Bir süre etrafa bakınıyormuş gibi davrandı. "Benim odadan çok farklı değil."

"Aynı otel olduğundandır?"

Söylediği şeyi anlamamışım gibi iç çekti. "Ne yapıyordun tek başına?"

Bu sohbeti neden yaptığımızı anlamadığım için aşırı stresleniyordum. Odamda dolanıyordu ve sanki inine girilmiş hayvan gerginliğiyle onun her hareketini izliyordum. Onun ise umrumda bile değildi, etrafa göz atıyor, perdeyi aralayıp dışarıyı seyrediyordu. Gözleri seğirip havadaki gerilimden boğulan tek kişi bendim. Derin bir nefes aldım. "Uyumaya hazırlanıyordum." Diye yalan söyledim. Böylece aramızdaki bu gereksiz sohbetin uzamamasını umuyordum.

Yatağıma doğru yürüdü ve yüz yüze geldiğimizde yutkundum. Elleri havaya kalktığında refleks olarak gözlerimi kapattım. Neden bunu yaptığımı bile bilmiyordum, pekala onu çok iyi tanımıyordum çünkü birçok sebepten ötürü aramızda müthiş bir gerginlik vardı, yine de bana vurmayacağını biliyordum. Hemen gözlerimi açtım ve hala bana baktığını görünce utançtan ne yapacağımı şaşırdım. Harika, şimdi de bu problemi çözmem gerekiyordu!

Minho, "Bu jelatinler ne?" diye sordu. Az önceki tepkimi sorgulamadığı için şükür ederek:

"Kitap almıştım. Onların."

Yatağın üzerindeki jelatinleri toplayıp eliyle yatağımı düzeltti. "Pekala, ben gidiyorum. Bunları çöpe atacağım."

Kafamı salladım. Antreye doğru döndüğünde kafamı duvarlara vurma isteğimi bastırmaya çalışıyordum ki bir anda çöpte bana verdiği içeceğin bir gram bile azalmamış bir halde durduğunu hatırladım. Panikleyerek, "Hyung!" diye bağırdım. Ne söyleyeceğim hakkında gram fikrim yoktu. Ancak onu korkutmayı başarmıştım çünkü antreye doğru döndüğümde yerinden sıçrayarak kocaman gözleriyle bana döndü. Ağzı hafif aralanmıştı. Videodaki bana bakışı gözümün önünde oynamaya başladı. Görüntüye odaklanmadan dikkatini çöpten çekecek bir şey söylemeye çalıştım. "Sen bir şeyler yedin mi?"

"Ne?"

Elindeki jelatinleri alıp el çabukluğuyla çöpe tıkıştırdım. Panik olmamım tek sebebi salaklığımdandı. Görse bile bir şey diyeceğini zannetmiyordum. "Ben henüz bir şey yemedim. Beraber yemek ister misin?" dedim. Ondan odamdan gitmesi için yalvar yakar halimin sonucu geldiğimiz nokta buydu.

Bir an için gözlerinin ışıldadığına yemin edebilirim. "Uyuyacağını sanıyordum."

Kıkırdadım. "Hyung, gelmek istemiyorsan söylemen yeter-"

"Hayır! Geleceğim." Geriye doğru yürüdü ve bakışlarını üzerimden çekmeden kapı koluna ulaşmaya çalıştı. Bu kadar heyecanlanmasına sebep olan şey gerçekten benimle yemek yemeğe çıkması mıydı? "Ah, bana bir dakika ver. Üzerime bir şey alıp geliyorum." Aceleyle odadan çıktığında kafam karmakarışık arkasından baktım sadece.

İç çekerek şapkamı taktım ve sadece yemeği ye ve odaya geri dön diye kendimi telkin ederken buldum. Kalbimin bu kadar hızlı atması midemi bulandırıyordu ama bunu görmezden geldim.

Odamdan çıktığımda aceleyle odasından çıkan Minho ile karşılaştım. Maskesini ve şapkasını takmıştı ve üzerine sadece bir kot ceket almıştı. Yükselip alçalan göğsüne baktım ve hiçbir anlam yüklememeyi zibilyonuncu kez kendimi hatırlatırken asansörü çağırdım.

"Ne yiyelim?" diye sordum. "Otelde yiyebiliriz aslında-"

"Kesinlikle olmaz. Dışarı çıkmalıyız."

Sesindeki çocuksu neşe bütün dikkatimi ona vermeme neden olacak kadar göz önündeydi. Suratını maske ve şapkayla kapatmış olabilirdi ama kocaman sırıtışını on metre öteden hissedebiliyordum. İçimdeki salak bir taraf bunun benimle ilgili olduğunu düşünüp sevinç seline yakalanmak konusunda ısrarcıydı ama elimden geldiğince onu susturdum.

it's your life to ruin | minsungWhere stories live. Discover now