"Pekâlâ, bir koşu git. Bak bakalım elin söylediği doğru muymuş, yalan mı."
Elden ayaktan kesilmiş insanlar kadar yorgun hissediyorum. Fakat sabahtandır yaptığım tek şey yatağımı topladıktan sonra hızlı bir duş almak, ardından kahvaltımı ettikten sonra başımı aldığım gibi iki katlı evimizin arka bahçesine boyuna serilmekti. Az önceye (dedem paldır küldür yanıma ulaşana) dek ellerimi başımın altında bağlamış, sabahın sağanak yağmuru üzerine ortaya çıkan gökkuşağını izleyip Donghyuck'un saçlarını bulutlara benzetiyordum. Gökyüzünü seyre daldığım sıralar ara sıra kıkırdayışı kulaklarıma doluyordu. Bir bilseniz günün birinde onun sesini unutmaktan nasıl korkuyorum. Bir bilseniz.. Yine de sizlere tasvir edebileceğimi sanmıyorum. Dedem soluğu ayak ucumda aldığı gibi tepesi altın tabaklar gibi parıldayan kafasını bir güzel sıvamış, sonrasında avuç içleri dizlerimi okşamaya başladığı gibi ağzındaki baklayı çıkarmaya koyulmuştu.
"Mark'ım.. Köylüyü bit pire basmış diyorlar. Sende de var mı kaşıntı gibi işaretler? Dikkatli olasın, bu lanet buralara kadar geldiyse bize uğramadan gitmez."
Duyduklarım üzerine kaşlarım hayretle havalandı. Kafamın altından hemen ellerimi çözdüm ve yattığım yerden bir hışımla ayaklandım. Dedem de peşimden -benim aksime yavaş hareketlerle- ayağa kalktığı gibi merakla tepkimi bekleyen gözlerini irislerime dikti. "Ne biti ne piresi dede? Yıllardır pislik bırakan böceğin girmediği yere bir anda ne oldu da bitlerin gelesi tuttu?"
"Oğlum.. Gözünü seveyim bir de sen uğraştırma beni. Choee Hanım'ın kocasını görmüşler sabahın bir körü. Adam kafasını eşek arıları sokmuş gibi kaşıyormuş. Aşağı mahalle çocukları evlerinde avaz avaz bağırıyorlarmış. Üstelik yalnızca onlar olsa.. Taeil'in küçük kız kardeşine bile hastalık etmiş bu lanetler. Ben senin iyiliğine konuşuyorum."
Parmaklarımı henüz sabah yıkadığım tertemiz saçlarım arasından geçirip ellerimi ceplerime sokuşturdum. Dedem ise kolumu sıvazlamaya başladı. "Bilirim sen hep benim iyiliğimi istersin. Sana inanmıyor da değilim, lütfen yanlış anlamayasın dedeciğim. Yalnızca bir merak sardı beni. Hepsi bu. Aklım almıyor.. Bir anda ne diye gelesileri tutmuş yahu?"
Büyük babam, kırış kırış olmuş dudaklarını sıkıca birbirine bastırıp bana hak verdiğini sandığım bir baş sallaması etti. Derince soluklanıp şöyle bir üzerime göz attım. El içine çıkabilecek hâldeydim en azından.
"Ben bir merkeze ineyim, elalem ne ediyor, ne çare düşünüyor tanıklık edeyim. Çok geçe kalmam. Sen beni merak etme. Olur da hava kararana dek gelemezsem yemeğini yer Taeil hyunglara gidersin."
"Pekâlâ, bir koşu git. Bak bakalım elin söylediği doğru muymuş, yalan mı."
"Aman dede, sen de dikkat edesin. Hastalıklı, bulaşmış olan varsa pek yanına yaklaşma öyle. İkimiz de zarar görmeyelim bu lanetten."
Yeniden başını salladı. Nasırlı parmaklarıyla saçlarımı bir güzel karıştırdıktan sonra titrek dudaklarıyla şakağıma bir de güzelim öpücük kondurdu. "Güzel oğlum benim.. Haydi, sağ salim dön."
Şimdi yolun büyük kısmını arşınladım, incir yolunu çoktan geçtim. Merkeze inen cadde yolundayım. Etraf pek köylü kaynamıyor bugün. Normalde olsa herkesler birbirine girerler köşe başlarında satılan ucuz mallar uğruna. Bizlere kadar gelen dedikodu doğru demek ki diye düşünüyorum. Doğru olmasa neden bu kadar ıssız olsun bu cadde?
Ta cep diplerime ittirdiğim ellerim çoktan terlemişler ama yine de onları oldukları yerden kapı dışarı edemiyorum. Taeil hyung beni hep uyarır bu konuda. Mark, büyüklerinin yanında böyle sakına dolaşma. Terbiyesiz bir delikanlı olursun onların gözüne. Böyle elleri cebinde dolaşmak neyin nesiymiş? der durur. İnat etmiş gibiyim ne yapayım.. İki dakika gün yüzüne çıkarsam onları, ceplerimde bir şeyler eksitmiş gibi hissediyorum. Hem neden eller cepte dolanmak terbiyesizce oluyormuş? Ne derseniz deyiniz yine de aklıma ermiyor bu şey!
ŞİMDİ OKUDUĞUN
THERE, THERE
Fanfictionwhy so green and lonely? lonely, lonely heaven sent you to me to me, to me we are accidents waiting waiting to happen we are accidents waiting waiting to happen