Oops! Bu görüntü içerik kurallarımıza uymuyor. Yayımlamaya devam etmek için görüntüyü kaldırmayı ya da başka bir görüntü yüklemeyi deneyin.
Yazardan....
Yeni kazınmış toprak kokuyordu. Ya da yağmurdan sonraki çatlaklar dolu kuru toprak. Başının üzerinde dönerek ileri fırlayan ateş okunu uyuşmuş gözleriyle takip ederken neden dikildiğine bir anlam vermekten uzaktı. Belki de neye benzediği hakkında hiçbir fikri olmayan bu kokunun -toprak korkusunun onu başka şeyler düşünmesine izin vermediğindendir. Emin olamıyordu. Lânet olsun ki uğuldayan sesler, yükselen feryatlar, zemini hınçla döven yağmurun sert toynakları etrafında dönen vahşete deri oluyordu ve o bu derinin içinde şekil almaktan nefret ediyordu.
Daha iyi günleri de olmuştu. Belki birkaç yıldır bunu düşünüp durmak yaptığı harika şeylerden biri olabilirdi. Kızların ona bakarken naif eldivenli ellerinin arkasında sakladıkları dudaklarında dökülen kıkırtılar, surun diğer tarafındaki mancınıktan ileri atılan kayanın yardığı buzdan surun gümbürtüsünü bile bastırmıştı. Onları bir ahenkti onun için. Çığlıkların çalan güzel bir şarkı olduğunu düşledi. Onun başa çıkma yolu için kim yüzüne tükürebilirdi? Çamur ve kan kaplı dudaklarında kahkaha koparken kolu ve belinin arasından fırlayan ok için durup bekledi ve bu kez o dudakları yanık bir koku sardı.
Ondan üç metre uzaklıkta açılan yarıktan bir adam şehrin iç tarafına geçti. Sonra bir başkası onu takip etti. Hepsi çok hızlıydı. Onları takip etmesine imkan yoktu. Kaynatılmış deri üzerine geçirdikleri zırhları gözünü korkutmuştu. Adamların miğferlerinin içine gizledikleri yüzlerindeki acımasız gözlerin onu gördüğünü biliyordu. Önüne gelen herkesi deşiyor, kesiyor ve parçalara ayırıyorlardı. Frenstis, merkezdi. Unutulmuş bir merkez için sağduyusunuayakklarının dibine tükürdü.Soğukkanlılığı içinde tükürdü.
Hayır hayır.
Tükürmesinin sebebi bu değildi.
Az önce kalın ve en az sekiz santim uzunluğunda boynuzları olan bir koç, ona saldırmıştı. Savaşın getirdiğı baş döndürücü kargaşanın içinde nereye gittiğini bilemeyen ahmak bir koçtu. Hayvanın beyaz yünü kan içinde kalmıştı ve eh, biraz da inek dışkısına. Frentis yere yuvarlandığında koçun arka bacağı göbek deliğinin hemen üstüne ve sağ ön ayağı da tam boğaz çukuruna denk gelmişti. Nefesini kaybedişi ile baygınlık arasında yağmur onu dövmeye devam etmişti.
Ağzına dolan pislikleri temizlemek için tükürmüştü. Defalarca kez yapmıştı bunu. Birkaç kez de Kraliçenin topraklarına gelirken Kral Dean'ın ona zorla yedirdiği ton balığını kusmuştu. Ağzının içindeki pislikten sonunda kurtulmuştu ama kokusu -lanet kokusu hâlâ onu rahatız ediyordu.
Geriye doğru sendelerken alevlerin tutuşturduğu bir adam feryatlar içinde yanında koştuğunda Frentis kaskatı kesildi. Ona yardım etmesi gerektiğini biliyordu, zor olmamalıydı. Şurada, birkaç cesedini tepecik oluşturduğu yığının yanında bir kuyu vardı. Oraya gidip su alabilirdi ama Frentis kendini işeyaramaz olmanın dışında başka bir şey olarak hayal edemiyordu. Tatlı annesinin hatırları...