Ben öyle birini sevdim ki bir nevi intihardı.
Kum saati devrileli çok oldu.
Kumlar aşağı süzülüyor.
Yavaş yavaş son geliyor.
Son saatler.
Hatta ve hatta son dakikalar.
Onlar için.
Elvedaları için.
Küçük dünyalarını terk etmek için.
Yıldızlar tek tek düşüyor gökyüzünden.
Sonunu bildiğim bir romanı okumaktan farklı değildi bu yaşadıklarımız. Biliyordum, her şeyi biliyordum. Fakat engel olamıyordum. Kötü olan da buydu ya. Bilmeme rağmen ellerime kelepçeler vurulmuşcasına oturarak sanki bir film seyreder gibi izliyordum. Sanki ana karakter ben değilim gibi. Gözlerimizi kapatsak son değişir miydi? Hala sıkı sıkıya tutunur muydum ona? Gözleri gözlerimde dinlenir miydi? Sözleri ilmek ilmek içime işlenir miydi? Ellerim kayıp gitmemesi için tutar mıydı büyük bedenini?
Chanyeol birkaç ayda hayatımı pembeye boyamıştı. Pembe saçlar, pembe yemek takımları, pembe mutfak dolapları, pembe plaklar ve pembe ama gümüş rengi yıldızların süslediği büyük bir tavan. Başka evrenlerin kapılarını açmıştı. En önemlisi kocaman kalbini açıp içeri davet etmişti. Hayır diyememiştim. Ona karşı koymak ne mümkündü. Ben onu kırılmış ruhumun parçalarının bulunduğu sokağın birkaç metre ötesinde görmüştüm. Kabarık pembe saçları, savsak adımları, kahverengi kabanının kapattığı heybetli cüssesi ve yıldız gibi parlayan gözleri. O anda biliyordum; hayatımın değişeceğini. Ama nereden bilebilirdim onun da hayatının değişeceğini?
Rüzgar yalayıp geçiyordu suratımızı ardında kalıyordu sadece iki siluet. Yavaş yavaş kayboluyorduk. İlk önce ben yavaş yavaş parçalanıyordum, gökyüzüne ulaşıyordu parçalarım. Sonra o eski arabanın üzerine çöküp ellerini çenesinin altına götürüyor ve gökyüzünü izliyordu. Bir zamanlar yanında olan aşkı şimdi elleriyle tutamayacağı kadar uzaktı.
Chanyeol'e bu kadar alışmışken ondan ayrılmak istemiyordum. Onu seviyordum, çok seviyordum. Kalbimdeki damarlar titreyecek kadar. Ama bu sonu değiştirmiyordu. Bitecektik. Küçük bir çiçeğin yaprakları gibi dökülüp, kuruyacak ve sonsuzluğa kucak açacaktık. En azından benim sonum böyle olacaktı.
İçerdeki pembe prenses odasını düzenliyordum. Her yer pembeydi. Tıpkı hiç gerçekleşmeyecek hayallerimiz gibi. Tıpkı sevdiğim pembe saçlı çocuk gibi. Yastıkları ve örtüsünü düzeltirken yere damlayan birkaç damla kanla ellerim yaptığım işi bıraktı. Yatağın parmaklıklarını sıkıca kavradım. Parmak boğumlarım beyazlaşana dek. Etrafım dönmeye başlamadan hemen önce yatağın kenarına daha sonra düzeltmek için koyduğum havlulardan pembe olanı alarak burnuma bastırdım ve yere akan kanları umursamadan çoraplarımla üzerinden geçtim. Hafif ıslaklık ayaklarımda tuhaf bir hisse neden olurken pembe havlu çoktan oluk oluk akan kan yüzünden koyulaşmaya yüz tutmuştu. Bedenimi pembe süslemelerin ve pembe çizgi film karakterlerinin çıkartmalarının süslediği kapıya yasladım. Elim anahtarı arayıp bulduğunda bir tur döndürdüm anahtarı delikte. Elim parkeye sert bir şekilde düşerken içeriden gelen kahkaha seslerini dinliyordum. Kaybedecektim. Kahkahaları uzay boşluğunda asılı kalacaktı ve ben hiçbir şekilde onları toplayıp içime koyamayacaktım.
Buruk gülümseme yüzümde yer edinirken gülüşlerine karışan sözcükler karıştı havaya.
"Baekhyun daha cinsiyeti bile belli değil. Zaten yorgunsun bu kadar uğraşma. Yanımıza gel de bir şeyler yapalım."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Light Of Day // chanbaek
FanfictionBir astronot olsaydım eğer; tüm galaksiye ip bağlayıp, onun büyük ellerine bırakırdım.