Kayra boğazında bir şeylerin düğümlendiğini hissetti. Uyku Evi'nden kaçacağına dair içinde biriktirdiği inanç yüzüğün Gollum'u terk etmesi gibi Kayra'yı terk edip gitti bir anda. Şaşırmaması gerekirdi; bir parçası böyle olacağını biliyordu. Gözlerini açıp kendini sandalyeye bağlı bir halde bulduğunda ölümün kendisine pek de uzak olmadığını anlamıştı. Yine de bir parçası hala zamanı olduğunu söylüyordu. Bir parçası yaşamak için ısrarcıydı ve bu uğurda ne gerekiyorsa yapılmasından yanaydı.
Tiksinç gözlerle Alaycı Prens'e baktı. Ne yapabilirdi? Elinde bir silah, bıçak ya da cinayet aleti olarak kullanabileceği herhangi bir şey yoktu adamın. Bu durumda Kayra'yı öldürme zamanı geldiğine karar verdiğinde başvuracağı şey elleri olacaktı. Az önceki gibi onu boğazlayacak ve bu sefer soluğu hepten kesilene kadar ellerini gevşetmeyecekti.
Bir şeyler yapmalıydı. Artık böyle oturup duramazdı. Gerçi elinden oturmaktan başka bir şey de gelmiyordu ve bu, işin komik kısmıydı.
Alaycı Prens ayaklandı. Kapıya yöneldi. Çıkmadan önce Kayra'ya bir bakış attı. "Ben gelene kadar uslu durabilirsin diye umuyorum. Kamerayı alıp hemen döneceğim." Dışarı adımını attı ve duraksadı. "Uslu dur."
Yine kendiyle baş başaydı şimdi. Yalnızlığın hür gücünü sandalyeden kurtulmak için boş yere çabalamakla harcamayacaktı. O hatayı bir kere yapmıştı; ikinciye yer yoktu. Şuan en mantıklı şey beklemekti; beklerken de düşünmek. Fiziksel güç ve dayanıklılığın onu bu yerden kurtarmaya yetmeyeceği açıktı. Geçmişte fiziki gücün ona ihtiyaç duyduğu anlarda fayda sağladığı inkâr edilemez bir gerçekti ancak o zamanlar birinin tutsağı değildi ve yanında ya da yakınında -genelde- silah olarak kullanabileceği bir şeyler olurdu. En basit şeyler bile yeri gelir bir silah halini alırdı. Bir pergel, çivi, cam şişe, kalem... Özellikle cam şişeler ve kalemler son derece pratik, etkili silahlardı. Hiç kimse kafasında parçalanan bir cam şişeye kayıtsız kalamazdı ve hiç kimse diz kapağına saplanan bir kaleme soğukkanlılıkla yaklaşamazdı. Elbette her kalem bu iş için uygun değildi. Kurşun kalemler sadece basit bir sıyrık açma amacıyla kullanıldığında etkiliydi. Bir yere saplamak ve karşındaki kişiyi bir süreliğine de olsa etkisiz hale getirmek istediğinde bir kitap kapağı kadar yararlıydı ancak. Çünkü uçları dayanıksızdı ve kolayca kırılırdı. Birini yaralamak için kullanılacak uygun bir kalem bulmak aslında zordu. Ama cam şişeler... Onlar daimi bir silah olagelmişti her zaman.
Şimdi silah olarak kullanmaya elverişli ne bir kalem ne bir cam şişe vardı yanında. Olsa bile onlardan faydalanamazdı (ki bu başka bir konuydu). Şimdi uzun süredir hakkını vererek kullanmadığı başka bir silaha başvurmayı düşünüyordu. Aklına.
Zekâsını genelde ardından iz bırakmamak ve ortadan kaybolmak adına yaptığı planlarda öne çıkarmıştı hayatı boyunca. Okul yaşamında da bu böyleydi. Bazen birileriyle kavga eder ve sonra öyle yalanlar uydururdu ki saldıran ve döven o olmasına rağmen öğretmenler suçsuz olan çocuğa ceza verirdi. Sadece bir kere ceza aldığını hatırlıyordu. Onda da Kayra suçunu kendi itiraf etmişti. Pişmanlık duyduğundan değil; sadece merak etmişti. Okulda öğretmenler ya da müdür tarafından dayak yiyen çocukların konuşmalarına şahit olmuştu birkaç kere. Çoğu aynı şeyi söylüyordu. Cetvelin el yaktığından, hissedilen acının kaybolması için saatler geçmesi gerektiğinden bahsediyorlardı. Kayra bunların en kibar tabirle palavra olduğunu, cetvelin aslında o kadar da can yakmadığını düşünüyordu. Sonunda tam olmasa da düşüncesinin büyük bir kısmında haklı olduğu ortaya çıkmıştı ve palavra atan çocukları zamanı gelince doğru yola sevk etmişti. Henüz o yıllarda birine gittiği yolun yanlış olduğunu anlatmak için dayağın eşsiz bir nimet olduğuna inanmaya başlamıştı. Konuşmak vakit kaybıydı. Gücünü omuzdan alan sağlam bir yumruk ise zamandan tasarruf etmenin en kestirme yoluydu.
Birden bire, "Belki," dedi. "Belki istediği tek şey sorularını sormak ve cevaplarını almaktır. Beki sonra beni bırakır."
Buna gerçekten inanıyor musun?
Doğrusu hayır, inanmıyordu. Yalnızlığıyla oturacak birkaç dakikası ya var ya yoktu. Sonra Alaycı Prens'in dediği şu soru-cevap oyunu başlayacak ve oyun bittiğinde Kayra'nın bu dünyada ki zamanı dolmuş olacaktı. Ölümün geleceğini bilmek ve karşısında hiçbir şey yapamamak... Kayra için acizliğin tanımı buydu.
"Aciz velet!"
Başını çevirdi, Alaycı Prens'i görmeyi bekledi kapı eşiğinde ancak adam henüz gelmemişti. Hala yalnızdı. Bir başınaydı.
Huzursuzca kıpırdandı. Duyduğu sesi beyninin ona oynadığı bir oyun olarak tanımladı. Kimi zaman böyle şeyler olurdu. Birinin sana seslendiğini sanıp sesin geldiği yöne bakarsın ama kimseyi göremezsin. Bu olduğunda ilk üç saniye yüreğini bir korku kaplar. Sonra kendine gelir ve duyduğun sesi aslında hayal ettiğini fark ederdin. Bu her insana olurdu. Benzer bir olay yaşamamış biri olduğuna inanmıyordu. Bu tıpkı gece uyanıp ayağa kalktığında yatağın altında pusuya yatmış bir yaratığın uzun tırnaklı küflü elleriyle seni ayak bileklerinden yakalayacağını sanmak gibi bir şeydi. Tamamıyla hayal ürünüydü. Korkutucu bir doğaya sahip olduğu bir gerçekti ancak ne kadar korkunç olursa olsun sadece hayal gücünün ortaya çıkardığı basit bir kurguydu.
"Aciz veledin tekisin Kayra! Seni yakalayıp tutsak etmesine şaşmamalı."
Yine kapıya baktı ve yine kimsenin olmadığını gördü.
Aklını kullan sersem! Sesin kapıdan geldiğini mi sanıyorsun? Hayır, bu kadar salak olamazsın. Sesin o yönden gelmediğini pek ala biliyorsun! Başını çevir ve oraya bak.
"Acınası birisin velet! Hepimiz burada toplanmış düştüğün hali seyredip gülüyoruz! Neden biliyor musun? Çünkü böyle olacağı belliydi. Ben haklı çıktım! Biz haklı çıktık! Sana bunların olacağını söyledik ama dinlemedin. Dinlesen bile anlamazdın. Çünkü boş kafalı acınası bir veletsin!"
Kayra sesin geldiği yöne bakarken, "Hayır," dedi. "Hayır, bunun olmasına imkân yok. Bu imkânsız. Bu..."
Duvardan koro halinde sesler geldi birden. Yüzlerce ses iç içe geçmiş başarısız bir koro oluşturmuştu. Korku filmlerine yakışacak türden seslerdi bunlar. Kahkahalar, küfürler, çığlıklar... Gerçek olamayacak kadar gerçeküstüydü hepsi.
Dalga sesiyle birlikte kıyada telaşla koşuşturan kalabalığın çıkardığı sesler yükseldi duvardan. Kulağına gelen yüzlerce sesin arasından sıyrılıp öne çıktı bir ses. Bir kadın sesiydi. "O yaptı!" diyordu. "Oğlumu öldüren katil! O yaptı!"
Bir başka ses öne çıktı. "Cezasını çektirelim!"
Bir diğeri: "Ölüsünü kumsala gömelim!"
Uzaklardan bir yerden babasının sesini duydu. "Bu sefer kaçabileceğin bir yer yok. O an gelip çattı. Öleceksin!"
Duvarda şekilsiz yüzler oluşmaya başladı. Yüzler öne çıkıp çıkıp geriliyordu. Sanki duvar yırtmaya çalıştıkları bir naylona dönüşmüştü. Tanıdığı tanımadığı yüzlerce surat duvarda belirip kayboluyordu ama sesler daimiydi. Sesler aklını kaybetmesine sebep olacak kadar yüksek ve gerçekti.
"Beni özledin mi?"
Gözleri Alaycı Prens'e dönüp tekrar duvara sabitlendi.
Alaycı Prens kamerayı koyup açısını ayarladı. Kayra'nın önüne geçti. Adam hala duvara bakıyordu.
"Ne o? Duvarla aşk mı yaşıyorsun?"
Kayra gözlerini duvardan ayırıp Alaycı Prens'e yöneltti dikkatini. "Sendin," dedi. "Sen yaptın."
"Neden bahsediyorsun?"
"Bana yalan söylemeyi kes! Aptal olduğumu mu sanıyorsun? Senin yaptığını anlamayacak kadar salak olduğumu mu?"
Alaycı Prens, "Neyi yaptığımı?" diye sordu ve Kayra onun rol yapmadığına ikna oldu. Adam rol yapmıyordu. Bu kesindi. Başını öne eğip gözyaşlarını saklamaya çalıştı. Şimdi gerçekten korkuyordu.
Diğer yandan Alaycı Prens duvara dönmüş gülümsüyordu. Planında neyin eksik olduğunu anlamıştı ve artık eksikliği giderecek şeyin ne olduğunu biliyordu. Aradığı fikri bulmuştu.
Gülümseyişini bozmadan, "Hadi," dedi. Kayra'nın tam önüne geçip bağdaş kurarak oturdu. Eline mavi dosyayı aldı yeniden. "Başlayalım."

ŞİMDİ OKUDUĞUN
Uyku Evi
Mystery / ThrillerDuvardan koro halinde sesler geldi birden. Yüzlerce ses iç içe geçmiş başarısız bir koro oluşturmuştu. Korku filmlerine yakışacak türden seslerdi bunlar. Kahkahalar, küfürler, çığlıklar... Gerçek olamayacak kadar gerçeküstüydü hepsi. Gizem/Gerilim...