Bölüm 3

1.5K 161 104
                                    

Köşedeki çantayı alıp odadan çıktı.

Alt kata indi. Mutfağın solundaki odaya girdi. Bir zamanlar burası gösterişten uzak bir yatak odasıydı. Yüzlerce güzel anıyla doluydu içerisi. Uygun kalp bulunamayıp kalp nakli gerçekleşmediği için -henüz- yirmi bir yaşında ölen ilkokul arkadaşının ona on sekizinci yaş gününde hediye ettiği kitap setini bu odada okuyup bitirmişti. Üniversitede ki ilk yılında kafeteryada tanıştığı kıza bu odada çıkma teklifi etmiş ve bu odada onunla yakınlaşmıştı. Yolda bulduğu ve araba çarptığını düşündüğü sol ön ayağı kırık kediye bu odada bakmıştı. Her şeyden -hatta kendinden- bıktığı günlerde sakinleşip kafa dinlemek için doğruca Uyku Evi'nin yolunu tutmuş ve içeri girip bu odaya kapanmıştı.

Garip bir çekim gücü, anlaşılmaz bir cazibesi olmuştu bu odanın her zaman. Ve şimdi, yıllar sonra, yine aynı odadaydı.

Ceviz kabuğu renkli parke zeminde adım atmak, yıllar öncesinden hatırladığı bir takım duyguları ve unuttuğunu sandığı bazı hatıraları gün yüzüne çıkardı aniden. Baktığı her yerde, orayla alakalı veya alakasız, sürüyle anı yağlı boya tablolardan çıkma bir görüntü biçiminde gözünün önüne geliyordu. Her anının bir karesinde bin fırça darbesi vardı sanki. Gördüğü görüntüler muazzam detaylar ve inanılmaz bir gerçeklik hissi barındırıyordu içinde. Yıllarını resim yapmaya adamış usta bir ressamın bile böylesi bir yoğunluğa erişmesi çok zordu.

Anılar, kesitler halinde üzerine gelmeye devam ederken çantayı eskiden çalışma masasının olduğu yere koydu. Çömelip oturdu ve sırtını duvara yasladı. Atmosferden çıkarken modül bırakan uzay araçlarına benzetti kendini. Her dakika aklından ve gücünden bir parça kopup gidiyordu.

Ellerini karnında birbirine kenetleyip gülümsedi. Oldukça komik bir durumda olduğunu düşündü. Daha iki yıl önce televizyonda cinayet haberlerine denk geldiğinde bir insanın başka bir insan tarafından katledildiğini hayal edince midesi kalkar ve kanalı değiştirirdi. Şimdiyse katil olmaktan sadece gitarın en üstteki bass telinin bir alttaki bass teline olan mesafesi kadar uzaktı.

Peki, yapabilir miydi? Gerçekten onu öldürebilir miydi? Bu soruyu daha önce hiç irdelememişti. Bir iki defa üzerinde düşünecek gibi olmuş ancak aklını meşgul edecek başka şeyler bulmuştu; sorunun cevabıyla yüzleşmekten kaçınmıştı. Cevabın ucu açık olması onu ürkütmüştü. Eskiden olsa "Birini öldürebilir miyim?" diye kendine sorduğu an, "Hayır!" cevabını yapıştırırdı.

Ama işler artık değişmişti. Şimdi "Evet!" demeye daha yatkındı. Bunun farkına varmak tuhaf bir şekilde kendini güçlü hissettirdi. Bir süredir vücudunda dolaşmakta olduğunu sezdiği kırılgan, korkak ruh o acınası halinden kurtulup kararlı bir savaşçıya dönüştü. Kaşlarını çatıp dudaklarını yaladı ve Kayra'ya hak ettiği cezayı vereceğine dair sözünü yineledi.

Uzanıp çantayı kucağına aldı, ön gözünü açtı. Kesilmiş, katlanmış, yıpranmış fotoğrafları çıkardı içinden. Yirmiye yakın fotoğraf vardı. Hepsine tek tek, uzun uzun baktı. İçlerinden bazılarını ayırdı. Sonra çantanın diğer gözünü -büyük olan gözünü- açtı ve mavi kapaklı dosyayı çıkardı. Dosyanın kapağında büyük harflerle şu yazıyordu: KATİLİN ESERLERİ.

Dosyanın sayfalarına kabaca göz gezdirdi. Bazı sayfaların arasına ayırdığı fotoğrafları koydu. Diğer fotoğrafları yere bıraktı ve ayağa kalktı. Pencerenin önüne geçti. Elini ahşap çerçevede gezdirdi. Eskimiş ve çatlamıştı. Çatlak yerlere küçük böceklerin ve örümceklerin yuva yaptığını görse şaşırmazdı. "Belki ilerde eve bakım yapar, hasarlı yerleri onarırım," dedi. Kötü bir fikir sayılmazdı. Alnını cama dayayıp dışarı baktı.

Uyku Evi, araçların pek sık geçmediği bir yolun ağzına inşa edilmişti. Yoldan günde en fazla otuz-kırk araç geçiyordu. Bu özelliğiyle yasadışı iş yapmaya kalkışanların odak noktası haline gelecek bir bölgeydi burası ancak şimdiye kadar nasıl olduysa bu tür işler hiç burada yapılmamıştı.

Yolun iki yüz elli metre ilerisinde inşaat makinelerinin ve korkunç fabrika bacalarının henüz işgal etmediği büyük bir ağaçlık alan vardı. Alana dört farklı yerden girilebiliyordu. Her giriş kapısının önüne çakılmış tahta tabela ziyaretçileri Sükût Ormanı'na nazik davranmaları konusunda hassas olmaya davet ediyordu. Orman gerçekten de adına yakışır bir sükûnet içerisindeydi. Uyku Evi'nin içinde bulunduğu yaklaşık beş kilometrelik alan içinde bu söylenebilirdi. Geceleri buraya geldiğinizde ağaçtan ağaca zıplayan sincapların neşeli kıkırdamalarını duyar, ağaçkakanların çıkardığı gürültüyü kulaklarınızın dibinde hissederdiniz. Ormanın hemen hemen ortasından geçen ve nereye gittiği belli olmayan Sazan Gölü'nden akan suların berrak görüntüsü gözünüzü kapadığınız an yaprakların fısıldadığı şarkı eşliğinde gözünüzün önüne gelirdi. İşte bu yüzden her ne koşulda olursa olsun şuan burada, bu evin içinde olmak ona -Alaycı Prens'e- sonsuza dek sürecekmiş gibi gelen bir huzur veriyordu.

Pencereyi açıp rüzgârın odaya sürüklediği çam ağaçlarının ve kozalakların kokusunu çekti içine. Nemli toprağın ve çimen kokusunun odadaki havayı değiştirişine minnettar bir gülümsemeyle şahit oldu. Bir saniyeliğine gözlerini yumup kulaklarını açsa gölün sesini duyacağına adı gibi emindi. Belki, suyun akarken önüne kattığı ufak bir taşın kendinden daha büyük veya küçük bir taşa çarparken çıkardığı sesi de duyardı.

Başını camdan çıkarıp derin derin nefes aldı. Sükût Ormanı'ndan yayılan neşeli sesleri dinledi bir süre. Duyuları, duyu organları ormanın görünüşü ve oradan gelen eşsiz kokularla ilgilenirken, aklının bir bölümü eksiklik olduğunu düşündüğü planın üstünden geçip geçip duruyordu.

Neden planı şimdiye kadar kusursuza yakın bir şekilde işlemişken bir şeylerin olması gerektiği kadar doğru olmadığını düşünüyordu? Çünkü bir şey eksikti. Evet, ama ne? Bunu bulmak için ne yapması gerektiği hakkında ufacık bir fikir kırıntısı bile yoktu. Yine de eksiklik hissinin içine karamsarlık katmasına izin vermiyordu. Kimi zaman çözümlerin hiç ummadığı bir anda ortaya çıktığına inanıyordu. İşte bu yüzden ummadığı bir anda aklının bir bölümünü sürekli meşgul eden planındaki eksiklik hissini ortadan kaldıracak çözümün 'Ben geldim' demesini umuyordu. Ve bu umuda sıkı sıkıya bağlıydı.

Elini pantolonunun cebine attı ve bir fotoğraf çıkardı. Çantanın içinden çıkardığı fotoğraflardan ayrı olarak bu fotoğrafı cebine koymuştu. Kayra'yı Uyku Evi'ne getirdiğinden beri de cebindeydi.

Fotoğrafı göğüs hizasına getirip parmaklarını üstünde dolaştırdı. "Her şey farklı olsaydı," diye mırıldandı. "Keşke, her şey farklı olsaydı." Dolan gözlerinden yaşların akmasına izin verdi ve kulaklarını yukarıdan gelen sese kabarttı. Dinlenmeye henüz fırsat bulamamıştı bile. Yine de Sükût Ormanı'nın kokusunu içine çekebilecek kadar zamanı olmuştu ve şimdilik bununla yetinmeliydi.

Dosyayı çantaya, cebinden çıkardığı fotoğrafı da yerine koyup odadan çıktı. Mutfağa doğru göz attı. Kamera saatler önce koyduğu yerde; tezgâhın üzerindeydi. Güzel, diye düşünüp ağır ama sert adımlarla merdivenlerden üst kata çıktı. Kayra uyanmıştı.

"Günaydın, Kayra," deyip, içeri girdi. Ve kapıyı kapattı.

Uyku EviHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin