say lou lou- stayin' alive
Sokrates'in bir avuç gerzek yüzünden asıldığını öğrendiğimden beri torpil ve kıyak denilen, aynı zamanda da bu çöplük kokan dünyanın da bir nevi temeli olmuş sistemin bir parçası olan herkesten ölesiye nefret etmişimdir. Nefes alsanız dahi size tonla yargı dağıtacak insanlarla nasıl başa çıkarsınız bilmiyorum ama ben onları soyuyorum; hem fikirlerini, hem de eşyalarını. Sonra satıyorum ve kendime bir şişe rum alıyorum. Uyandığımda ise kendimi bir boş fıçının içerisinde buluyorum.
Yaşımın gereği kanımın biraz fokur fokur, 1 ve 9 rakamlarından da nefret ettiğim için de hay içine edeyim diye söylendiğim bir yıldayız. Çünkü adımın, bu küçük kasabada -ne kadar küçülebilirse artık- bir el yazısı ile en çok arananlar listesine eklendiği gördüm ve artık elimi kolumu sallaya sallaya da rum içemiyor, fıçılarda uyanamıyorum. Bana ödenen ödülü görünce ise yaşama sevincimi kaybetmiş gibi oldum bu kuzey İtalya'nın hiç bilinmeyen kasabasında.
Sanırım Sokrates ile aynı kaderi paylaşıyorum ve bir avuç aptal tarafından asılıyorum.
"Son sözlerin neler, korsan?"
Derin bir nefes aldım ve temiz havadan çok yeni kıyafet kokusu burnumu doldurdu. Dar ağacında, boynumda kalın bir ip ve en sevdiğim koyu kırmızı palto çamur içindeyken nefes aldım.
"Siz aptallar asla anlamayacaksınız." Yüzünde siyah bir maske olan ve sadece gözleri gözüken adam elini kola yöneltti. Zaman yavaş akıyor ve kanımın akışını hissedebiliyorum.
Ama adam kolu ittirmedi ve ben de asılmadım. Aksine, maskenin altındaki kişi beni şoke etti.
Lee Taeyong, siyah peçeyi yüzünden çekip çıkardı. Cebinden çıkardığı süslü tabancalarını iki eline aldı ve askerlere sıkmaya başladı ve sanırım bilinmeyen bir kasabada değilmişim.
Kendisi Korsan Meclisi'nin üyesi ve benim de abim. Şöhretin ta kendisi, biraz çapkın, zengin ve ondan nefret ediyorum. Küçükken oynadığımız oyunlarda beni yendiğinden beri ondan nefret ediyorum ve evden ayrılmadan önce ona sarılamadım. Arada bir kıçımı toplamak için geliyor ama onun dışında onun varlığını bile bazen unutuyorum. Bu biraz acı, evet. Ama kendimi serserilik ile o kadar çok bütünleştirdim ki, içtiğim rumlar anılarımı bir bir silerken, arasında Taeyong'un da olacağını ve onu sonsuza dek unutacağım düşüncesinden ölümüne korktuğumu kendime yediremiyorum.
Gururumu kendime bir kıyafet olarak seçtim, en büyük acizliğim bu.
"Ten, onu indir oradan." Merdivenleri ikişer çıkan Ten, boğazımla bir olmaya başlayan ipi boynumdan çıkardı ve ellerimi çözdü.
"Seni dar ağaçlarından toplamaktan bıktım," dedi saçları gri ama gönlü toz pembe olan abim. Üzerindeki beyaz ve üzerinde altın işlemeli paltosu ile hatırladığım gibi duruyordu. Asil ve bir o kadar da tehlikeli, bir korsan için fazla şatafatlı.
"Buraya nasıl geldin?"
"Birilerinden duydum," dedi ve tabancasından çıkan kurşun ile birini öldürdü. Ten elime kılıcımı verdi ve kendisi merdivenlerden tırmanmaya çalışanlara karşılık verdi. Çok asker dolmadan buradan kurtulmaya çalıştık.
"Gidelim." Geri geri gidip hala ateş etmeye devam etti Ten. "Arkada at arabası bizi bekliyor."
Kolumdan tutup beni de peşinde sürüklemeye devam etti, abim ise arkadan geliyordu. İçinde saman dolu at arabası ve atın üzerindeki kişiye hayretler içinde baktım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
you can run// markhyuck
Fanfictionmark lee hayatımda gördüğüm en manyak, lanetli gemiye sahip, da vinci sunbaenim ile haşır neşir ve kırk yıl can vermeye değer bir korsandı. [tiza tarafından, korsan!au, markhyuck]