"Bu kadarla sınırlı mı yani söyleyeceklerin?"
Kunduralı ayaklarımı gelişigüzel uzatıyorum ama dizlerim hâlâ birbirine yapışık. Büyük babam her ne kadar yanında rahat olmamı tembihlese de hiçbir zaman kendime yediremem gevşekliği. Yanı başımdaki koca adam sorum üzerine gülümsüyor. Düşünüyorum. Gülünecek ne varmış ki şu ağlanacak hâlime?
"Bu kadardı tabii. Fakat pek de memnun kalmışa benzemiyorsun." Kafam dizlerine yaslı, kömür gibi saçlarım rastgele dağılmışlar oraya buraya ama beni ırgaladığı da söylenemez. Birazdan büyük babamın evine bir koşu gider, sımsıcacık duşumu alırım diye düşünüyorum. Mis gibi, kökten çözüm! "Başka ne söyleleyim istersin? Haydi, söyle bakalım. Neyi arzu edersen söyleyeceğim sana?"
Cevap vermedim. Veremezdim, ne söyleyecektim ki?
"Ne istersin söyleyeyim, Mark?"
"Belki de Donghyuck'un yalnızca okuluyla arasındaki o koca mı koca mesafeyi kısaltabilmek adına evini buralardan çok (çok ama çok) uzaklara taşıdığını, benim bu yakışıklı simamı ölse yine unutmayacağını, beni kesinlikle ilk ânmışcasına hatırladığını ve- ve birkaç güne kalmaz beni yeniden o sahil yolunda bulacağını söyleyebilirsin. İşte, tüm bunlar beni biraz olsun tatmin edebileceğe benziyor."
Tutamlarım arasındaki nasırlı parmakları durmaksızın hareket hâlinde. Yılların acını kederini avuçlarında biriktirmiş fakat tırnak aralarından yükselen gül kokusunu bir duysanız.. "Ah, tabii bir de gerçekten yakışıklı bir yüze sahip olduğum konusunda ısrarcı olursan gerçekten bir daha hiç somurtmam yüzümü gün boyu!"
"Tabii ki de yakışıklı bir yüze sahipsin! Güzel oğlumsun sen benim, neyden bahsediyorsun?"
"Haha! Yemezler büyük baba. Gayet tabii biliyorsun ne hakkında dil döktüğümü!"
"Haha! Hiç de bilmiyorum ne hakkında dil döktüğünü? Ne zırvalıyormuşsun, bakayım?" Kaşları havalanıyor. Bir görseniz nasıl tatlı, keşke öpebilsem ıslak ıslak diye düşünmeden edemiyorum. Öpsem pek mi yılışık gözükürüm gözlerinize? Dedemin gözaltı torbaları bir hayli çökmüşler, alnını da birkaç derince çizgi kaplıyor ama gözlerindeki o parıltıyı kim görse hüngür hüngür ağlar. Sahiden bir görseniz ne güzel adamdır kendileri. Elinden de her türlü iş gelir. Umuyorum ki büyük annem cadalozluğundan bırakıp gitmiştir onu.. Yoksa kim olsa akıl sıra erdiremez bu saçmalığa.
"Sence, Donghyuck gerçekten de gitti mi?"
"Yirmi yedinci kez soruyorsun aynı suali kara kaşlım.."
"Ama dede! Ciddiyim ben yahu.. Sahiden gitmiş midir ki?"
"Kaç gün kadar düşündün o çocuk üzerine kim bilir. Geceleri de ağlamışsındır, gözyaşlarına pek yazık olmuştur. Per perişan olmuşsundur, bana belli etmediğini sandığından için içine de sığamamıştır ama ben seni bilmez miyim? Ne diye yapıyorsun tüm bunları kendine? Hem de öylesine bir oğlan uğruna?" Kalbim çok kırıldı. Nerenin ucundan tutsam, bir yerden kaçıyor. Neden böyle oluyor? Bir dedem vardı beni duyan, kalbim neden şimdi çok kırıldı?
"O öylesine bir oğlan değildi. Bana niçin inanmıyorsun? Ben tüm söylediklerimde ve hissettiklerimde sahi idim. Sense bunu tek günlük şeylere benzetiyor gibisin."
Başımı hızla kaldırıyorum titreyen dizlerinden. Tir tir titriyorlar fakat onun verdiği rahatlığı milyar dolarlık zengin işi bazalar olsa yine veremezler. Büyük babamın tıpkı dizleri kadar sarsak parmakları şimdi havada kalmışlar. Gözleri gözlerime ilişmeye çalışıyor, izin vermiyorum. Söyledim ya, kalbim çok kırıldı.
Gözlerine baksam yine başlarım. Biliyorum.
"Nereye böyle bir anda?"
"Eve gideyim, banyomu yapayım. Birkaç saate uyurum. Beni merak etme diye söylüyorum; belki birkaç tur dolanırım etraflarda. Anahtarını da unutmayasın."
"Üzümlü ekmeklerimden yiyecektik daha? Hem de sıcak sıcaklar, henüz yeni çıkardım onları. Taptazedirler." Derin bir soluk bırakıyor. Gözlerim duvardaki dede yadigarı üzerinde. Yelkovanı takip ediyor. "Sohbetimden mi sıkıldın? İstersen televizyonun fişini takayım. Faturaya fazla yansıyor ama sana bir seferliğine kıyak geçebilirim." Söylediklerine kendi kendine gülüyor. Belli ki asıl emeli beni gülümsetmek ama sorun bakalım benim hâlim mi kalmış?
"İştahım kesildi. Sen öğününü aksatma. Ben yol kenarında rast geldiğim birkaç inciri yer, kendi başımı kurtarırım. Televizyona da gerek yok. Bu gece bana gökyüzü eşlik etsin."
Ceketimi üzerime geçirdiğim gibi dışarıda alıyorum soluğu. Büyük babam çoktan çanlı kapıyı aralamış, arkamdan bağırıyor ismimi, hem de soyadım eşliğinde! "Lee Mark! Sana buraya gelmeni söylüyorum!" Gerçekten pek bir sinirlenmiş bana ama yine de arkamı dönüp bakmıyorum ona. Bugün kalbim sahiden çok kırık.
Eve varırken sahil yolunu kullanamıyorum. Çünkü bilmiyor muyum, bir geçsem o yollardan, ayaklarının değdiği yerlere değse irislerim yine başlarım hüngür hüngür. Sahil yolu eve varan en kısa yoldur ama ben yine de bir daha geçemem oralardan. Sonra Donghyuck'un yüzüne nasıl bakarım? Bensiz oraları nasıl arşınladın günlerce Mark dese, ne ederim? Hiçbir şey tabii.
Yol ara sıra çamur kaplı ama kundurularım sağlamlar. Dedemin yıllar öncesinden kalma gençlik kunduraları. Tabii biraz yontularak giyilebilir hâle getirildi fakat yine de arada içine su sızabiliyor sağanaklı günler. Ben sorun etmem. Neden edeyim? Etmem. Arka bahçeye serdiğim gibi yarına hemencecik kururlar. Bir de az deterjanlı bezle üzerinden geçip boyalasam, bir de cilalasam? Cillop gibi olur. Neden sorun edeyim?
Üzerimdeki pantolon birkaç gündür üzerimde, belki üç gün. Belki dört. Belki o kadar da yoktur. Lakin eminim, incir ağaçları beni bu kot pantolonum sayesinde tanıyorlardır. İşte, şu dangalak oğlan! Ne zaman gelse incirlerimizden yer, birkaç da gözyaşı döker, gider. Adalet dediğiniz de bu mu? Nar gibi incirlerimin karşılığı birkaç boşuna süzülen gözyaşı mı? diyorlardır. Kim olsa böyle söyler.. Belki büyük babam bile.
O gece, yine incir yiyorum. Dal bayağı bir yüksekte ama artık alışkınım. Ayak bileklerim yine çiziklerle dolmuş, çoraplarımın üst kısımları kan izleri olmuş fakat yine sorun değil. Banyomu yapıp yenilerini giyerim diye düşünüyorum. Uzunca bir süremi daha kalın dalın üzerinde oturarak harcıyorum. Kimsenin gelip gittiği yok. Ne Donghyuck, ne de herhangi birileri.
Sorun değil, bekliyorum. Bekliyorum. Bekliyorum.
Ama Donghyuck buraları neylesin?
Yirmi dördüncü nisan, iki bin on üç. On ikinci Donghyuck'suz günüm de böyle geçip gidiyor. Büyük babamla aramız tuz buz oldu. Bu seferki incirler kesinlikle boktandı ve sanırım dizimi çok fena yaraladım. Ama hey! Kimin umrunda?
Hayat devam ediyor. Bir süre daha buna katlanabilirim.
Kesinlikle!
breathe the air again
it's a beautiful day
ŞİMDİ OKUDUĞUN
THERE, THERE
Fanfictionwhy so green and lonely? lonely, lonely heaven sent you to me to me, to me we are accidents waiting waiting to happen we are accidents waiting waiting to happen