seninle bir dakika

510 49 36
                                    


ben limonlu keki hiç sevmem

Oops! This image does not follow our content guidelines. To continue publishing, please remove it or upload a different image.

ben limonlu keki hiç sevmem.

bayan lee'nin sipariş ettiği limonlu keki yerim ama limonlu keki hiç sevmem. limon severim, sarı tüylü her kuşa limon derim ama ben limonlu keki hiç sevmem. ben sakuraların altında yürümeyi severim ama limonlu keki sevmem. şimdi taeyong ikimize limonlu kek sipariş etti ama ben limonlu keki hiç sevmem.

ikimize.

taeyong karşıma oturdu, ikimize limonlu kek sipariş etti, garsonun gözleri kocaman açılmıştı. garsona bu adam benim eşim diyemedim ama içten içe güldüm sonra üzüldüm çünkü önündeki kağıtları imzalarsa artık eşim olmayacaktı.

hem güldüm, hem üzüldüm sonra limonlu keklerimiz geldi. bayan lee'nin tansiyonu aniden düşmesin diye sipariş ettiği ansızın devrilen limonlu kek geldi aklıma ama bir şey demedim. taeyong da demedi. menajeri dışarıda bekliyordu, bu durum kısa bir konuşma yapacağımızı gösteriyordu.

onunla konuşmak istiyordum, kısa olması umurumda bile değildi.

kekinden bir çatal aldı, daha çok ye demek istedim kilo vermiş gibi gözüküyordu ama ağzımı açamadım zaten kek de hemen devrildi. kekler çabuk devriliyordu tıpkı benim gibi.

neyse.

"neden?"

devrilen keke mi yoksa bana mı soruyor diye bir süre bekledim ama dayanamadım sonra, başımı kaldırdım. bana bakıyordu, büyük gözlerine uzun bir aradan sonra bakmak uzun bir yolculukta gözlerin yansa da güneşe bakmak gibi hissettirdi.

"mutlu değilsin," dedim. konuşabildim. "benim için önemli olan senin mutluluğun."

"neden?" dedi yine. "ben o kadar önemli birisi değilim."

güldüm.

uzun bir aradan sonra büyükçe bir kahkaha attım, tüm kafe ve daha az önce eşime kocaman gözlerle bakan garson bile bize döndü.

taeyong tepkimi umursamadı cevabını almış gibiydi, devrilmiş limonlu kekini yemeye devam etti. birkaç dakikalık sessizliğinde büyük gözleri dokunmadığım limonlu kekimi buldu, tabağı ona doğru uzattım. "ben limonlu kek sevmem."

başını salladı, neden böyle davrandığına anlam vermeye çalıştım. "her şeyin farkındasın, değil mi?" diye sordum. emin olmak istiyordum, sanki günlerdir görüşmediğim eşim, boşanmak üzere olduğum eşim o değil gibiydi. harika bir ilişkimiz varmış da market alışverişinden dönerken bu kafeye uğramışız gibi davranıyordu.

yine başını salladı, kekini bitirdiğini ve çatalıyla tabağındaki kırıntıları topladığını fark ettim.

"kağıtları imzalamak istemiyorum," dedi. konuşmak istercesine derin bir nefes aldığımda devam etti. "dur, sözümü kesme."

"sen benimle hiç konuşmuyorsun ki."

"deniyorum," dedi. "tanrıya yemin olsun deniyorum nanami. bir şeylerle savaş halinde olduğumu, kazanmaya çalıştığımı anla artık." yükselen sesi gözlerimi doldurdu, senin verdiğin bu savaşta ben yaralanıyorum demedim, dinlemeye devam ettim. "fotoğrafı görmüşsün." başımı salladım.

"üstünden çok zaman geçti diyemem," dedi. yutkundu, benim yerime de yutkundu. "ama artık onunla aramızda bir şey olmadığını fark etmişsindir."

"bu önemli değil," dedim. "onu hala seviyorsun."

başını iki yana salladı, "bir savaştayım," dedi. benim bu savaştaki yerim ne diyemedim ama dinlemeye devam ettim. "beni bekle, geleceğim."

ah.

ah benim sonunu görmediğim bu yollar, ah yürüdüğüm bu karanlık yollar.

korkak bir ruha sahipken sana doğru attığım bu cesur adımlar ve senin sağlam bastığın yolun başındaki adımların.

"ne kadar," dedim. "ne zamana kadar bekleyeceğim seni?"

ihtimaller üzer, ihtimallerin heyecanı da.

"beni sevdiğin sürece."

güldüm.

"sonsuza kadar bekleyeceğim o halde."

"bekle," dedi. "mutlaka geleceğim."

umarım.

umarım gelirsin, taeyong.

***

ben çabuk üzülürüm.

sokaktaki kediye köpeğe, çıkmaz sokaklara, ağırlığını taşıyamayan keklere, belirsizliklere ve kendime.

lee taeyong o kafeden sanki söyledikleri hiçbir anlam ifade etmiyormuş gibi arkasına bakmadan çıktığında ne yapacağımı bilemedim. lee taeyong'un kendince verdiği büyük savaşta, savaş meydanında amansızca vuruluyordum ama o kendisinin öldüğünü düşünüyordu.

hüzünlü bir şekilde devrilen limonlu kekten farkım yoktu, belki de bu yüzden sevmiyordum. ansızın devrilen dramatik kekler bana benziyordu.

evimize geldim, büyük siyah kapıya baktım. zili çaldım, bayan kang hızla kapıyı açtı, bir yandan da minik bir havluyla ellerini kurulamaya çalışıyordu. hiçbir eşyamı almadan çıktığım bu evden içeri yine bomboş girdim sanki bir yere gidip de hemen dönmüşüm gibi. günlerdir çektiğim bu acıyı belki bir ben biliyordum bir de devrilen kekler.

"ah! biliyordum geleceğinizi!"

ben de.

bayan kang'a kibarca gülümserken montumu portmantoya astım.

kısa bir sohbetten sonra henüz yakılmış şömineye doğru ilerledim, kafeden çıkmadan önce çantama atığım boşanma kağıtlarını şömineye doğru attım parça parça yırtarak. kağıtlarla birlikte ben de yandım belki ama ayağa kalktım, senin odana gittim taeyong. demirden sandığım ama aslında bir avuç kumdan yaptığın kapıyı yavaşça açtım, sana yalan söylemeyeceğim ben odana o fotoğrafı aramaya gittim.

masana yaklaştım, tüm vücudumun titrediğini hissediyordum ama ilerledim.

masanda tek bir çerçeve vardı, taeyong.

alelacele çekilmiş nikah fotoğrafımız masanda öylece parlıyordu. 

creep ¦ lee taeyongWhere stories live. Discover now