Atayım mı seni?

69 1 0
                                    

Esnaf, bilim adamı, editör, öğrenci, öğretmen, serseri, doktor, aylak, iş adamı, kapıcı, yazar, avukat, bürokrat, memur, teknisyen… Hangisi?

Meslekleri ve karakter nitelikleri kestirilemeyen ancak hepsine birden “akkor”  diyebileceğimiz,  kadınlı erkekli yirmi üç kişiydiler.

Bu akkor insanlar, Kadıköy sahilinin Sarayburnu’na bakan kayalığında dağınık olarak oturmuş, Edip Cansever’in  “Yerçekimli Karanfil” adlı şiirini sessizce içlerinden geçiriyorlar. Her biri denizin salınımının farklı farklı noktalarına doğru, kimisi yakına, kimisi uzağa odaklanarak “Yerçekimli Karanfil”in bölümlerini, dizelerini ve hatta kelimelerini düşünüyor, içinden geçiriyordu. Biri, içinden geçenlerin devinimine dayanamayıp bir şeyler söylemek istediğinde ya da şiirin bir dizesini sesli olarak okumak için hamle yaptığında, diğerleri sessizliğin bozulmaması için ısrar ediyor, suskunun ahengini azaltacak hiçbir şeye izin vermeyip konuşmak isteyene dik dik bakıyorlardı. Sahilden gelip geçen, yürüyüş yapan diğer insanlar kayalıklarda gerçekleşen sessiz ritüeli fark edemiyor ve aralarında bir iki metre kadar mesafe bulunan bu yirmi üç kişinin herhangi bir şey için bir araya geldiklerini, gelebileceklerini düşünmüyordu.

Peki, o siyah takımlı adam da kimdi, nerden çıkmıştı? Kayalıklardaki bu akkor dağılımın bir şeyler çevirdiğini, aynı şey üzerinde düşündüğünü ve bu insanların bir “topluluk” olabileceğini nasıl fark etmişti? Neden sonra “Birkaç deli işte…” diyerek durumu önemsemeden çekip gitmedi? Peki, bu siyah takımlı adam “Siz.., bitti.., bu devirde.., değilsiniz.., saçma.., duygusal.., aptallık!” gibi kelimelerin içinde bulunduğu çeşitli cümlelerle, kayalıktaki yirmi üç akkor insana çıkışmak sonra da bağırmak cesaretini kendinde nasıl buldu birdenbire?

Peki, ne olduğu belirsiz bu topluluğun içinden serseriliği iyi bilen birinin dayanamayıp, ayağa kalkıp, suskuyu ve büyük kuralı bozup, siyah takımlı adamın yakasına yapışarak “Ne diyorsun ulan sen, atayım mı ulan seni denize!” demesine ne gerek vardı?

Ne?

***

Gelin, damat, şahitler, aileler, arkadaşlar, komşular… Seksen üç kişinin katıldığı düğünde tüm davetliler bakımlı ve şıktı. Herkes gülüyor, sohbet ediyor ve eğleniyordu. Kadehler doluyor, boşalıyor, tabaklar boşalıyor, doluyor, şarkılar başlıyor, bitiyor, danslar, jestler, terleyenler… Vur patlasın, çal oynasın, tam bir curcuna…

Peki, pencerenin yanındaki bu garip ve durgun adam da nerden çıkmıştı? Bilindiğine göre damadın dostlarından, abilerinden biriydi. Düğünün başlangıcından beri sessiz ve memnuniyetsiz olarak salonun bir köşesine çekilip dans edenleri izlemiş ve durgunluğuyla da dikkat çekmişti. Peki, ayağa kalkıp “Siz.., bitti.., bu devirde.., değilsiniz.., saçma.., duygusal.., aptallık!” gibi kelimelerin içinde bulunduğu çeşitli cümlelerle düğündeki diğer insanlara çıkışmak ve bağırmak cesaretini kendinde nasıl buldu birdenbire?

Peki, damadın babasının otuz senelik can ciğer dostu olan kel bir adamın, pencerenin yanındaki bu garip adama doğru öfkeyle koşarak “Ne diyorsun ulan sen, atayım mı ulan seni pencereden aşağı!” demesine ne gerek vardı?

Ne?

Zafer Yalçınpınar - 22 Aralık 2007

Atayım mı seni?Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin