Birinci Bölüm | 2

665 25 2
                                    

Mümtaz'a verilen adreslerin çoğu yanlıştı. İlk uğradığı evde Fatma ismindeki hastabakıcı hiç oturmamıştı. Sadece evin kızı hastabakıcı kursuna girmişti. Kız, onu gülümseyerek karşıladı.

-Harp olursa bir işe yarayayım diye kursa yazıldım. Fakat daha hiçbir şey bilmiyorum.

Sesi ciddiydi.

-Ağabeyim askerde... Onu düşünerek...

İkinci uğradığı evde hakikaten bir hastabakıcı oturuyordu. Fakat üç ay evvel kendisi Anadolu'da bir hastahanede iş bulmuş, gitmişti, Mümtaz'ı karşılayan annesi,

-Bakayım, kızımın arkadaşlarından birisini görürsem, tenbih ederim, diyordu.

Mümtaz, oyunu bozmamak isteyenlerin sabrı ile bir kağıda adresini yazdı. Ev fakir ve eskiydi. Kışın ne yaparlar? Nasıl ısınırlar? diye düşüne düşüne uzaklaştı. Ne yaparlar? Nasıl ısınırlar? Bu sual hiç olmazsa bu anda garipti. Bu Ağustos sonu sabahı bütün sokaklar bir fırın ağzı gibi insanı kapıyor, çiğniyor, yutuyor, sonra kendisinden bir sonrakine geçiriyordu. Ara yerde bir gölge parçası, bir yol ağzında serince bir nefes sanki hayatı hafifleştiriyordu. İhsan, "Bu yaz kütüphanelerden uzakta kalamam. Behemehal birinci cildi bitirmeliyim" demişti.

Birinci cilt. Mümtaz, ince satırlarla dolu kağıtları gözünün önünde gibi görüyordu. Kırmızı mürekkeple haşiyeleri, büyük çıkmaları, kendi kendisiyle bir kavgaya benziyen yazı bozuluşları... Kim bilir, belki de kitap hiç bitmeyecekti. Bu düşüncenin azabı ile sokaktan sokağa giriyor, köşebaşındaki bakkallarla, kahvecilerle konuşuyordu. Evinde bulduğu tek hastabakıcı, 

-Kocam hasta, onun için izin aldım, işsiz değilim. Onu hastahaneye yatırdıktan sonra vazifeme döneceğim, demişti.

Kadının yüzü bir harabeye benziyordu.

Mümtaz, ister istemez:

-Nedir hastalığı? diye sordu.

-Felç geldi. Ben yoktum. Eve vücudunun yarısı sarkık getirdiler. O anda akıl etselerdi, hastahaneye yatardı. Şimdi doktorlar, ikinci bir yer değiştirmek için on gün beklemeli, diyorlar. O zalim kadına kaç defa yalvardım, bırak şu adamın yakasını diye. Parası, pulu yok, genç, güzel değil, kendine daha iyisini bul... Hayır, illaki o... Şimdi üç çocukla kaldık.

Mümtaz, bu aile faciasının eşiğinde karşısındakine;

-Allahaısmarladık, dedi.

Üç çocuk, mefluç bir koca... Bir hastabakıcı maaşı. Büyükçe bir evin iki odasında oturuyorlardı. Su küpleri bile sofada duruyordu. Bu demekti ki, bir mutfakları, belki ayakyolları bile yoktu. Kim bilir hangi zengin memurun, defterdar veya mutasarrıfın, kızını evlendirirken yaptırdığı ahşap bir evdi bu. Dışarıdan dökülmüş boyasına rağmen ne kadar itinalı yapıldığı görülüyordu. Pencere kenarları, cumbalar, çatı, hep inceden inceye yontulmuştu. İki yandan beş ayak merdivenle kapısına çıkılıyordu. Sağ tarafında bir de kömürlük kapısı vardı. Fakat mal sahibi kömürlüğü bir kömürcüye kiralamıştı. Belki mutfak da ayrıca kirada idi.

Bir kömür kamyonu, bütün sokağı kapamış, cüssesiyle, devrile, sarsıla geliyordu. Mümtaz, yan sokaklardan birine saptı...

Mümtaz, bir yaz evvel bu sokaklarda, belki bugünkülerden birinde, Nuran'la dolaştığını, Kocamustafapaşa'yı, Hekimalipaşa'yı gezdiklerini düşünüyordu. Genç kadınla yan yana, adeta vücudu vücuduna girmiş, sıcakta, alnındaki terleri silerek, konuşa konuşa bu medresenin avlusuna girmişler, biraz evvelki çeşmenin kitabesini okumuşlardı. Bu, bir sene evveldi. Mümtaz, etrafına, bu bir sene evveline dönebilmek için, en kısa bir yol arar gibi bakındı. Yedişehitler'e kadar geldiğini gördü. Fatih şehitleri, küçük taş lahitlerde yan yana uyuyorlardı. Sokak tozlu ve dardı. Yalnız şehitlerin bulunduğu yerde meydanımsı bir şey genişliyordu. İki katlı, fakat o küçük spor otomobilleri gibi, neredeyse mukavvadan zannedilecek fakir bir evin penceresinden bir tango sesi geliyor, yol ortasında toza bulanmış kız çocukları oyun oynuyorlardı. Mümtaz, onların türküsünü dinledi:

Aç kapıyı bezirganbaşı, bezirganbaşı

Kapı hakkı ne verirsin? Ne verirsin?

Çocukların hepsi gürbüz ve güzeldi. Fakat, üstleri başları perişandı. Bir zamanlar Hekimoğlu Ali Paşa'nın konağı bulunan bir mahallede bu hayat döküntüsü evler, bu fakir kıyafet, bu türkü ona garip düşünceler veriyordu. Nuran, çocukluğunda bu oyunu muhakkak oynamıştı. Ondan evvel annesi, annesinin annesi de aynı türküyü söylemişler ve aynı oyunu oynamışlardı. Devam etmesi lazım gelen, işte bu türküdür. Çocuklarımızın bu türküyü söyliyerek, bu oyunu oynıyarak büyümesi; ne Hekimoğlu Ali Paşa'nın kendisi, ne konağı, hatta ne de mahallesi. Her şey değişebilir, hatta kendi irademizle değiştiririz. Değişmiyecek olan, hayata şekil veren, ona bizim damgamızı basan şeylerdir. İhsan, bunları ne kadar güzel anlardı. Bir gün,

-Her ninnide milyonlarca çocuk başı ve rüyası vardır, demişti.

Fakat İhsan hasta idi, Nuran, onunla dargındı ve gördüğü gazete manşetleri gergin vaziyetten bahsediyorlardı. Sabahtan beri düşünmemeğe, zihninin bir tarafına atmağa çalıştığı şeylerin hücumu altında idi.

Zavallı çocuklar, bir barut fıçısının üzerinde oynuyorlardı. Fakat türkü, eski türkü idi; demek barut fıçısı üzerinde de hayat devam ediyordu. Yavaş yavaş bir düşünceden öbürüne geçerek yürüyordu. Bu taraflardan hiç kimseyi bulamıyacağını anlamıştı. Elindeki son adresi çok arkada bırakmıştı. Onu da yokladıktan sonra, Amerikan Hastahanesi'ndeki bir akrabasına telefon edecek, bir de o taraflarda arıyacaktı. Sefil, perişan mahalleler, yoksulluk yüzünden bir insan çehresini andıran eski evler arasından geçiyordu. Etrafında bir yığın perişan ve hasta yüzlü insan vardı. Herkes neşesizdi. Herkes yarını, büyük kıyameti düşünüyordu.

Bari, şu hastalık olmasaydı. Ya kendisini de çağırırlarsa, İhsan'ı hasta bırakarak gitmeğe mecbur kalırsa?

Eve geldiği zaman Macide'yi uyuyor buldu. İhsan'ın nefesi muntazamdı. Doktor, iyi haberler bırakarak gitmişti. Ahmet, büyük annesiyle, babasının başı ucunda idi. Sabiha, annesinin ayağı ucunda kıvrılmış, bu sefer sahiden uyuyordu.

Garip bir sükunet içinde odasına çıktı. Hemen hemen bütün dünyasını görmüştü; hemen hemen... Çünkü, Nuran'dan habersizdi. Nuran, acaba ne yapıyordu?

HuzurHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin