Yatağımı toplayıp annemin döşekler için ayırdığı yere götürüp koydum. İnsan ölüsü gibilerdi, o kadar ağırlardı ki küçükken annem bunları tek tek kuzenlerimize ve bize nasıl getirip hazırlıyordu anlamıyordum. Neyse ki biraz büyüdükten sonra artık kendi başıma sermeye başlamıştım.
"Bugün dışarı çıkabilir miyiz ana?" küçük kardeşimin sesini duyduğumda mutfağa doğru ilerledim. Yerlerde büyük halılarımız olmasına rağmen hâlâ soğuk geliyordu, ayağım donmuştu.
"Babaya ya da abiye sorun." dedi annem demliğin içine üç kaşık kaçak çay koyarken. Mutfağa girdiğimde kardeşlerim benimle göz göze geldi ve bu sefer hedefleri ben oldum.
"Abi bugün dışarı çıkabilir miyiz? Kapının önüne?" hevesle sordu, hevesini kırmak istemiyordum ama dün buraya geldiğimizde gördüm ki bütün çocuklar hep bu tarafta oynuyordu. Onlar ise Türkçe'yi konuşamıyor, tek tük kelimeler söyleyebiliyorlardı. Aynı anne ve babam gibi.
"Arka bahçeye çıkın orada oynayın, şimdilik." dediğimde yüzleri asılmıştı ama ben onları gelirken uyardığım için fazla üstelemediler.
Sırtımı kaşıyıp esneyerek buzdolabına gittim ve kapağını açtım. Birkaç turşu ve kurutmalık dışında hiçbir şey yoktu. Dudağımı yalayıp kapağı kapattım.
"Anne ben markete gidip biraz kahvaltılık alayım." dedim, annem kafasını salladı.
"Abi ben de geleyim, ne olur?" en küçüğü tam dibime gelmiş kafasını kaldırarak yüzüme bakıyordu. Bu kırmızı yanaklıya dayanamıyordum.
"De haydi gel." Türkçe konuştuğum şeyi direkt anlamıştı ve belime sarılıp ayrıldı ve kapıya koştu.
"Elinden tut, kaybolur." annem sanki gizli bir şey söylüyordu, kafamı salladım.
"Merak etme." dedim ve çoktan ayakkabısını ve yeşil örgülü hırkasını giyinen çocuğun yanına gittim. Ayakkabımı giyinip üzerime de ince montumu aldım ve dışarı çıktım
Zeynel'in elinden sıkıca tutup buraya gelirken gördüğüm küçük markete doğru ilerledim. Bu saatte çocuklar çıkmış oyun oynuyorlardı, yanımda ki çocuk da onlara özenerek bakıyordu.
Kahvehanenin önünden geçerken bazı bakışlar bize döndü, aynı memleketimizden buraya kaçmamıza sebep olan bakışlar gibi. Tek fark, buradakiler bizi dilimizden vuruyorlardı.
"Caner abi, istediğim bir şeyi alayım mı?" dikkatimi dağıtan Zeynel'in sesi olmuştu.
"Alabilirsin ama diğerlerine de al."
O hevesle kafasını salladı, küçük markete vardığımızda Zeynel içeri hevesle girdi ve elimi bıraktı. Uyardım ama işte bir çocuğa ne kadar söz geçirebilirdin ki?
Kasada duran adam ile göz göze geldiğimizde selam vermek amaçlı kafamı eğdim ama o gözlerini benden çevirip önünde ki kağıtlara geri döndü. Yutkunup dudaklarımı birbirine bastırdım ve derin bir nefes alıp marketin içlerine ilerledim.
Biraz peynir, zeytin alırken markete giren çıkan insanlara arada bir bakıyordum. En sonunda dün geldiğimizde kahvenin önünde bize sertçe bakan adam geldiğinde kafamı çevirdim. Benden bir, iki yaş büyük gibiydi.
"Buyur Kürşat reis." az önce selamımı almayan market sahibi oturduğu yerden kalkıp,kendinden küçük olan ülkücü bıyıklı adama saygı göstermişti.
"İki tane lark versene." adının Kürşat olduğunu öğrendiğim kişi parayı uzatıp iki saniye gözlerini ovdu. Üzerinde beyaz gömleği, altında ise siyah pantolonu vardı.
"Al reis." diye uzattı, Kürşat tam uzanıp sigarayı alacaktı ki gözleri bana değdi. Kaşları çatılırken saniyeler içinde yüzünde nefret dolu bir ifade belirdi.
Dişlerimi sıkıp önüme döndüm, aldıklarımın tamam olduğuna kanaat getirip kardeşime gel diye işaret verip kasaya ilerledim. Kürşat hâlâ gitmemiş orada öylece duruyordu. Aldığı sigaradan birinin paketini bize bakarak açıyordu.
Ona aldırmamaya çalışarak aldıklarımı tezgaha koydum, kardeşim işe her şeyden habersiz aldığı dört tane çikolatayı kolunu uzatarak tezgaha koydu. Adam onların etiketini okuturken, yanımda ki beden hâlâ bize bakıyordu.
"Abi, bundan da alabilir miyim?" Zeynel elimi tutup kasanın önünde duran şekerlerden birini gösterdi.
"Hasbinallah." diye mırıldandı yanımda ki beden. Bakışlarımı ona çevirdiğimde o kardeşime çatık kaşları ile bakıyordu. "Türkçe konuş lan Türkçe!"
Sinirli bir şekilde konuşması Zeynel'i korkutmuş olacaktı ki koluma sığındı. Zaten Kürşat denilen adamın da hedefi o değildi, bendim.
"Benimle istediği şekilde konuşabilir." dedim, kendimi zor tutuyordum. Ailemin basının belaya girmeyeceğini bilsem çoktan dalardım bu ülkücü bozuntusuna.
"Türkiye'de yaşıyorsanız, Türk bir marketten alışveriş yapıyorsanız burada o kirli dilinizi konuşamazsınız." öyle sinirlenmişti ki boynunda ki bir damar ortaya çıkmıştı. Onun kaybedecek bir şeyi yoktu sanırım çünkü beni öldürmeye hazır gibiydi.
"Türkiye'de sadece Türkler yaşamıyor." onun Türkçesinin yanında benim konuştuğum Türkçe acayip derecede farklı görünüyordu şu an.
"Bu mahallede sadece Türkler yaşıyor." dedi inatla. O sırada market sahibi sıkıntı çıkacağını anlamış olacaktı ki gelip Kürşat'ın yanında durmuştu.
Benim boylarımda olan adamın gözlerinin içine dişlerimi sıkarak baktım, kafamı başka yöne çevirip cebimden bir yüzlük çıkardım ve tezgaha doğru fırlattım. Adamın önümüze koyduğu poşeti bir çırpıda alıp kardeşim ile beraber kapıdan çıkarken, Kürşat denilen adam hâlâ arkamızdan konuşuyordu.
Avucumun içinde ki poşeti sıkı sıkı tuttum. Sinirden her yerim titriyordu.
Burada yaşamak, daha zor olacaktı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
MEMLEKETSİZ
ChickLit[TAMAMLANDI] Siirt'den kaçıp İstanbul'a sığınan bir Kürt ailesi, tamamı ülkücü olan mahalleye düşer.