BÖLÜM 29: MELEK TABLOSU

14.7K 686 34
                                    

Ve sen cehennemdeki en güzel yer.

Kavrulmuş dudaklarımın acısına sadece, senin dudakların son verebilir. 

Yalnızca tutun bana, 

Ve çiçekler doldurayım koynuna.

*

Gözlerimi açmaya çalışıyordum ama bu imkansız gibiydi. Gözlerimde sanki koca bir fil oturuyordu ve başım çatlayacak gibi ağrıyordu. Burnuma bilmediğim bir koku geliyordu ve başımı koyduğum yastığın bana ait olmadığını hissedebiliyordum. Nihayet gözlerimi açtığımda, hiç bilmediğim bir odada olduğumu farkettim. Endişeyle başımı yastıktan ayırmaya çalıştığımda ensemdeki ağrı, buna izin vermeyeceğini bağırıyordu adeta. Küçük bir ah, nidasıyla olduğum pozisyona geri döndüm. 

Burnumdaki güzel vanilya kokusu yeni yıkandığını düşündüğüm, beyaz çarşaflardan geliyordu. Üzerimdeki yatak örtüsü, tıpkı benimki gibi maviydi. Belki birkaç ton daha açığı. Büyük bir zevkle döşendiğini düşündüğüm odada hakim olan renk beyazdı ve her ayrıntı sadeliğiyle büyülüyordu. Açık kalan ağzımı kaptarak, etrafı süzmeye devam ettim. Tam karşımdaki duvarda kocaman bir tablo vardı. Tablodaki adamın iki yüzü vardı. Bir yüzü kapkaraydı ve ağlıyordu, diğer yüzüyse bembeyazdı ve gülümsüyordu. Tuhaf, diye geçirdim içimden. Tablonun hemen yanında bir tablo daha vardı. Bu, diğerine kıyasla daha az melankolikti. Bembeyaz zeminin üzerinde simsiyah saçlı bir kadın vardı ve arkas dönük olduğu için yüzü görünmüyordu. Simsiyah uzun saçları dalgalanıyordu ve yüzü görünmemesine rağmen sanki masumluğu simgeliyordu. Onun hemen yanında daha yukarda diğerlerinden çok daha küçük bir tuvaldeki tabloyu farkettim. Koyu renklerin hakim olduğu, bir orman resmiydi. Tanrım. Bu oda değerli olduğunu düşündüğüm tablolarla doluydu. Pencerede, ince bir tül asılıydı ve önünde bir kaktüs vardı. Dışarda parıldayan gökyüzü, baharın yaklaştığını müjdeliyordu ve insana enerji veriyordu. 

İçimden geçirdiklerimle birden yüzümün düştüğünü hissettim. Dün, en son hatırladığım şey; Rüzgar'ın kin dolu gözleri ve boynumdan aşağıya akan kandı. Ortalıkta o görünmediğine göre burası onun evi değildi. Öyleyse kimin eviydi? Dikkatle başımı kaldırdıp, yataktan ayrıldım. Belimi dikleştirerek, ağrıyan şakaklarıma parmaklarımı bastırdım. Ensemdeki ağrının ise haddi hesabı yoktu ve sargının bantları bir kaç tutam saçımı çekiştirerek acıtıyordu. Yüzümü kırıştırarak, üzerimdeki kanlı tişörte baktım. Kuruduğu için, kahverengi lekeler görünüyordu ve gerçekten kötü hissettiğim için bu önemsemediğim bir ayrıntıydı. 

Bu küçük ama huzur dolu olduğunu düşündüğüm odayı incelerken, aklıma pencereden bakarak nerede olduğumu kestirebileceğim geldi. Yavaşça pencereye yaklaşarak, güneşin yaladığı yola dikkat kesildim. Güneş tam tepedeydi ve göz alıyordu. Burası... Burası benim yaşadığım yerdi. Tam karşıdaki benim evimdi. Buradan çatısını ve üst katı görebiliyordum. Bir dakika, bir dakika. Yoksa, ben şu an o evde miydim? Boş olduğu zaman, kendimi hep burda hayal ederdim ve huzur dolardım. Burası, Derin'lerin eviydi. Evimin görüş açısından yola çıkarak söylüyordum ve emindim. Yıllardır, bu evde henüz kimse yokken sürekli dikizlediğim evi nasıl tanımazdım. Oysa, şimdi buradaydım işte. O evin içinde. Acıyan ensemi yavaşça okşayarak, yatağın yanındaki komodine uzandım. Çekmecesinde gazı bitmiş iki çakmak ve küçük deri kaplama kilitli bir defter duruyordu. Çekmeceyi hemen kapatıp, o anı hiç yaşamamış gibi davranmaya karar verdim. Ne olmuştu yani, Derin Yiğit'in evindeysem ve onun sır dolu küçük odasında küçük, kilitli bir defter bulduysam. Tanrım! O defteri almalıydım. Hırsla aydınlanan gözlerimi tekrar çekmeceye dikerek, üstü toz kaplı küçük defteri elime aldım. Toza bakılacak olursa, uzun zamandır buradaydı ve açılıp okunmadığı çok beliydi. Yokluğu farkedilmezdi büyük ihtimalle. Ya da ben öyle olsun istiyordum.

SİYAHHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin