🗡️2. KİTAP| 11. BÖLÜM 🗡️

1K 77 32
                                    

"2. KISIM"

Et... yanık et kokusu masadaki konuşmaları bastırdı. Ensemdeki tüyleri diken diken edip soğuk bir tere boğan kokunun yerini derin, çaresiz gözlere bıraktığın oda etrafımda dönmeye başladı. Bunlar ormandaki adamın çığlık atan gözleriydi ama titreşip kaybolduğundan bu kez Maisa'nın gözleri yerini aldı.

Masanın kenarlarını sertçe kavradım. Ciğerlerim öyle nefesiz kalmıştı ki baş dönmesi kısa sürede önemsiz bir detaya dönüştü. Gözlerimi kıstım, masanın etrafındaki yüzlere tek tek baktım. Hayal olmayacak kadar gerçekçi bu koku belki onlardan birinden geliyordu.

Hayır hayır!

Koku kafamın içinden geliyordu ve çığlıklar, bağışlar tam da Maisa'nın idam edildiği gündeki yoldan çıkmış kalabalktan geliyordu. Ama idam alanının ortasında duran, bacakları ve kolları iki kalın halatla gerilen çürüklerle dolu beden benimdi. Ağzında salya akıtan aç, vahşi köpekler benim için havlıyordu. Dişlerinin geçirmeye hazırlandıkları et benimkiydi.

Göğsüm yanmaya, boğazım sıkışmaya başladı. Midemdeki baskı yüzünden kusmak üzereymiş gibi hissediyordum.

Sadece birkaç dakika buna direnebildim. Bunu yapmaya çalışırken gerçekten, bir ara masadaki konuşmaları duyar gibi olmuştum. Nikkal, yine sinirlenmişti ve masaya sertçe vurunca içinde dönüp durduğum buhranı unutmamı bile sağlamıştı. Tabii sandalyeden kayıp yeri boyladığımı anlayacak kadar vaktim olmuştu. Karanlık her yeri kuşattığında rahatlayacağımdan o kadar emindim ki sütunlarla kaplı yüksek bir alanda gözlerimi açtığımda sert hava boğazımı yakmıştı.

Kafamın içinde dönüp kıvrılan, hareket eden sesler ve kokular hiç var olmamış gibi derin bir sessizliğe gömülmüştü. Bundan memnundum, çünkü zihnim daha netti ve algılarım canlıydı. Nefeslerim daha düzenli ve sakindi.

Etrafımda döndüm.

Yüksek kemerli, çember şeklinde bir kubbenin altında duruyordum. Altı tane sütun çevresini kuşatmıştı. Kubbenin etrafını saran, başlarına akantus yapraklarıyla süslendiği ve bir kaide üzerine oturtturulan beyaz, sert kıvrımlara sahip sütunların etrafını altın renginde sarmaşıklar kuşatmıştı. Sütun başlıklarında çiçek motifleri rahatça seçilebiliyordu.

Gözlerimin seçebildiği en uzak noktaya kadar her şey, küf kokan bir beyazlık içinde tuhaf bir şekilde rahatsız edici görünüyordu. Hiçbir şey yoktu. Sadece düz ve pürüzsüz bir zemin dışında ve tabii ki altında durduğum çarpık mimarisiyle göz yaran kubbeli kemer dışında hiçbir şey yoktu. En ufak bir ses, uğuldama dahi yoktu. Çığlık atma isteğiyle boğuştum. Bunun başıma bela açmayacağından emin olmadığım için yapmadım. Hoş, yine de kendimi çıplak hissediyordum. Bu saldırgan beyazlığın içinde beni izleyen biri ya da birilerinin olduğunu düşünmeden edemiyordum.

Boğazımda ekşi bir tat yükselmeye başladı. Bozulmuş süt belki daha doğruydu bu tat için. Midemdeki o burkulma şiddetli bir şekilde geri dönmüştü ve bu kez, bir öncekinden daha kötü baskı yapıyordu.

Soğuk terler dökmeye başlamıştım. Issızlık ve elle tutulur bir gerginlik ortama çökmüştü.

Kubbenin altından ayrıldım. İyi bir fikir olup olmaması umurumda değildi. Yutkundum. Bir şeyler yapma isteğine karşı koyamadım. Buradan çıkmak için bir yol aramak gibi. Hâlâ sağlıklı düşünebiliyorken bunun yapabilmek. İçimde büyümeye başlayan dehşet kısa sürede beni tüketecekti.

Boynumu arkaya yaptırınca gökyüzü, yeryüzünün aksine karnıma sert bir yumruk etkisi yaratan sinsi ve yoğun bir karanlıktan ibareti.

Olamaz. Lanet olsun. Olamaz.

ATEŞ ORDUSU | DÜZENLENİYORHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin