde olduğu gibi vücudum kendini kaybediyordu adeta. Yumuşak değildi, aksine öpüşü sertti ve bu kez karşılığını da alacağını biliyordu. Cesareti seçeceğimi en başından beri bildiği gibi. Ben bile korkak olacağımı her ne isterse kabul etmeyeceğimi düşünürken o sanki beni benden iyi tanımıştı.

Ona güvendim ve kendime ihanet ederek dudaklarımı araladım. Dili ağzımın içine sızdığında beni daha da kendine çekti ve göğsüm göğsüne yaslandı. Bu kanımı kaynattı, yine de korkak olan yanım yüzeye çıkmayı başardı. Eğer zehrim yoksa bu hissettiğim şeyin yoğunluğunu neydi? Onu bu kadar çok istememi ancak zehir açıklardı.

Ölebilmesi ihtimali beni öylesine korkuttu ve geri çekildim. Kaşları çatılırken, "Zehir..." dedim nefes nefese.

"Söyledim sana, zehrin yok. Tamamen zararsızsın. Aslında..." Nefeslendi. "Zararın açıklanamayacak kadar çok ama bunun nedeni bir zehir değil."

"Bu yine de..."

Konuşmamı tekrar böldü. "Hala yaşıyorum." Dudakları dudaklarıma sürtündü. "Bana bir şey olmayacak," diye fısıldadı.

"Bu beni tekrar öpeceğin anlamına gelmiyor, bir kez dedin ve az önce o hakkını tamamladın."

Dudakları yine yukarı kıvrıldı. "Ben sayı vermedim."

Cevap beklemeden beni tekrar öptü. Ona karşılık vermekte zorlandığımı fark ettim, çok... Vahşiydi ama o kadar hoşuma gidiyordu ki inlemekten kendimi alamadım. Sesimle eli başımın arkasını buldu ve daha da vahşileşti. Sivri dişlerimin dudağını kestiğini hissettim, kanının tadını alıyordum ama bu umurunda bile olmadı.

"Bu..." dedim nefes almak için durduğumuzda. "Hiçbir şeyi değiştirmeyecek."

O kadar sıcaktı ki...

"Bu," dedi o da. "Her şeyi değiştirdi bile."

Beni tekrar öptüğünde eli bacaklarımda dolaşmaya başladı. Bunu yapmaması gerekiyordu, beni yeni ve korkutucu hislere itiyordu. Elleri sanki daha fazlasını hissedip dağılmam için yukarı tırmandı ve gömleğimden içeri sızıp belimi okşamaya başladı. "Bu kadarı fazla," demeye çalıştım dudaklarının arasından. Sesim anlaşılmazdı ama o anladı. Dudakları boynuma inerken, "Hayır," diye itiraz ettim ama itirazım başımı geriye atıp boynumu ona sunmamla hiçbir işe yaramadı. "Sadece... Öpücüktü."

Boynumun ince derisini dişleriyle çekiştirdiğinde dudaklarımdan sert bir nefes alış sesi çıktı. Dişlerinin yerini dudakları aldı ve aynı yere derin bir öpücük bıraktı. "Seni hala öpüyorum zaten," dedi, eğlendiğini anlıyordum ama sesindeki tutkunun arttığını da anlıyordum.

"Ellerin..." dediğimde hafifçe geri çekilip yüzüme baktı. Gözlerinde iki parça alev vardı. Elleri ise hala belimi hafifçe okşuyordu.

"Ellerim," dedi çenemi öperken. "Üzerindekileri çıkarmak istiyor."

Kalbim mümkünmüş gibi daha hızlı atmaya başladı. "Ellerin arsız."

Elleri aşağıya indi ve gerçekten gömleğimin yukarı sıyrılan eteklerini kavradı. "Durdurmana ihtiyacım var güzel yılan."

"Böyle..." dedim ve yutkundum. "Böyle anlaşmadık."

"O halde durdur beni."

Bu hale nasıl gelmiştik bilmiyordum, az önce kavga ediyorduk. Birbirimizden tiksindiğimizi söylüyorduk. Aslında bunu hep ben söylüyordum, o da itiraz ediyordu. Ne kadar haklı olduğunu çoktan anlamıştım. Tiksinti hissettiğim hiçbir hissin yanına bile yakışamazdı. Bunu bana yapacağını biliyordu, kendinden emin oluşundan şüphelenmeli ve ondan en başında uzaklaşmalıydım çünkü şimdi yapamıyordum.

Ve gömleğim üzerimden ayrıldı.

Çoğu zaman giydiğimiz elbiseler üst iç çamaşırına izin vermezdi ama şükür ki şimdi çıplaklığımı koruyan o çamaşır benimleydi. Bunun onu memnun etmediğini anlamıştım, aynı zamanda o memnuniyetsizliğin çabucak kaybolduğunu ve tutkunun alevlendiğini de. "Bunu yapmamalıydın," dedim zorlukla.

Beni izlerken sözlerimi duyduğundan şüpheliydim. Sesi ise artık hırıltılı. "En başından beri muhteşem olduğunu düşünüyordum ve haklıydım."

O kadar yalancıydı ki... Sözleri dün gibi aklımdayken yalanlarını da tutkusuna bağladım ama bu alevlenen hislerimin üzerine serin bir su serpmişti bir kere. Yana attığı gömleğime uzanırken elimi tutup beni durdurdu ve kaşları çatıldı. "Ne yapıyorsun?"

"İğrenç bedenimi gizliyorum," dedim ve elimi sertçe çekip gömleği aldım. "Sen söylemiştin." Ona baktım, kaşları daha da çatıldı. "Bedenimin iğrenç olduğun yani. Bir de şehvet demiştin. Öyle bir duyguya sahip olmadığımı söyleyen de sendin. Aslında... Bana o kadar aşağılayıcı cümle kurdun ki sanırım bunlar sadece birkaçı."

Giyinmeme izin vermedi. Üzerinden kalkmama da. Elleri yine yüzümü buldu ama gözlerimi başka tarafa çevirdim. "Bana bak," dedi yumuşakça.

"Öpüştük ve haklıydın. Senden tiksinmiyorum. Kahrolası laflarını hatırlamama rağmen bunu yapamıyorum artık ama..." dedim. Başımı hafifçe arkaya atıp iç geçirdim ve yine başka tarafa çevirdim bakışlarımı. "Bu kadardı. Birbirimizden tiksindik, nefret ettik. Tiksintinin arzuya dönüşmesini kabul etsem de hala birbirimizden nefret ediyoruz. Biz... Bir Aslan ve Yılanız. Hiçbir şey bunu değiştiremez."

"Bana bak!" dedi bu kez sertçe. Sesli bir nefes verdim ve sonunda ona baktım. Saçları dağılmış, dudakları kızarmıştı. Dudağındaki kesikte hala kan vardı. Ben bir Yılandım. "Sana yalan söylemeyeceğim," dedi gözlerime bakarak. "Senden tiksindim ama o zamanlar bile kahrolası muhteşemliğine küfürler ettim. Parlıyordun ve hayatım boyunca gördüğüm en değerli mücevher bile senin yanında sönüktü. Tiksinilesi bir varlıktın ama muhteşemdin." Yüzünü buruşturdu, bense yutkundum. "Bu nasıl olabilir bir türlü anlamadım. Senden iğreniyordum ama aynı zamanda..." Elini kaldırıp parmaklarını yanağımdaki pulların üzerinde gezdirdi. "Hep dokunmak istiyordum. Şu an olduğu gibi..."

Sürekli elimi tutması, elimi tutmadığı anlarda bile bana bir şekilde dokunması...

"Bu çok saçma," dedim mırıldanır gibi.

"Öyle," dedi kabullenerek. "Saçma Asra... Çünkü biz bu şekilde büyütüldük. Biz bu saçmalıklarla büyütüldük. Söylediğim tüm o sözler sana mıydı sanıyorsun? Ben kendime yalan söylüyordum, seni aşağılamıyordum inan bana: kendimi ikna etmeye çalışıyordum. Edemedim, hiçbirinde edemedim. Sonra anladım, hepsi koca bir saçmalıktı işte ama bu büyük saçmalık bile senin hala birbirimizden nefret ettiğimizi düşünmen kadar saçma değil. Seni öpmek istedim çünkü bunu anlamanı beklemek çok can sıkıcıydı. Seni öptüm ve sana dokundum, artık anlaman gerekiyordu ama hala anlamadın. Sence sadece vahşi dürtülerimizi kontrol edemediğimiz için mi bu durumdayız? Bunun saçmalığının farkında mısın sen?"

"Biz bir Aslan ve Yılanız!" dedim yine. Ne onun yarı Kartal ne de benim Ejder olmam önemliydi çünkü biz aslında buyduk. İki düşman ırk... Bize öğretilen buydu çünkü doğru olan da buydu.

"Kahrolası cümleyi söylemekten vazgeç!" dedi neredeyse bağırarak. "Biz ırklardan fazlasıyız. Biz birbirimizi isteyen iki insanız. Şu an öyleyiz ve sen bunu kabul ettiğinde hep öyle olacağız."

"Tüm bunlar gerçekler!" diye ben de bağırdım. "Ne sanıyorsun? Öpüştük ve her şey halloldu mu? Arkadaşım hala elinizde esir. Ben bir kaçağım, dahası sen bir prenssin. Veliaht prenssin! Baban ise beni öldürmeye can atıyor. Birbirimizden tiksinmiyoruz artık belki ama... Toprağın Hakimi adına! Bu yanlış, her şeyi daha da zor bir duruma sokan bir yanlış. O yüzden..." Yutkundum ve omuzlarımı kaldırıp indirdim. "Az önce yaptığımız bu yanlış bir daha olmayacak. Zaten birbirimizi sevmiyoruz, nefret etmiyoruz belki ama sevmiyoruz da. Bu sadece... tutkuydu."

Tekrar kalkmak istedim ama bırakmadı. "Gerçekten böyle mi düşünüyorsun?" dedi sertçe.

"Sen söyle!" diye çıkıştım ben de. "Neydi bu? Bana aşık mı oldun birden?" Dudaklarını birbirine bastırdı, çenesi kaskatı kesildi. Sessiz kaldı. Bu canımı yaktı ama aşılmayacak bir şey değildi. "Aynen öyle," dedim bu kez. "Sadece tutku."

Uzun saniyeler boyunca sustu ama sonunda, "Öyle olsun," dedi mırıldanır gibi. "Bir kez daha senin söylediğin gibi olsun. Sadece tutku..."

Başımı salladım ve ellerimi belimdeki ellerinin üzerine getirip onları ittim. "Ve bir daha olmayacak."

Gözlerini kısa bir an kapattı ve açtı. "Pekala... Olmayacak," diye tekrarladı.

"Sen bir Aslansın ve ben de bir..."

"Şunu söylemekten vazgeç!" diye bağırdı yine aniden.

"Bunlar gerçek..." Bağırışımı dudakları kesti ama bu kez onu itmek için ellerimi göğsüne bastırdım. Ellerimi kavrayıp geri çekildi, yine de dudakları dudaklarıma dokunuyordu hala. "Gerçekler evet," dedi. "Biliyorum, kahretsin ki biliyorum. O yüzden gerçeklere dönmeden önce seni son kez öpmeme izin vermek zorundasın."

Bir yanım bunun işleri daha da zorlaştıracağını söyleyip reddetmemi bekledi. Diğer yanım son kez dedi. Onu dinledim. "Son kez!"

"Son kez," dediğinde beni öpmesine izin verdim. Uzun, derin, tutkulu ama son kez...

⚔⚔⚔

Spoiler olmasın diye bölüm başına koyamadığım o resim 🥹

Merhaba Yılanlarım ve Aslanlarım....

Keyifler nasıl? 😈

Peki, ya bölüm?

Eveeeeeet... Meğer Kutsal Varlık'lar hep iki ırktanmış ya.... Meğer bizim oğlan yarı Kartalmış ya! Kartal kadın da anasıymış ya 😳

Meğer İles yarı Aslan, Talu da yarı Baykuşmuş ya. Eee hani ırklar karışamıyordu? Kim uydurdu canım bunuuuu

Gelelim bizim kıza... Aaaa o da zehirsizmiş ya lfflflfl

Kötü yemek yapan Aslan prense moral yeri?

Bölümde en beğendiğiniz yer?

Bölümde en şaşırdınız yer?

Aynen aynen son kez aynen diyenlerin yeri fllflflfl

Şimdi sorumuz şu... Asra eğer Ejderse ikiz kardeşi ne ayak?

Sizi seviyorum, siz kendinizi biliyorsunuz

Der ve S.Mare kaçar 💃

पढ़ना जारी रखें

आपको ये भी पसंदे आएँगी

3.7M 307K 84
Ölüm uşaklarını peşime salmıştı. Soluğum korkunun soluğuna karışmıştı. Koşuyordum. Sivri dalların berelediği bacaklarım hiç durmadan hareket ediyor...
118K 14.5K 33
"Çok yakınımdasın kedicik. Dikkat et, ısırabilirim." "O halde sana yeni bir bilgi daha çıngıraklı." Öfkesi birden çekilmişti. "Bir Aslanın dişleri de...
5.2K 1.1K 47
Her hikaye bir intikam yolcuğuyla başlardı. Karakter zarar görürdü, gururu ezilirdi ve bazen de kaçardı. Dünya'nın hikayesi ise intikam almasıyla baş...
BIÇAK VE YARABANDI Lara द्वारा

किशोर उपन्यास

792 118 17
İki genç aşık. İki yaralı kalp lakin biri katil biri maktül. Kayla, ilk aşkı için yapamayacağı hiç bir şey yokken ihanet ile sarsılır. Geçmişin kapıs...