İşittim ki, kibir ile sarhoş bir mağrur, kapısına gelen bir fakire bir şey vermediği gibi, onu payladı, kapıyı yüzüne kapattı. Zavallı fakir içlendi; bir tarafa çekildi, oturdu. Ciğeri yanmağa, soğuk ahlar çekmeğe başladı. Bir kör, o fakirin meyus, mahzun olduğunu duydu. Kalktı, yanına geldi, niçin böyle mustarip olduğunu sordu. Fakir başına geleni anlattı. Kör, o fakire teselli verdi. Müteessir olma, gel bu gece benim evimde yemek ye, diye ricada bulundu. Onu çok memnun etti.
Fakir, karnı doyduktan, gönlü hoş olduktan sonra: “Kadir Mevlâ, senin gözünü açsın” diye dua etti. Gece olunca, körün gözlerinden birkaç damla yaş damladı, sonra birdenbire gözleri açıldı. Dünya’yı görmeğe başladı. Bu haber şehrin içine yayıldı. Şehir çalkalandı. Bu haberi fakiri kapısından azarlayıp kovan taş yürekli insan da duydu. İşi anlamak için, kalktı gitti, gözü açılan kör ile görüştü ve: “Çok talihin varmış. Bu müşkül iş nasıl oldu da kolaylıkla vücûda geldi, gözünü kim açtı” diye suâl etti.
Gözü açılan kimse: “Hey cefakâr adam, sen talihsiz, kısa görüşlü, fikri gevşek, çürük bir adammışsın. Öyle mübârek bir fakiri azarladın, mahzun ettin. Hüma kuşunu bıraktın, baykuş ile meşgul oldun. Gözümün kapısını, senin yüzüne kapıyı kapadığın kimse açtı” dedi.
Arkadaş! İyilerin bastıkları toprak tutyadır. O toprak göz açar, o toprağı öpmek lâzımdır. Fakat gönlü, gözü kör insanlar o tutyadan gâfildir. Kıymetini bilmezler. Bedbaht mağrur, gözü açılan kimseden bu hikâyeyi işitince: “Kendime yazık ettim. O, bir şehbaz imiş, avlayamadım, sen avladın. Bir devlet imiş; bana değil, sana nasip oldu” diye haset etti, nedamet parmağını ısırdı.
Dişini sıçan gibi hırsa batırmış kimse, koca doğanı nasıl avlayabilir.