Bölüm 4

1.1K 133 126
                                    

Kayra zor durumda olabilirdi ancak aptal değildi ve ne yaptığını gayet iyi biliyordu.


Baygınlığı toplamda birkaç dakika sürmüştü. Ayıldığında burnunun yerinde olmadığına dair korkunç bir fikre kapılmıştı ve paniklemişti. Telaşla hareket edecek gibi olmuş ancak sonra durmuştu. Alaycı Prens hala oradaydı ve ayıldığını bilmemesi o an en iyi seçenek gibi görünmüştü. Böylece başı öne eğik, gözleri kapalı biçimde ses çıkarmadan dakikalarca beklemişti. Sonunda Alaycı Prens ona doğru yaklaşıp omzunu dürtmüş, hala baygın olup olmadığını kontrol etmişti.

Ve tongayı yutmuştu.

Onu, hala baygın olduğuna ikna ettiği için mutlu olmalıydı ancak adamın söylediği söz moralini (hala biraz da olsa morali vardı) alt üst etmişti. "Farecik," demişti ona. Kayra'yı küçük, sevimsiz, yapış yapış görünen ucube bir hayvana benzetmişti. Sanki fareleri sevmediğini biliyormuş da özellikle bu benzetmeyi yapmış gibiydi. Kayra'ya göre fareler gündüzleri lağımlarda uyuyan, pisliklerde dolaşan; geceleri de saklandığı pislik yuvasından çıkıp iğrenç vücuduyla oradan oraya seyahat eden dört parmaklı rezil yaratıklardı.

Üstelik fareler avdı. Nerede ve hangi zamanda olursa olsun bir fare her zaman yakınlarda ki bir yılanın akşam ziyafeti olurdu. Yırtıcı kuşlar da fareleri avlardı. İnsanlar ise fare gördüklerinde acımasız yanlarını ortaya çıkartır ve ölümün rahatlatıcı tadına varırlardı.

Sende fare sayılırsın, Kayra.

Kayra beyninin içindeki sese susmanı söyledi ancak işe yaramadı.

Av oldun!

Kafasının içindeki sesle uğraşmak yerine dikkatini Alaycı Prens'e yöneltti. Nefes alırken zorlanıyor muydu yoksa ona mı öyle gelmişti? Bunu hayal etmiş olabilirdi ama hayal olduğunu sanmıyordu. Yine de...

Adam köşede ki çantayı omzuna asıp
odadan çıktı. Şimdi odada yalnızdı. Bir bakıma daha rahattı ve artık baygın rolü yapmasına gerek yoktu. Bu yüzden başını kaldırdı ve sağa sola çevirerek kütürdetti. El parmakları için de aynı şeyi yapmak isterdi ancak elleri hala şu kahrolası sandalyeye bağlıydı ve parmaklarını istediği şekilde hareket ettirmesi olanaksızdı. Bacakları ise bağlı uzuvları arasında en kötü durumda olanlardı. Ayakları sandalyenin altında kalacak şekilde bileklerden bağlanmıştı. Çok uzun süredir böyleydi ve artık bacakları uyuşmuştu.

Üç dört dakika kadar hiçbir şey yapmadan ve hiçbir şey düşünmeden bekledi. Her an Alaycı Prens içeri girecekmiş gibi tetikteydi. İçeri girdiğinde sandalyeye bağlı olmamayı çok isterdi. Ellerini adamın boğazına bastırıp nefessizlikten ölmesini izlerken ona kim olduğunu sorar, eğer söylerse canını bağışlayacağını söylerdi ve ukala herif büyük ihtimalle bu tongayı da yutardı.

Şimdi hayal kurmanın zamanı değil. Düşün!

Etrafına bakındı. Odanın içinde herhangi bir kesici alet var mı yok mu görmeye çalıştı. Bıçak bulmayı ummuyordu (şu durumda bıçak bulmak fotoğrafçılık okuyan bir üniversiteli öğrencinin Tanrı'nın fotoğrafını çekmesi ve fotoğrafın çoğalttığı baskılarını tanesi beş liradan satması kadar imkânsızdı). Tek umduğu koli bantlarından kurtulmasını sağlayacak bir şey bulmaktı. Ufak, sivri bir taş bile işini görürdü. Bıçak kadar keskin olmasına gerek yoktu üstelik. Koli bandını yırtıp bileklerine uyguladığı baskıyı azaltmasını sağlayacak kadar işe yarar olması yeterliydi. Mutlaka odada bir şey olmalıydı.

Kayra iyice dikkat kesildi. Başını sağa çevirdi. Kapı. Kapının kolunu kesecek olarak kullanabilir miydi? Doğrusu, pek mümkün görünmüyordu. Kapının kolu keskin değildi. Keskin olsa bile bilek mesafesinin çok üstündeydi. Ayağa da kalkamayacağına göre kapı plan dışıydı.

Uyku EviHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin