Kelebek

1.1K 15 11
                                    

Bir kelebeğin kanat çırpması, dünyanın yarısını dolaşabilecek bir kasırganın oluşmasına neden olabilir.

Edward N. Lorenz


Bu gizem dolu hikâyeye henüz başlamayı düşünmüyordum. Aslında, yazacaklarıma hikâye yerine kâbus demek daha uygun düşer. Çünkü bir kâbustan çok daha fazlasıydı. Yaşadıklarımı şu ana kadar kimseye anlatamamıştım. Çok garip. Bunu söylemek bile şimdiden titrememe neden oldu. Üstelik aradan yedi yıldan fazla zaman geçmesine karşın.

Evet, kimseye anlatamamıştım, belki de anlatmak istememiştim. Bilemiyorum. Kendime itiraf edemediğim çok şey var. Sanırım bunun nedeni, hikâyeye nerden başlayacağım düşüncesinden çok, nasıl bitireceğimin endişesiydi. Çünkü kâbusun şu an bile bir yerlerde nefes aldığına eminim, kelebek yaşadığı sürece de bitmeyecek...

Dışarıda bir yıldırım daha patlayınca pencereden uzaklaştım. Fırtına gece boyunca hiç durmamıştı. Uzaklardan yağmur ve ona karışan duman kokusu geliyordu. Gözümü ormandan ayırarak şömineye odun attım.

Her ne kadar, az sonra anlatmaya çalışacağım o garip olayı bütün ayrıntılarıyla hatırlamamamda hâlâ korkuyorum. Fakat korkum, paslanmış ve karanlık bir hatırayı yeniden canlandırma korkusu değil. Kesinlikle değil. Saf delilikten korkuyorum. Birkaç gündür uzaktan baktığım kalemin şimdi elimde olmasının tek nedeni, şu anki hava koşulları olsa gerek. Yoksa kim gecenin bu saatinde, şömine başında korkunç yıldırımları seyrederdi. Ve neden durmaksızın iri kıymıklı bir odunla beynini döver? Belirgin çağrışımlar olmasa seve seve bu eski olayı unutmaya razıydım... Olmadı... Yapamadım... Bir haftadır şehre de inemedim. Bir ses, bir nefese hasret tek başıma dağ evinde çıldırmak üzereyim. Fark ettim ki insan yalnız kalınca kapısını ilk çalan en dehşetli hatırası oluyor. Belki de bunu yaptıran korkunun kendisi. Ve yine fark ettim, yaşadıklarımı yazmazsam ve aklımda tutmaya devam edersem asıl o zaman çıldıracağım.

Dün, akşama doğru esen hafif rüzgârlar, az sonra anlatacağım bir dizi anıyı sırasıyla gözümde canlandırdı. İlkin; Elinde fotoğraf makinesiyle kayalıklardan zıplayan, rüzgâra tutununca uçtuğunu sanan deli gençliğimi anımsadım. Gözümde canlananlar gülümsememe neden oldu. Keşke hiç büyümesem diye arzuladım. Daha hatıramın tüm detaylarını oluşturamadan gök gürültüleri beni düşüncelerimden ayırdı. Bir açıp bir kapayan hava, delicesine esen rüzgâr ve fırsat buldukça doğaya göz kırpan güneş, başka bir çağrışıma zemin hazırladı. İki gündür şömine başında, aynı duyguların kapanındayım. Zihnimin esiriyim. Uzun süre aklımdan çıkaramadığım ve şimdilerde daha çok anımsadığım bir başka anıya geçiş yaptı. Gökteki yıldırımlar gibi anılar da beynimde anlık parlamalarla canlanıyordu. Ve ben daha ne olduğunu anlayamadan kayboluyorlardı. Bir nevi yılan sokması gibiydi. Hızlı ve çevik hareketlerle düş alemimi bulandırıp kayboluyorlardı.

İki pencereli odam, çakan her şimşekle beraber birkaç saniyeliğine geceden gündüze atlıyordu. Bu durum benim içinse tam tersiydi. Odam gündüz olurken, ruhum gece oluyordu. Kuvvetli ışığın ardından yedi-sekiz saniye boyunca ürpererek gök gürültüsünü bekliyordum. Eminim psikolojide bu halin bir açıklaması vardır.

Uzak bir yerlere bir yıldırım daha düştü. Bu gece ve karanlığı hiç bitmeyeceğe benziyor. Aklıma Cengiz Aytmatov'un "Gün Olur Asra Bedel" romanı geldi. Ne kadar da güzel bir söz.

Sanırım her şey, o yıkıcı geçen yılın kasım ayında patlak vermişti. Sonrasında her kâbusum bu yıla eklendi. O zamanlar 24 yaşındaydım ve fotoğraf çekmek gençlik yıllarımda nerdeyse bütün zamanımı kaplıyordu. Şimdilerde hayal meyal hatırladığım o mükemmel doğa olaylarını yakalamak için nerdeyse hiç uyumuyordum. Bütün hayatım resim olmuştu. Yaşadığım olayları nerdeyse görmüyor, kare kare geçişini seyrediyordum. Ölmek üzere olan birisinin ancak son dakikalarında görebileceği film şeritlerini ben her saniye görüyordum. Hem de baktığım her yerde. Daha elime makinamı almadan gözlerimle fotoğraflıyor, banyo yaptırıyor, kuruluyor ve değerlendiriyordum.

KelebekHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin