DİP: ACININ KRALLIĞI

De Elyios

14.7K 1.7K 3.3K

*Fantastik değildir.* Her hikaye bir kahramanla, birçok hikaye ise budala bir kahramanla başlardı. Herkesin... Mais

1
2
3
4
5
6
7
8
9
10
11
12
13
14
16
17
18
19
20/1
20/2
21/1
21/2
21/3
22/1
22/2
23/1
23/2

15

423 65 195
De Elyios

Merhabalar, nihayet 15. Bölüme kadar geldik :)

Mutlaka hatırlayanlar çıkar, biz bu kurgunun ilk on beş bölümünü istediğimiz gibi yazamamaktan hep şikayetçiydik. Şimdi istediğimiz gibi düzeltmekten çok memnunuz, inşallah siz de bizim kadar memnunsunuzdur 🙏🏻

Bu arada ilk versiyon olan Deeper kitabını okumadan, direkt Dip şeklini okuyan kaç kişiyiz acaba? 🫶🏻

Yıkılan Kule.

Bir taksinin içerisindeydim, Tuğrul fakültenin önünde yaşananlardan sonra hiç beklemeden beni üniversitenin dışına çıkarmış, elimi bir saniye olsun bırakmadan araç çevirmişti. Az önce yaşadıklarım çok olağanmış gibi davranıyordu, sanki yıllardır kaçtığım abim bir anda karşıma çıkmamış, benim evime adamını yollayarak kardeşini öldürtmeye çalışmamış gibi.

"Sen de haklısın tabii," diye söylendim yanımda oturan ev sahibime, gözleri bana hiç dönmemişti, tarif ettiği adrese gidiyor muyuz diye yola odaklı bakıyordu. "Sonuçta canı tehlikede olan sen değilsin, yıllardır abisinden kaçan benim. Halden anlamaman normal."

Üzerimde bir bakış hissediyordum, gözlerin sahibi Tuğrul olmadığından dikiz aynasına dönmüş, "Bir sorun mu vardı? Neden öyle bakıyorsunuz?" diye sormak zorunda kalmıştım. Karşılığında beklediğim devrilen bir göz ve "Ya sabır," diye söylenen bir şoför duymak değildi. "Dakikalar önce abime karşı aldığım sayılı zaferlerden biri yaşandı, lütfen göz falan devirip keyfimi kaçırmayın. Hayır birdiniz iki oldunuz başıma."

"Abi sen nasıl dayanıyorsun bu hanıma?" diye sordu müsabetsiz taksici, ev sahibim de derin bir nefes verip dikiz aynasına döndü. "Şuradan döneceksin," diyen Tuğrul  taksiciyi kaale almayınca benim hakkımda konuşmaya bile tenezzül etmeyişine iyice sinirlenmiştim. Hayır, madem sevincim hakkında iki kelam etmeyeceksin, bari beni bırak eve gideyim. Ufak çaplı bir eğlence düzenleyeyim. "Sağdan gir."

"Bravo, gerçekten harika-" Ben daha cümlemi tamamlayamadan Tuğrul sert bakışlarını taksiye bindiğimizden beri ilk defa bana çevirdi. "Yeter boş konuştuğun," deyip bana kızınca bir an afalladım, öyle biriydi ki kızması bile suskunluğuna tercih ediliyordu. Çünkü bana kalırsa birinin ruh halini de, duygularını da, kişiliğini de o anki ses tonundan, kullandığı kelimelerden az da olsa anlayabiliyorduk. Tuğrul konuşmayı tercih etmediği için ne tip biri, kafasından neler geçiyor anlaması daha da zor oluyordu.

"Bak istediğinde ne güzel karşılık veriyorsun," dedim Tuğrul'a, o ise bana karşı ilgisini çoktan kaybetmiş, taksiciye son kez yer tarif ettikten sonra "Burada dur," demişti.

Onunla beraber aşağıya indim, çevrede pek de bina olmadığını, daha çok iki üç katlı villa tipli evlerin bulunduğu bir yere geldiğimizi görüyordum. Ev sahibim taksiciyle kendi çapında bir şeyler konuşurken hala daha zenginlerin yaşadıkları yerleri keşfeden biri gibi bakıyordum etrafa. Adamlar oksijeni bile kaynağından alıyordu, ağaçların ortasında mis gibi havası olan efsane bir yerdi burası.

"Gel," dedi tefeci, elimi de tutmuş, yine hızlı adımlar atarak beni peşinden sürüklemişti. "Taksicinin yanında bana ayıp ettin bu arada, dua et o an tersime gelmedin. Yoksa çok şey derdim."

"Bir kerelik susmuş oldun fena mı?" diye sordu Tuğrul, ben taksiden indiğimiz yerdeki evlerden birine yöneleceğiz zannederken yine beni metrelerce yürütmeye niyetli gibiydi. "Abim birden fazla kez karşıma çıktı ve ben hepsinde de paçayı sıyırdım, bunun benim için ne anlama geldiğini biliyor musun sen?"

Tuğrul beni ağaçların içinden bir yola soktu, ben ciğerlerime zenginlerin çektiği o havadan doldururken "Çekirge iki kez sıçradı," lafını işitmiştim. Çatık kaşlarımla hemen ev sahibime döndüm, "O ne demek şimdi?" diye asabi bir tonla sorduğumda Tuğrul omuz silkti. "Birinde adamını gönderdi, bir diğerinde de kendi karşına çıktı. Üçüncü de ıskalayacak bir tipe benzemiyor."

"Ne?" dedim, "Neden şimdi böyle bir şey söylüyorsun ki? Sen hiç hayatında olumlama diye bir şey duymadın mı? Olmayacak dersin olmaz, olur dersin ve olur. Ayrıca benim abim o kadar da gözünde büyütülecek biri değil, o çok sakardır." dedim, öyle telaşlanmıştım ki arada kekelediğim birkaç kelime olmuştu. "Dikkatsizdir bir kere, hem  çekirge zaten üç kere sıçradı. Barda da biri beni götürmeye çalıştı hatırlarsan, yani bu örneğin baştan hatalı."

"O zaman korkacağın bir durum yok demektir," dedi Tuğrul, sonra da adım atmayı kesip karşıma geçti, elimi hala bırakmamıştı. "Şimdi yapman gereken çok basit bir şey var Aylin."

O bana bakıyordu ama vermişti korkuyu bir kere, sağımı solumu kontrol etmek zorunda bırakıyordu beni. "Ne yapacağım? Ve nereye geldik?" dedim, arkama bakmış, çevrede ikimizden başkasının olmadığından emin olunca da tefeciye dönmüştüm. "Az sonra benim için önemli biriyle tanıştıracağım seni, içeri girdiğimizde hiç konuşmamanı ve hanımefendi bir duruş sergilemeni istiyorum. Ben ne diyorsam tamam de, sorgulama."

"Bu uyarıya ne gerek vardı şimdi? Ben zaten nerede ne denir, nasıl oturulur ve kalkılır gayet iyi biliyorum." Tuğrul bakışlarını yukarı çevirdi, derince soluduktan sonra ellerini omuzlarımın üstüne yerleştirdi ve gözlerime bakarak "Anladın mı?" diye sordu. Eh bana da samimiyetten yoksun sesimle "Anladım," deyip ağzımın içinde "Mankafa," diye mırıldanmak kalmıştı.

"Bir de ben ne diyorsam onu onayla diyor, ağzından üç beş cümle zor çıkıyor senin. Neyi onaylayacaksam?" Kollarımı göğsümde birleştirmiş bir vaziyette yürüyordum ama "Elini ver," demesiyle rahatım bozulmuş, sırf abimden kurtuluşuma vesile oldu diye söylediğini yapmıştım.

İşin kötüsü ellerimiz birleşince bana değişik bir haller oluyordu, parmaklarımdan kollarıma doğru bir karıncalanma hissediyordum. Gözlerim de sürekli ellerimize bakmak istiyor, daha önce hissetmediğim bir duygunun içine doğru sürüklüyordu beni. Yabancı bir yere. Beni ürküten bir yere.

"Burası," dedi Tuğrul, taksiden indiğimiz yere birkaç yüz metre uzaklıktaydı geldiğimiz ev. Zaten buradaki evlerin hepsi neredeyse birbirinin aynıydı, önünde durup zilini çaldığımızda da çok beklemeden kapı açılmıştı.

"Hoş geldiniz efendim," dedi kapıyı açan kadın, üstündeki kıyafetler aynı dizilerdeki gibiydi. Beyaz gömlek, siyah pantolon, yukarıdan at kuyruğu yapılmış bir saç. Zengin insanlara denk geldiğimi banka hesaplarına baktığım an anlamıştım ama insan somut bir şekilde deneyimleyince daha garip hissediyordu kendini.

Önemliymiş gibi.

"Hoş bulduk, amcam içeride mi?" Tuğrul'un sorusu "Evet efendim, çalışma odasında. Siz salona geçin, ben hemen kendisine haber vereyim," şeklinde cevap bulunca ben de gülümsemiştim. Az konuşmak ne zordu, kafamda tonlarca soru birikmeye çoktan başlamıştı. Mesela benim amcasının evinde ne işim vardı ya da bugün buraya geleceğimiz başından beri belli miydi? Eğer belliyse madem bir hanımefendi gibi davranmam gerekiyordu evden çıkarken ona uygun giyinmem gerekmez miydi? En önemlisi biz neden el eleydik?

"Şuradan Aylin," dedi Tuğrul, çalışanların yönlendirmesine hiç gerek duymamış, kendi kendine benimle beraber salona geçip oturmuştu. Göz ucuyla üstümdekileri inceledim, havalar soğuk olduğu için düz bir pantolon ve kalın bir kazak vardı üstümde, Tuğrul ise bana göre daha özenli duruyordu. Allah'tan kıyafetlerimi o almıştı da pahalıydılar, evin içinde sırıtmıyordum. "Gayet iyi gidiyorsun."

Tam yanımdan bana doğru gelen sesle ev sahibime döndüm, yüzüme yerleştirdiğim gülümsemeyle ona bakmış, "Sorularım birikiyor," dedikten sonra elimle  dudaklarımın üstüne hayali bir fermuar çekmiştim. Tatlı tatlı bakıyor olmalıydım ama Tuğrul hiç etkilenmiyordu, gözlerini benden çekip önündeki sehpaya odaklamıştı. Tahta parçasına bile tercih ediliyor olmak hafiften gözümü seğirtmişti.

"Oğlum?" Sesi görüntüsünden önce gelen adamla birlikte hemen oturduğum yerden kalktım, Tuğrul'dan önce davranmıştım. Adabı muaşereti bir tek zenginler öğrenmiyordu, insanlıkla alakalıydı bu, bir de geçmiş bana ahkam kesiyordu hadsiz. Sanki yapamayacaktım?

"Amca," dedi Tuğrul, karşısındaki adamın sesinin yanında ne kadar da ruhsuz çıkmıştı onunki. Ben başıma ne gelirse gelsin içimde bir yerlerde hep hayata olan sevgimi korumuş biriydim, canlılığın verdiği o eşsiz heyecan mutlaka sesime yansırdı. Ama Tuğrul'a baktığımda yaşayan birini görmüyordum; sürekli boş gözlere bakmak, ne yaşanırsa yaşansın tek düze bir sesi duymak, işlevini kaybetmiş ve yukarı doğru kıvrılmak ne demek unutmuş dudaklar. Ben bu hareketleri sadece bana karşı yapıyor zannediyordum ama kendisine güleç bir şekilde oğlum diyen adama bile aynıydı o, nedensiz bir şekilde insanı üzen havası vardı.

Keşke sadece bana karşı böyle olsaydı dedirtiyordu insana.

"Hoş geldin," diyerek Tuğrul'u kucaklayan adam ve ev sahibim uzun bir süre sarıldılar, ayrılmalarının peşi sıra gözler bana dönmüş, önümde birleştirdiğim ellerimle de bir adım öne gelmiştim. "Merhaba efendim," dedim gülümseyerek, "Merhaba kızım, hoş geldin," karşılığından sonra da bana doğru uzatılan eli sıktım. "Aylin," diyen Tuğrul'un beni tanıtmasına izin verdim, sonuna "Kız arkadaşım," vurgusu yapacağındansa bir haberdim.

"Ah, öyle mi?" dedi adam, bu sefer elimi daha da çok sıkmış hatta biraz da sallamıştı. "Çok memnun oldum, çok."

"Ben de efendim," dedim, adam bize "Geçin oturun," derken de bakışlarımı tefecinin üstüne dikmiştim. Bu adamı kandırarak neyi hedefliyordu çözememiştim ama biraz üçüncü göze geçmekte fayda vardı.

"Nihayet," dedi karşımdaki adam, "Bazı şeyleri aşmana çok sevindim," dediğinde çalışan hizmetli kadın gelmiş, sehpaları yerleştirdikten sonra da ikramlık bir tabak bırakmıştı. "Çay mı kahve mi, ne arzu ederdiniz?"

"Çay," dedim kısaca, Tuğrul ise "Ben su alayım," demişti. "Çok daha iyiyim amca, seni bir görmek istedim. Konuşmamız gereken meseleler var."

Karşımızdaki adamın gülen suratı hafif düz bir hale gelse de hızla kafasını aşağı yukarı sallamış, "İstersen benim odama geçelim," diyerek Tuğrul'u oturduğu yerden kaldırmıştı. "İşle alakalı hayatım," diyen ev sahibimi onaylarken arkalarından bakıyordum, gerçek bir amca ve yeğen profili çizmeseler de adamın bakışındaki sevgiyi yakalamıştım. Tuğrul'u görünce gözleri parıldamış gibi gelmişti bana, sorun bizimkindeydi.

"Nemrut suratlı," dedim mırıldanarak, ne olur ne olmaz diye de neredeyse dudaklarımı oynatarak konuşmuştum. "İnsan şu tonton amcanın hatırına güler biraz, meymenetsiz."

Gözlerimi onların kapısından çektim, bacaklarımı sallaya sallaya önümdeki ikram tabağına bakıyordum. Aslında sabah kahvaltımı iyi yapmamıştım, Yeşim benimle öyle telaşlı bir şekilde konuşunca iştah falan kalmamıştı. Acaba bu servis edilenlerden yesem hanımefendiliğime zeval gelir miydi?

"Yok ya, daha neler," dedim, zaten Tuğrul beni yolda korkutmuştu. Hayır insanın peşinde birileri varken her an yakalanacağını ima etmesi, ki ima bile etmemiş direkt söylemişti, ne kadar doğruydu?

Tabaktaki poğaçalardan birini aldım, "İnsan yaşamayınca bilmiyor işte, anca boş boş konuşsun. Baya güzelmiş bu arada," Zenginler gerçekten ağzının tadını biliyordu. Beğendiğime de pişman olmuştum, hayır şimdi bir daha nereden bulup da yiyecektim ben bunu? "İnsan dünyaya bir kere geliyor, can bu can."

Ben bir süre canımla alakalı düşünmüş, ayrıca can boğazdan geliri de araya itiştirerek tabağımdaki neredeyse tüm atıştırmalıkları bitirmiştim. Çok aç gibi gözükmemek adına Tuğrul'un tabağına konan birkaç hamur işini kendi tabağıma koymayı, arkamda ise iz bırakmamayı da başarmıştım.

Karnımı doyurmam yetmiyor gibi bir de gözümü doyurmuştum üstelik, oturduğumuz salonda bakmadığım köşe, incelemediğim detay kalmamıştı. O kadar uzun bir süre yalnız kalmıştım ki gittikleri odadan döndüklerini gördüğümde neredeyse hava kararacaktı.

"Gidiyoruz Aylin," dedi Tuğrul, ben de hiç beklemeden yerimden kalktım ve aynı hanımefendilikle onun amcasının önünde durarak elini sıktım. "Tanıştığıma çok memnun oldum güzel kızım," deyip omzumu sıvazladığında gülümsedim, Tuğrul'un yanına döndüğümde o çoktan "Hoşça kal amca," demiş ve arkasını dönmüştü.

Biz birlikte kapıdan çıkmaya hazırlanıyorken Tuğrul bir an arkasını döndü, hep yakındığım o boş bakışı dağılmış, hiç hoşlanmadığım o hüzün gözlerinin tam içine yerleşmişti. Amcasının "Zamanı geldi, senin kadar iyi biliyorum, merak etme." demesiyle kafasını oynattı Tuğrul, sonra da derince bir nefes alıp arkasını döndü.

Elim yine elinin içindeydi ama bu sefer farklıydı, elleri buz kesmişti. Duruşu dik olmasına rağmen adımları sallantılıydı sanki, gitmek istemediği bir yere adımlamak zorunda kalan birini andırıyordu.

Bir yolu vardı belli ki, yürümeye çok arzulu olmadığı ama yürümek zorunda kaldığı.

Bir noktada yolu benimkiyle de keşisiyordu, bir durak daha geride kalırken onunla aynı güzergahı paylaşmanın ürpertisi ile yutkundum. Ben yolları tek başıma yürürdüm, sonunu görmediğim hiçbir yolculuğa da çıkmazdım.

Soğuk eller beni asfalt üstünde yönlendirirken seçim şansım olmadığını biliyordum, yaşamak için çok az seçeneğim vardı.

Peki Tuğrul neden kafasını tekrar arkaya çevirecek gibi olmasına rağmen kendini durdurmuş, derince soluduktan sonra da elinin içindeki elime yaptığı baskıyı arttırarak adımlarını devam ettirmişti?

Onun yapmadığını yapıp kafamı arkaya çevirdim. Bir eli kapıda bize bakan adamla göz göze gelir gelmez gülümsedi, bana verdiği kafa selamına karşılık vermek adına hafifçe başımı salladım.

Yüzündeki kalender ifadeyle bize veda eden adamı geride bıraktık, bir daha da arkamıza bakmadık.

...

"Asistan olmaz," diye mırıldandım kendi kendime, yere uzanmıştım ve ayaklarım koltuğa gelecek şekilde tavanı izleyerek düşünüyordum.

Tuğrul'un amcasının yanından geleli yaklaşık üç dört saat geçmişti, karnımı doyurmuş, kendini odaya kapatan ev sahibimin yokluğunda salona kurulmuştum. "Öneri motoru mu geliştirsek?" Tek gözümü kıstım ve fikrim kendime güzel gelmediği için "Yok daha neler," dedim. "Bin kere yapıldı zaten yine mi aynısını yapacaksınız?"

Ben bu proje için ufak tefek fikirler sunmuştum ortaya ama iş icraate geçince hiçbiri bana yeterli gelmemeye başlamıştı. Sanırım Ufuk Hoca'dan istediğim izin sonucu omuzlarıma ekstra bir yük binmişti, tatmin olamama duygusu gibi. "Sohbet robotu mu geliştirsek acaba? O iş görebilir gibi."

"Geliştir," diyen bir ses duydum önce, sonra da yerde uzandığım için tepeden bana bakan bir yüz görmüştüm. Ama bu yüzü tarif etmeden geçemeyecektim; yüzü hafif buruştuğundan gözleri kısılmış, her zamanki ifadesiz gözlerinin yerini bıkmış bir hal almıştı. Ay sanki yerde uzanarak ne yaptıysam onu bıktıracak? "Tepemde dikilecek misin öyle?"

Tuğrul söylediğim ona çok mantıksız gelmiş gibi yüzüme bakmaya devam etti, bakışları bir ara koltukta duran ayaklarıma da kaymıştı ama gözlerimi tekrar bulması gecikmemişti. "Sen yerde uzanmaya devam edecek misin?"

"Evet?" dedim, sesim ne var bunda der gibi çıkmıştı. "Eve geldiğimizden beri kendi kendine mi konuşuyordun sen?" diye sordu ama bir anda bu yaptığı dünyanın en saçma şeyiymiş gibi elini salladı. "Neden sorguluyorsam?"

"Sesin beni aşağılıyor gibi çıktı." Benim ayaklarımı uzattığıma değil de onun çaprazında duran koltuğa geçti Tuğrul, ben de bu sefer kafamı sağa çevirerek baktım ona. "Senin gibi boş bir insan değilim, şu yoğun tempoda bile düşünecek şeylerimin olması benim suçum mu? Neden böcek görmüş gibi suratını falan ekşitiyorsun?"

Derin bir nefes aldı Tuğrul, "Kumanda nerede?" diye sormasının hemen ardından etrafa bakınmış, hatta oturduğu yerden kalkıp yastıkların altında da el gezdirmişti. "Soğuk."

Söylediğim tek kelime onu amacından bir saniye kadar uzaklaştırmıştı, "Ne?" derken de anlamamış gözüküyordu. "Soğuk diyorum, bakma oralara boşuna."

Kafamın yönünü değiştirdim, düz bir konuma getirip gözlerimi kapattığımda "Sende mi yani kumanda?" sorusuna da yanıt düşünüyordum. "Olabilir de olmayabilir de, yerini sen benim sorularıma cevap verdiğinde söyleyeceğim."

Gözlerimi kapatsam da lambanın ışığı zifiri karanlığa düşmemi engelliyordu, ta ki Tuğrul tepemde yeniden dikilene kadar. Gözlerimi hiç beklemeden açtığımda "Oo," dedim şaşkınlıkla. "Çok sıcak, ne yapıyorsun ya?

"Ne sorun var?" Yine tepeden bana bakmaya başladı, yüzündeki o tiksinen ifadeyi de yapıştırıcı kullanmış gibi sabitlemişti yüzüne. "Hangi birinden başlasam?" dedim, "Yazılım projem var ya, yapay zeka için sohbet odası mı seçmeliyim yoksa öneri motoru mu?"

"Aylin," dedi Tuğrul, işte şu mimikleri eski haline geldiği an ürkütüyordu beni. Bakışları hemen sertleşiyordu ve beni dediklerini yapmam için adeta zorluyordu. "Efendim?"

"İki dakikan var." Sadede gelmem için bir süre konulmadığı eksikti, o da tam olmuştu. Diyaframımı daha rahat kullanabilmek adına hemen ayaklarımı yere koydum ve uzanır pozisyondan oturur hale geçtim. "Amcana neden gittik, beni neden kız arkadaşın olarak tanıttın, zamanı gelen şey neydi, ben daha ne kadar süre burada kalacağım, sen gerçekten kimsin-"

"Önce kumandayı ver," dedi Tuğrul,  elini bana doğru uzatmıştı ve yine şu üstümde baskı kuran bakışlarıyla bana bakıyordu. Eşofmanın cebine koyduğum kumandayı elime aldım, "Cevaplayacaksın ama?" diye masumane bir soru sorduğumda Tuğrul elimdekini almış ve gözlerimin içine bakmıştı.

"Cevaplayacağım ama," der demez omuzlarımı düşürmeden edemedim, araya girip sözünü bile kesmiştim. "Amadan sonra hiçbir zaman güzel sözler edilmez, boşuna beni kandırmaya çalışma."

"Sen birine kanacak türden bir insan değilsin," dedi, zihnimdeki evcil hayvanlarımdan haberdarmış gibi konuşması bir an beni düşüreyazmıştı. "Sadece bir gece bekle, yarın konuşacak çok vaktimiz olacak."

Eliyle kafamı da okşasa kedi sahiplenmiş diyebileceğim bir havayla yaklaşmıştı bana, benden ses çıkmayınca da açtığı televizyonla odayı yapay konuşmalarla doldurmuştu.

Eski pozisyonuma dönüp tekrar projemi ele almaya karar vermiştim, kaşlarım çatık, Tuğrul'a güvenmekte zorlanan tarafımla yine mal gibi kandın kızım Aylin, bu adam sana hiçbir halt anlatmaz sitemlerini işitiyordum. İşittiğim diğer bir şey ise an itibariyle ana muhalefetin ifşalandığı olmuştu.

"Ne?" dedim yönümü televizyona doğru çevirirken, ortalık cehennem yerine dönmüştü ama ben her şeyden bir haberdim. "Ne zaman olmuş bu?"

"Bu sabah," dedi Tuğrul, ben kitlenmiş televizyonu izlerken olayları anlamlandırmaya çalışıyordum. Muhalefetteki Alışık Partisinin yolsuzlukları ortaya dökülmüş, milyarlarca doların kaybolmasının nedeni uyuşturucu olarak belirlenmişti. Bizim ülkemizin üstlendiği bir uyuşturucu sevkiyatından söz ediliyordu ve bu yetmezmiş gibi bir de başarısızlıkla sonuçlanması sonucu ifşaları basına düşüyordu.

"İnanamıyorum ya," diye söylendim kendi kendime, "Sonra ben siyasetle ilgilenmiyorum dediğimde olay çıkıyor. Ayrıca bu sabah olmuş diyorsun da fakültede hiçbir hareketlenme yoktu. Biliyorsun bir kere bunların kavgası yüzünden dayak yemiştim."

Tuğrul bakışlarını bir anlığına bana çevirdi, ben de ona döndüğümde göz göze gelmiştik. Onunla tanıştığımdan beri gözlerindeki ifadesizlikten yakındığımı söylüyordum ya da baksa bile altından anlam çıkaramayacağım şekilde boş boş bakıyordu bana. Şimdi ise bambaşkaydı, gözlerindeki o ışık bana kendimi hatırlatmıştı.

Bugünkü beni.

Abisine karşı durabilmenin zaferini yaşayan beni.

"Bugün sabah yaşandı," diye tekrarladı Tuğrul, çalan telefonuna cevap vermeden hemen önce de "Sadece medyaya yeni düştü," demişti. Yanımdan kalkıp mutfağa giderken de arkasında meraklı bir çift göz bıraktığını bilmiyordu. Çünkü ben "Şimdi gördüm, iyi iş çıkardık," diyen sesini çok net ayırt edebilmiştim.

İyi iş çıkarttık, demişti. Şimdi gördüm dedikten hemen sonra.

Kısa bir süre afalladım, ne televizyondaki habere kulak kesilmek bana cevap olmuştu ne de iki cümlelik açıklama yapan Tuğrul. Bana soru sorma demişti ama peşinden mutfağa gidip o konuşuyorken "Neden öyle dedin?" diye sormamı kimse engelleyemezdi.

Bana arkası dönük duran bedeni hala dikkate alınmadığımı söylüyordu, alınmak için de bir çabam yoktu ama Tuğrul "On dakikaya çıkıyoruz," deyip telefonu kapattığında yinelemek zorunda kalmıştım. "Neden o şekilde konuştun?"

"On dakika içinde çıkmamız lazım, araba ayarladım. Yer değiştirmemiz gerekecek." Beni yine arkasında bırakıp gidecek gibi görünüyordu, denemişti de ama kolundan tutmuş, bana açıklama yapması için onu durdurmuştum. "Neden yer değiştirmemiz gerekecek, niye gidiyoruz? Bu haberle bir ilgin mi var senin? Telefondaki kimdi?"

Tuğrul kolunu tutmamdan memnun kalmamıştı, elini benim elimin üstüne yerleştirip özgürlüğüne kavuşunca "Aylin, bana soru sorma demiştim. Bugün değil," demeyi de ihmal etmedi.

"Tamam," dedim kalbimin gereksiz yere atan heyecanıyla, "Tamam söz veriyorum bazı şeyleri yarın soracağım ama bu farklı," dedim. "Haberleri izlerken bir tuhaf baktın," Sesim giderek yükseliyordu ama sinirden değildi sebebi, korkudandı. "Seni arayan kişiye iyi iş çıkardık dedin. Ne demek istedin? Desteklediğiniz parti için sevindiğinden mi öyle söyledin?"

Tuğrul beni ve korkmuş bakışlarımı hiçe saydı, odasına girip "Tam on dakika sonra her şeyin hazır olsun," derken yine çok sert görünmüştü gözüme.

"Desteklediği parti için seviniyor olsa neden yer değiştirmemiz gereksin ki? Yok bunun altında kesin bir iş var. Basit bir galibiyet sevincine benzemiyor bu." Hiç beklemeden kendimi bana ayarladığı odaya attım, dar uzun bir odaydı ve içeride volta atmaya fazlasıyla müsaitti. "Yok, kesin bu haberlerin Tuğrul'la bir ilgisi var." Tırnak yeme gibi bir alışkanlığım olmadığı halde baş parmağımın tırnağını neredeyse yok edecektim. "Kahretsin, ben ne yapacağım şimdi? Mahvoldum, bittim ben."

Gardıropun üstündeki aynaya göz ucuyla baktım, üstümdeki eşofman takımını çıkartasım gelmemişti ve buradan giderken almam gereken tek şeyin bilgisayarım olduğu bilincindeydim. Bu yüzden bana verilen on dakikayı sadece odanın içinde korkuyla sağ sol yaparken kullanmış, Tuğrul tarafından adım seslenildiğinde de odadan çıkmıştım.

Beni nasıl bıraktıysa öyle bulmak hoşuna gitmemiş olacak ki ters bir bakış attı, sonra da ona doğru uzattığım bilgisayar çantasını eline aldı. Binadan çıkmadan önce üzerime montumu giymiş ve onunla beraber arabaya geçtiğimizde gözümü pencereden dışarıya dikmiştim.

Benim başımda yeterince bela vardı, bir diğerini daha nasıl kaldıracaktım? Yarım akıllı abimle mücadele etmek gibi bir olay değildi bu. "Lütfen sadece desteklediğin partinin eline koz geçti diye öyle konuşmuş ol," dedim Tuğrul'a, o arabayı çalıştırmakla meşgul olduğundan bana cevap vermiyordu.

"Diğer türlüsü beni aşar biliyorsun değil mi?" dedim o arabayı çalıştırırken, telaştan ellerim buz kesilmişti. "Haberdeki meseleyle bir alakan varsa tüm hayatım biter, ben böyle bir şeyin yaşanmasını istemiyorum. Hayatımı kurmak için çok çabaladım."

Tuğrul beni dinlediğini belli edercesine kafasını oynattı, araba hareket eder etmez de eli radyoyu buldu. Başta müzik açacak zannetmiştim ama bir haber kanalında sabit kalışı bana kendimi iyice kötü hissettirmişti. "Tuğrul bu işte bir parmağın varsa adamlar beni senin işbirlikçin sanar mı? Uyuşturucudan söz ediyoruz, devletin içine kadar girmiş bir şebekeden?"

"Dikkatimi dağıtıyorsun," dedi Tuğrul, tüm dikkatini yola vermişti, bir de bana kalırsa meclisin nasıl birbirine girdiğiyle ilgili haberlere odaklıydı. "Allah kahretsin," dedim kendi kendime, sağ elimin baş parmağında kemirecek tırnak kalmadığından diğer eliminkine geçmiştim. "Böyle bir işe kalkıştıysan önlemini de almışsındır öyle değil mi? O kadar da salak değilsindir?"

Tuğrul sağa dönmeden önce keskin bir hareket yaptı ve "Olmadığımı düşünüyorum," dedi. Cevap verirken öyle rahattı ki acaba beni kandırmak için ortamı mı geriyor diye düşünmeden edemiyordum. "Çok konuşuyorum diye beni cezalandırıyor olma ihtimalin var mı peki? Beni korkutmak hoşuna gitmiş olabilir mi?"

Tuğrul'u profilden görüyordum, sırıtırken asabının bozulduğuna da anbean tanıklık etmiştim. "Seni korkutmak benim işime gelmez," dedi, sonra da bir anlığına bana döndü. "Böyleyken daha çok konuşuyorsun."

Gözlerimi hızla açıp kapattım, gerginlikten ciğerlerime hava gitmiyor gibi hissediyordum. "Sen yaptın," Elim hızla arabanın penceresini açmaya yarayan tuşu buldu, üstüne basarken hiç beklememiş ve yüzüme hava çarparken "Allah kahretsin," diye tekrarlamaya devam etmiştim.

Siyaset dediğin arena her an birilerini düştüğü, diğerlerinin de onu yediği alandı. Ya sağ kalırdın ya da yok olurdun, senle birlikte taraftarlarında dibi görürdü. Eğer bir sevkiyat ifşalandıysa bu bir tarafın yakın çemberinde olmak demekti ve ortalık aleve verildiği an, ilk olarak halkanın etrafındakiler yanarak kül olurdu.

Ben ise sadece öylece duran bir insandım, şimdi bu arabada bulunduğum için geleceği ateşe verilmişlerden mi olurdum? Üstelik geçmişim de başkaları tarafından alevler arasında bırakılmış, bana kalan koskoca bir hiç olmuştu.

Alevler arasında kalmaktan başka çıkış yoktu, bu arabadan inemezdim. Yanmayı da göze alamazdım, ben küllerinden yeniden doğan o kuş değildim, küllerim dağılır ve yok olur giderdim.

Yok olmak bir seçenek değildi, hiçbir zaman olmamıştı.

Yüzüme çarpan havanın iyi geleceğini umuyordum ama açılan zihnimle felaket senaryoları daha hızlı doluşmuş, elim tuşun aksi yönüne gitmişti hemen. Bu arabadan çıkmak için de geç kalmış olmalıydım, neye bulaştıysam bulaşmış, düştüğüm çamurda öylece bekliyordum.

Gecenin karanlığını bölen far ışığına gözlerim kaydı, arabalar gittikçe azalmış, ikiye ayrılan yoldan daha dar olana doğru sürmüştü. Düzensiz kalp atışlarım ile çevreyi yokluyordum, istemsizce arkamı dönüp kontrol ettiğim anda da "Takip edilsek açık açık mı yapılır?" diye soran Tuğrul ile derin bir nefes vermiştim. "Ne rahatladım, sağ ol."

Beni umursamadan son model arabayı toprak yola sürdü, sarsılan arabada dengemi korumak için kapının koluna sıkıca tutundum. Yavaşlama gereği duymadı, milyonlarca dolar verdiği arabası pek de umrunda değildi. Benim içim biraz gidiyordu ama benim olmayan lüks bir arabadan daha büyük dertlerim vardı.

Canım gibi.

Toprak yol ıssızdı, taşları ezen tekerleklerin sesleri eşliğinde bir süre gitmiş, uzun farlardan kısa fara geçmesi ile de görüşümüz kısıtlanmıştı. Ne kadar karanlık olduğunu fark etmek tekrar boğazıma yapışılmış gibi hissettirse de derin nefesler alarak kendime hakim olmaya çalıştım. Kendimi kaybetmek için hiç doğru zaman değildi, gerçi benim kendimi kaybetme lüksümün olduğu herhangi bir zamanda olmamıştı.

Bazı hayatlar kuş tüyü yataksa, bazıları da kaya üzerinde uyumak zorunda kaldığın bir mücadeleden ibaretti. Benim sırtım hep o rahatsız soğuğa değiyor, içimi ürpertiyordu.

İleride gördüğüm karartı ile kaşlarım çatıldı, eş zamanlı olarak Tuğrul da arabayı durdurmuş ve hızlıca el frenini çekmişti. "Araba mı değiştiriyoruz?" diye sordum iyice şüpheli gelen hareketleri ile paniğe kapılarak. Kafasını olumlu anlamda salladı ve emniyet kemerini açtı. Geride kalmaktan korktuğum için adımlarını hızlıca takip edip kendimi dışarı atmış, annesini takip eden yavru bir ördek gibi önümüzde duran heybetli araca yönelmiştim.

"İzini kaybettirmek mi istiyorsun?"

"Soru sormuyor halin bu mu?" Otomatik cevap sistemi gibiydi, basıyordun ve sana laf sokuyordu. "Ormanın ücra bir köşesinde araç değiştiriyoruz, ne yapayım istiyorsun?" Karanlıkta etrafa baktım, yalnızca ayın ışığı olduğundan etraf olduğundan da ürkütücü görünüyordu. "Ağaçların arasından birilerini çıkıp bizi öldürmeyeceğini garantisi var mı?"

Arabaya vardığımız için kapıları açtı, kendimi tekrar yan koltuğa atarken aceleyle kapıyı kapatmış ve sanki öldürülmemi ince bir cam önleyebilirmiş gibi rahatlamıştım. "Sence senin hayatında garantisi olan bir şey olabilir mi?" Ani ama net sorusu ile bir anda duraksadım, daha önce hissetmediğim bir duygu kalbimin yakınlarına çöreklendi.

Birinin benim hayatımın neler gebe olduğunu anlaması, bu kadar ihtiyaç duyduğum bir şey miydi, birkaç saniye sorgulasam da sessiz kaldım.

Araba tekrar hareket etti, bu sefer daha fazla sarsılıyorduk. Ormanlık yol bir süre sonra sonlandı, tekrar asfalta çıktığımızda nerede olduğumuzu anlamak adına camdan dışarıyı seyrediyordum. Eğer ülkeyi birbirine katan adamla aynı arabadaysam ne olacak sorusu kalbimi korkuyla dolduruyor, rahatlamak adına verdiğim nefes anlık ağrıyı azaltıyor ve sonra daha güçlü bir şekilde göğsüme bastırıyordu.

Psikolojik tedavi için hiçbir zaman geç değildi, bu işlerden yakayı kurtarır kurtarmaz hayat hedeflerim arasına koyacaktım.

Bir saat kadar daha sessizce yolculuğa devam ettik, bu sefer bize eşlik eden bir radyo yoktu. Yalnızca son sıcaklığa alınmış klimanın sesini duyuyordum, ara ara da istemsizce elim sıcak hava dalgasına doğru gidiyor, anlık rahatlayarak arkama yaslanıyordum. Sonra üşüme de geri geliyordu, düşünceler de.

Bu döngü bir benzin istasyonu görmemiz ve Tuğrul'un sağa sinyal vermesi ile son buldu. Kaşlarım çatıldı, gözlerim arabanın göstergesine kaymış ve "Depo neredeyse tamamen dolu?" demiştim istemsizce. "Yolumuz daha uzun," dedi Tuğrul, sesi duygudan yoksun, mekanik çıkmıştı.

Yolumuz daha uzun, kulaklarımda yankılandı. Kendimi korumak adına yükselttiğim kulenin en aşağısından, merdivenlere doğru yankılandı sanki sesi. Bana ulaştı, aramızda ne kadar mesafe olursa olsun kabul etmiş gibi bir hisle gözlerim kulenin aşağısına döndü sanki.

Onunla birlikte arabadan indim, araca taktığı pompadan sonra biraz beklemiş, dolması ile de yerine geri koyup ufak markete doğru yönelmişti. Arabaya bindiğimizden çok daha soğuktu hava, rüzgar saçlarımı savurduğu için telleri kulağımın arkasına tıkıştırdım ve üstümdeki monta daha sıkı sarıldım. Saçlarım tüm çabama rağmen dağılırken Tuğrul'u izliyordum.

Cüzdanından çıkardığı bir miktar parayı tezgaha koydu, adama teşekkür ettiğini anlamıştım. Adam da gülümsedi ve kısa bir an sanki gözünü kırptı, daha net görmek için o tarafa doğru biraz adımladım ve arabadan uzaklaşmam ile daha da açıkta kalan bedenimle bir an duraksadım.

Bazı anlar olurdu, hiçbir şey görmezdiniz ama hissederdiniz. Ürperti vücudunuzu yoklar, bedeninize değen bakışları görmeseniz bile ağırlığını hissederdiniz.

Sadece durdum, kafamı hareket ettirmeye bile cesaretim yoktu. Yalnızca Tuğrul bu tarafa doğru hemen gelsin, ne evham yaptın ya desin ve biz arabaya binip devam edelim istiyordum. O korkutucu bir ihtimaldi ama en azından bilinen şıktı, bilinmeyenin dehşeti kulenin merdivenlerinde yankılanıyordu ve ben yalnızdım.

Belki hep yalnızdım, yalnız olmayı istemiş ve bu kuleyi de bu yüzden inşa etmiştim. Yine de duvarlarında bile yalnızlığıma serzeniş kazılıydı, gözüm penceredeydi. Gelebilecek birinde, duyabileceğim bir seste, hissedebileceğim bir bedende.

Dehşetten beni çekip alacak bir insanda.

Tuğrul marketten çıktı ve doğal hareketlerle cüzdanını ceketinin iç cebine yerleştirdi. Daha sonra bakışları beni buldu, kaşları yukarı kalktı ve öylece dikiliyor olmamı sorgulamayı kısa bir sürede bırakıp gözleri arkamda bir yere sabitlendi.

His.

Bir his vardı içimde, açıklayamadığım bir duygu. Geriye dönme diyordu tüm bedenim, kal böylece. Sakın arkana bakma, duraksama. Tuğrul'a doğru yürü, bazı şeyleri de görmemek gerekir.

Ama bu bir histi adı üstünde, hiçbir mantıklı açıklaması yoktu. Eğer akla uygun değilse ona uyum sağlamak kolay olmuyordu ve ben de karşı çıkmayı tercih ettim, belki de hayatımda yaptığım en kötü tercihlerden biriydi.

Vücudumu arkaya çevirdim, bu ıssızlıkta abimi görmeyi bekledim. Korkunç bir canavar gibi karşıma dikilsin, kulenin kapılarını zorlasın, bağırsın çağırsın. Tüm beklentim buydu, korktuğum tek bu sanıyordum çünkü benim en büyük düşmanım buydu.

Dostumu görmek ise deprem etkisi yarattı, yüksekte kalan ben hafif sarsıldım ama kule hala sağlamdı, yerle yeksan olmamıştı.

"Gökalp?"

Yıllarca bir arada olduğum o çocuk yerinde bir başkası vardı sanki. Ben ona ne zaman seslensem bakışları bana dönerdi, etrafta ne olup bitiyor olursa olsun odağı ben oluverirdim. Öyle olmadı, gözleri arkamda bir yere sabitlendi. Yanımda bir beden hissedene kadar tüm zaman bu noktada durmuş gibi öylece bekledim. Zaman benim için durağan bir haldeydi, akış devam etmiyor, sürdürdüğüm ne varsa bir şeyleri bekliyordu.

Gökalp'in neden burada olduğu sorusunun cevabı, beklediğim o şeydi.

"Gafil avlandın," dedi nefret dolu bir sesle. Arkadaşımdan hiç duymadığım tonla afalladım, yanımdan ise küçümseyici bir ses duydum. "Avcı da sen misin?" Tek bir cümle Gökalp'i daha da gergin bir hale getirdi ama Tuğrul umursamadan konuşmaya devam etti. "Av köpeği gibi duruyorsun daha çok,"

"Zavallılığını böyle cümlelerin arkasına mı gizliyorsun?"

Onlar tanışıyordu.

Gözlerim Tuğrul'a döndü, bakışları yine ifadesizdi ama anlamıştım. Aralarında bir şey vardı, bir husumet. Gökalp'i bunca adamla buraya kadar getiren bir şeyler. "Siz?" dedim fısıldar gibi, Tuğrul kafasını bana döndürüp kısa bir bakış atmıştı bana. Hiç sırası değil mi demek istiyordu bilmiyordum ama soru işaretleri artıyordu.

Gökalp buradaydı, kaçtığım yolun ortasında.

"Kendinden çok emin görünüyordun," dedi Tuğrul bedenlerimiz arasındaki mesafeyi sağa doğru bedeninin yükünü vererek sıfırlarken. Konuşmaya devam etmeden önce de kısa bir an beklemişti. "Buradasın, seni yakalamamdan korkmuyor musun?" Dudaklarını büzdü. "Bu sefer elimden kaçma şansın olur mu sence?"

"Tuzağa düştün Akdemir," diyen Gökalp nefretle konuşuyordu. Biliyordum çünkü o benim en yakın arkadaşımdı, yeni hayatımda sırtımı yasladığım duvarlardan biri, en bitik olduğum anlarda bir yudum suydu. Kendimi korumak için inşa ettiğim kulenin temeliydi, bir kule inşa etmek için cesaret aldığım, tuğlaları birlikte ördüğüm dostum.

"Öyle mi dersin?" diye sordu Tuğrul. "Ee, ne yapacaksın şimdi?" Alaycı bir ses çıkardı. "Öldürecek misin yani beni?" Bahsettiği ihtimal benim hayatımın en korkunç senaryosuydu ama o bunu basitçe dile getirmiş ve hiç umrunda değil gibi de sırıtmıştı.

"Hala alay ediyorsun," diye söylendi Gökalp. "Düşmanını hafife alırsan olduğun yere gömülürsün, öğrenemedin mi?"

"En azından başka şeyleri öğrendim." dedi Tuğrul kendinden emin bir sesle. Sonra beklenmedik bir anda bedenini dikleştirdi, sesi çok daha sert bir hal almıştı. Cümleleri keskin ve netti. "Beni öldürmeden istediğini alamayacağını biliyorsun değil mi?"

Elinde tuttuğu silahı kaldırdı ve Tuğrul'a doğrulttu ilk önce. "Gerekirse öldürürüm," dedi ve bir anda silahın hedefi ben oldum. "Sen veya o, fark etmez. Burası yolun sonu," diye devam ediyordu ama sesi çok derinlerden geliyordu ya da ben gittikçe daha dibe battığım için sesi boğuklaşıyordu.

"Ne diyorsun sen?" dedim kelimeler benden bağımsız ağzımdan çıkarken. Bana doğrultmuş silahın şoku bir şekilde damarlarımda akan kanı bile duraksatmış gibiydi ama yine beklenmedik bir şey oldu.

Tuğrul tek bir cümle söyledi, kalbim tekrar atmaya başladı, zaman akışa geçti ve felaket kapımda belirdi.

"Samet kendi gelemedi de, yakalanması muhtemel köpeğini mi gönderdi bu iş için?"

Günlerimi geçirdiğim, yeni bir hayat umuduyla duvarlarını süslediğim, korunaklı olduğu düşüncesi ile kalbimi huzurla doldurduğum duvarlar sallandı. Eşyalar etrafa saçıldı, duvarlar çöktü. Ben sığındığım yerde öylece kalakaldım çünkü güvendiğim ne kaldıysa ondan yapılmaydı burası.

Benim dünyada güvende hissettiğim tek yerdi.

Bir şimşek çaktı, bu odaya aldığım o çocuk camdan atlayıp kaçtı ve beni yalnız bıraktı. Ölümü burnumun ucuna kadar getirmekten çekinmedi, bana ihanet etti ve arkasına dönüp bakmadı bile.

Maskesi düştü, altından en büyük düşmanımın sureti çıktı. Birçok duygu yerle bir oldu, temel zaten çok sağlam değildi ama güçlü olduğunu düşündüğüm her şey üstüme çöktü. Kalkmak için çabalamadım, kurduğum her şeyin benimle birlikte yıkılışını izledim.

Bilmediğim düşman beni zehirledi, kulenin altında kalırken kanıma karışan zehir umrumda bile değildi.

"Ölmek için güzel bir gece olduğunu mu düşünüyorsun Tuğrul?" diyen ses artık bir yabancıya aitti. Hatta bir düşmana, insanın en yakının düşmanı olduğu o an garip bir zaman dilimiydi. Birlikte geçirdiğiniz tüm zaman seni öldürmek üzere bekleyen bir celladın kana susamışlığı kokuyor, insanın midesini bulandırıyordu.

En güvende hissettiğim yerde ve insanda, nasıl olmuştu bu? Ben bu kadar mı yalnızdım, benim yalnızlığım bu kadar mı ısrarcıydı? Kalbimi söküp atmak isteyecek kadar, ani bir sarsıntı ile kurduğum o tüm güzel dünyayı yalanların kurbanı edecek kadar?

Tüm yalanlar silindi birer birer, geriye göğsüme saplanmak için bekleyen dikenler gibi gerçekler kaldı.

Artık ne doğruydu ne yanlıştı, kim güvenli bölgeydi kim değildi veya benim için bu dünyada artık suyun yüzeyi diye bir yer var mıydı, bilmiyordum.

Tüm inançlar düşüyordu, geride ne yapacağını bilemeyen bir ben bırakarak.

"Ne ona zarar gelmesine izin veririm ne de ben zarar veririm," dedi Tuğrul aynı kararlılıkla. Yanımdaydı ama onun sesi de uzaktan geliyordu, çevremizi saran adamları da ancak fark ediyordum. Gökalp'in suratında bir tebessüm oluştu ve gözleri bana döndü. Onu gördüğüm andan beri ilk defa arkadaşım gibi hissettiren bir bakışla baktı.

Bir yalanla birleştirdi yani gözlerimizi çünkü o hiçbir zaman benim dostum olmamıştı.

"Buradan çıkışınız yok," dedi tekrar Tuğrul'a dönerken. Ben ise yutkunmaya çalışırken "Kes sesini," demiştim. Her kelimesi farklı bir darbe gibiydi, pes diyordum ama bir ringte beni yumruklamaya devam ediyordu sanki. Kırıklar etime batıyor, yumruklar daha da sarsıyordu. Susması lazımdı yoksa ben zeminden kalkamayacaktım.

"Sonsuza kadar kaçamayacağını biliyorsun Tuğrul," Tehdidi zerre umursamadan elini belime yerleştirdi. "Biliyorum, gittiği yere kadar," Duraksadı ve beni hafifçe geriye çekerek devam etti. "En olmadı beceremediğin tuzaklardan birine düşerim."

Etrafımızı saran beş altı kişinin bizi korumak üzere silahlarını karşıya doğrultması güvende hissettirmeliydi belki ama duyguların sınırları birbirine girmişti. Artık güvende hissetmek diye bir şey var mıydı, bilmiyordum. Her şey bir yanılsamadan ibaret gibiydi, çevremdeki her şey bir tiyatroyu oynayan oyuncuların eseriydi.

Geri çekilmek zorunda kaldıklarını anladıklarında Gökalp geriye doğru adımlamaya başladı. Gözleri Tuğrul'dan bana döndü ve dudakları kıpırdadı. 'Seni seviyorum' diyen dudaklarından ayırdığım bakışlarım tekrar gözlerine çıktığında, sahici bir hüzün gördüğüme yemin edebilirdim.

Gözlerindeki hüzne inanacaktım, eğer patlayan silahtan çıkan kurşun bedenimi delip geçmeseydi.

Oyuncuları bilmiyordum ama senaristin kalemi kanlı olmalıydı.

Vücudumun neresinden geldiğini kestiremediğim ağrı yayılırken uğuldayan kulaklarım arka arkaya patlayan silah seslerini duydu. Belime sarılan kol sayesinde hala ayaktaydım. Bulanık da olsa kaçan dostumu görebiliyordum.

Tuğrul'un elini acının merkezinde hissettiğimde boğuk bir inleme dudaklarımdan kaçtı. Şimdiye kadar çektiğim hiçbir fiziksel acıya benzemiyordu bu, gözlerim yaşlarla dolmuştu.

Acıdan ağlamak, garipti.

Dostum olarak gördüğüm iki insandan birinin tuttuğu silah yüzünden bu durumda olmak ise, daha da garipti.

Nefesimi kesecek eli çok kez hayal etmiştim. İnsan korkularından kaçamıyordu, en derin hayallerinde en korktuğu sahneyi oynatıp duruyordu. Binlerce sahne kurgulamıştı zihnim, yüzlerce kişi. Onlarca son.

Hiçbiri şu an kadar acı verici değildi, hayal edebileceğim her şeyden çok daha korkunç, çok daha yıkıcıydı bu. Benim bile hak etmediğim bir sondu, bir iblisin kurbanı olmaktan da öte; kaderin boynunu vurduğu bir mahkum olmaktı tamamen.

"T-Tuğrul?" Ben dizlerimin üstüne çökmek üzereyken, elini bacaklarımın altından geçirerek beni kucağına aldı. Diz çökmeme izin vermediği için minnet duygusu büyüdü içimde, yenilgiyi bir ödül gibi eski dostuma sunmak yerine tam şu an toprağa karışmayı tercih ederdim.

Tüm yaşama isteğimle birlikte.

"Arabaya," Tuğrul konuştuğunda, gözlerim zorlukla açıldı. Rüzgar estikçe ürperti artıyordu ve vücudumdan akan kanın sıcaklığını daha da çok hissediyordum. "Kızı öldürmek miydi amacı?" diye sordu tanımadığım bir ses.

Öldürmek.

Başarmış mıydı acaba?

"Yol temiz, çıkabiliriz," Başka bir ses konuştuğunda, Tuğrul'un adımladığını hissediyordum. "Cihangir'e haber verin, hedef Aylin." Bir süre sessizlik oldu, bir saat geçti deseler de inanırdım, bir dakika geçti deseler de.

"Az kaldı Aylin,"  Tuğrul'un sesini ayırt ediyordum fakat arabaya bindik mi binmedik mi, ayırt edemiyordum. "Yalnızca biraz daha bekleyeceğiz."

Benim beklemek için vaktim var mıydı, bilmiyordum ama onu onayladım. O duymasa bile tamam dedim, onu takip etmeye gönüllü oldum çünkü ben öyle acizdim ki, kolumu kaldıracak halim bile kalmamıştı.

Eğer bir an olsa, benim tüm istediklerimden vazgeçtiğim bir dilim, tam da bu an olurdu. Bir şeyler bitecekse şimdi bitsin isterdim çünkü bu hisle devam etmek nasıl olurdu, kestiremiyordum. Vücudumu delip geçen kurşunun acısını hala hissediyor ama uyuşuyordum, gözlerim istemsizce kapanıyordu ve kötü anlar geride kalıyordu.

Yalnızca o geride kalmıyordu, karşıma dikilen dostum.

Bana ihanet eden en yakın arkadaşım.

Continue lendo

Você também vai gostar

445K 23.4K 51
Her sonun başlangıcı olduğu gibi, benim de biten sonumun başlangıcıydı bu olay... Şans verip, okumadan geçmee:) Hikayedeki karakterler ve ismi geçen...
5.3M 245K 52
"Ulan bari Polat de." dedi. Sesi yalvarır gibi çıkmış gözleri beklentiyle doluydu. "Mirza demiyorsan deme ama en azından Polat de." "Sen yengeye Eli...
6.8M 453K 81
Efsun Zorlu; atandığı Urfa'da mecburi hizmetini yapan tıp fakültesinden yeni mezun, çiçeği burnunda bir hekimdir. Daha mesleğinin ilk günlerinde, hen...
176K 16.2K 45
Kerem Aktürkoğlu & Kumsal Yıldız