Ne beklemiştim ki? Tamam, diyip bu çocuğu kabul etmesini mi? Beni hayatına almasını mı? Ya da Simay'ı geride bırakıp benimle bir hayat kurmasını mı? Bunların hepsini daha dudaklarını dudaklarıma değdirmemiş, benimle seks yapmak dışında iki cümle etmemiş, işimden ve sağlığımdan olmama sebep olmuş adamdan bekledim. Bu hayalkırıklığını hak ettim.
Ona sunduğum iki seçenekten sonra boş boş baktı yüzüme. Biraz şefkat de mi olmazdı içinde? Yoktu. "Napıyosan yap. Beni bulaştırma." Derken mimik oynamıyordu suratında. "Ben istemiyorum bu bebeği, seni de. Çok meraklıysan geberip gitmeye doğur." Bunun gibi birçok şey daha söylerdi. Ama yanımda kalmaya öyle tahammülü yoktu ki gerçekten de çekip gitti.
2 gün evde yalnızdım. Dahiliye doktorumla görüşmem gerekiyordu ama gitmedim hastaneye. Duyacaklarımdan korkuyordum. Birinin daha bana bu çocuğu aldır demesine tahammülüm yoktu.
Ancak Barış'sız da yapamazdım. Yüzsüzlük, gurursuzluk diz boyuydu. Ama bir umut, belki ailesi daha aklı selim davranır ve hatta benimle evlenmesi için Barış'ı ikna eder diye, 4 ay önce diyetisyenliğini yaptığım annesini aradım.
"Merhaba Emine Hanım," dedim gerginlikle. Barış beni öldürecekti. "Nasılsınız?"
"İyiyim Eylül kızım. Sen nasılsın, Berkan nasıl?" Derin bir nefes verdim. Her şeyi en baştan tana tane anlatmam gerekiyordu.
"İyiyim Emine Hanım. Benim sizinle konuşmam gerekiyor, önemli bir mesele hakkında. Ne zaman müsait olursunuz?"
*
Barış'ın ailesinin İstanbul'daki evinde, salonlarında otururken öyle ezik ve çaresizdim ki beni öldürmek isteyen Barış'ın bile bana acıdığına emindim.
"Doğru mu söylüyor?" Diye sordu Emine Hanım. Gerçekleri amlatmaya basladığım andan itibaren o tatlı kadın gitmiş ve yerine neredeyse beni her hareketiyle ağlatma noktasına getiren başka bir kadın gelmişti. Barış, Barış'ın ailesi ve Barış'ın menajeri. Hepsinin tek bir ortak noktası vardı, benden nefret etmek.
"Doğru söylüyor." Dedi Barış. Bakışları genel olarak halıdaydı. Bazen bana dönüyor, gözleriyle tüm öfkesini kusuyor, sonra tekrar halıya dikiliyordu.
"Nereden bileceğiz?" Diye araya girdi menajeri. "Belki yalan söylüyor."
Herkesin suçlayıcı bakışları bir anda bana döndü. "Doğru söylüyor, maalesef." Dedi Barış. Ben yalan söylemezdim, hiç hem de. En iyi o bilirdi bunu. "Test verirken yanındaydım. Haberimiz yoktu."
"O zaman belki senden değil?" Bu hızlı savunma Barış'ın büyük ablasından geldi. Ben burada yokmuşum gibi konuşuyorlardı. Hayatımda bu kadar saygısızlığa uğradığım başka bir an var mıydı sanmıyorum.
"Doğru," diye destekledi menajeri onu hemen. Oldum olası zaten sevmezdi bu adam beni. İlk is günümde bile kötü davranmıştı bana, sanki olacakları önceden görmüştü.
Barış'a baktım yardım ister gibi. Onlar beni tanımıyorsa neyse, o bilmiyor muydu? Onun için deli olduğumu bana yaptığı onca şeye rağmen yanında kaldığımı ve bunu sadece onu sevdiğimden yaptığımı? Bilmiyor muydu?
Bir şey demesini istedim ama hiçbir şey demedi. "Emin olmak lazım tabii," diye araya girdi Yüksel Bey. Oysa nedendir bilinmez buraya gelirken en çok ona güvenmiştim.
Barış şu an bir şeyler söylemeliydi. Benim öyle biri olmadığımı anlatmalıydı.
Gözlerim istemsizce dolarken kendimi ne kadar kötü hissettiğimi o anlamıştı. Hamileyken dna testi yapılabildiği ile ilgili ablasının ve annesinin konuşmaları birbirine girerken beynimin içinde uğulduyorlardı sanki. Başım dönüyordu, sağ yanım ağrıyor ve ağzım kuruyordu.
Bir bardak su istiyordum. Ya da çantamın içindeki insülin ilacımı. Belki bir fıs da astım ilacımdan almalıydım. Ama yerimden kıpırdayamayacak kadar gergindim. Ellerimi yakama atıp gevşettim. Kötü olduğumu anlasın diye ona baktım ama o bana bakmıyordu. Dirseklerini dizlerine dayamış, başını ovuşturuyordu. Sehpanın üstündeki telefonu çaldı, Simay ismi yandı. Sonra hiçbir şey demeden kalkıp içeri geçti.
Ayaklarımın dibine bıraktığım çantayı kavradım. Sinirden, üzüntüden şekerim yükselmişti ve panik yaptığım için de astımım azmıştı. Çantamın içinden insülin iğnemi alırken astım ilacımı getirmediğimi fark ettim.
"Müsaadenizle," onlar hala bir şeyler gevelerken balkon kapısını ittirip dışarı çıktım. İki katlı bu müstakil villanın manzarası güzeldi ve beni rahatlatması gerekiyordu. Ama nefes alamıyordum. Hem de hiç. Titreye titreye insülin iğnemi yapıp derin nefesler alıp sakinleşmeye çalıştım. Gözüm kapalı orada ne kadar durdum bilmiyorum. Ama iyileşmek yerine iyice kötüleşirken hissettim ellerini belimde.
"Al şunu," Neden onda bir astım ilacı vardı sorgulayamıyordum. İlacı dudaklarıma bile götüremezken anladı yardıma ihtiyacım olduğunu. "Tamam, Eylül, sakinleş bi önce." Dudaklarımda hissettim ilacı. Derin nefes aldım. 1...2...3... Üç nefes biraz sakinleştirdi beni ama vücudum pelte gibiydi. Barış tutmasa şuracığa düşecektim.
"Şu haline bak! İlacını bile yanında taşıyamayacak kadar sorumsuzsun. Bir de doğurmak istiyorsun."
Cevap veremedim. Sakinleşene kadar. "İyiyim," dedim sonra. Kollarının arasından geri çekildim. "Bir şeyim yok." Çok zalimce bi gülüş koptu dudaklarından.
"Aynen iyisin, haline bak!" Sonra ciddiyetle yaklaştı. "Yok mu canının kıymeti hiç?" Şimdiye kadar bana sorduğu en samimi soruydu.
"Yok," dedim.
Sıkıntıyla nefes verdi. Eliyle yüzünü sıvazladı. "Bana bu kapıdan çıkarsan bir daha yüzümü görmezsin dedin. Çıktım. Sonra bi geldim, evimde, salonda, ailemlesin." Daha önce çok kez kalbimi kırmıştı, çok kez ghostlamıştı. Başka kadınlara gitmiş ve savunma olarak da beni sevmediğini söylemişti. Ama bu kadar zalimliği, bu kadar nefreti ben bile beklemiyordum.
Biraz daha yaklaştı bana. Eğildi. Kollarını arkada birleştirdi. Bir çocukla alay ediyordu sanki. "Bıktım bu takıntılı hallerinden." Evet, bunu beş yüzüncü kez söylüyordu. "Sözünü tut."
Bu sözleri duymaktansa bayılmayı yeğlerdim. Hatta belki bayılıp şu balkondan düşmeyi.
Hızlı adımlarla evi terk etmek için salona yöneldim. Ama geçip gitmeme izin vermedi. Salonun ortasında kolumdan tutup çevirdi beni. İlacı avuçlarıma bıraktı. "Otur, konuşacağız."
"Bırak lütfen." Kolumu kendime çekmeye çalıştım ama nafile. Canımı scıtmasa da sert hareketlerle tekli koltuğa oturttu beni.
"Şimdi," Menajerinin gözleri ikimiz arasında gidip geliyordu. "Önce senden olduğuna emin olalım. Bir test yaptıralım. Sonra ne yapacağımızı konuşuruz." Suratım kireç gibiydi ve belki bana yardım ederler diye düşündüğüm tüm aile fertleri de Tuncay ile aynı fikirdeydi.
"Gerek yok," dedi Barış. "Aldıracak zaten."
"İyi o zaman." Dedi babası da. Emine Hanım'ın sesi çıkmıyordu. Benden nefret de etse aldırma fikrine sıcak bakmadığı aşikardı ama bir şey de demedi. "Biz masraflarını karşılarız zaten." Yine açtı ağzını menajeri. "Fazlasıyla..." bir bu kalmıştı işte. Para teklif etmediği yani.
"Abi..." Önce itiraz edecek gibi oldu Barış. Onun bile canını sıkacak kadar ağır bir cümleydi de sonra yine sustu.
Belki de beni yıldırmak icin yapıyordu? Eninde sonunda razı gelecekti ama aldırmam için psikolojik olarak yıpratmaya çalışıyordu. Olamaz mıydı ki?
"Aynen, öyle olsun o zaman. Ben bir klinik ayarlayayım. Yarın hallederiz."
Kalktım yerimden, çantamı aldım. Dış kapıya yöneldim. Ne kapının girişinde beni görünce sevinçten deliren Pablo ne de Emine Hanım'ın seslenmeleri beni durdurmadı. Çıktım, gittim. Sözümü tutacaktım. Sadece yapacağım son bir şey vardı.
