4. Bölüm

305 50 21
                                    


Çiçekli Pencere

4. Bölüm

Kendi yerçekim kanunlarımca uçuyorum. Nasılsa gezegenim bir güneş sistemine ait değil. Bazen bir saka kuşu oluyorum insanlardan ürken ve kafesinde kendini hırpalayan, bazen sadece bir sineğim hem kendine hem insanlara zararlı. Güneş sistemi olanları imrenerek izlediğimi kendime bile itiraf edemiyorum.

"Çiçek şimdi sen ne yapıyorsun? Çalışmıyorsun hala, değil mi?"

Liseden arkadaşım Aycan'dı konuşan. Yeni atanmış, çiçeği burnunda bir öğretmen. Her şey için çok hevesli henüz, çok da mutlu. Onun adına mutluyum, hayatım insanlar adına mutlu olmakla geçti. Şaka değil. İnsanları severim.

"Yok," diye cevapladım. "evdeyim. Resim yapıyorum, bilmediğim şeyleri öğreniyorum. Yaşıyorum da diyebiliriz."

"Hep aynı bizim Çiçek." dedi Şule de.

Ferah ile göz göze geldik, küçük lise grubumuzun bana bakış açılarına gülümsedik aynı anda. Hep aynı bizim grup. Ferah başka. Ferah en yakın dostum, diğer insanlardan daha çok anlıyor beni. Çok fazla arkadaşım var ama dost seni anlayana denir. Beni anla, beni gör... Beni gördüğün için üzgünüm dostum.

"Peki bunun sonu ne?" diye sordu Aycan. "Yani sonuçta bundan bir kazanç geldiği yok."

Haklıydı, herhangi bir kazancım yoktu. Üniversiteyi burslu okumuştum (hiç değilse) ama atanamamıştım, belki de atansam da beceremeyecektim. Özel bir şirketi de şimdilik istemiyordum. Resim çizmekten kazanç beklemeyi ise asla... Kazanç beklemek tabiri neden bu kadar kötü geliyor? Başka nasıl yaşayacaksın Çiçek, hayatın gerçeklerini neden görmüyorsun? Hayatın gerçekleri. Komik bir tabir. Hayatın yalanları ne o zaman? Beyazlar mı?

"Bunun sonu... Bilmem. Kendimi ifade etmek için böyle bir yol bulmuşum işte. Ya da belki hala arıyorumdur."

Düşüncelerime sansür uygulamayı sevmediğimi beni tanıyan herkes bildiğinden, ortamda rahatsız edici bir sessizlik oluştu. Söylenecek bir şey olmadığından mıydı yoksa anlamayacağımı düşündükleri için mi, bilmiyordum. Tatlımı yemeye devam ettim ben de.

"Tüh, fotoğraf çekmeyi unuttuk. Hemen başladık yemeye."

Tatlım bitti bitecekti, gülerek kaldırdım kafamı. "Sayılmadı mı?"

Şule de güldü. "Gibi. Kırk yılda bir buluşuyoruz, şöyle tatlılarımızı yerken fotoğrafımızı atıp interneti yerinden oynatmayalım mı?"

"İnternetin iyiliği için iyi oldu desene."

Yine de çektik birkaç fotoğraf. Onlar bir yerleri yerinden oynattı mı, onu bilemedim hesabım olmadığı için. Ama hatıra olsun diye benim telefonuma da attırdım, belki bir ara resmimizi çizerim. Önemli olan görmek, değil mi? Görülmek değil. Hayır, çok bilmiş değilim, sadece kendi istediğim gibi yaşamaya çok fazla değer veriyorum, fikirlerimi söylerken de ukala sanılıyorum.

İnsanların hayatına bulaşmayı sevmem. Hiçbir manada. Ne kıyısından değeyim isterim, ne de şahit olayım uzaktan. Güzel ya da çirkin, bütün duyguları hepimiz kendi gezegenlerimizde yaşayalım isterim.

Bu yüzden ne zaman insan içine çıksam -ki herkes gibi benim hayatımda da bu çok sık gerçekleşen bir şey- kendime döndüğümde hislerim karmakarışık olur. Onların hayatına çok mu özeniyorum, onlar gibi olamadığım için mi üzülüyorum, kimsenin kimseyi anlayamaması mı bu kadar can sıkıcı... Bunu bile bilmem.

Kızlardan ayrıldıktan sonra avare gezmeye başladım her zaman yaptığım gibi. Bu haldeyken direkt olarak eve gitsem kalbim içimde patlayıverecek gibi.

"Mesela aniden birini çevirip kafamın içindeki bir cümleyi söylemek istiyorum bazen. Sonra da yürüyüp uzaklaşmak."

Evimizin oraya geldiğimi fark edip yolumu uzattım, hatta sokağımızın etrafındaki sokaklara girdim tek tek.

"Birini çevirsem ve bazen bir menekşe yaprağı gibi hissettiğimi söylesem, ne derler? Zaten kendi kendine konuşana da iftira atıyorlar... Ben olsam, menekşe yaprağı gibi hissetmek papatya yaprağı gibi hissetmekten daha iyidir derdim. Tamam, menekşe kokmuyor, fark edilmiyor ama papatya da güzelliği yüzünden öldürülüyor. Kullanılıp atılıyor olması da ayrı eziyet."

Sözlerim bittiğinde etrafa baktım. Küçük bir binanın kapısına götürmüştü ayaklarım. Ayaklarım bile benden akıllıydı. Çiçekli penceremin oturduğu binaydı çünkü bu. Bizim evin arka tarafına onların evinin arka tarafı düşüyordu. Sırt sırta vermişti binalarımız.

"Buraya gelmeye söz vermiştim. Onu görmek için. Ama... Ya o da bir hayal kırıklığı olursa? Ya o da Çiçek işte, böyle biri der geçerse sözlerime?"

Küçük birkaç adım attım apartmanın girişine doğru. Zillere baktım, beş tane üst üste kutucuk. Bina dört katlıydı, onlar sonuncu katta oturuyordu, biz de üçüncü kattaydık ve hafifçe yukarımızda kalıyorlardı benim penceremden bakıldığında. En üst zilde yazan adı okumam yetecekti. Soyadını öğrenmiş olarak devam edecektim bugüne.

"Bugünün tarihini unutma." dedim kendime, belki hoş belki nahoş ama illa ki bir hatırası olacaktı. Hatıralar önemlidir benim için, yaşamın hepsi hatıralardan oluştuğu için.

İşin tuhafı, hiç heyecanım yoktu. Mutlulukla karışık bir adrenalin vardı içimde gözlerimi isimlere kaldırırken ama midemi buran, beni korkutan bir his değildi. Aksine, gökyüzüme huzur yayan, bulutlarımı pamuk şeker kıvamına getiren bir rahatlık vardı. En sevdiğim oyunda bir sonraki levele geçmek için basılması gereken bir tuş gibi.

Okudum. Bir kez daha okudum. Eve gidene kadar ezberledim.

Mehmet Ertürk. Muhtemelen babasının adı yazıyordu zilde. İsimlerin ne önemi vardı ki zaten?

Sevgiyle sınırlandırmalı insan kendini*, demişti biri. Diğer sınırların hiçbir şekli, rengi, kokusu yoktur. Benim sınırlarım ise bulutlardan ibaretti.

*: Söz Exupery'e aittir.


Çiçekli Pencere Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin