Giriş

640 147 73
                                    

Nisan ayının ilk günlerinde; bir insanın, 16 yaşındaki bir kız çocuğunun; en derin ve en karanlık acılarla değişiminin, yavaş yavaş yeniden doğuşunun, bir dünyadan başka bir dünyaya adım adım geçişinin ve o güne dek hiç bilmediği, hiç tanımadığı bir gerçekle tanışmasının öyküsü başlıyordu. Kırlangıç için yaşayabilmek adına, önce ölmek zorunda olduğu zamanlar kapıdaydı...

"Çok sıkı oldu, anne..."

"Çok mu acıdı? Sıkı olmazsa çabuk dağılır saçların." Seher Gökova bir yandan kızının gece siyahı saçlarını örme eylemini sürdürürken, bir yandan da anlık kızının gerçekten canının acıyıp acımadığını anlayabilmek adına eğilip yavrusunun yüzüne baktı. "Otlakta, rüzgârda perişan olursun. Sana yeniden söylüyorum, biraz kestirelim saçlarını."

"Olmaz, babam böyle seviyor," diyerek kati bir tavırla omuz silkti Gülçiçek. "Hiç kestirmeyeceğim. Hem kesilirse babam kime diyecek belikli kızım diye, kimin beliklerini sevecek?" Bir kez daha silkindi omuzları. Kararlıydı, babasının sevmediği hiçbir şeyi yapmazdı. "Kestirmem..."

"İyi, tamam benim inatçı kızım. Girmeyelim babanla aranıza," diyerek gülümsedi Seher Gökova. Evlatları ile babalarının birbirileri arasındaki bağ, gönlünü hem yumuşak tutandı. "O zaman saçlar sıkı olacak, hiç itiraz yok. Dağılınca deli kızlara benziyorsun, yüzün görülmüyor ama bende kızımın badem gözlerini sürekli göreyim istiyorum..."

Henüz yeni 16 yaşına basmış olan Gülçiçek Gökova, güney illerinin birine bağlı küçük bir kasabanın dağ köyünde, uzun simsiyah saçlarını iki yanından süzülen birer belik halinde toplamış, çok sevdiği otlaklardan hayvanları toplamak için hazırlanıyordu. Küçük kardeşi Halil, ablası Zeynep ve kendisi; hafta sonları bu küçük kasabaya gelip hayvancılıkla uğraşan ailesine yardım ediyorlardı.

Gülçiçek, alışamamıştı kasabada yaşamaya... O; dağların kekik kokuları arasında dolaşmayı, yüksek kayaların arasında bulduğu bir ağacın gölgesinde hayaller kurmayı, rüzgârın yüzünü ve saçlarını özgürce okşamasını, yeşilin uçsuz bucaksız derinliklerini, çam ağaçlarının dikenli yapraklarından halka kolyeler yapmayı, kozalaklarla oyunlar oynamayı seviyordu.

Özgürlüğü, bu dağların ona verdiği özgürlük hissini seviyordu. Duvarları taştan olan küçük, toprak damlı evlerini, biraz aşağısında yaptıkları küçük bahçeden domates koparmayı, tazecik salatalığı kopardığında burnuna gelen o keskin kokuyu seviyordu. Akşam güneşi batmadan meşe ağacı kökü toplamak için kardeşleriyle ormana girmeyi sevdiği kadar seviyordu o meşe köklerinden çıkan kor ateşler üzerinde pişirilen yemeği ve ekmeği...

Babasının badem gözlü, belikli kızıydı Gülçiçek. Sık sık bu dağlarda olabilmek için gerçekleştirdiği coşkulu itirazlarına, isyanlarına; babası gülerek karşılık veriyor, "Senin adını dağlar kızı Reyhan koymalıymışım," diye şakayla karışık onu kızdırıyordu ama o her zaman babasının Gülçiçek, gül kızıydı. Utandığında ya da öfkelendiğinde açıyordu kırmızı gülleri yanaklarında.

Hüseyin ve Seher Gökova'nın ortanca kızıydı Gülçiçek. Hafta içi kardeşi Halil ile kasabadaki okula devam eden, hafta sonu arkasına bakmadan dağlarına koşan, bembeyaz tenli ve zifiri karanlıkları andıran saçlarıyla henüz 16 yaşındaydı. Ama onu güzel kılan babasının da sık sık söylediği gibi neşeyle bakan badem gibi iri ve güzel gözleri, parlak zekâsı, dağları çınlatan çocuk kahkahalarıydı.

Gülçiçek babasına söz vermişti. Bu yüzden hiç sevmese de kasabaya gidip okulunu bitirmeye çalışıyordu. Okulu seviyordu ama kasaba içinde kendini kafese kapatılmış gibi hissediyordu. Hüseyin Gökova çok istemesine rağmen kendisi okuyamamıştı. Bu yüzden özellikle Gülçiçek okumalı diyordu eşine. Gülçiçek'in zekâsı, inancı, hayatla yarışı, ona; kırışıklıklarla dolu yüzünü aydınlatan bir canlılık veriyordu. Çalışmaktan nasır tutmuş elleriyle kızının saçlarını okşarken, uyurken seyrederken, Gülçiçek'in bir gün çok daha güzel yerlerde olmasını hayal ediyordu hep.

Kırlangıç FırtınasıHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin