🗡️2. KİTAP| 9. BÖLÜM🗡️

1.3K 149 55
                                    




Sırıtmdan aşağıya akan soğuk ürpertinin yerini bırakamasını istediğim tatlı hissler ölüydü. Bunun için yapacak bir şeyim yoktu. İçinde kaldığım kalenin nemli taş duvarlarının benden sakladığı öte de yeterince ölü vardı ve bu midemin burkulmasına sebep oluyordu. Ekşi bayat bir tat dilimin altında birikmişti. Onu yutamadığım için ağzımda biriken yoğun sıvı dudaklarımın kenarında yastığa akıyordu ve Üstat, temiz bir bezle her gün silmeyi bıraktığından beri bu kötü bir kokuya sebep oluyordu. Bu tam olarak, savaşta ona çok fazla ihtiyaç duyulmaya başladığından beri böyleydi. Islak pis bir zeminde sayısız darbe içinde acıyla kıvranan onlarca asker yatarken cibinlikli yatakta uzanan bir kadını sanırım arka plana atamanın pek de zararı yoktu.

Odayı karanlığa boğan perde, dün akşam saatlerinde uçan alevli bir okla tutmuştu ve kısa sürede yanmıştı. Kemerli yüksek pencerenin uzun iç duvarının üzerine perdeden geriye kalan yanıklar dağılmıştı ve perdenin kumaşından dolayı yanmaktan çok eriyen perde, kenarlardan akmıştı. Kuruduğunda sertleşmişti ve ben pencereye yakın herhangi bir halı ya da başka bir kumaş olmadığı için diri diri yanmaktan kurulmuştum. Tabii tüm o savaş süreci boyunca birkaç ok daha içeri fırlamıştı. Mazgala çarptılar ve geri sekip aşağıya uçtular. Bir kere büyükçe bir taş yan taraftaki duvara çarptığında gölgede kalan kısımlardaki görmediğim raflar yere devrilmişti, eşyalar kırmızı dokuma halının üzerine saçılmıştı. Bunlar koyu renk ciltli ve epey kalın kitaplardı.

Duvardaki yarım çember biçimindeki çıkıntılara konulan mumlar çoktan eriyip bitmişti. O perde yanıp düşene kadar uzun süre karanlığın içinde tutsak kalmıştım. İçeri dolan çığlıklarla, haykırışlarla ve bağrışlarla hep ikinci, üçüncü ve diğer kişilerle savaşın içinde yer aldım ve bu asla yalnız hissettirmedi. Bu yüzden onların ölüm şekilleri kafamın içinde canlanmaya başladığında aklımı toplayacak dirayeti çoktan kaybetmiştim.

Kimisi acı dolu bir inleme, kimisi yüksek sesli bir küfür ya da zafer haykırışıydı. En çok da vücutlarını bir şey deldiği an çıkardıkları boğuk seslerdi. Gırtlaklarından taşan kan soluk borularını tıkıyor ve onları boğduktan sonra aşağıya, mideye akıyordu ve karın boşluğunda birikmeye başlıyordu. Ceset çürümeye başladıktan sonra midede pıhtılaşan kan gaz üretecekti ve bu da deriyi aşındırarak leşler için işleri kolaylaştıracaktı. Tıpkı diğer tüm dokulardaki kanlar gibi. Bunları düşünmek beni endişelendiriyordu, çünkü kafamın içindeki yığınlar dışardaki gerçeklikten daha korkunç bir hâl almaya başlamıştı.

Kapının gıcırtısını duyduğum esnada yataktan kalkmak için uğraş vermekle meşguldüm. Birden beklemediğim anda Marcus'un kurumuş kan ve başka şeylerle kaplı yüzündeki koyu derinliksiz yorgun gözleriyle karşılaşınca yatağa nasıl geri düştüğümü anlamadım. İri cussesi iki büklüm, yalnızca kollarındaki adamların merhametine kalmış bir güçle ayakta duruyordu. Darmadağın hale gelen koyu siyah saçları ıslaktı. Zırhında meydana gelen sayısız darbe yüzünden o fazla berbat bir haldeydi. Bunun göğüsümü sıkıştımasına ve dünyanın ayaklarımın altında ipe bağlanan çember gibi dönmesine sebep oldu.

"Yüce Yaratıcı merhamet et! Ona ne oldu?" Ayağa fırlamama engel olan kanatlara sağlam bir küfür savurdum. Onlar içeri girmeden önce kendime bunu yapabileceğime yeterince ikna etmiştim. Bir ilerleme, lanet küçük bir ilerleme olmalıydı. Tüyler çıkmıştı ve yeterince büyüdüklerine karar vermiştim. Şimdi bana yardımcı olma sırası ondaydı.

Marcus'un irislerini çevreleyen kırmızı ince çizgiler parladı. Bilinci hâlâ yerindeydi ve görmeye çalıştığı tek şey bendim. Sadece bu mücadele için bile o acıyla inledi. Dudakları yavaşça kıpırdadı ama anlamlı kelimeler yerine yine acı dolu bir inleme döküldü ve bu hisslerimi dalgalandırıyordu.

ATEŞ ORDUSU | DÜZENLENİYORHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin