Kayıp Ruh

264 1 0
                                    


Balkonda kahvemi içerken bir şeyler çiziyordum kâğıda. Bir masa, üstünde bir kitap, yanında da eski bir silah... Hep böyle nesne çizerdim. Doğal şeyleri asla çizmeyi beceremezdim. Hep insanların ürettiği, yaptığı şeyleri çizebiliyordum. Çok garip... Doğada kendiliğinden var olan hiçbir şeyi çizemiyorken fazlasıyla çevreci biriydim. İnsanın doğayı kendisine göre şekillendirmesini kabul edemiyordum. Doğaya göre şekillenmemiz gerektiğini düşünüyordum. Hiçbir kaynağı boşa kullanmazdım, yere asla çöp atmazdım mesela. Doğayı bu kadar çok severken onu çizememe sebebim neydi ki? Belki de gerçekten sevmiyordum. Ona ihtiyacım olduğunu bildiğim için onu korumaya çalışıyordum. Bencilliğimi doğaya karşı da göstermiştim belki de. Doğa olmadan Dünya'nın bir hiç olacağını, insanlığın yok olacağını biliyordum. Bu yüzden mi onu korumaya çalışıyordum yani. Yaşamak için mi? Ölmekten bu kadar mı korkuyordum da fazlasıyla çevreci biri olmuştum. Ya da geleceği mi düşünüyordum acaba? Gelecekteki yaşayacak insanlara yaşayabileceği bir yer kalsın mı istiyordum. Pek sanmıyorum çünkü önümde düşündüğüm bir gelecek bile yoktu. Mesleğimi bile yapmayı bırakmıştım bir süre. Tüm bunları düşünürken telefona gelen mesajla irkildim. Sanki kafamdakileri duymuşlardı da beni iş görüşmesi için çağırıyorlardı. Şirkete gitmek için hazırlandım ve yola çıktım.

***

Mülakat bitmişti ve şirketten çıkıyordum. O sırada geçenlerde sahilde tanıştığım İsmet'i gördüm. Ne işi vardı ki orada? Yanına gittim ve seslendim:

- İsmet...

Tanımamış gibi baktı bir süre:

- Benim tanımadın mı? Selim, sahilde uyandırmıştın ya hani...

- Tamam tamam. Şimdi hatırladım. Kusura bakma Selim biraz yoğunum da bu hafta. Toplantıdan çık, toplantıya gir. Kafa kalmadı...

- Sonra konuşuruz dedikten sonra gitmiştin, sadece adını biliyordum ama işte bir daha karşılaşacakmışız demek ki.

- Gel bir kafeye gidelim orada konuşalım.

Kabul ettim ve kendi arabama bindim. Onu takip etmeye başladım. Bir süre sonra kafeye geldik ve oturduk.

Konuşmaya başladı:

- Ne yapıyordun orada?

- İş başvurusu için gelmiştim. Avukat eksiği varmış sanırım.

- Evet, doğru.

- Sen toplantı falan dedin?

- Ben şirketin sahibiyim.

- Ne, cidden mi? Yani ne bileyim, ilk defa çalışmak için başvuru yaptığım bir şirketin sahibiyle kafede oturuyorum.

- Niye bu kadar şaşırdın?

- Bir şirket sahibi neden sabahın köründe sahilde olsun ki? Saçma bence.

- Neden ki?

- Açık konuşmamı istiyor musun?

- Evet, dinliyorum.

- Bak, nasıl desem bilmiyorum ama. Sizler sistemin üstünde olanlarsınız. Hayatınızdan memnunsunuz. Ne derdiniz olabilir de sabahın köründe gelirsiniz ki sahile. Paranın hâkim olduğu bu düzende para sizde. Sistemin sahibisiniz, ya da ortağı mı demeliydim. Her neyse bilmiyorum ama bana göre böyle...

Bir süre etrafa baktı ve:

- Gerçekten böyle mi düşünüyorsun?

- Henüz işe alınmadığıma göre evet dememde bir sakınca yok sanırım.

Hafiften bir gülümsedi ve:

- Haklısın. Bu sistemi ben de sevmiyorum.

- O zaman neden, neden sisteme karşı koymak yerine sistemin çalışmasına yardımcı oluyorsun?

- Ben eskiden gözünü hırs bürümüş biriydim Selim. Sistemin tam da istediğini yapıyordum. Zirveye çıkmak için alttakilerin üstüne basıyordum ve hep çalışıyordum. Ama sonradan fark ettim ki zirvede olan kişinin eline hiçbir şey geçmiyor. Yani manevi olarak. Sistemin insana kazandırdığı hiçbir şey olmuyor. Ve sistemin sahibi olanlar alttaki üstlerine basılmış insanları umursamazca kullanıyorlar. Ne için? Zirvedeki insanı değiştirirken sıkıntı çekmemek için. Zirveye çıkan geçici çıkıyor. Hayatına hiçbir katkısı olmuyor. Zirvedeki insan bunu fark edene kadar tutuyorlar onu. Fark ettiği zaman da alttaki üstlerine basılmış intikam ve hırs dolu insanlardan birini zirveye çıkarıyorlar. Çıkan kişi de tabii uzun süre halinden memnun kalıyor. Ama ben işleyişi fark ettim ve fark ettiğimi belli etmemeye çalışıyorum.

- Neden?

- Çünkü bir sistemi yok etmek istiyorsan ilk önce ona uyman gereklidir. Paranın yönettiği bir düzeni para olmadan yok edemezsin. Bu her sistemde geçerli bir kuraldır.

- Haklısın. Ön yargım için özür dilerim. Düşüncelerimi bazen kendime saklamam gerekliyken dayanamayıp böyle ağır konuşabiliyorum.

- Sorun değil. Doğru olanı anlatmak istiyorsun. Haksızlığa karşı hakkı savunuyorsun.

- Mesleğimden gelen bir huy...

Gülümseyerek:

- O halde işe alındın.

Bunu diyeceğini biliyordum. Yine sakladığım çok garip bir yeteneğimdi bu da. Konuşmaları yönetmek. Başka insanlarda da var mıydı bilmem ama ben bunu çok kullanıyordum. Yani nasıl yapıyordum bilmiyorum ama söylediğim veya söyleyeceğim şeylerden sonra alacağım cevabı, tepkiyi veya hareketi olasılığı ile birlikte hesaplayabiliyordum. Mükemmel bir yetenek. Her insan ister böyle bir yeteneği sanırım. Düşünsenize bir şey söyleyeceksiniz ve o söyleyeceğiniz şeye gelecek yanıtı önceden tahmin edip hesaplayabiliyorsunuz. Hatta bunun üstüne nasıl söylersem cevabı istediğim gibi yaparım diye de düşünüp istediğiniz şeyi söyletebiliyorsunuz insanlara. Ne kadar mükemmel bir yetenek gibi gözükse de çok acımasızcaydı bence. Ben de buna rağmen acımasızca bir biçimde bencilce kullanıyordum bu yeteneğimi. İnsanları bu yüzden mi ikna edebiliyordum acaba. Tabii ya, bu yüzden olsa gerek. İkna edene kadar ona, söyletmem gereken şeyi söylemesine sebep olacak kelimeler kullanıyordum. Kelimeleri öyle bir ayarlıyordum ki uzmanlaşıp işi hesaplamaya dökmüştüm artık. Yüzdelik olarak olasılığını hesaplıyordum kafamda. Yine de düşünülünce çok acımasız bir şey olduğu ortada.

İsmet'le tanıştığıma bu kadar sevineceğimi bilemezdim. Sistemi değiştirmek için sistemin başına geçmeye çalışan bir kişi. Ne kadar da mükemmel. Söylediğinde haklıydı. Bu işi tek başıma yapamazdım. Çünkü o kadar param yoktu. Sadece yetecek kadardı. Dediği gibi sistemi değiştirmek için sisteme uymak gerekiyordu. Onda yeterince para vardı. Eğer onla birleşirsek istediğimiz sistem ve toplum devrimini başarabilirdik. Tabii devrimler sadece bir devlete veya otoriteye yapılır diye bilir insanlar. Ama asıl devrimler topluma ve toplumun sistemine yapılır. Bizim de amacımız buydu işte. Plana gerek yoktu. Sesimizi duyursak yeterdi. Doğruları anlatsak, fark edilemeyenleri anlatsak yeterdi sanırım. Birkaç kişi bile ikna etsek bize yeterdi. Bir yerden başlamak lazım. Sonuçta kumsal sayısız kum tanesinden oluşur. Kum tanelerini bu kadar önemsiz görmek bizi hataya düşürürdü.

Bazen insan uzaktan kendine, duruma bakmaya ihtiyaç duyar. Bu önemli bir ihtiyaç, lütfen ertelemeyin veya umursamazlık yapmayın. Gerçekten gerekli. Yoksa niye ihtiyaç diye nitelendireyim ki? Bazen bir işi yaparken veya bir olayın, durumun içindeyken nelerin olduğunu, nelerin olacağını, nelerin olmaya devam ettiğini anlayamıyoruz. Kendinizden uzaklaşıp kendinize yakınken kendinize, duruma bakmanız gerekiyor. Bu yüzden ruhunuzu serbest bırakmaktan başka çare yok. Çünkü ruh bize bizden yakındır. Bizden uzaklaşsa da bizden kopmaz. Bunu nasıl yaparım diye düşünmenize gerek yok. Çünkü bunu her zaman yapabilirsiniz hem de çok kolay bir şekilde. Tabii zor da olabilir öyle dememeliyim. En azından ilk aşaması yeterince kolay. İlk olarak gözlerinizi kapatın. Sonra hatırlayın ve son olarak düşünün. Bittiğinde size neler kattığını anlayacaksınız. Ruhunuzu nasıl serbest bırakacağınızı anlayacaksınız. Tabii eksiksiz ve korkusuz bir şekilde yaparsanız...

Anlaşılan o ki; karşımda oturan, yeni çalıştığım şirketin sahibi olan İsmet, bunu yapalı çok olmuş.

HATIRLAHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin