***

   Saatlerdir Damla'yla saçma sapan şeyler yapıyorduk. Yaklaşık iki saat önce Gamze de aramıza katılmıştı ve şuan üç kız ağlamaktan şişmiş gözlerle bilgisayar ekranına bakıyorduk. Saçma sapan şey yapmaktan sıkıldığımızda film izlemeyi önermiştim fakat duygusal bir aşk filmi seçmek tamamen Gamze'nin fikriydi. Bu kadar duygulanmamızı sağlayan film ''The Notebook''tu. Sanırım üçüncü defa izliyordum fakat bu ağlamama engel değildi. Kızlar Allie* ve Noah** için ağlarken ben asla öyle bir aşk yaşayamayacağım için ağlıyordum.  Yüzüm, fiziğim ya da kişiliğim ne kadar güzel olursa olsun insanları benden uzak tutan bir engelim vardı. Babam doktordu, bana tedavi arayıp bir türlü bulamadığı için o da kahroluyordu. Konuşamadığım sürece insanların ve özellikle de erkeklerin benden uzak duracağını çok iyi biliyordum.

  Bana göre aşk ya yaşanır ya da yazılırdı. Ben yaşamadığım ve büyük ihtimalle de yaşayamayacağım için  yazan kişilerin arasındaydım. Yaşamak istediklerimi, kafamda kurguladığım olayları, yarattığım karakterlere yüklerdim. Eminim ki birçok profesyonel yazar ve senaristte benim gibiydi. Hiçbiri eserlerinde olduğu gibi kendilerine karşı derin duygular besleyen karşı cinsten birini bulamamış, sadece hayal etmişlerdi ve daha sonra da o çok popüler olan kitap ve film karakterleri ortaya çıkmıştı. Böyle olmuyor olabilirdi, bunlar sadece benim düşüncelerimdi tabii ki. 

***

   Gamze işi çıktığı için gitmişti ve bizde Damla'yla yalnız kalmıştık. Birazdan bana ders anlatmaya başlayacaktı, kitaplarını yanında getirdiği için şanslıydım. Damla, kimya mühendisliği öğrencisiydi, dolaylı olarak bana sayısal derslerde -özellikle kimyada- yardımcı oluyordu. Bense sayısalı hiç sevmeyen biriydim. Sevmemekten ziyade anlamıyordum. O formüller, x'ler, y'ler bana çok saçma geliyordu. Ama çabalıyordum en azından. Çünkü istediğim bölüm eşit ağırlıktı ve matematiğe ihtiyacım olacaktı. 

   Yaklaşık iki buçuk saatlik geometri dersinden sonra sanki bana araba çarpsa başımın etrafında özel üçgenler dönecekmiş gibi hissediyordum. Sanırım bunlar da fazla çalışmanın zararlarıydı. Damla'nın artık eve dönmesi gerekiyordu zaten, saatlerdir onu meşgul ediyordum. O gittikten sonra evi toparlamaya çalıştım biraz. Salon ve mutfak çok fazla dağınık değildi ama odam tam bir felaketti. Demek ki neymiş efendim, aynı anda üç yakın arkadaş bir odada bulunursa ortalık çarşamba pazarına dönermiş. 

   Ben odamı toplamaya çalışırken merdivenlerden gelen bir ıslık sesi duydum. Bu melodinin sahibi abimden başkası olamazdı. Odamdan çıkıp merdivenlere baktığımda tahminimde yanılmadığımı gördüm. Gelen abimdi ve sabahki acelesinden dolayı onu sorguya çekmenin tam zamanıydı. Beni görünce gülümsedi ve yanıma geldi.

   ''Papatyam, ne yaptın ben yokken?'' diyerek saçlarımı karıştırdı. Normalde buna çok sinirlenirdim, zaten o da bunu bildiği için sürekli tekrarlardı. Sanırım insanları sinir etmeyi sevmek konusunda kesinlikle abime benziyordum. Ama kızmadım bu sefer. Bana ''papatyam'' dediğinde hiç kızmazdım zaten. Çünkü papatya en sevdiğim çiçekti. Genelde bana kendini affettirmeye çalışırken bu sözcüğü kullanırdı fakat bu sefer ortada hiçbir şey yoktu. Fazla üstelememiştim bunu, nasıl olsa yakında çıkardı kokusu. 

  Ellerimi kaldırdım ve yavaş hareketlerle günün özetini geçtim. Bu ana kadar yorgunluğumun farkında değildim ama oldukça yorucu bir gün geçirmiştim. Kıvrıldığım yerde uyuyacak gibi hissediyordum. Abim ellerimi büyük bir dikkatle izliyordu. Ben anlatmayı bitirdiğimde o konuşmaya başladı:

   ''Çalış çocuğum, çalışta memur ol.'' derken gülümsedi. Babaannemin en meşhur lafıydı bu ve abim sürekli taklidini yapmaya bayılırdı. ''Hadi sen odana git, saat geç oldu zaten. Bende birazdan yanına geliyorum.'' diyerek devam etti sözlerine. Gözlerinin içine baktım. Çok yorgun görünüyordu. Bu yüzden sorgulamadım ve hafifçe başımı sallayarak odama gittim. 

Sessiz Haykırış [Askıda]Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin