Bir papatyanın yapraklarını tek tek koparıp "Ölecek miyim, ölmeyecek miyim?" demeye benziyordu yaşadıklarım. Kokusunu her saniye yanımda isterken o kokudan bir gün tamamen uzaklaşacak olmak yakıyordu yüreğimi. Güzel gülüşünü görememek, pembe saçlarına dokunamamak. Tamir edilmeyecek kadar sarhoş bir bedenim vardı. İkimiz de her ne kadar bilsek de gerçeği kabul etmek bir o kadar zordu. Her an öleceğim korkusuyla yaşamanın başka nasıl bir benzetmesi olabilirdi ki? Ne kadar yaprak düşerse düşsün çimenlere cevap her zaman aynıydı; öleceğim.
Geçenlerde birlikte doktora gittiğimizde her şey için oldukça geç olduğunu söyledi. Hıçkırıklarım boğazımda intihar ederken o an tek düşündüğüm sonbahar yağmurları ve onların altında dudaklarıma hiç konduramayacağı öpücüklerdi. Eğer bunu duysa mahvolurdu, biliyordum. Bu yüzden ne kadar gizli tutabilirsem o kadar gizli tutmaya kararlıydım. Belki de onu Nisan yağmurlarına inandırmalıydım.
Gittikçe çöküyordum. Halsiz bedenim yataktan çıkmak istemiyor yalnızca onun kokusuyla sarhoş olup hayaller alemine dalmak istiyordum. Şaka yaptığını belirten sesiyle saçlarımın artık eskisi gibi kokmadığını söylüyor, kucağına alarak banyoya taşıyor ve hiç sıkılmadan saçlarımı yıkıyordu. Arada etrafa saçtığı köpükler dudaklarıma yorgun ama kocaman bir gülümsemenin yer etmesini sağlarken, köpükten kocaman balonlar şişirirek bırakıyor havada uçtuktan birkaç saniye sonra mermer zemine değerek patlaması onun somurtmasına neden oluyor benim ise sesli kahkahalarımın onun kulaklarına ulaşmasını sağlıyordu.
Herkesin bir dönüm noktası olabilirdi. Benimki ise Park Chanyeol'dü. Kalbiyle beni kendisine bağlayıp, güzel sevgisini en ufak hücrelerime kadar hissettiriyordu. Kalbim kalbiyle başkalarının hiç bilemeyeceği bağlar kuruyor ve o bağlar kopmadıkça ondan ayrı kalmayacağımı düşünüyordum. Ta ki Tanrı eline makası alana kadar. Tanrı'nın makası eline hiç almaması, bana bu aptal hastalığı vermemesi gerekiyordu ya da hiç Chanyeol'le karşılaşmamalıydım. Dünyadaki en mutlu insan olmayı hak ederken ben onu tamamen üzüyordum. Benim yüzümden ağlıyordu. Ama ona mutlu olup olmadığını sorduğumda yalnızca hayatının bu kısmında bu kadar mutlu olduğunu söylüyordu. Kayıtsızca inanıyordum.
Benim etrafım karanlık dumanlardan geçilmezken o gelip elime ışık hüzmeleri bırakıyor, kalbimin en ücra köşelerine de sevgisini saklıyordu.
Şu an öyle güzel uyuyordu ki, nefes almak için açılan dudakları, yavaş bir şekilde inip kalkan göğsü, titreşen kirpikleri, gözünün önüne düşen pembe tutamları ile defalarca öpücüklerimi ona vermek istememe neden oluyordu.
Gözünün önüne düşen saçlardan huylanıp da, daha güneş dolmamışken odamıza, uyanmasını istemiyordum. Elim saçlarını kulağının arkasına itecekken büyük eli bileğimin etrafına kapandı.
"Ne oluyor, küçük gardenyam?"
Başımı aşağıya eğerek birbirine büyük bir uyumla dolanmış ayaklarımıza baktım.
"Uyanmanı istemiyordum..."
Çatallaşmış sesiyle lafımı ağzıma tıkarken o an düşündüğüm tek şey sesinin hayatımda duyduğum en harika melodi olduğuydu.
"Uyuyamadığımı bilmiyor musun? Korkudan uyuyamıyorum ben, küçüğüm."
Biraz daha doladım bedenimi ona. İşaret parmağım yüzünde gezinirken gözleri kapanmıştı.
"Korkularını uzaklaştıramaz mıyım?"
Yüzünde gezinen parmağımı eline alarak dudaklarına götürdü. Belli belirsiz bir öpücüğü bıraktı oraya. Kayboldu ve gitti.
"Korkum senken nasıl uzaklaştıracaksın, gardenyam?" Göz bebekleri büyüyüp, kalp atışlarımız aynı olurken devam etti. "Kendini benden nasıl uzaklaştıracaksın?"
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Light Of Day // chanbaek
FanfictionBir astronot olsaydım eğer; tüm galaksiye ip bağlayıp, onun büyük ellerine bırakırdım.