Bize ait olan için savaşırız.

Kaşlarımı kaldırdım. Oldukça etkileyici bir cümleydi ve hoşuma gitmişti. Kendilerine ait olan için mücadele edeceklerini açık açık dile getirmişlerdi. Aklıma Lord Alasdair'ın çaldığı mühür geldi. Onun için de sonuna kadar savaşacaklardı. Buna emindim. Bu kaledeki herkes korkusuzdu. Hiçbir şey için çekinmiyorlardı... Buna içten içe bir hayranlık besliyordum.

Geniş avluya girdiğimde askerler şüpheli gözlerini bana dikmişti. Tabi ki öyle her geleni almazlardı. Buna ben de dahil oluyordum. Bir anda kafama dank eden düşünceyle durakladım. Sahi, benim burada ne işim vardı ki?

Öylesine buradan geçiyormuş ifadesi takınarak başka tarafa doğru yürümeye başladım. Olabildiğince masum görünmeye çalışıyordum. Merakla etrafı izleyerek yanımda yürüyen Rory'ye göz attım. Onun da buraya ilk defa geldiği belliydi.

"Hey!"

Duyduğum kalın sesle arkamı dönüp baktım ve karşımda dikilen askerle gözgöze geldim. Dev gibiydi. Üzerindeki resmi görünümlü zırhından anladığım kadarıyla diğer askerlerden biraz üst bir rütbeye sahipti. Yüzünde beklediğimin aksine sert değil, yumuşak bir ifade vardı.

"Evet?" dedim masumca.

"Size yardımcı olabilir miyim?"

"Eh, şey," ne diyeceğimi bilmiyordum. Buraya ne için gelmiştim ki cidden?

"Buralı değil misiniz?" dedi komutan. Buralı olmadığımın kolayca anlaşılmasına da alışmıştım artık.

"Değilim, ama burada yaşıyorum,"

Aramızda kısa bir sessizlik oldu. Tam asker, "Burada gezinmenizin yasak olduğunu-" diye söze girerken, büyük giriş kapısından gelen ses ile ikimiz de o tarafa döndük. Seslerden anladığım kadarıyla iki kişi birbiriyle biraz yüksek sesli bir şekilde tartışıyordu ama ne dedikleri anlaşılmıyordu. İki üç saniye boyunca sessizce, gelen sesleri dinledik.

Sonunda büyük kapıda uzun boylu, benim yaşlarımda bir genç belirdi. Hızlı hızlı yürüyordu. Yüzünde sinirli ve bıkkın bir ifade vardı. Bizim olduğumuz tarafa yöneldi ama gözü hiçbir şeyi görmüyor gibiydi. Ardından arkasında yeşil elbiseli bir kadın geldi, otuzlu yaşlarında vardı. İkisinin de giyiminden anladığım bir şey varsa bunlar bu kalenin sakinleri değil, sahiplerindendi.

"Buraya gel Henson!" diye bağırdı kadın, kaçarcasına giden genç adamın peşinden. Elbisesinin kabarık eteklerini toplayarak koşuyordu.

Sonunda Henson hışımla durdu ve arkasını döndü.

"Anlamıyor musun, oraya gitmek istemiyorum Larena Hala. Beni neden zorluyorsunuz?" diye yüksek tonda sitemkar bir sesle konuştu. Sesinde kızgınlık değil, daha çok şikayet vardı. Anlaşılan o ki öfkesi bu kadına değildi.

"Ama gitmen gerekiyor Henson. Başka gidecek kimse yok, bizi zora sokma. Lütfen." dedi kadın, tam karşısında durarak. Uzun, siyah saçları omuzlarından dökülüyordu. Onun da sesinde kızgınlık değil, fark edilir bir tonda yakarış hakimdi.

"Bruce gitsin. O neden gitmiyor? Neden ikimizden herhangi birinin yapabileceği tüm işler bana yıkılıyor?" dedi ve ellerini sıkıntıyla saçlarının arasında gezdirdi. Bruce'un isminin geçmiş olması beni yine heyecanlandırmıştı.

"Onu biliyorsun. Bu tür şeylerden hiç haz etmez. Senin gitmen gerek." dedi kadın ellerini çaresizce iki yana açarak.

"Ben de istemiyorum. Bunu daha nasıl ifade edebilirim? Ayrıca bugün bir arkadaşımla buluşacağımı söylemiştim. O yüzden şu saçma nezaket derslerini ertelemeniz gerek," dedi Henson. Sesi bu kez daha kontrol altında çıkmıştı.

Kurtarıcı ve MaviWhere stories live. Discover now