Sabah erken saatlerde telefonumdan yükselen ses ilk başta sıçrayarak uyanmama sebep olsa bile sonradan karşımdaki beyaz duvara amansızca bakmama neden olmuştu.
Bugün Cumartesiydi tanrı aşkına!Okuldaki hangi sikik öğretmen, müzik dersi provalarını Cuma günleri okul çıkışı değil de Cumartesi sabahı -henüz ayın olduğu soğuk ve karanlık sabahtan bahsediyorum- yapardı ki? Tabii ki okuduğum lisenin öğretim görevlisi olan Bay Swinher. Müzik dersini seviyordum. Yani en azından hafta sonları olanını. Okulda normal olarak zorunlu işlediğimiz müzik dersi sıkıcı geçiyordu. Aslında Bay Swinher kibar yapılı ve bağırmaya meyilli bir öğretmen olmadığı için dersinde herkes konuşurdu. O oturduğu koltuktan dinleyen üç beş öğrenciye birşeyler vızıldarken ben genelde en arka sıralardan birine geçer, sırtım ağrımasın, kitaplar başımı yüksek tutsun diye başımı kitaplarımın üzerine koyup uyurdum. Eğer şu hafta sonları verdiği derslere gitmeseydim bu dersten kalabilirdim.
Telefonum sonunda sustuğunda yorganımla cebelleşerek yataktan kalktım.
Yağmur dışarıda pencereyi kırbaçlarcasına yağarken ve henüz saat altı kırkbeşken dışarı çıkmak delilik olabilirdi. Yağmur iki dakika yavaşlıyorsa üç dakika oldukça hızlı döktürüyordu. Dışarıda esen rüzgarın şiddetini uğulduyan camlardan anlamak zor değildi.
Üzerime en azından sadece renk uyumunu tutturabildiğim birkaç parça birşeyler geçirirken saçlarımın elektriklenmemesi için çok uğraş göstermiştim.
Dışarı çıktığımda yağmurluğumun kapşüonunu çektim. Bir elimle kapşüonun kafamdan uçmasını engellemek için tutuyordum. Aynı zamanda diğer elim cebimde telefonumu sıkıca kavrıyordu. Avustralya da genellikle böyle sık ve şiddetli yağmur yağmazdı. Son iki gündür havalar oldukça garipti. Yani hava aydınlıkken birden kararıp korkunç bir hal alabiliyordu. Gökyüzünün böyle koyu bir renk alması beni germeye başlarken aslında bunun önümüzdeki haftaların da böyle geçeceğinin habercisi olduğunu biliyordum.
Okul, geçen her haftasonunun aksine bu Cumartesi daha boştu. Kapşüonu indirip önünü açtım. Dersi her zaman işlediğimiz yere girdiğimde karşıma çıkan tek şey kocaman karanlık bir boşluktu. Hafta sonları genelde dışardan birkaç insan ve okuldan birkaç kişi okul kütüphanesini kullanmak için okulda olurdu. Bugün orada da kimse yoktu. Gerçi okula gelirken sokakta kimse yoktu, insanlar neden okula gelsinler ki?
Sıkıla sıkıla alt kata indiğimde aklımdan ne geçtiğini bilmiyordum. Aslında tek istediğim biraz yalnız kalmak ve sessizlikti. Çünkü ne zaman kulaklığımı takıp camın kenarına otursam ve gözlerim dolu dolu olsa, annem herzaman yanımda biterdi. Neden ağladığımı sorduğunda ona hep bir filmden bahsederdim. Sonra suratı sinirli bir alırdı ve hikayeleri gerçek bile olmayan o hayal ürünü insanlar için ağlamayıp, onun yerine odama çıkıp ders çalışmamı söylerdi. Bende ona onay verip odama çıkar ve akşama kadar uyurdum.
Sonunda basamakların sonuna geldiğimde merakıma yenik düştüm ve içeri adımladım. Okulumuzun popüler ve bir o kadar da züppe olan dört çocuğu kurdukları gruplarıyla prova yapıyorlardı.
Kesinlikle, kesinlikle böyle bir havada okula gelenin sadece ben olmadığımı biliyordum. Ama neden bu kadar erken bir saate prova yapmayı seçmişlerdi ki? Daha dinç oldukları için mi? Saat daha yeni sekize geliyordu ve haftasonları dinç olmak için bu oldukça erken bir saati. Yani, en azından bana göre bu böyleydi.
Derin bir iç çektim ve aynı anda beni hem fark etmelerini hemde etmemelerini istedim. Bunu nasıl yaptım bilmiyorum ama kendimi kapıya doğru yasladığımda kapı geriye doğru haraket etti ve duvara çarptı. Ashton'un gözleri olduğum tarafa doğru çevrilirken birden ne yapacağımı bilemedim. Yerdeki çantamı eğilip aldığımda hala bana baktığını hissedebiliyordum. Ela gözleri vücudumda edepsizce dolaşırken sırıtmasını bekledim. Ama garip bir şekilde bana bakmaya devam etti ve yutkundu. Bedenim kas katı kesildiğinde Calum'un Ashton'a alttan bir bakış attığına tanık oldum. Bacak aramda tarif edemediğim bir sızı kendini belli ederken dudağımı dişledim.
Hızla okuldan çıktım.
Yüce İsa, Ashton bana bakmıştı öyle değil mi? Kalbim miğdemde atarken başımı yere eğdim ve sırıttım. Bana böyle edepsiz bakması kendimi nedensizce özel hissetmeme sebep olmuştu. Okuldaki herkes onları bilirdi. Zenginlerdi ve dördü de birbirinden serseriydi.
Bunu Luke ve Michael'ın piercinglerinden, Ashton ve Calum'un dövmelerinden anlayabilirdiniz. Oldukça yakışıklılardı ama Ashton benim için tamamen farklı bir histi. İsteyipte hiçbir zaman elde edemeyeceğim birisiydi. Belkide liseyi bitirene kadar ondan kaçmalıydım. Ben ondan kaçsam o bunun farkına bile varmazdı. Altına yatmadığım sürece. Altına yatsam bile gene hatırlamazdı belki. Yada sadece alay ederdi. Çünkü ben zaten onu memnun edemezdim. Bakire bir kız saymasının uzun süreceği sayıda fazla kızla yatmış, yakışıklı, kaslı ve tecrübeli bir erkeği nasıl memnun edebilirdi ki?
Soluk beyaz tenim, elektrik mavisi gözlerim ve kestane rengindeki saçlarımla oldukça berbat gözüküyordum. Minyatür bir yapıya sahiptim. Küçük kalkık bir burnum ve vücudumda hoşuma giden bir tek şey olan dudağım..
Ashton'un şu ana kadar hiçbir kızın peşinden gitmediğini biliyordum. Eğer ben onun peşinden gitsem bunun bana nelere patlayacağını kestiremiyordum.
Onun hakkında ileriye giderken odaklanmak zordu. Çoğu insan içkiyle sarhoş oluyordu belki ama ben sadece yanımdan geçtiği zaman kendi kokusuyla karışan harika parfüm kokusundan sarhoş olabilirdim. Aslında bunu gerçekten isterdim. Ona sarılabilmeyi ve gamzelerini öpüp ona dokunabilmeyi.
Bu düşündüklerimi herkes isterdi tabii. Bir çoğu yapmış da olabilirdi. Lisedeydik, ve benim tek istediğim ona karşı birşeyler hissettiğimi söyleyebilmekti. Liseyi bunu söyleyemeden bitirmek istemiyordum. Ne düşüneceği şu anda umrumda değildi. Sadece bunu yapmak istiyordum. Üstelik o bana böyle bakmışken gidip söyleyememek oldukça zordu.
Henüz yolu yarılamışken adımlarımı geri çevirdim. Eğer şimdi yapmazsam bir daha yapamazdım. Ve şimdi bundan sonra uygun zaman da olamazdı.
Hızlı adımlarla okula doğru giderken yarıladığım yolda Ashton'un geniş bedenini görmek titrememe neden oldu. Dudağımı acımasızca parçalarken stresten ölebilirdim. Hala çiseleyen yağmur hafif kuruyan kaldırımları tekrar kirletirken tam önünde durdum.
Midem kasılmaya başlamıştı.
"Iııı.. ben eğer bunu sana şimdi s..söyleyemezsem sanırım bir daha asla yapamayacağım. Ama..Tanrım ben, ben senden feci derecede hoşlanıyorum." Aralarda kekeleyerek kendimi belli etmiştim.
Bir adım geri gittim. Gözlerim ayaklarına sabitliyken geriye doğru adımlamaya devam ettim. "Üzgünüm...ben sadece.."Güçlü kolları seri bir şekilde beni kolumdan kavrayıp yangın merdivenlerinin olduğu dar sokağın duvarına çarptığında acıyla inledim. Aynı dakikalarda ellerini kalçalarıma yerleştirdiğinde beni kolayca havaya kaldırmasına göz yumdum.
Bedenimi kendi bedeni ve duvarla arasına sıkıştırdığında popomu yukarı doğru kaldırdım ve hareket ettirdim. Başını omzuma yerleştirdiğinde hala titrememe engel olamıyordum. "Bir daha söyle." Kelimeleri algılayabildiğimde sonunda cevap verebilmiştim.
"Ne?"
"Az önce söylediklerini..yeniden söyle,"Gözlerini gözlerime sabitlediğinde gözlerimi kaçırdım. Tanrım bunu yapmış mıydım gerçekten? Alnını alnıma yaslayıp ona bakmamı sağladı. O an heyecanla ağzımdan çıkan kelimelere yeniden engel olamadım.
"Seni seviyorum,"
Siktiiiiiir asshtonn lhsjsh
Ya yanlış anlamayın hikaye calum hikayesi. Medyaya şarkı koymadım ama Paramore crush crush crush'u dinleyebilirsiniz. Calumlanetolasımükkemmelseksihooddanbahsetmiyorum..
Daha geçiş yapmadık hikayeye tam olarak
Şimdilik bu kadarHadi byü :D

ŞİMDİ OKUDUĞUN
underage // hood
Fanfiction"Peki, Bay Hood ne yapmak isterdi?" Hiç düşünmeden sordum. Ufak bir tutamın boyalı olduğu saçları, kendini loş ışıkta daha koyu renkte bir sarıya bırakırken neredeyse siyah denilebilecek gözleri etrafına istekli bakışlar gönderiyordu. Sonunda yüzün...