✓CEHALET SANDIKLARINA SAKLANAN KURU TOHUMLAR

2.7K 360 89
                                    

Taht odasının kapısı iki muhafız tarafından açılırken başımı öne eğip yere ritmik hareketlerle vurduğum ayağımın hareketlerini takip ediyordum. Bir yandan da gözüm yavaşça açılan kapıdaydı. Sonunda açıldığında tedirgin ve korktuğumu anlamaması için çenemi dikleştirdim ve kararlı adımlarla içeri girdim.

Kral ile göz göze gelmeden önce muhafızların bizi yalnız bırakmasını bekledim. Başımı kaldırdığımda kral tahtında oturmuyordu. Onun yerine geride küçük bir masanın başına kurulmuş önüne ki kum saatini bakıyordu. İçinde ki toprak ne tür bir bir şeydi bilmiyorum ama bir tarafı koyu, kan kadar kırmızı, diğeri tarafı da uçsuz bucaksız bir gökyüzü kadar mavi renkte toprak vardı ve bir diğerinin üstüne akarken asla birbirine karışmıyorlardı. Onu hayranlıkla izlerken salonun ortasında ki çemberin ortasına doğru yürüdüm. Lillesol, kral konuşana kadar ağzımı açmamam gerektiğini tembihlemişti ve ben de onu dinliyordum. Yeterince gergin olduğum için ne söylemem gerektiği konusunda zaten ağzımı açtığım an bocalayacaktım. En doğrusu, kralın sözü ele alıp gitmesiydi ve benden ne istediği konusunda merakla onu dinleyip duruma uygun bir davranış sergileyecektim.

Yavaşça oturduğu yerden kalkınca yutkunmadan edemedim. Kral, hiç kimse de görmediğim bir zalimliği üstüne kumaş gibi geçiriyor gibiydi. Otorite kurmakta üstüne duracak bir baş tanımıyordum. Hiç kuşku yok ki o başın sonu yerde yuvarlanmak olurdu.

Onu ilk gördüğüm andan beri hep birine benzetiyordum. Kim olduğunu düşüncelerimin arasında bir türlü ulaşamıyordum. Ama dün gece Lillesol, Doğu Muhafız Kralı ile ikiz olduklarını söylediğinde hayretler içinde kalmıştı. Hikaye de ki ikiz krallar, parçalanmış bir ülkenin iki bucağına hükmediyordu. Bazen prens Marcus'un, Aidan'nın tahta çıkmasını neden bu kadar istemediğini çok merak ederdim. Sonuçta orası, Doğu Muhafız krallığıydı, ayrı bir ülkeydi. Onun zoruna giden, kral amcasının tahtını üçüncü kuşaktan doğan bir erkek çocuğunun oturmasını istemesiydi. Böylece bir kaç yüz yıl daha hem Batı hem de Doğu Gorha aynı kanı taşıyan krallar tarafından yönetilecekti. Kimse tek ülke olması için de yanaşmayı tercih etmiyordu. Çünkü bir yere kadar ulaşan kan bağı, bir süre sonra taht oyuna uzanıyordu ve kimse o kısıma kadar elini uzatmaya cesaret edemiyordu.

Doğu Gorha'da ,prens Marcus'u gördüğümde onu sözü edilen damat sanmıştım. Ama çok sonra küçük bir ziyaret için orada bulunduğunu öğrendim. Hiçbir zaman tesadüflere inanmam. O gün onunla karşılaşmamız tesadüf olamazdı. Kan kanı çeker.... İşte bir Muhafız ve Savaşçı arasında ki bağ,bu kadar güçlüydü.

Kral, basamakları ağır bir şekilde indi ve keskin gözlerini bir an üstümden çekmeden gelip tahtına kuruldu. Ağır pelerini ve altın-gümüş tacının altında yenilmez göründüğünü kabul etmem gerekiyordu. Çok fazla Marcus'u anımsatıyordu. Özellikle şimdi başını hafif sağ omzuna yatırıp beni incelemeye başladığında bir an orada oturan kişinin Marcus'un gölgesi olduğunu düşünüp irkildim.

Tok ve kalın sesiyle,"Soyadını bana bahşeder misin?"diye sordu. Nezaket, içine küçük görme girince kör bir bıçaktan çok ucu alev alev yanan bir okun kalbe saplanmasına beziyordu.

Gözlerimi kıstım. "Zaten bildiğinizi düşünüyorum."

"Sadece senden bir kez daha duymak istiyorum." O ki sarayına adım atan bir yabancı hakkında hiçbir bir bilgiye sahip olmayacak bir adam değildi Daha o günün gecesi,bir adam odama girmiş,soyum sopuma kadar uzanan her şeyi sormuştu. Eksik bırakmaya çalıştığım yerler olmuştu. Ve hâlâ boşlardı ve kimse farkında varmamıştı. Henüz...

"Wizard,"

"Tam ismini,"

Göğsümü kabartan bir nefesle,"Elise Maral Wizard," dedim. Soluğum son harfle etrafa dağıldı ve bir tür ağırlığa dönüşüp omuzuma bindi.

ATEŞ ORDUSU | DÜZENLENİYORHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin