Bir kış günü öğlenden önce –dışarda, bulanık bir ışıkta kar yağmaktaydı– K., saatin erken olmasına karşın çok yorgun olarak bürosunda oturmaktaydı. Kendini en azından daha küçük dereceli memurlardan koruyabilmek için odacıya onlardan hiçbirini sokmamasını, çünkü daha büyük bir işle meşgul olduğunu bildirmişti. Ama çalışacak yerde koltuğunda dönüp durdu, ağır ağır masasının üstündeki öteberinin yerini değiştirdi, fakat sonra, bilincinde olmaksızın, kolunu boylu boyunca masaya yaydı ve başı eğik, hareketsiz oturakaldı.
Davası artık kafasından hiç çıkmıyordu. Şimdiye kadar sık sık, bir savunma dilekçesi kaleme alıp mahkemeye sunmanın iyi olup olmayacağını düşünmüştü. Bu yazıda kısa bir yaşamöyküsüne yer vermek ve önemlice bir olayın sözü edildiğinde, hangi nedenlerle belli bir davranışı yeğlediğini, bu davranış biçiminin şimdiki değerlendirmesine göre onaylanıp onaylanmayacağını, her iki şık için de ne gibi nedenler ileri sürebileceğini açıklamak istiyordu. Böyle bir savunma yazısının yararları, yalnızca ve üstelik kendisi de pek sağlam ayakkabı olmayan Avukat'ın savunmasıyla karşılaştırıldığında tartışmasızdı. K. zaten Avukat'ın ne yapıp ne ettiğini bilmiyordu; pek bir şey yaptığının söylenemeyeceği kesindi, K.'yı çağırtmayalı bir ay olmuştu ve önceki görüşmelerde de K., bu adamın kendisi için kayda değer bir şeyler yapabileceği gibi bir izlenim edinmemişti. Her şeyden önemlisi, Avukat'ın onu hemen hiç sorgulamamış oluşuydu. Ve bu konuda sorulacak çok şey vardı. En önemli olan, sorular sorulmasıydı. K.'nın içinde, bu bağlamda gereken bütün soruları kendisinin sorabileceği gibi bir duygu vardı. Oysa Avukat soracak yerde kendisi anlatıyor ya da konuşmadan K.'nın karşısında oturuyor, herhalde işitme duyusunun zayıflığından ötürü biraz masanın üzerine doğru eğiliyor, sakallarının ortasında bir teli çekiştiriyor ve halıya, belki de özellikle K.'nın Leni ile yatmış olduğu yere bakıyordu. Arada sırada K.'ya, çocuklara yöneltilen türden bazı boş uyarılarda bulunuyordu. Bunlar hem yararsız, hem de sıkıcı olan, K.'nın son hesap çıkarıldığında karşılığında tek kuruş ödemeyi düşünmediği konuşmalardı. Avukat onu yeterince aşağıladığına inandıktan sonra, genelde yeniden biraz yüreklendirmeye koyuluyordu. O zaman buna benzer pek çok davayı, gerçekte belki bu dava kadar güç olmayan, ama daha umutsuz gözüken davaları tümüyle ya da kısmen kazanmış olduğunu anlatıyordu. Bu davaların bir listesi burada, çekmecedeydi –bunu söylerken masanın çekmecelerinden herhangi birini tıklatıyordu–, resmî sırlar söz konusu olduğundan, yazıları ne yazık ki gösteremezdi. Buna karşın bütün bu davalar boyunca edindiği büyük deneyim şimdi K.'nın işine yaramaktaydı. Doğal olarak hemen çalışmaya başlamıştı ve ilk dilekçe neredeyse hazırdı. Bu dilekçe çok önemliydi, çünkü savunmanın yarattığı ilk etki çoğu kez davanın yönünü olduğu gibi belirlerdi. Ne yazık ki, K. buna hazır olmalıydı, kimi zaman ilk dilekçelerin mahkemece hiç okunmadığına da rastlanırdı. Bunlar dosyalara konur ve şimdilik davalının ifadesinin alınmasıyla gözlem altında bulundurulmasının yazılı her şeyden daha önemli olduğuna dikkat çekilirdi. Dilekçeyi veren ısrar ettiğinde ise bu dikkat çekmeye ek olarak karardan önce, bütün malzeme toplanırken doğal olarak bütün belgelerin, bu arada ilk dilekçenin de inceleneceği söylenirdi. Gelgelelim bu da ne yazık ki çoğu kez doğru değildi, ilk dilekçe genellikle bir yere kaldırılır ya da tümüyle kaybolur giderdi, sonuna kadar kaybolmadan kalsa bile, Avukat'ın, şurasını da belirtmek gerekir ki yalnızca söylentilerden öğrendiğine göre, hemen hiç okunmazdı. Bütün bunlar üzücüydü elbet, ama bütünüyle gerekçeden yoksun da değildi, K., davanın halka açık olmadığını gözden kaçırmamalıydı, mahkeme gerekli gördüğünde halka açık olabilirdi, fakat yasa böyle bir açıklığı öngörmemişti. Bunun sonucu olarak mahkemenin yazıları, özellikle de iddianame davalıya veonu savunanlara kapalıydı, bu nedenle ilk dilekçeyle neye itiraz edileceği genellikle ya da en azından kesin olarak bilinmezdi, bu durumda ilk dilekçe ancak rastlantı sonucu kayda değer bir şeyler içerebilirdi ve bu, dava açısından önemli bir noktaydı. Gerçekten isabetli ve kanıt getirici dilekçeler ancak daha sonra, davalının sorgulamaları sırasında, iddianın dayandığı noktalar ve bunların gerekçeleri daha açık ortaya çıktığında ya da kestirilebildiğinde hazırlanabilirdi. Bu koşullar altında savunma doğal olarak çok elverişsiz ve güç bir konumdaydı. Ama bu da amaçlanmış bir şeydi. Çünkü savunma, yasaca izin verilen değil, yalnızca hoşgörüyle karşılanan bir yoldu ve yasanın ilgili bölümünden en azından hoşgörünün yorumlanabilip yorumlanamayacağı bile tartışmalıydı. Bu nedenle işin aslına bakılırsa, mahkemece tanınmış avukatların varlığı da söz konusu değildi, bu mahkemenin önüne avukat diye çıkanların hepsi, gerçekte kaçak çalışan avukatlardı. Bu da mesleğin bütünü açısından son derece onur kırıcıydı ve K., bu yakınlarda bir kez mahkeme bürolarına gittiği takdirde, bunu da görmüş olmak için avukatlar odasına bakabilirdi. Orada toplananları görünce herhalde dehşete kapılırdı. Avukatlara ayrılan dar ve alçak tavanlı oda bile mahkemenin bu insanları ne kadar aşağı gördüğünü sergilemeye yeterliydi. Oda yalnızca küçük ve yuvarlak bir pencereden ışık alıyordu, pencere o kadar yüksekteydi ki, biri dışarı bakmak istediğinde, üstelik o zaman pencerenin hemen önündeki bir bacanın dumanları insanın burnuna doluyor ve yüzünü kapkara yapıyordu, evet, dışarı bakmak istediğinde önce onu sırtında havaya kaldıracak bir meslektaşını aramak zorunda kalıyordu. Bu odanın döşemesinde –anlatılan durumlara bir örnek daha–, bir yılı aşkın bir zamandan bu yana bir delik vardı bir insanın içine düşebileceği büyüklükte değildi, ama insanın bir bacağıyla bütünüyle batmasına yetecek kadar büyüktü. Avukatlar odası ikinci tavan arasındaydı, bu nedenle biri deliğe battığı takdirde, bacağı birinci tavan arasına, tam da başvuru sahiplerinin bekledikleri koridora sarkardı. Avukatlar çevresinde bu koşulların utanç verici diye nitelendirilmesi bir abartma sayılamazdı. Yönetime edilen şikâyetler en ufak bir sonuç vermiyordu ama, avukatların odada giderlerini kendileri ödeyerek herhangi bir değişiklik yaptırtmaları da kesinlikle yasaklanmıştı. Fakat avukatlara yönelik bu davranışın da kendine özgü gerekçesi vardı. İstenen, savunma makamının olabildiğince dışlanmasıydı, her şeyin davalıdan bağımlı olması öngörülmüştü. Aslına bakılırsa kötü bir bakış açısı değildi, ama bundan, bu mahkemede avukatların davalı için gereksiz oldukları sonucuna varmak kadar yanlış bir şey düşünülemezdi. Tam tersine, avukatlar başka hiçbir mahkemede burada oldukları kadar gerekli değildiler. Çünkü dava genelde yalnızca halktan değil, ama davalıdan da gizliydi. Elbet olabildiği ölçüde böyleydi, fakat böyle bir şey yine de çok geniş ölçüde olanaklıydı. Mahkeme belgeleri davalıya da kapalıydı ve sorgulamalardan, bunlara temel olan belgelere ilişkin sonuç çıkarabilmek, özellikle kendine güveni olmayan ve kafası türlü sıkıntılarla dolu davalı için çok güçtü. İşte savunma makamı olaya bu noktada giriyordu. Avukatların sorgulamalarda hazır bulunmalarına genelde izin yoktu, bu nedenle onlar sorgulamaların ardından ve olabildiğince daha sorgu yargıcının kapısının önünde davalılardan sorgulamaya ilişkin bilgi almak, bu saydamlıktan yoksun raporlardan da savunma için işe yarayabilecek bir şeyler çıkarmak zorundaydılar. Ama en önemlisi bu değildi, çünkü doğal olarak becerikli birinin her yerde olduğu gibi burada da başkalarından daha çok şey öğrenebilmesine karşın, bu yolla pek bir şey öğrenebilmek söz konusu değildi. En önemlisi yine de Avukat'ın kişisel ilişkileriydi, savunmanın asıl değeri onlardan kaynaklanıyordu. Şimdi K. kendi deneyimleriyle mahkemenin en alt düzeydeki örgütünün kusursuz sayılamayacağını, görev bilincinden yoksun ve satın alınabilir memurlar içerdiğini, bunlardan ötürü de mahkemenin dışarıya karşı sımsıkı kapalı perdesinde delikler açıldığını herhalde öğrenmişti. İşte avukatların çoğunluğu bu deliklerin önüne yığılmaktaydı, rüşvet ve bilgi alma işleri buralarda görülüyordu, dahası, en azından bir zamanlar dosya hırsızlıkları bile olmuştu. Böylece, yalnızca anlık olmak üzere, davalılar için gerçekten şaşırtıcı sayılabilecek bazı olumlu sonuçlar elde edildiğine bile rastlanıyordu, bu küçük avukatlar bu sonuçlarla böbürlenerek dolaşıyorlar ve yeni müşteriler avlıyorlardı, gelgelelim davanın sonraki akışı bakımından sözü edilen sonuçlar ya hiçbir anlam taşımıyor, ya da olumsuz etki yaratıyordu. Gerçekten değerli olan ise yalnızca yüksek memurlarla kurulan dürüst kişisel ilişkilerdi, burada sözü edilenler, doğal olarak alt kademelerin üst derecedeki memurlarıydı. Davanın akışı ancak bu yolla, başlangıçta algılanmaksızın, ama sonra gittikçe daha belirgin biçimde etkilenebilirdi. Bunu elbet avukatların çok azı başarabilirdi ve bu noktada K., çok doğru bir seçim yapmıştı. Dr. Huld'unkilere benzer ilişkiler kurabilmiş ancak bir iki avukat vardı. Bu avukatlar, avukatlar odasındaki topluluğa aldırmazlardı ve oradakilerle herhangi bir ilişkileri de yoktu. Buna karşılık mahkemede çalışan memurlarla araları çok iyiydi. Dr. Huld'un mahkemeye gitmesine, sorgu yargıçlarının kapılarında rastlantı sonucu yargıçlar belki gelirler mi diye beklemesine, yargıçların keyiflerine göre, çoğu kez yalnızca görünüşte bir başarı kazanmasına ya da bunu bile elde edememesine hiç gerek yoktu. Hayır, K.'nın da kendi gözleriyle gördüğü gibi, aralarında epey yüksek derecelilerin de bulunduğu memurlar Dr. Huld'a kendileri geliyorlar, açık ya da en azından yorumu kolay bilgileri gönüllü olarak veriyorlar, davanın bir sonraki aşamasını görüşüyorlar, dahası, bazı durumlarda ikna edilebiliyorlar ve başkalarının görüşlerini memnuniyetle benimsiyorlardı. Gelgelelim onlara özellikle bu son nokta bağlamında pek güvenmemek gerekiyordu; yeni ve savunma açısından elverişli niyetlerini ne ölçüde kararlı dile getirirlerse getirsinler, belki de hemen dosdoğru bürolarına koşuyorlar ve ertesi gün için tam tersini içeren, belki davalı bakımından bütünüyle terk ettiklerini ileri sürdükleri ilk niyetlerinden çok daha katı bir karar veriyorlardı. İnsan kendini buna karşı doğal olarak savunamazdı, çünkü iki kişi arasında konuşulan, iki kişi arasında konuşulmuş olarak kalırdı ve resmî çıkarımlara olanak tanımazdı, savunma bunun dışında da büyüklerin gözüne girmek için çaba harcamak zorunda olmasaydı bile, durum yine de değişmezdi. Öte yandan büyüklerin savunmayla, doğal olarak konusunun uzmanı bir savunma makamıyla, yalnızca insan sevgisinden ya da dostça duygulardan ötürü ilişki kurmadıkları, onların da savunma makamını gereksindikleri de doğruydu. Bu noktada, daha en baştan gizli mahkemeyi öngörmüş bir adalet örgütünün olumsuz yanı geçerlik kazanıyordu. Memurlarla halk arasında herhangi bir ilinti yoktu, bu memurlar orta düzeydeki normal davalar için iyi donanımlıydılar, böyle bir dava, yörüngesindeki yolunu neredeyse kendi buluyordu, sadece arada sırada biraz iteklenmesi gerekiyordu, buna karşılık gerek çok kolay, gerekse çok zor davalar karşısında memurlar çoğu kez çaresiz kalıyorlardı, gece gündüz sürekli olarak yasalarının daracık sınırları içersinde kapalı kaldıklarından, insanlar arasındaki ilişkileri doğru değerlendiremiyorlar ve özel durumlarda bunun eksikliğini çok duyuyorlardı. O zaman danışmak için Avukat'a geliyorlardı ve arkalarından bir odacı, başka zaman onca gizli tutulan dosyaları taşıyordu. Şu pencerenin önünde, orada olmaları en beklenmeyecek beyefendilerin, Avukat onlara iyi bir öğüt verebilmek için masasında dosyaları incelerken, neredeyse çaresizlik içersinde sokağı seyrettiklerine rastlanmıştı. Ayrıca özellikle böyle fırsatlar çıktığında, bu beylerin uğraşlarını nasıl olağanüstü ciddiye aldıklarını ve doğaları gereği aşamadıkları engeller karşısında nasıl büyük çaresizliğe düştüklerini görebilmek olasıydı. Bu beylerin bulundukları mevki bunun dışında da kolay değildi, kolay gözüyle bakıp onlara haksızlık yapılmamalıydı. Mahkemenin hiyerarşik düzeni sonsuzdu ve işin içinde olanlarca bile bilinmesi olanaksızdı. Mahkemelerdeki davalar genelde alt düzeydeki memurlardan da gizliydi, bu nedenle onlar, üzerinde çalıştıkları konuların sonraki aşamalarını hemen hiçbir zaman bütünüyle izleyemezlerdi, yani dava konusu çoğu kez bu memurlar nereden geldiğini bilmeksizin önlerinde belirir ve yine memurlarca nereye gittiği bilinmeksizin yolunu sürdürürdü. Davanın çeşitli evrelerinin, son kararın ve onun gerekçelerinin incelenmesinden elde edilebilecek dersler bu durumda bu memurlara kapalıydı. Onların yalnızca davanın yasaca kendileri için sınırlandırılmış bölümüyle ilgilenmelerine izin vardı ve daha sonrasına, yani kendi çalışmalarının sonuçlarına ilişkin bilgileri çoğunlukla, davanın sonuna kadar davalıyla ilişkili kalan savunma makamınınkilerden de daha az olurdu. Demek ki bu açıdan da savunma makamından öğrenebilecekleri değerli şeyler vardı. K. bütün bunları göz önünde tuttuğu takdirde memurların kimi zaman başvuru sahiplerine –bu deneyimden herkes geçerdi– hakaret gibi gelen sinirliliklerine şaşmamalıydı. Sakin bile gözükseler, bütün memurlar sinirliydiler. Küçük avukatlar bunun acısını doğal olarak özellikle çekmekteydiler. Örneğin doğruluk olasılığı görünüşte yüksek olan şu öykü anlatılırdı: Aslında iyi ve sessiz bir bey olan yaşlı bir memur, özellikle avukatın dilekçeleri yüzünden karışık konuma gelmiş, güç bir dava üzerinde bir gün ve bir gece boyunca kesintisiz çalışmış – bu memurlar gerçekten de hiç kimsenin olamayacağı kadar çalışkandırlar. Yaşlı memur sabaha karşı, yirmi dört saatlik ve herhalde pek verimli olmayan bir çalışmanın ardından kapıya gitmiş, orada saklanmış ve içeri girmek isteyen her avukatı merdivenlerden aşağı atmaya başlamış. Avukatlar aşağıda, merdivenin başında toplanıp ne yapacaklarını tartışmışlar; bir yandan içeri girmeyi talep etme diye bir hakları yokmuş, bu nedenle memura karşı hukuken ellerinden hemen hiçbir şey gelmezmiş, ayrıca da, daha önce belirtildiği gibi, memurları kızdırmaktan kaçınmak zorundaymışlar. Ama öte yandan da kendileri için mahkemede geçirilmemiş her gün kayıp bir gün sayılırmış ve dolayısıyla içeri girebilmek onlar için çok önemliymiş. Sonunda yaşlı adamı yormaya karar vermişler. Her defasında yollanan bir avukat merdivenlerden yukarı koşmuş, olabildiğince direndikten sonra –hep pasif direniş biçimleri söz konusuymuş– kendini aşağı attırmış ve arkadaşları tarafından aşağıda yakalanmış. Bu yaklaşık bir saat sürmüş, ondan sonra zaten gece çalışmasından da bitkin düşmüş olan yaşlı memur gerçekten yorulmuş ve bürosuna dönmüş. Aşağıdakiler önce buna inanamamışlar ve kapının arkası gerçekten boş mu baksın diye önce birini yollamışlar. Ondan sonra içeri girmişler ve herhalde homurdanmaya bile cesaret edememişler. Çünkü bir avukat – üstelik en önemsiz avukat bile koşulları en azından kısmen kavrayabilir– mahkemede düzeltmeler yapmayı ya da benimsetmeyi aklının kenarından bile geçirmez, oysa –ve bu çok dikkate değer bir noktadır– hemen her davalı, çok aptal olanları bile, daha davaya adım atar atmaz düzeltme önerileri düşünmeye başlar, böylece de başka yerde daha iyi kullanılabilecek zamanı ve çabayı boşuna harcamış olur. En doğrusu, var olan koşullarla yetinmektir. Ayrıntılarda birtakım düzeltmeler yapmak mümkün olsa bile –ki bu, yalnızca saçma bir batıl inançtır–, insan bu durumda en iyi olasılıkla gelecekteki davalara ilişkin sonuçlar elde edebilir, ama öte yandan hep kin güden memur zümresinin dikkatini üzerinde toplayacağından, kendine ölçüsüz zarar vermiş olur. Oysa ne olursa olsun, dikkat çekmemeye bakmalı! Ne kadar aykırı gelirse gelsin, sakin kalınmalı! Bu büyük yargı organizmasının bir ölçüde hep sallantıda kaldığını, insanın, kendi kendine bir şeyler yaptığı takdirde bindiği dalı kesip düşebileceğini, buna karşılık büyük organizmanın duyduğu küçük rahatsızlığı kolaylıkla bir başka noktada –her şey birbiriyle bağlantılı olduğuna göre– giderebileceğini ve böylece değişmeden kalabileceğini, belki de, daha büyük bir olasılıkla, daha bir bütünleşebileceğini, dikkat kesileceğini, daha katı ve kötücül bir tutum alabileceğini görmeye çalışmalı. İşi bozacak yerde avukata bırakmalı. Özellikle nedenleri bütün kapsamıyla anlatılamıyorsa eğer, suçlamaların pek bir yararı yoktu, ama yine de K.'nın kalem müdürü karşısındaki davranışıyla kendi davasına ne kadar zarar verdiğini söylemek gerekiyordu. Artık bu nüfuzlu insan, K. için bir şeyler yapabilecek olanların listesinden neredeyse silinebilirdi. Kalem müdürü, davadan şöyle üstünkörü söz edildiğinde bile bunu kasıtlı olarak duymazlıktan geliyordu. Memurlar bazı bakımlardan çocuk gibiydiler. Çoğu kez zararsız davranışlardan –üstelik K.'nın davranışı ne yazık ki zararsız olanlar arasına girmiyordu–, iyi dostlarıyla bile konuşmayacak, karşılaştıklarında onlara arkalarını dönecek ve zarar vermek için ellerinden geleni yapacak kadar alınabilirlerdi. Fakat ondan sonra şaşırtıcı biçimde ve özel bir neden bulunmaksızın, karşılarındakinin sırf artık durum umutsuz olduğu için yapmaya cesaret ettiği küçük bir şakayla gülebilir ve barışırlardı. Yani memurlarla geçinebilmek aynı zamanda hem zor, hem de kolaydı, bu bağlamda hemen hiçbir ilkeden söz edilemezdi. Kimi zaman insan, bütün bunları anlayabilmek ve bu alanda belli bir başarı kazanabilmek için ortalama bir yaşamın yetmesine şaşırabilirdi. Ama sonra, herkesin yaşadığı türden kötü zamanlar da gelirdi; insan en ufak bir sonuç bile alamadığına inanır, yalnızca daha baştan iyi bir sona varması öngörülmüş davaların iyi sonuçlanabildiğini, üstelik bunun için herhangi bir yardımda bulunmanın da gerekli olmadığını, buna karşılık öteki bütün davaların bütün koşuşturmalara, çabalara, sevinç kaynağı olmuş bütün o görünüşteki küçük başarılara karşın yitirildiklerini düşünürdü. O zaman artık her şey güvenilir olmaktan çıkardı ve insan belli sorularla karşılaştığında, özü bakımından iyi giden davaların yardım etme çabaları yüzünden yoldan çıkarıldığını yadsımaya bile cesaret edemezdi. Bu da bir tür kendine güven demekti, gelgelelim bütün olup bitenlerin ardından geriye kalabilen, sadece güvendi. Avukatlar böyle bunalımlarla –çünkü bunlar doğal olarak yalnızca bunalım diye adlandırılabilirdi– özellikle yeterince ve memnun edici biçimde götürdükleri bir dava ansızın ellerinden alındığında karşılaşırlardı. Bu, herhalde bir avukatın başına gelebilecek en kötü şeydi. Dava, onlardan davalı tarafından alınmazdı, hayır, böyle bir şey asla olmazdı, belli bir avukatı tutan davalı, artık ne olursa olsun o avukatta kalmak zorundaydı. Çünkü bir kez yardım aldıktan sonra artık kendi başına ayakta duramazdı. Evet, böyle bir şey olamazdı, buna karşılık kimi zaman davanın, artık avukatın izlemesine izin verilmeyen bir yöne saptığı olurdu. Dava, davalı ve her şey avukatın elinden alınırdı; ondan sonra memurlarla kurulmuş en iyi ilişkilerin bile yararı dokunmazdı, çünkü memurlar da bu konuda bir şey bilemezlerdi. Böyle bir durumda dava artık her türlü yardımın yasaklandığı, konunun ulaşılması olanaksız adli mahkeme heyetlerince ele alındığı, davalının da avukat için erişilemez olduğu bir evreye girerdi. O zaman insan günün birinde eve döndüğünde, daha önce dava için onca çabayla ve en güzel umutlarla hazırladığı bütün dilekçeleri masasının üstünde bulurdu, davanın yeni evresine aktarılmaları yasak olduğu için geri çevrilen bu dilekçelere artık yalnızca değersiz kâğıt parçaları gözüyle bakılabilirdi. Bu, henüz davanın yitirildiği anlamına gelmezdi, hayır, en azından böyle bir varsayımı haklı kılabilecek kesin bir neden ortada olmazdı, insan yalnızca davaya ilişkin hiçbir şey bilmiyor olurdu ve ondan sonra da hiçbir bilgi alamazdı. Ama neyse ki bunlar kuraldışı durumlardı ve K.'nınki bu türden bir dava olsa bile, böyle bir evreden şimdilik çok uzaktı. Dolayısıyla bu davada Avukat'a iş düşmesi için daha çok fırsat vardı ve K., bu fırsatların değerlendirileceğinden emin olabilirdi. Daha önce de belirtildiği gibi, dilekçe henüz verilmemişti, fakat bunun acelesi de yoktu, çok daha önemlisi, ilgili memurlarla ön görüşmelerde bulunulmasıydı ve bunlar da yapılmıştı. Gerçi açıkça söylemek gerekirse, her görüşmeden aynı sonuç alınamamıştı. Ayrıntıları açıklamamak, şimdilik çok daha iyiydi, çünkü bunlar K.'yı olumsuz etkileyebilir, ya aşırı umutlu ya da aşırı ürkek kılabilirdi, yalnızca şu kadarı belirtilmeliydi ki, bazıları çok olumlu konuşup çok yardıma hazır görünürlerken, bazıları da o kadar olumlu konuşmamış, bununla birlikte yardımlarını da esirgememişlerdi. Demek ki sonuç bir bütün olarak çok sevindiriciydi, yalnız bundan birtakım özel yargılara varılmamalıydı, çünkü bütün ön görüşmeler benzer biçimde başlar, ama bu ön görüşmelerin değerini ancak sonraki gelişmeler gösterirdi. Her neyse, henüz yitirilmiş bir şey yoktu ve kalem müdürünü bütün olup bitenlere karşın kazanmak başarıldığı takdirde –bu amaç için çeşitli girişimlerde bulunulmuştu–, o zaman her şey, cerrahların deyişiyle temiz bir yara gibiydi ve ondan sonra olacaklar rahat beklenebilirdi.

ŞİMDİ OKUDUĞUN
Dava
Short StoryDava, (Der Prozeß), bir sabah uyandığında kendisini sebebini anlamadığı bir suç nedeniyle dava edilmiş bulan Josef K. adlı kahramanın absürt durumunun anlatıldığı bir Franz Kafka romanıdır 1. basım: 1999 Can Sanat Yayınları Çeviri: Ahmet Cemal