"Arzulayan ama eyleme geçemeyen kişi ancak hastalık doğurur." diyor Oscar Wilde. Henüz on beş yaşında bu dizelerle tanışan ben, o günden bugüne kaç bin çeşit hastalık doğurduğumun muhasebesini yapamıyorum. Ha on beş, ha yirmi, ha otuz yaşımda ne olayım ben hiç değişmiyorum. Yeni yeni hastalıklar doğuruyor yaralı bedenim, ne ölüm kıyısında yer var bana ne yaşam teknesi alıyor beni kanatlarının altına. Lâkin bunca hastalığın arasında en büyük arzum, en büyük hastalığım olan sen, beni on beş yaşındaki o çocuğun kafa karışıklığını giderecek kadar büyük bir hastalıkla tanıştırıyorsun. Duygular.
Sana ne zaman beni hasta ettiğini söylesem gülerdin bana. Yine ucuz bir edebiyat safsatası uydurduğumu söylerdin. Ellerimin titremesine bile gülerdin sen. Oysa benim ellerim yalnız senin yanında titrer, gözlerim yalnız senin yanında görür, ağzım yalnız senin yanında açılırdı. Hoş, bunları sana söylesem, sen bunlara da gülerdin. Gülmediğin zamanlar da olurdu. Ciddi desem değil, depresif desem değil. Uzak. Sanki aramızda bir karış adım değil, bir galaksi varmış gibi uzak. Gözlerindeki boşluk beni yutardı. Beni dinlerdin, bunu bilirdim. Ama anlamazdın beni. Bazı zamanlar ise hiddetin alır götürürdü kelimelerimi. Ağzından zehir saçardın, panzehirin yoktu. Yarım kalırdım karşında. Saçlarını yolardın karşımda. Ellerini tutamazdım. Sesini özlerdim. Seninin yumuşak tınısını özler de duyamazdım. Uzanırdım, dokunamazdım. Parmak uçlarımda cehennem. Yakardın beni. Şefkatli olduğun da olurdu. Gözlerin tenimi okşardı, ellerimi tutardın. Böyle zamanlarda ne kadar güzel olduğumu söylerdin bana. Kollarındaki dikenleri yoklardı parmak uçlarım bedenime sarılırken, bulamazdım. Yine de alışmazdım bu hallerine. Çünkü bilirdim, ne zaman değişeceğini kendin bile bilmezdin.
İlk tanıştığımız günlerde ben sadece patronunun yakın akrabasaydım, sen ise halamın parlak çalışanlarından biri. Neden, nasıl diyemeden Jeongguk ve Taehyung olduk birbirimize. Şimdi düşünüyorum da biz belki de hep öyleydik. Bana ben çok karışığım dediğinde kaçıp gitmediğim günden beri böyleyiz. Belki de kaçıp gitmeliydim. Bir şeyleri değiştir miydi bu, diye sorduğunu düşleyebiliyorum. Haklısın, değiştirmezdi. Bu hastalığın bir çaresi yok.
Neden mühendis olduğunu sormuştum bir gün sana. Bana aslında hiçbir şey olmak istemediğini ama yaşadığın müddetçe bir şeyler olmaya çalışman gerektiği düşüncesiyle kendini bu konumda bulduğunu söylemiştin. O an seninle aynı olduğumuz yanılgısına kapılmıştım. Sen ve ben her bakımdan çok farklıydık. Çünkü sen hep değişiyordun fakat ben hep aynıydım. Sana ayak uydurabileceğimi sanmam en büyük aptallığımdı.
Geçirdiğimiz onca yılda ne seni çözebildim ne düşünme şeklini. Fakat intihara meyilin olmadığına eminim. Sen yaşamayı seviyordun ama nasıl yaşaman gerektiğini bilmiyordun. En az benim kadar sen de kendini tanımıyordun. Bu yüzden seni hiç kaybetmeyeceğim yanılgısına düştüm. Annemin kaderini yaşamayacağımı düşündüm. Ölmediğin sürece gittiğin her yere gelirim sanırıyordum. Ben kayıp bir ruhun takip edilemeyeceğini öğrendim.
Her şeye rağmen fikrimce severdin beni. Herkes tek bir yönünü bilirken beni binlerce yönünle tanıştırdın. Ellerimi bile tuttun benim. Her şeyimi seninle paylaşsam bile bu fikrimi hiç paylaşmadım seninle. Korktum. Hangi tepkiyi alacağımı kestiremediğim için yüzleşemedim hiç seninle. Normalde seni suçlamayı çok isterdim ama şimdi neden en büyük hastalığım olduğunun bilincine vardıkça suçun kimde olduğunu daha iyi görüyorum.
Bir yılbaşı gecesiydi, ikimiz de fazlasıyla sakindik. Bana sanki dünyanın sonuymuş gibi kar yağdığını söylemiştin, o an bunu ne kadar arzuladığımı sana hiç söyleyemedim.
Haziran sabahlarından birindeydik, yine cinnetin mantığının yollarını kesmiş her yeri birbirine katıyordun. O gün seni öylece izlemek yerine sana sarılmadığım için ne denli pişman olduğumu sana hiç söyleyemedim.