²⁵Marcus ve Mary

480 76 116
                                    

İyi okumalar,
yorum yapmayı unutmayın.

Kısa bi' bölüm, anne ve babayı tanıyalım istedim az da olsa

...

23 yıl önce...

Marcus Goldsmith, kahverengi gözlerinde dans eden alevlerin hakim olduğu şöminenin karşısındaki tekli koltuklardan birinde otururken, hemen yanındaki koltukta oturan eşinin elini tutuyordu sıkıca. Yedi yaşındaki William ise, Mary Goldsmith'in, yani annesinin kucağında ağırlığını vermeden yarı uyuklar halde yarıya kadar inmiş göz kapaklarının ardındaki mavileriyle babasının yan profilini inceliyordu.

Yüzüne vuran alevler, Marcus'un yaşına rağmen genç görünen yakışıklı sıfatına yakışıklılık katarken, William içten içe ona hayranlık beslerken bulmuştu kendisini. Babasıyla arasındaki benzerlik olağanüstüydü, gözleri dışında tabii. Çok nadiren gördüğü babası, annesinin anlattıklarından çok daha iyiydi. Üzerindeki siyah takım elbise onu daha da görkemli kılıyor, yüz ifadesindeki kararlılık ve çatılı kaşları Marcus'un sabit yüz ifadesi haline gelmişti.

"Marcus," Mary, eşine seslendiğinde Marcus ismini duyar duymaz avucunun içindeki eşinin elini sıktı ve başını ona döndürdü. "Daha yeni geldin."

"Ama tekrar gitmek zorundayım."

Mary'nin mavileri titreşti alevler karşısında. Koyu kahverengi saçları omuzlarında dalgalar halinde bitiyor, bir koluna sarmış olduğu William'ı sıkı sıkı tutmuştu. Bir saat önce gelen kocasıyla özlemini gideremeden, onun yarım saat sonra tekrar merkeze gideceğini duymuştu. Kalbi artık onu görememenin verdiği hisle dayanamıyordu, art arda girdiği stresler bünyesine ağır geliyordu.

"Beni anlamak zorundasın güzelim, bunu bizim için yapıyorum." dedi Marcus. "Daha iyi bir dünya için, sırf oğlumuz rahatça yaşayabilsin diye."

"Bu dünyayı tuhaflardan arındırarak daha iyi bir hale getiremezsin." dedi Mary, başını iki yana sallayarak. "Öyle doğmaları onların suçu değil."

"Biliyorum," diyerek eşine döndü tamamen ve Mary'nin elini iki elinin içine hapsetti. "Ama herkesin eşit olduğu bir dünyada yaşamanın nasıl bir şey olduğunu merak etmiyor musun? Etrafta uçan kaçan kimselerin olmadığı, suç oranlarının düştüğü bir dünya... onları tamamen yok edeceğim demiyorum, sadece bir tedavi bulmak istiyorum sevgilim. Bunu sevdiklerim güvende olsun diye yapıyorum, bana bencil gözüyle bakabilirsin ama değilim... inan bana." İki elinin arasında tuttuğu eli dudaklarının önüne getirip sıkı sıkı öptü ve uzaklaştırdı. "Seni seviyorum ve hep sevmeye devam edeceğim, yalnızca beni anlamak zorundasın."

Mary, kocasına hak vermek istemese de haklı olduğunu biliyordu ama yine de tüm bu olanları düşününce, masum insanlar üzerinde yapılan araştırmalara tamamen karşıydı.

"Mary, babamın bir tuhaf olduğunu biliyorsun." dedi Marcus.

"Evet..."

"William da olabilir."

Mary yutkunmak zorunda kaldı ve kucağında artık dayanamayıp uyuyakalan oğluna baktı.

"Tuhafların dışlandığı bir dünyada, onun tuhaf olmasını ikimiz de kaldıramayız sevgilim." dedi Marcus. "Ama tabii bu milyonda bir, yani hiçbir şey kesin değil fakat yine de riske atmaya değmez. Olursa olur, olmazsa olmaz..."

"Bu böyle nereye kadar devam edecek peki?" diye sordu Mary. "Oğlumuzun sana ihtiyacı var, bir babaya ihtiyacı var Marcus..." Mary'nin alt dudağı titrer gibi oldu. "Billy sürekli senin fotoğraflarına bakıyor, bana seni soruyor ve ben artık onu ne kadar oyalayabilirim bilmiyorum. Ona sürekli senin kahramanlıklarından, dünyayı kurtaracağından bahsediyorum ama olur da hayal kırıklığına uğrarsa..."

Marcus hızla koltuktan kalktı ve kucağında uykuya dalan oğulları olan Mary'nin önünde dizlerinin üzerine çöktü, iki elini de eşinin dizlerine yerleştirdi ve baş parmaklarıyla usul usul okşadı. "Sevgilim, güzel karım benim... onu asla hayal kırıklığına uğratmayacağım, lütfen inan bana. Biraz zaman gerekiyor. Evet, bu uzun bir süre ama bir gün William da bizi anlayacak, asıl kahraman o olacak." dediğinde, Mary tebessüm etti onun dediklerine. "Ben onun kahramanı olurken, o da çocuklarının kahramanı olur daha iyi ve güvenli bir gelecekte. Tüm bunlar bittiğinde evime temelli döneceğim ve üçümüz mutlu şekilde yaşarız. Hem belli mi olur? Bir çocuğumuz daha olur, hım?"

Mary, Marcus'a hayallerine karşı dolan gözlerine engel olamadı. Bunların yaşanması için can atıyordu, bir yandan da bunların uçuk hayaller olduğunu söyleyen iç sesini duymazdan gelmeye çalışıyordu.

Dışarıdan bir korna sesi duyduklarında, Marcus'un gitme zamanı gelmişti.

"Lütfen inan bana." dedi Marcus, eşinin gözlerinin içine bakarken. "Ve lütfen... oğlumuzun benden nefret etmesine izin verme."

Mary yutkundu. "Ben..."

"Ona şimdiye kadar iyi bir baba olamadım, bunun gayet farkındayım Mary." dedi Marcus. "Ama böyle olması gerekiyor."

Dizlerinin üzerinden kalkıp ayağa dikildiğinde, Mary başını kaldırıp tepesinde dikilen kocasına baktı. İzin vermeyecekti, değerli Billy'sinin babasından nefret etmesine engel olacaktı ve içinde yeşeren umut kırıntılarına güvenecekti. Babasının bir kahraman olduğunu, dünyaya iyi bir gelecek vadettiğini anlatacaktı. Marcus, başını annesinin omzuna yaslamış uyuyan oğlunun gece karası siyah saçlarından öptü ve ardından da yanağından öptü. William, yanağına batan sakallarla gıdıklansa da uyanmadı.

"Umarım bir gün beni affedersin, oğlum."

Marcus, önlerinden çekildiğinde Mary gözlerini yumar yummaz gözyaşlarını serbest bıraktı. İçi kan ağlıyordu, bir yandan kabullenip bir yandan kabullenmeyen kalbi sızım sızım sızlarken yüzünü buruşturmamak için zor tuttu kendisini. Dişlerini alt dudağına geçirdi, kapının açılıp kapanan sesini işitti. Yüzüne vuran ateşin sıcaklığı rahatlamasına sebep olamazken, nereden bilecekti kocasını bir daha göremeyeceğini?

Titrekçe aldığı nefes boğazında tıkılı kaldı, yumrular sırasıyla dizilirken kucağındaki oğlu kıpraştı ve gözlerini araladı. Oğlunun ona aşağıdan baktığını, tıpkı kendisi gibi mavi gözlere sahip olan yavrusuna bakıp gülümsedi ama gözündeki yaşlar hala yanağında yol çiziyordu. Eliyle ona şaşkınca bakan William'ın yanağını okşadı, onu koruyacaktı herkesten. Hem anne, hem baba olacaktı... büyütecekti onu, kılına zarar verilmesine izin vermeyecekti.

"Anne, neden ağlıyorsun?" diye sordu ve etrafına bakındı. "Babam nerede?"

"Dünyayı kurtarmaya gitti." dedi Mary, elinin tersiyle yanaklarını silerken. "Ama yine gelecek, bir gün."

William başını tekrar annesinin omzuna yerleştirdi. "Ya gelmezse?"

"Gelecek, inanıyorum ben."

"Anne biliyor musun, ben bugün devasa bir kuş gördüm."

Mary ona kaşlarını kaldırarak baktı. "Öyle mi?"

"Evet, okuldan eve gelirken bulutların üzerinde uçuyordu ama sonra kayboldu." dediğinde, Mary güldü. "Ama bence o bir kuş değildi."

"Neydi peki?"

"Bir çocuk."

Mary yutkundu. "Ya..."

Bir çocuk... kimseye zararı olmayan, kendi halinde takılan bir çocuk. Tuhafların iyisi de kötüsü vardı, tıpkı insanlar gibi. Tuhaf da olsa, insan da olsa çocuk çocuktu ve birileri tarafından dışlanmayı hak etmiyorlardı. Onlara nazikçe, insanca yaklaşıp tuhafları aralarına kabul etselerdi dünya şimdi çok daha iyi bir yer olabilirdi. Mary düşündü, bulutların üzerindeki çocuğun hayatı nasıl olacaktı?

William kadar şanslı olamayacaktı.

...

Mary?

Marcus?

William?

Bölüm hakkındaki görüşlerinizi alabilirim.

Genesis ᴮˣᴮHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin